Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (R)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RECÂ BİN HAYVE

Tâbiînden velî ve büyük bir fakîh (İslâm Hukûku âlimi). Doğum târihi bilinmemektedir. 730 (H.112) târihinde vefât etti. Künyesi, Ebû Mikdâm ve Ebû Nasr şeklinde bildirilmiştir. Nisbeti, Filistinî’dir. Aynı zamanda tesirli ve fasîh konuşan bir vâiz idi. Halîfe Süleyman bin Abdülmelik, ondan kendisine mektup yazmasını istemişti. Halîfe olmadan önce ve sonra Ömer bin Abdülazîz ile çok yakın dostlukları vardı. Sık sık görüşürlerdi. Süleyman bin Abdülmelik’e kendisinden sonra, Ömer bin Abdülazîz’i halîfe yapmasını, o tavsiye etmişti.

Recâ bin Hayve, fakihliği yanında, büyük bir hadîs âlimidir. Abdullah bin Amr bin Âs, Adiy bin Ümeyre, Übâde, Abdurrahmân bin Ganemi, Muâviye, Nüvvâs bin Sem’ân, Ebüdderdâ, Ebî Saîd-ül-Hudrî, Ebû Ümâme, Misver bin Mahreme ve daha birçoklarından (r.anhüm ecmaîn) hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan da, Adiy bin Adiy bin Umeyre el-Kindî, İbn-i Aclân, Sevr bin Yezîd, İbn-i Avn, Zührî, Hamîd-üt-Tavîl ve başkaları (r.anhüm) hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.

İbn-i Avn şöyle buyururdu: “Üç kişi biliyorum ki, onların benzerini görmedim. Onlar o kadar birbirine benziyor ki, sanki bir araya gelip, birbirinden istifâde etmişler. Bunlar: Irak’ta İbn-i Sîrîn, Hicaz’da Kâsım bin Muhammed, Şam’da Recâ bin Hayve’dir (r.anhüm ecmaîn)."

Übeyd bin Ebî-s-Sâib babasından bildirdi: “Recâ bin Hayve namazını o kadar tâdil-i erkâna dikkat ederek, şartlarına uygun kılardı ki, onun namaz kılışına hayran kalırdım.”

İbn-i Sa’d: “Recâ bin Hayve, hadîs ilminde sika, güvenilir, faziletli ve ilmi çok olan bir zâttır” dedi.

Mûsâ bin Yesâr bildirdi: “Recâ bin Hayve, Adiy bin Adiy ve Mekhûl, mescidde bulunuyorlardı. O sırada birisi geldi. Mekhûl’e bir mesele sordu. Mekhûl: “Bunu, şeyhimiz (üstâdımız, hocamız), seyyidimiz (efendimiz, büyüğümüz), Recâ bin Hayve’ye sorunuz” dedi.

“Abdurrahmân bin Abdullah anlattı: Bir gün vâz ve nasîhat ederken, Recâ bin Hayve; Adiy bin Adiy ve Ma’n bin Münzir’e dedi ki: “Bakınız! Herhangi bir işi yapıyorsunuz diyelim. Şâyet o işi yaparken Allahü teâlâya kavuşmak, içinizden geliyorsa o işe iyi sarılınız. Eğer içinizde hoşnutsuzluk ve tiksinti duyuyorsanız hemen o işi terk ediniz.”

Recâ bin Hayve buyurdu ki:

“İnsan, ölümü hatırladığı müddetçe, hasedi, kıskançlığı terkeder.”

Birisi, Recâ bin Hayve’den ayrılırken; “Allahü teâlâ seni muhâfaza etsin” dedi. Bunun üzerine Recâ bin Hayve; “Ey kardeşimin oğlu, Allahü teâlâdan, îmânımı muhâfaza etmesini de dile.” buyurdu.

“İslâm, insanı îmân nîmetiyle süsler. İnsanın; îmânını, takvâsıyla; takvâsını, ilmiyle; ilmini, hilmi, yumuşaklığı ile; hilmini de rıfk, tatlılık ile süslemesi ne kadar güzeldir.”

Recâ bin Hayve hazretleri, bir gün Abdülmelik bin Mervân’ın yanında bulunuyordu. Orada, birisinden kötü bir şekilde bahsedildi. Abdülmelik; “Vallahi! Allahü teâlâ nasîb ederse, elime geçtiğinde, ben ona yapacağımı biliyorum” dedi. Bir gün o şahsı yakalamış, ona cezâ vermek üzere kalkmıştı. Bu sırada, orada bulunan Recâ bin Hayve; “Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ, sana istediğin şeyi nasîb etti (Sen böyle arzu etmiştin. Allahü teâlâ da sana, istediğin gibi fırsatı verdi). Öyleyse, sen de Allahü teâlânın sevdiği bir şey olan, affı yap. Bu söz üzerine, Halîfe Abdülmelik bin Mervân, o şahsı hemen affetti ve ona ihsânlarda bulundu.

KALB ÜZÜLÜR

Eyyûb bin Süleyman bin Abdülmelik vefât etmişti. Cenâzenin bulunduğu yere babası Süleyman bin Abdülmelik, yanında Ömer bin Abdülazîz, Saîd bin Ukbe, Recâ bin Hayve olduğu halde girdi. Süleyman, oğlu Eyyûb’a bakmaya başladı. Gözleri iyice dolmuştu. Sonra “İnsana, böyle bir musîbet gelince, hislenmemesi, içinin galeyâna gelip, kabarmaması mümkün değil. Böyle bir durum karşısında, insanların bir kısmı, Allahü teâlâya karşı tam bir teslimiyet gösterip, mükâfâtını ondan bekleme olgunluğunu gösterir. Bir kısmı sabır ve tahammül etme gücüne sâhib olur. Bunların ikisi de, sağlam ve metin kimselerdir.

Bir kısmı da vardır ki, sabır ve tahammül gösteremezler. Bunlar zayıf kimselerdir. Fakat, şu anda ben, kalbimde bir hislenme, acı bir coşma görüyorum. Eğer içime bir serinlik vermezsem, ciğerimin, üzüntü ve kederden parça parça olacağından korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Ömer bin Abdül-aziz “Ey müminlerin emîri! Sabretmeniz gerekir. Yoksa, ecir ve sevâbınız boşa gider. Saîd bin Ukbe de, ağlamaklı bir haldeydi. Sanki ağlamak için yardım ister gibi bir hâli vardı. Recâ bin Hayve ise; “Ey müminlerin emîri! Sizin bu derece, aşırı bir üzüntüye kapılmanıza, bir mânâ veremiyorum. Ortada o kadar önemli bir mesele yok. Bana şöyle anlattılar: Resûlullah efendimizin, ezvâc-ı mütahherasından olmakla şereflenen, Mâriye vâlidemizden İbrâhim adında bir oğulları olmuştu. Fakat daha küçücük iken vefât etmişti. Onun vefâtında, Resûlullah efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar akıp; “Göz ağlar, kalb üzülür. Ancak Allahü teâlânın râzı olduğunu söyleriz. Ey İbrâhim, bizler senin için çok mahzûnuz (üzgünüz)” buyurmuşlardı. Bu sözler karşısında, Süleyman bin Abdülmelik hıçkıra hıçkıra ağladı. O kadar ağladı ki, orada bulunanlar bir şey oldu sandılar.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RECEP ENİS DEDE

Mevlevî yolunun meşhûrlarından, şâir. 1734 (H.1147) senesinde Edirne’de vefât etti. Türbesi, Edirne Mevlevîhânesi yanındadır. Son asır Mevlevî şeyhleri arasında en çok talebesi ve müntesibi, bağlıları olan bir zâttır. Ahâliden pekçok kimse ona tâbi olduğu gibi, beş pâdişâh, otuz iki vezir, pekçok müderris, devrinin meşhûr âlimlerinden İsmâil Âsım Efendi, meşhûr şâirlerden Râgıb Paşa gibi dehâ sîmâlar ve devletin ileri gelenlerinden pekçok kimse ondan feyz almış, sohbetlerinden istifâde etmiştir.

Tahsîline memleketi olan Edirne’de başladı. Meşhûr ve fazîletli âlimlerin ders ve sohbetlerinde bulundu. Sonra İstanbul’a gidip Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Dede’ye talebe oldu. Bu hocasının derslerinde ve sohbetlerinde bulunup Mevlevî yolunda yetişti. Bir müddet Kasımpaşa Mevlevîhânesinde kaldıktan sonra Edirne Mevlevîhânesi şeyhi Neşâtî Süleymân Dede’nin sohbetlerinde bulundu. Onun vefâtından sonra yerine Muhammed Ârif Dede geçti. 1638 (H.1095)’te bu zât da vefât edince, Recep Enis Dede’ye Edirne Mevlevîhânesi şeyhliği verildi. Elli iki sene bu hizmeti yapıp, insanlara İslâmiyeti öğretti. İslâmiyetin emirlerine uymalarını sağladı. İlim ve edebin, İslâm ahlâkının yayılmasında büyük hizmetleri oldu. Başta meşhûr kimseler olmak üzere binlerce insanın saâdete kavuşmasına vesîle oldu.

Osmanlı sultanlarından Dördüncü Mehmed Han, Sultan İkinci Süleymân Han, Sultan İkinci Ahmed Han, Sultan İkinci Mustafa Han ve Sultan Üçüncü Ahmed Han onun sohbetlerinden istifâde etmiş ve feyz almışlardır.

Gülşenî yolunun meşhûr şeyhi Sezâî Efendi önceleri Recep Enis Dede’nin sohbetlerinde bulunmuştur. Daha sonra Gülşenî yolunda yükselmiştir. Recep Enis Dede ile dostlukları ve sohbetleri ömür boyu devâm etmiş ve çok hoş sohbetleri olmuştur. Bu sohbetleri bir kitap hâlinde toplanmıştır.

Bir gece Şeyh Sezâî hazretleri ve diğer şeyhler bir mecliste sohbet ediyorlardı. Sezâî Efendi kerâmetiyle o meclise Recep Enis Dede’nin de gelmekte olduğuna işâret edip Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî hazretleri “İzâcâer’receb tural-aceb= Recep (ayı) gelince acâib şeyler görülür” dedi. Mecliste bulunanlar bu söz üzerine birbirlerine bakışırlarken Recep Enis Dede içeriye giriverdi. "Şeyh-i Ekber kuddise sirruh-ül-enver" diyerek minder üzerine oturdu. Orada bulunanlar her iki zâtın üstün halleri ve kerâmetleri karşısında hayrette kalıp onlara muhabbetleri arttı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
REMLÎ ŞÂFİÎ

Fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Hüseyin, künyesi Ebü’l-Abbâs, lakabı Şihâbüddîn'dir. İbn-i Rıslân diye de bilinmektedir. 1371 (H. 773) senesinde Filistin’in Remle köyünde doğdu. 1440 (H.844) senesi Şâbân ayının on dördünde, Kudüs’te vefât etti. Ebû Abdullah el-Kuraşî’nin yanına defnedildi.

Şihâbüddîn Remlî, on yaşında iken Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. El-Kalkaşendî ve İbn-ül-Hâim’den Hâvî adlı eseri okudu ve medresede bir müddet ders verdi. Sonra bu görevden ayrılıp, tasavvufla meşgûl olmaya başladı. Bir süre halvette kalıp, kimseyle konuşmadı. Halvetten çıkınca, birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi ve tasavvuf yolunun büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Diğer ilimleri de tahsîl eden Remlî Şâfiî; fıkıh, usûl-i fıkıh ve Arabî ilimlerinde imâm oldu.

Remlî, ibâdete çok önem verirdi. Emîr Hüsâmeddîn Hasan, Kudüs’te bir medrese yaptırarak, oranın hocalığını Remlî Şâfiî'ye verdi ve günlük on dirhem verilmesini kararlaştırdı. O ise bu görevi kabûl etmedi.

Remlî hazretleri, insanlara Allahü teâlânın sevgisini aşılardı. Gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâdetle geçirirdi. Geceleri çok az uyurdu. Çok hayır sâhibiydi.

Sehâvî onun hakkında şöyle demektedir: “Remlî Şâfiî'nin dünyaya hiç düşkün olmaması, haram ve şüphelilerden kaçması, sünnet-i seniyyeye uyması ve akîdesinin sıhhati husûsunda icmâ’, âlimlerin söz birliği vardır. Zîrâ onun zamânında, bu konuda aksini söyleyen çıkmamıştır. Onu gören herkes iyiliğine şâhid olurlardı.”

İbn-i Ebî Uzeybe şöyle anlatır: “Remlî Şâfiî, duâları kabûl olunan bir zât idi. Alâeddîn Buhârî ile İbn-i Ebi'l-Vefâ’nın ziyâfetinde bir araya geldiği zaman, Alâeddîn Buhârî ona çok tâzimde bulundu. Yemekten sonra onun eline su dökmeye başladı. O da Alâeddîn Buhârî’ye duâ etti. Alâeddîn Buhârî ise, duâsına âmin deyip ağladı. Remlî Şâfiî de onun eline su dökmek istedi, ancak, o buna imkân vermedi. Alâeddîn Buhârî, onun gibisini görmediğini söyledi.”

Münâvî, Tabakât-ül-Evliyâ kitabında şöyle anlatır: “Şihâbüddîn Remlî, Safvet-üz-Zekât adlı eserini tamamladığı zaman, deniz kenarına getirip, üzerine taş bağlayarak denizin dibine attı ve; “Ey Allah'ım! Eğer bu kitap, senin rızân için ihlâs ile hâlisâne olarak yazılmış ise yukarıya çıkar, yoksa imhâ eyle” diyerek duâ etti. Biraz sonra kitap denizin dibinden yükselip, suyun yüzüne çıktı. Hiç ıslanmamış ve bir harfi bile silinmemişti.”

Kim Remlî hazretlerinin kabri ile Ebû Abdullah el-Kuraşî’nin kabri arasında istediği bir işi için Allahü teâlâya duâ ederse, cenâb-ı Hak tarafından duâsının kabûl edildiği söylenmektedir.

Hüseyin el-Kürdî, onu vefâtından sonra rüyâsında gördü. “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ beni huzûrunda durdurup; “Ey Ahmed Remlî! Sana ilim verdim, onunla ne yaptın?” diye sordu. Ben de; “İlim öğrendim. Öğrendiğimle amel ettim” dedim. “Doğru söyledin ey Ahmed! Benden ne dilersen iste” buyurdu. Ben de; “Benim cenâze namazımı kılanları magfiret eyle” dedim. Allahü teâlâ; “Cenâze namazını kılanları ve cenâzende bulunanları magfiret ettim” buyurdu” dedi.

Şihâbüddîn Remlî, çeşitli ilim dallarına dâir birçok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Şerhu Minhâc-il-Vüsûl ilâ İlm-il-Usûl lil-Beydâvî, 2) Şerhu Milhat-il-İ’râb, 3) Şerhu Sahîh-il-Buhârî: Üç cild olup, hac bâbına kadar gelmiştir. 4) Nazm-ül-Kırâat-is-Selâs-iz-Zâide Ales-seb’, 5) Safvet-üz-Zebed, 6) Şerhu Sünen-i Ebî Dâvûd, 7) Tabakât-üş-Şâfiiyye, Tashîl-ul-Hâvî, 9) İ’râb-ül-Elfiye, 10) Şerhu Ercûzet-iz-Zebed, 11) Muhtasar-ur-Ravda, 12) Muhtasar-ül-Minhâc, 13) Muhtasaru Edeb-il-Kâdî lil-Gazzî, 14) Muhtasaru Hayât-il-Hayevân, 15) Muhtasar-ul-Ezkâr.

HURMA AĞACI

Şöyle anlatılır: “Kâşif-ür-Remle, Remlî Şâfiî’nin talebesi olan Muhammed el-Müşemmer denilen şahsı dövdü. O talebe, hocasından yardım istedi. Kâşif-ür-Remle, talebeye; “Eğer hocanda bir burhân, delîl varsa, onu şu hurma ağacında göstersin” dedi. Hurma ağacı, onların önünde iken, birden yere yıkıldı. Kâşif-ür-Remle, bu durumu görünce, derhâl Remlî hazretlerinin huzûruna giderek tövbe etti ve ayaklarına kapanarak af diledi.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RESÛL ZEKİ EFENDİ

Velîlerin önde gelenlerinden. İsmi Resûl Zeki'dir. Arvâsîlerdendir ve soyu Peygamber efendimize ulaşır. Zamânında ilim ve irfân beldesi olan Van'ın Müküs kasabasının Arvas köyünde yaşadı. Doğum târihi bilinmemektedir. On dokuzuncu yüzyılın başında vefât etti. Arvas'ta medfûndur.

Resûl ZekiEfendi, velî bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Babası SeyyidLütfi Efendi, Seyyid Abdurrahmân Kutb hazretlerinin oğluydu. Molla MuhammedKutb hazretlerinden gelen ilim ve irfân dersleri Resûl Zeki Efendinin babası SeyyidLütfi Efendiye kadar devâm etmiş, çok kimse hak yolun bilgilerini öğrenmiştir. Resûl Zeki Efendi babasının önde gelen talebeleri arasındayken, babası Seyyid Lütfi Efendi vefât etti. Âilede başka âlim ve müderris kalmamıştı. O sırada Resûl Zeki Efendi de çocuk yaşlardaydı. Babasının talebeleri, hocasız kalmalarına çok üzülmüşlerdi. Bir müddet bekledikten sonra hocalarının evine gelip hanımannelerine; "Efendim! Burada bize ders verecek kimse olmadığından izniniz olursa kendimize hoca aramak için başka yerlere gitmek istiyoruz." dediler. Bunu duyan Resûl Zeki Efendi, Arvas'ın medresesi dağılacak diye üzüntüsünden hastalanıp yatağa düştü. Bu durum karşısında annesi çok üzüldü ve talebelere haber gönderip; "Sizin ayrılıp gitmek istemenize Resûl Zeki dayanamadı, hasta oldu. Biraz daha bekleyin. İyi olsun o zaman gidersiniz." dedi. Talebeler bu arzu üzerine bir müddet daha medresede kaldılar. Bir zaman sonra tekrar izin istediler. Resûl Zeki yine hastalandı. Talebelere yine istedikleri izin verilmedi. Bir gün Resûl Zeki annesinden babasının cübbesini ve sarığını isteyip giydi. Sonra da babasının kitaplarını istedi. Sıra ile kitapların sayfalarını çevirmeye başladı. Sonra da babasının son ders verdiği kitabı koltuğuna alıp medresesine gitti. Talebeleri çağırıp medreseye topladı ve; "Allahü teâlânın izniyle size ders vermeye geldim." dedi. Talebeler; "Herhalde Resûl Zeki hastalık sebebiyle aklını yitirdi. Ama gönlünü kırmayalım, dediğini yapalım." dediler. En iyi durumda olan talebe, kitabını alıp Resûl Zeki'nin önünde oturdu. Resûl Zeki babasından daha mükemmel ders vermeye başladı. Talebeler bu hâli görünce hayretle etrâfında toplandılar. Allahü teâlâ tarafından bütün ilimlerin ona öğretildiğini anladılar ve çok sevinip zâhirî ilimler yanında, mânevî ilimler de tahsîl etmekle şereflendiler.

MollaResûl Zeki Arvâsî hazretleriyle Arvas Medresesi ilme devâm etti. Onun sebebiyle çok âlim yetişti.Talebelerinden daha sonra evliyânın büyüklerinden Seyyid Fehim hazretlerine hocalık yapacak olan Molla Resûl Sıbkî, Molla Yahyâ Muzîrî, MollaHalil Si'ridî, MollaFakîh Tayran gibi büyük zâtlar yetişti. Bunları insanları irşâd için çeşitli yerlere gönderdi.

Talebelerinden Fakih Tayran hayvanların dilinden anlardı. Bir gün Arvas'ta bal arılarını seyrederken bir arı beyinin arılara sıkı talimat vererek; "Çabuk gidin, çabuk gidin, durmayın!Sâhibimizin misâfiri vardır." dediğini duydu. Hocasına; "Bu kovanı bana verir misiniz, köyüme götüreyim." dedi. O da; "Götürün." buyurdu. Alıp götürdü. Bir müddet sonra yine arı beyini dinledi. Bu sefer; "Yavaş gidin, yavaş gelin, acele etmeyin!" dediğini duydu. Kovanı aldı Arvas'a getirdi ve durumu hocasına anlattı.

Molla Resûl Zeki Arvâsî'nin güzel hal ve kerâmet sâhibi talebesi Fakih Tayran bir gün Müks Suyu üzerindeki Kırmızı Köprüde durup suya hitâben; "Ey su, ey su! Sen böyle akıp nereye gidersin. Gece gündüz durmadan inler devâm edersin?" deyince, su akmayıp ona şu karşılığı verdi:

"Ey insan! Bunca nebî, bunca velîler geldi. Hiçbiri sebebini öğrenmek istemedi." Fakih şöyle dedi:

"Onlar büyüklerdi. Bilip de sormadılar. Bense bilmiyorum. Aramızda çok fark var." Su cevâben;

"Bak ben de senin gibi birisine tutkunum. Bunun için gece gündüz, onu arar dururum." dedi.

Resûl Zeki Arvâsî hazretleri ömrünü ecdâdı gibi hak yola hizmetle geçirdi. Vefât ettikten sonra oğlu Ziyâeddîn Efendi, babasının yolunu bırakıp dünyâ ile meşgûl oldu. Yaylada çadır kurup günlerini avlanmakla geçirmeye başladı. Babasının fazîlet sâhibi talebeleri bu durumu görünce çok üzüldüler. Muş'taki Molla Resûl Sıbkî, Siirt'teki MollaHalil'e gidip; "Hocamızın tâziyesine, başsağlığına gidemedik. Hem de oğlu ile ilgilenir nasîhat ederiz" dedi. Molla Halil de; "İsterseniz önce bir mektup yazalım. Sonra netîceye göre hareket ederiz." diye cevap verdi. MollaHalil Efendi, Seyyid Ziyâeddîn'e bir mektup yazıp; "Mübârek hocamız Molla Resûl Zeki hazretlerinin oğlunun ava, eğlenceye başladığını öğrendik. Hocamızın yeni vefât ettiği anlaşıldı. İnnâ lillâh..." dedi. Mektup SeyyidZiyâeddîn'e ulaşınca durumu anlayıp yaylayı, eğlenceyi, avı bırakıp Arvas'a indi. Annesiyle görüştü. İzin alıp Molla Halil hazretlerine talebe olmak için Siirt'e mektup yazdı. Mektup Molla Halil'e ulaştığında, o; "Oğlum ben fakirim. Sana bakacak gücüm yok. Her gün bir altın verirseniz size ders verebilirim." cevâbını yazdı. Bunun üzerine Ziyâeddîn bir çanta altınla Siirt'e geldi ve MollaHalil'e talebe oldu. Her gün hocasına bir altın verip ders aldı. Nihâyet bir gün altınlar bitti. Bunun üzerine Seyyid Ziyâeddîn Arvas'a haber gönderdi. Bu arada rahatsızlık bahânesi ile derse gitmedi.Birkaç gün geçti.Hocası onun bu durumunu anlayınca, daha önce verdiği bütün altınları getirip kendisine iâde etti ve; "Biz sana para için ders vermedik. Arzu ve niyetimiz iyi öğrenmenizdi." buyurdu. Onu güzel bir şekilde yetiştirdi.

Molla Resûl Zeki hazretlerinin küçük birâderi olanSeyyidSıbgatullah Arvâsî hazretleri de yüksek ilim ve mârifet sâhibi bir zât olup, çok evliyânın yetişmesine sebeb olmuştur.

BİZİ ZİYÂRETE GELDİ

Molla Zeki Arvâsî'nin, babasının yerine geçip ders verdiği günlerden bir gün mescide kimsenin tanımadığı bir zât geldi. Mescidde birkaç kişi daha vardı. Gelen zât doğruca Resûl Zeki Arvâsî'nin yanına gidip selâm verdi ve uzun uzun konuştular. Sonra da vedâ edip gitti. Mesciddekiler Molla Zeki'nin yanına gelen zâtın kim olduğunu sordular. Molla Zeki tebessüm edip; "Hızır aleyhisselâmdı." buyurdu. "Bize niçin söylemedin?" dediklerinde, o; "Sizi değil, bizi ziyârete gelmişti." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RİSLÂN DIMEŞKÎ

Şam'ın büyük velîlerinden. İsmi Rislan (Erslan) bin Yâkûb bin Abdurrahmân bin Abdullah Dımeşkî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1164 (H.560) senesinde Şam'da vefât etti.

Rislân Dımeşkî ilim ve edeb üzere yetişti. Tasavvuf adı verilen kalp ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Zamânında çok sevilip hürmet gördü. Âlim ve velîler sohbetinde bulunup, kendisinden feyz aldılar. Yüksek bir ahlâk ve edep sâhibiydi. Evini dergâh yaptı. Hikmetli sözlerini dinlemek için çok uzak yerlerden gelenler vardı. Kerâmetleri ve güzel halleriyle meşhûr oldu.

Ebü'l-Hayr Hımsî anlatır: "Bir defâsında, on beş kişi ona misâfir gelmişti. Beş yufka ekmeği vardı. Ekmeğin misâfirlere yetmesi, bereketli olması için duâ etti.Ekmeği misâfirlere teslim etti. Çok aç oldukları hâlde ekmek bol bol yetti ve arttı. Artanları da misâfirlere, giderken yolda yemeleri için verdi.Şam'danBağdât'a giden misâfirler, yol boyunca o ekmekleri yediler, yolda da onlara kâfi geldi."

Ebû Ahmed Muhammed bin el-Kürdî anlatır: "Rislân ed-Dımeşkî hazretlerini, bir defâsında havada uçarken, bir defâsında havada yürürken, bir defâsında da suda yürürken gördüm. Bir defâsında da onu Arafat'ta, Mekke'de hac sırasında gördüm. Şam'a dönünce halka sordum. Şam'dan hiç bir yere çıkmadı, fakat Arefe ve bayram günleri görünmedi dediler. Bir başka sefer, bir arslanın onun ayaklarına kapanıp sürtündüğünü gördüm. Yine bir defâsında onu Şam'ın dışında gördüm eline çakıl alıp, havaya atıyordu. Ne yapıyorsun? diye sorunca, İslâm askerleri, kâfir ordusu ile çarpışıyor. Onlar, düşman üzerine oktur. Kâfir askerlerini öldürmek için atıyorum dedi. Sonra askerler Şam'a dönünce şöyle anlattılar: Savaş sırasında, gökten düşman askerlerinin üstüne çakıl taşları düşüyordu. Kime isâbet etse öldürüyordu.Hattâ çakıllardan biri bir süvâriye isâbet etti, atı da kendi de düşüp öldü. Böylece çok düşman askeri kırıldı."

Dâvûd bin Yahyâ bin Dâvûd el-Harîrî anlatır: "Rislân ed-Dımeşkî, bir mescid inşâ ettiriyordu. Ebü'l-Beyân adında bir zât, yardım olarak talebelerinden biri ile bir mikdâr altın ve gümüş göndermişti. Getiren kimse, içinde bir mikdâr altın ve gümüş bulunan keseyi kendisine uzatınca, bize mi gönderdi? diyerek yanındaki taşa, toprağa işâret etti. Getiren kimse, onun işâret ettiği taşın, toprağın altın ve gümüş olduğunu görünce, şaşıp kaldı. Git bunu hocana anlat dedi. Bu hâdise üzerine o kimse, Rislân ed-Dımeşkî hazretlerine talebe oldu ve ölünceye kadar ayrılmadı."

Ona bir gün; "Ârif kime denir?" dediler. O; "Ârif, öyle bir kimsedir ki, Allahü teâlâ onun kalbine bütün varlıkların sırlarını bir sayfa hâlinde yerleştirmiştir. Değişik şekillerine rağmen, Allahü teâlânın ihsânı ile onların hepsini idrâk eder, anlar. Yapılan her işin sırrını çözer. Dünyâ ve melekût âleminde, ister zâhir, açık, ister bâtın ve gizli olsun, bütün hareket ve işlere Allahü teâlâ onu muttalî kılar. Gözünden perdeyi kaldırır. Artık o, her işi ve her hareketi, ilim ve keşif yoluyla müşâhede eder, görür. Melekût âlemine yükselir. Orada bir güneş gibi parlar. Güneşe bakılmadığı gibi, ona da bakılamaz. Ârifin, Rabbini tanıyan irfân sâhibinin sıfat ve alâmetleri ise şunlardır:

1) Amellerinin ilme, dîne uygun olması. 2) Hallerinde gizliliğe uyması, gizlemesidir.

Güzel ahlâktan sorulunca; "Güzel ahlâk şunlardır: 1) Gücü yettiği halde affetmek, 2) Her hâlükârda tevâzu üzere olmak, 3) Karşılık beklemeden ve başa kakmadan vermek, bağışlamak." buyurdu.

Kızmak ve öfkenin zararlarını anlatırdı. Bu hususta; "Hiddet (kızgınlık), şerrin (kötülüklerin) anahtarıdır. Gadab (kızgınlık), seni öyle bir hâle sokar ki, artık orada özür zelîldir, geçmez."

Yine; "Gadabın (öfkenin) sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke, insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar." buyurdu.

Kendisine eziyet edenleri affeder, başkalarına da böyle davranmayı tenbih ederdi. Bu hususta; "Eğer kendinde, sana düşman olan kimseyi yenmeye bir güç bulursan; bulduğun bu güce, kuvvete şükür olarak onu affet."

"Kerim olan kimse, eziyetlere dayanır, belâlardan şikâyetçi olmaz."

"Ahlâkın en güzeli, gücü yettiği halde affetmek ve kendi ihtiyâcı olan şeyi cömertçe vermek." buyurdu.

Şam'da yaşayıp, insanlara uzun müddet feyz verdi. Cenâzesi defnedilmek üzere omuzlar üzerine alınıp götürülürken, gökte yeşil renkli bir kuş sürüsü ortaya çıkıp, tâbutu hizâsında kanatlarını gererek durdular. Kabri Şam'da olup, ziyâret edilmektedir.

ALLAHÜ TEÂLÂYI ZİKİR

Bir gün etrâfında toplanan kalabalık bir cemâat arasında sohbet ediyordu.Hava son derece sıcaktı. Biri ona, temkîn sâhibi velî kimdir? diye sordu. O; "Allahü teâlânın, tasarruf etmeyi ihsân ettiği kimsedir." buyurdu. Peki bunun alâmeti nedir? deyince, eline bir kamış ağacı alıp dört parçaya böldü. Birine bu yaz için, birine bu kış için, diğer bir parçaya bu sonbahar için, dördüncü parçaya da bu ilkbahar için deyip bir kenara koydu. Bu yaz için dediği parçayı alıp sallayınca, sıcaklık son derece arttı. Onu bırakıp, sonbahar için diyerek ayırdığı parçayı alıp salladı. Bu sefer hava sonbahar havası oldu. Kış için dediğini alıp sallayınca, hava görülmedik bir şekilde soğumaya başladı. Nihâyet ilkbahar için ayırdığı parçayı alıp sallayınca, ağaçlar yeşermeye ve çiçekler açmaya başladı. Sonra bir ağacın altına gelip, üzerindeki kuşa; "Haydi, seni yaratan Allahü teâlâyı zikret!" deyince, kuş yanık yanık ötmeye başladı. İşitenler kendinden geçti. Sonra diğer ağaçların altına gidip, dallarda duran kuşlara da; "Haydi sizi yaratan Allah'ı tesbîh ediniz!" dedi. Bu ağaçlarda bulunan kuşlar da yanık yanık ötmeye başladı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RÛZBEHÂN BAKLÎ

Meşhûr velîlerden. İsmi Rûzbehân bin Ebî Nasr el-Baklî’dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı Sadreddîn’dir. Babasının sebzeci olması ve kendisinin gençliğinde bu işle meşgûl olması sebebiyle Baklî lakabı ile anılmıştır. Tahminen 1132 (H.527) de doğdu. 1209 (H.606) senesinde vefât etti. Kitaplarda âriflerin sultanı, âlimlerin burhanı ve âşıkların rehberi ifâdeleriyle zikri geçmektedir.

Tasavvufta yetişmek için çalıştığı sıralarda Şiraz havâlisinde ve dağlarında nefsini ıslah için çok riyâzetler çekti. Tasavvufta yetişmek için Irak, Kirman, Hicaz ve Şam’a seyâhat etti. Irak’ta Şeyh Câgir’e talebe olup ondan feyz aldı. On beş yaşlarında iken Hızır aleyhisselâmla görüştü. Genç yaşından îtibâren ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. On sekiz yaşlarında iken babasının dükkanında çalıştığı bir sırada dünyâ malına yüz çevirip dükkandan ayrıldı. Mânen yükselmek için çok gayret sarfetti. Bir müddet insanlardan uzak kaldı. Yalnız başına dolaştı. Yirmi beş yaşlarında Şiraz’da bir dergâha yerleşti. Burada daha önceden memleketi Fesâ’da tanıdığı hocası Cemâleddîn bin Halil el-Fesâî ile karşılaştı. Bir müddet de Şeyh Ebû Muhammed el-Cevzâkî’nin dergâhında kaldıktan sonra memleketi Fesâ’ya döndü. Bu sırada Mantuk-ul-Esrâr bi Beyân-il-Envâr adlı eserini yazdı. Tasavvufla ilgili olan bu eserinde Fars bölgesi emiri Tekle bin Zengî için duâ etti. Tekle bin Zengî, ona hürmet ve himâye göstererek, Şiraz’a dâvet etti.

İki defâ hacca gitti. Mekke’de bir müddet ikâmet etti. Ömrünün sonlarına doğru bir ayağı felç oldu. Şiraz’da vefât etti. Cenâze namazını Şiraz Kâdılkudâtı Seyyid Şerefeddîn Muhammed bin İshak el-Hüseynî kıldırdı.

Rûzbehân Baklî hazretlerinin dostlarından Şeyh Ebû Bekr bin Tâhir şöyle anlatmıştır: “Her seher vakti onunla nöbetleşe Kur’ân-ı kerîm okurduk. Biraz o okur ben dinlerdim, biraz da ben okurdum o dinlerdi. Vefât ettiği zaman çok üzüldüm. Vefât ettiği günün gecesinde kalkıp seher vakti namaz kıldım. Sonra onun kabri başına oturup ondan ayrı düştüğüm için ağladım ve Kur’ân-ı kerîm okumaya başladım. Bir miktar okuyup durdum. Ben okumayı kesince Rûzbehân Baklî hazretlerinin kabrinden sesini duydum. Ben susunca o Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı. Cemâat toplanana kadar okudu. Sonra ses kesildi. Bu hal hayatta olduğu gibi vefâtından sonra da bir müddet devâm etti. Bir gün bu sırrı dostlarımdan birine söyledim. Söyledikten sonra bir daha sesini duyamaz oldum.

Buyurdu ki:

“Kalb, şehvete batarsa, aklın almadığı kederler kendisine yüklenir.”

“Tövbe, nefse uymaktan dönmek, kalbin Hak yoluna girmesidir.”

“Allahü teâlâ, safâyı, güzelliği helâl yimede, helâl giymede; katılık ve sıkıntıyı da haramda kıldı.”

Meşreb-ül-Ervâh, Arâis-ül-Beyân, Mantık-ul-Esrâr bi Beyân-il-Envâr, Şerh-i Şathiyât, Risâlet-ül-Üns fî Rûhul-Kuds, Şerh-ül-Hucûb, Siyer-ül-Ervâh, Kitâb-un-Nükât, Keşf-ül-Esrâr ve'l-Mükâşefât-ül-Envâr gibi eserleri olan Rûzbehân Baklî hazretleri ömrünü din kitabı yazmakla ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla geçirmiştir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RÜKNEDDÎN EBÜ’L-FETH

Hindistan’ın büyük velîlerinden. Dedesi Şeyhülislâm Behâüddîn Zekeriyyâ ve babası Şeyh Sadreddîn’den ilim ve feyz aldı. Yüksek dedesinin bütün mânevî mîrâslarına sâhib oldu. Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî ve Ferîdüddîn Şeker Genc gibi Çeştiyye büyükleriyle görüştü. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin yolunda dîn-i İslâma hizmet ile meşgûl oldu. Doğum yeri olan Mültan’da binlerce talebe yetiştirdi. Zamânın büyüklerinden Nizâmüddîn Evliyâ ile sohbet etti. Sultanlara ve diğer insanlara emr-i mârûf yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. 1320 (H.720) yılından sonra Mültan’da vefât etti.

Rükneddîn Ebü’l-Feth, bir talebesi tarafından toplanan Mecma’ul-Ahbâr adlı eserdeki bir mektubunda buyurdu ki:

“O azîz, kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden ibârettir. Sûret ve sıfat. Hüküm sıfata göredir, sûrete göre değil. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar” buyruldu. Ama sıfatın hükmü, hakîkat üzere, ancak âhirette görünür. Çünkü orada her şeyin hakîkatı zâhir olur. Bu sûret gidicidir ve herkes kendi sıfatına uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel’am-ı Bâurâ, o kadar tâatiyle birlikte, köpek sûretinde haşrolunacaktır. A’râf sûresi 176. âyet-i kerîmede meâlen; “Onun hâli köpeğe benzer” buyruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına tecâvüz eden, kendini kurt sûretinde; kibirli olan, kaplan sûretinde; bahîl ve harîs olan da, kendini domuz şeklinde bulacaktır. Kâf sûresi 22. âyet-i kerîmede meâlen; “Şimdi senin perdeni açtık! Artık bugün gözün keskindir” buyrulması, bunu gösterir. İnsan, bu kötü sıfatlardan temizlenmedikçe, hayvanlar sırasında yer almaktadır. A’râf sûresi 179. âyet-i kerîmede meâlen; “İşte onlar, hayvanlar gibidir; doğrusu daha sapık ve aşağıdırlar” buyruldu. Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi ise, ancak Allah’a sığınmak ve O’ndan yardım istemekle mümkündür. Yûsuf sûresi 53. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs, gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak Rabbimin koruduğu nefs müstesnâdır. Çünkü Rabbim Gafûrdur, Rahîmdir” buyruldu. Hakk'ın ihsânı ve yardımı olmadıkça, nefs tezkiye olmaz. Nûr sûresi 21. âyet-i kerîmede meâlen; “Eğer üzerinize Allah’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen (günah kirinden) temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır” buyruldu. Bu ihsân ve rahmetin alâmeti, ayıplarının kendine gösterilmesidir. Bütün kâinâtın yanında yok hükmünde olduğu ilâhî azametin nûrundan bir şuâ onun kalbinde parlasa; bütün dünyâ büyüklükleri, onun nazarında toprak hükmünde olur. Kalbinde dünyâ ehlinin kıymeti kalmaz. Bu hâl kalbini kaplayınca; dünyâ ehlinin tutulduğu hayvânî sıfatlarından nefret eder ve onların yerine, melek ahlâkının sıfâtlarının görünmesini ister. Zulüm, gadap, kibir, bahillik ve hırs yerine; af, hilm, tevâzu, cömertlik ve îsâr hâsıl olur. Bütün bunlar, âhireti isteyenlerin hâlleridir. Hakk'ı isteyenlerin hâlleri ise, bunlardan daha yüksektir. “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadîs-i şerîfi, onların hâline uygundur. Herkesin anlayışı buna erişemez. Beyt:

“Ahdim vardır ki, senden gayri dost etmeyeyim,
Şartım vardır ki, senden başka istemeyeyim.

Şeyh Rükneddîn bir talebesine nasîhat edip şöyle buyurdu: “Amellerde mütâbeat, yâni Resûlullah’a ve getirdiklerine uymak; uzuvları, O’nun yasak ettiği ve mekruh buyurduğu işlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup bağlamak, faydasız meclis ve toplantılara gitmemektir. Tâlibi, Hak’tan meşgûl edip alıkoyan her şey, o vaktin mâlâyânîsi, yâni faydasızı, boş şeyi demektir. Bâtılların sohbetinden, arkadaşlığından kaçınmalıdır. Hakk'ı istemeyen ise, hakîkatte bâtıldır.”

Şeyh Rükneddîn, Sultan Kutbüddîn Mübârek Şah zamânında, Dehlî’ye gitti. Sultan kendisini dâvet etmiş, onu, halk arasında büyük hürmet gören ve çok sayıda talebesi olan Nizâmüddîn Evliyâ’nın nüfûzunu azaltmak için kullanmak istemişti. Nizâmüddîn Evliyâ, Dehlî’de bütün insanlara nasîhat ediyor, İslâmiyete aykırı iş yapmaya müsâade etmiyordu. Nizâmüddîn Evliyâ, şehir dışında Alâî Havuzu denilen yere kadar gidip, Dehlî’ye gelmekte olan Şeyh Rükneddîn’i karşıladı. Oradaki bir dergâhta oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn, Sultan Kutbüddîn’in meclisini şereflendirince, sultan; “Sizi şehir halkından kim karşıladı?” diye sordu. Şeyh Rükneddîn; “Şehrin en iyisi” cevâbını verip, sultânın Nizâmüddîn Evliyâ hakkındaki kötü zannını ortadan kaldırdı.

Büyüklerin hâl ve hayâtını anlatan Siyer-ül-Evliyâ kitabında, Şeyh Nizâmüddîn Evliyâ ile Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth’in bu karşılaşmaları şöyle anlatılır: Şeyh Nizâmüddîn ve Şeyh Rükneddîn namaz kıldılar. Daha sonra Şeyh Nizâmüddîn, Şeyh Rükneddîn’in yanına vardı. Bir müddet sohbet ettiler. Ertesi gün Şeyh Nizâmüddîn, bugün kabrinin bulunduğu yere gitti. Orada yeni inşâat yapılıyordu. Âniden; “Şeyh Rükneddîn geliyor!” sesleri işitildi. Şeyh Nizâmüddîn, o gün orada büyük bir ziyâfet verdi. Yolculuk sebebiyle ayakları ağrıyan ve taht-ı revan üzerinde oturan Şeyh Rükneddîn’in önünde, yanındakilerle birlikte oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn’in kardeşi Şeyh İmâdüddîn İsmâil şöyle bir suâl yöneltti: “Büyüklerin bir araya gelmesi, ganîmettir. Onların nefeslerinden hâsıl olan faydadan daha iyi bir şey yoktur. Bu fakîrin hâtırına, Resûl-i ekremin Medîne’ye hicretindeki hikmet ne olabilir diye geldi.” Şeyh Rükneddîn; “Gâliba onun hikmeti; Resûl-i ekreme verilmesi takdîr olunan bâzı kemâl dereceleri vardır ki, bunların zuhûrunun, bu dünyâda Resûlullah efendimizin Suffa Eshâbı ile sohbet etmesine bağlı kılınmış olmasıdır” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn de; “Bu fakîrin hâtırına gelen şöyledir ki; onun hikmeti, Medîne’de bulunup da, Resûlullah efendimizin sohbetine kavuşması imkânsız gibi olan bâzı fakîrlerin bu nîmetle şereflenmiş olmalarıdır” buyurdu. Derler ki, bu iki büyüğün, bu sözlerinden murâdları; birbirlerine karşı olan tevâzularıdır. Şeyh Rükneddîn’in maksadı: “Bizim buraya gelmekliğimiz, kemâlimizi arttırmak ve istifâde etmektir.” Şeyh Nizâmüddîn’in bu sözünden murâdı; "Şeyh Rükneddîn’in Dehlî’ye geliş maksadı, olgunlaştırmak ve faydalı olmaktır” demekti. Siyer-ül-Evliyâ kitabının müellifi burada şu açıklamayı ilâve eder: “Bu fakîr derim ki; hiç şüphe yoktur ki, Eshâb-ı Suffanın sohbetine bağlı olan Resûlullah efendimizin kemâl derecesi, irşâd ve olgunlaştırmak idi. Bununla dâveti yapmış, sevap kazanmış ve derecelere kavuşmuş olur. Yoksa murâd, hâşâ zâtının kemâli değildir.”

O hâlde, iki sözün de mânâsı aynı olur. Bu karşılama yemeğinden sonra, hizmetçi, birkaç parça iyi kumaşı ve ince bir mendile bağlanmış yüz altını şeyhin ayağının altına koydu. Şeyh Rükneddîn; “Altınını, paranı gösterme!” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn cevâbında: “Zehâbeke ve mezhebek, gidişini ve gittiğin yolu, yâni; altın, yolu örtmektir ve dervişin hâlinin örtüsüdür. Derviş, avâmın gözünden bununla saklanır” buyurdu. Şeyh Rükneddîn, bunları alıp almamakta tereddüd etti. Bunun üzerine Şeyh Nizâmüddîn, o mendili Şeyh İmâd’a teslim etti.

Bir başka zaman Şeyh Rükneddîn, hastalanan Şeyh Nizâmüddîn’i ziyâret etti. “Zilhiccenin onudur. Herkes bir sebeble hac sevâbını bulmaya çalışsın. Ben, Şeyh-ül-meşâyıhın ziyâret saâdetini bulmaya çalıştım” buyurdu. Bundan sonra Şeyh Nizâmüddîn vefât etti. Cenâze namazında Şeyh Rükneddîn bulundu ve; “Anlaşılıyor ki, bizi üç sene Dehlî’de tutmalarının sebebi, bizi bu nîmete kavuşturmaktı” buyurdu ve kısa bir zaman sonra yurduna döndü.

KİMSEYE İYİLİK VE KÖTÜLÜK YAPMAZDIM

Şeyh Rükneddîn, talebelerinden birine yazdığı mektubunda şöyle buyurur: “Bir gün Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; “Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim” buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; “Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil, ama iyilik için ne buyurursunuz?” dediler. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; “Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur” buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim içindir ve banadır, başkasına değil.” Bu sebebledir ki büyükler; “Bu, kişinin iyiliği için yeter” demişlerdir. Beyt:

Mâdem bildin her şeyin faydası kendindedir,
O hâlde hep iyilik etmek daha iyidir.

Akıllı olana, dünyâ ve âhiret işlerinde bu kadar nasîhat yeter.”

AĞZI YIKAMANIN HİKMETİ

Mecma’ul-Ahbâr’da bildirildiğine göre; birgün şehid sultan Gıyâseddîn Tuğluk Şah, Mevlânâ Topal Zahîreddîn’e; “Şeyh Rükneddîn’den hiç kerâmet gördün mü?” diye sordu. Mevlânâ da şöyle anlattı: “Bir Cumâ günü bir grup kimsenin, Şeyh Rükneddîn’in elini öpmek için toplandıklarını gördüm. İçimden; “Acabâ Şeyh hazretleri sihirbaz mıdır? Ben de âlimim, bana hiç kimse gelmez” dedim. Sabahleyin Şeyh’in huzûruna gidip; “Ağzı ve burnu yıkamanın hikmeti nedir?” diye sorup, onu imtihan edecektim. Gece yatınca, rüyâmda hazret-i Şeyh, bana bir miktar tatlı verdi ve sabaha kadar onun tadını damağımda hissettim. “Kerâmet böyle mi olur?” diye düşündüm. “Şeytan, bilmeyenleri bu gibi şeylerle yoldan çıkarabilir” diye düşünüp, imtihân etmek niyetimden vazgeçmedim. Sabah erkenden Şeyh’in huzûruna vardım. Şeyh; “Sizi bekliyordum” deyip konuşmaya başladı; “Cünüblük iki çeşittir. Biri kalbin, diğeri bedenin cünüblüğü. Bedenin bu husustaki cünüblüğü bellidir. Kalbin cünüblüğü ise uygun olmayan kimse ile sohbet etmekten hâsıl olur. Bedenin cünüblüğü su ile giderilip, temizlenir. Ama kalbin cenâbeti, göz yaşı ile giderilir” buyurduktan sonra şöyle devâm etti: “Suyun temizlemesi ve cünüblüğü gidermesi için üç sıfat lâzımdır. Bunlar; renk, tad ve kokudur. Bunun için dînimiz, mazmaza ve istinşâkı, yâni ağza ve burna su vermeyi abdestte öne aldı. Böylece; tat mazmaza, koku istinşâk ile gerçekleşir” buyurdu. Rükneddîn’in söze başlaması ile, ter dökmeğe başlamam bir oldu. Sonra Şeyh; “Şeytan, Peygamberimizin şekline giremediği gibi, hakîkî mürşid-i kâmilin sıfat ve şekline de giremez. Çünkü onun Peygamber efendimize tam mütâbeatı ve bağlılığı vardır. Mevlânâ Zahîreddîn’in söz ilminden nasîbi var, ama hâl ilminden bir şeyi yoktur” buyurdu.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RÜSTEM HALÎFE BURSEVÎ

Bursa'da yaşayan evliyâdan. Aslen Bolu vilâyetinin Göynük kazâsından olup, orada dünyâya geldi. Doğum târihi bilinmemektedir. Bursa'ya yerleşti. Önceleri ticâretle meşgûl olurdu. Sonra Kastamonulu Şeyh Hacı Halîfe'ye talebe olup, tasavvuf yoluna girdi. Ölmeyecek kadar yer içer, az şey ile kanâat edip yaşardı. Dâimâ riyâzet hâlindeydi. Devâmlı Kur'ân-ı kerîm okumakla meşgul olurdu. 1511 (H.917) senesinde Bursa'da vefât etti. Kabri, Hisar içinde, OrtaPazar'da Nakkâş Ali Mescidi civârında, Osman Çelebi'nin kabri yanında bulunmaktadır.

Nefehât-ül-Üns kitabının mütercimi Lâmii Çelebi, bu zâtı şöyle anlatır: "Aslen Anadolu vilâyetinin Göynük kasabasındandır. Bir gün bana latîfe ederek, kendisi hakkında: "Biz Göynüklü kullardanız" dedi. Kerâmet ehli bir zât olup, kendisini gizleyenlerden, haramlardan sakınan müttekîlerden, çok ibâdet edenlerden ve cömertlerden idi. Fakir ve zengin herkese ikrâm ve ihsân ederdi. Her kim kendisine bir hediye getirse, o daha fazlasını hediye ederek mukâbelede bulunurdu. Az yiyip içerdi. Zamânının çoğunu, talebelere ilim öğretmekle ve ibâdetle geçirirdi. Başlangıçta, Zeyniyye tarîkatından Şeyh Hacı Halîfe'nin hizmetinde bulunup, ondan çok istifâde etti.Dünyâdan elini eteğini çekip, hocasının yoluna tam uydu. Fakat hâlinden üveysî meşrebli olduğu anlaşılıyordu. Yüksek velîlerin rûhlarından feyz alarak, çok mârifetlere kavuşmuştu.

Bir ara gözümde bir ağrı peyda olmuş ve bu hâl uzun müddet devâm etmişti. Bir gün bana; "Gençliğimde ben de gözlerimden çok çektim. Kullandığım ilaçların hiçbiri fada vermedi. Sonunda, bir gün yolda giderken, bir gençle karşılaştım. Bana; "Gözlerinin iyi olmasını dilersen, sünnet-i müekkede olan namazların son iki rekatında Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerini oku. Cenâb-ı Hakk'ın izniyle şifâ bulursun inşâallah!" dedi.Onun tavsiyesine uyup dediklerini yaptım. Gözümün ağrısı geçti.Siz de böyle yapın!" deyince, ben biraz haddi aşarak: "O genç kimdi?" diye sordum. Rüstem Halîfe de: "Şânı yüce bir kişidir" diye cevap verdi. Anladım ki, Hızır aleyhisselâm imiş. Târif edilen şeyi ben de yaptım. Az zaman sonra, Allahü teâlânın izniyle, gözlerimin tam sıhhate kavuşması nasîb oldu.

Gâyet edebli bir kimseydi. Hâlini her zaman gizlerdi. Sâdece gerektiği zamanlarda konuşurdu. Hâlini, çocuklara Kur'ân-ı kerîm öğretmekle gizlemeye çalışırdı.

Bana "Evlâd!" diye seslenirdi. Bu sebeple şöyle vasiyet etti: "Evlâd! Beni müslümanların omuzlarına yük etme. Yakınca bir yere defnedesin!" Bunun içindir ki, onu, Hisar içinde ceddimize mensup bulunan Nakkâş Ali'nin yaptırdığı Mescid bahçesinde, babam merhum Osman Çelebi'nin yanında toprağa verdim. Allahü teâlâ şefâatine nâil eylesin!"
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
RÜVEYM BİN AHMED

Bağdât velîlerinden. İsmi Rüveym bin Ahmed bin Yezîd bin Rüveym, künyesi Ebû Muhammed'dir. Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin arkadaşı idi. Doğum târihi bilinmemektedir. 915 (H.303) târihinde Bağdât'ta vefât etti.Kabr-i şerîfi Bağdât'tadır.

Rüveym hazretleri ilim ve edeb üzere yetişti. İdrîs bin Abdülkerîm el-Haddâd'dan kırâat ilmini öğrendi. Dînimizin emir ve yasaklarını iyi bilen bir zât olarak tanındı. Himmet ve firâset sâhibi olup çok riyâzetler çekti. Nefsini terbiye ile uğraştı.

Rüveym bin Ahmed hazretlerinin geceleri uyuduğunu gören olmamıştı. Sabahlara kadar ibâdet ederdi. Ömrünün büyük bir kısmında yatsı abdestiyle sabah namazını kılmıştır. Gündüzleri devamlı oruç tutardı.

Büyük âlim Ebû Abdullah bin Hafîf onun hakkında; "Büyüklerimizden beş kişiye uyunuz. Diğerleri hakkında da doğru söyleyiniz. Bu beş kişi şunlardır: Hâris binEsed el-Muhâsibî, Cüneyd-i Bağdâdî, Rüveym bin Ahmed, Ebû Abbâs bin Atâ, Amr binOsman el-Mekkî. Bunlar, zâhir ve bâtın ilimlerinin arasını birleştirmişlerdir." diye haber verdi.

Rüveym bin Ahmed hazretlerinin hikmetli, nasîhat dolu sözleri pekçoktur. Buyurdu ki: "Allahü teâlâ rızâsını tâatte, gazabını mâsiyette (O'na isyân etmede) saklamıştır."

"Allahü teâlâdan râzı olmak demek, O'ndan gelen bütün belâ ve elemlerden zevk almaktır."

"Allahü teâlâ, söz ve amel kuvvetini verdikten sonra, senden konuşma kuvvetini alsa, ameli bıraksa hiç üzülme! Çünkü bu senin için bir nîmettir. Zîrâ konuşmada âfet ve ziyan çok olur. Maksat, Allahü teâlânın istediği iş ve ibâdetleri yapmaktır. Eğer ameli alıp, sende konuşmayı bırakırsa, bağırarak ağla ki, senin için büyük bir musîbettir. Eğer ikisini birden alırsa; senin için derd, kötülük ve büyük bir yaradır."

"Amelde ihlâs, iki cihanda Allahü teâlâdan karşılık beklememektir."

"Sabır; şikâyeti terk etmek, belâlara zevk alarak rızâ göstermektir."

"Muhabbet sorulduğunda; bütün hâllerde Allahü teâlâya uymaktır." dedi ve şu şiiri okudu:

"Eğer bana öl dense,
Kabûl ederim zevkle.
Ölüme çağırana,
Derim hoş geldin, merhaba."

"Fütüvvet; din kardeşlerinden gördüğün eziyetlere sabır etmen ve onları affetmendir."

"İhlâs; ameline bakmamak, yâni hiçbir zaman amelini beğenmemektir."

"Bir kimse âlimler ile oturup, onların bildiği bir şeye muhâlefet etse, Allahü teâlâ o kimsenin kalbinden îmân nûrunu alır."

"Sırrını muhâfaza etmek, kalbini kötülüklerden korumak ve farzları edâ etmek, Allah'a yakın olanların vasıflarındandır."

"Üns; Allahü teâlâdan başka her şeyden uzaklaşıp, Allahü teâlâ ile olmaktır."

"Zühd; dünyâyı küçük görüp, onun sevgisini kalbden silmektir."

Rüveym bin Ahmed'in Muhammed bin Câfer bin Heyseme'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz Ebüdderdâ'yı hazret-i Ebû Bekr'in önünde yürürken gördü ve; "Güneşin, peygamberler hâriç ondan daha hayırlı bir kimse üzerine doğmadığı, Ebû Bekr'in önünden mi yürüyorsun?" buyurdu. Bundan sonra, Ebüdderdâ'yı hazret-i Ebû Bekr'in önünde yürürken kimse görmedi.

Rüveym bin Ahmed hazretleri, tasavvuf yoluna dâir birçok eserler yazmıştır. Galat-ül-Vacidîn adlı eseri meşhûrdur.
 
Üst Alt