Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (Ö)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER BİN ABDÜLAZÎZ

Tâbiînin büyüklerinden. Adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur sekizinci Emevî halîfesi. Hazret-i Ömer’in oğlunun torunu. İsmi Ömer bin Abdülazîz, künyesi Ebû Hafs’tır. 679 (H.60) târihinde Medîne’de doğdu. 720 (H.101) târihinde kölesi tarafından zehirlenerek şehîd edildi. Cenâzesi Şam yakınlarındaki Hunasi’den alınıp Humus yakınlarındaki Deyr es-Sim’an denilen yere defnedildi. Kabr-i şerîfi ziyâret mahallidir.

Hazret-i Ömer, halîfeliği zamânında bir gece Medîne’de kol gezerken sabaha karşı bir evden, bir kadının kızına; “Süte su koy!” dediğini işitti. Kızın da; “Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ömer süte su katmayı yasak etti.” cevâbını verdiğini ve annesinin; “Emîr-ül-Müminîn nereden bilecek.” demesi üzerine de; “O görmüyorsa Allahü teâlâ görüyor.” dediğini işitti. Hazret-i Ömer bu hâdise üzerine o kızı araştırıp, oğlu Âsım’a nikâh etti. Âsım’ın bundan bir kızı oldu, bundan da Ömer bin Abdülazîz hazretleri dünyâya geldi.

Babası Abdülazîz bin Mervân, adâlet, insâf ve diyânet sâhibi biriydi. Mısır vâliliğine tâyin edilince, oğlunu da berâberinde götürdü. Ömer bin Abdülazîz, orada mükemmel bir İslâm terbiyesi ile büyütülüp, yetiştirildi. İlim tahsîli için Medîne’ye gönderildi. Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer-i Tayyâr, Saîd bin Müseyyib ile devrin başka âlim ve büyüklerinden ders aldı. Onların sohbetinde bulunup, kendilerinden hadîs-i şerîf dinledi.

Babası Abdülazîz bin Mervân 705 târihinde vefât edince amcası halife Abdülmelik onu Şam’a getirdi ve kızı Fâtıma’yı ona nikâhladı. Ömer bin Abdülazîz çok nîmet ve servete sâhipti. Yaratılışındaki cömertlik ve mürüvvetini bütün insanlara saçıyordu. Gâyet fazîletli, âlim, âdil ve eşine pek az rastlanan bir insandı. Halife Velîd bin Abdülmelik devrinde 706 Rebîulevvel ayında Haremeyn, Mekke ve Medîne vâliliğine tâyin edildi. Bu vazifesini yürütmek üzere Medîne’ye gidip, oranın büyük âlimlerinden on kişi topladı. Meclisteki âlimlere; “Ey kardeşlerim. Ben Haremeyn’in vâliliğine değil, hizmetçiliğine tâyin olundum. Asıl mesleğimin adâlet yolundan ayrılmamak olduğunu bilmenizi isterim. Bunun için söz veririm. Gerek zorbalık yapanın, gerekse buna sebep olanın, yolsuzluk yapanın ve doğru yoldan ayrılanın yaptıklarını bana haber vermezseniz bunun mesûliyyeti size âittir. Sizi ancak bana müşâvir ve muâvin olmak üzere çağırdım. Kendi reyimle bir iş görmek istemem. Her hususta sizinle müşâvere yapacağım. Ayrıca memurlarımın da ahâliye iyi hizmet etmeleri için onları teftiş ederek, bana yardımcı olacaksınız.” dedi. Bu âlimler de onun bu isteklerinden memnun olup, dâimâ yardımcı oldular. Hicazlılar; idâresinden, adâletinden çok memnundular.

Enes bin Mâlik hazretleri onun hakkında: “İmâmlık yapmakta Resûlullah efendimize, Ömer bin Abdülazîz’den daha çok benzeyen kimse görmedim.” buyurdu.

Ünü her tarafa yayıldı. Pek çok kimse, kendi memleketini terk edip, Hicaz’a geldi. Mescid-i Nebî’yi genişletmeye ve esaslı bir tâmiratını yaptırmaya başladı. Genişletmede Mescid-i Nebî'nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı tâhirât odaları mescide katıldı. Hücre-i seâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla yeniden yapıldı. Temel açılırken hazreti Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç çürümemişti. Hücrenin etrafına ikinci bir duvar daha yapıldı. Hiç kapısı olmayan bu duvar beş köşeliydi. Duvarlar, direkler ve tavan altın ile süslendi. İlk olarak mihrâb ve dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Ömer bin Abdülazîz 711 senesine kadar Haremeyn vâliliği yaptı. Halîfe Süleyman bin Abdülmelik iki oğlu olmasına rağmen ahidnâme yazıp, mühürleterek Ömer bin Abdülazîz’i kendisine halef gösterdi. Bunu veziri Recâ’ya verdi.

Halîfe Abdülmelik’in 717 târihinde vefâtı ile vezîri Recâ emirleri toplayıp mühürlü ahidnâmeyi açarak okudu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri ahidnâmede kendi ismi okunduğu zaman şaşırıp kaldı. İstifâ isteğinde bulunduysa da kabûl edilmedi. Emirler, Ömer bin Abdülazîz’in İslâm halîfeliğine bîat ettiler. Vezir Recâ, halîfenin koluna girip, mimbere çıkardı. Ömer bin Abdülazîz cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâdan sonra; “Ey insanlar! Bizimle berâber olacak kimsede şu beş şartı istiyorum. Bunlar: Bize hâlini bildiremeyecek olan halkımın hâlini anlatmak, hayırlı işlerde bize yardım ve hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet etmemek ve boş şeyler ile meşgûl olmamak. Bunlar yoksa bize yaklaşmasın.” dedi. Böylece ikinci halîfe hazret-i Ömer bin Hattâb’ın yolunda olarak işe başladı. Ömer bin Abdülazîz’in hâllerini anlatmak için şâirler ve hatîbler hutbeler okudular. Onun medh ve senâsını dillerde dolaştırdılar. Zâhidler ve fakihler dahi; “Biz bu zâtın sözüne aykırı fiilini görmedikçe ondan ayrılmayız.” dediler.

Reyyâh bin Ubeyde anlatır: “Ömer bin Abdülazîz hazretleri Medîne’de vâli iken bir gün koluna girdiği zayıf bir ihtiyarla birlikte gördüm. Bu ihtiyarın onun yanında böyle durmasına hayret ettim. Sonra Ömer bin Abdülazîz’in yanına gidip ona; “Allahü teâlâ sana iyilikler versin. Yanınızdaki elinizden tutan ihtiyar kimdi?” dedim. Bunun üzerine bana; “Ey Reyyâh! Bu kardeşim Hızır aleyhisselâmdır. Bana ileride âdil bir idâreci olacağımı haber vermeye gelmiş.” diye cevap verdi.”

Ömer bin Abdülazîz halîfe olduktan sonra hilâfet konağına götürülmek üzere alay atları getirdiklerinde; “Bunlar ne?” dedi. “Hilâfete mahsus bineklerdir.” cevâbını işitince; “Kendi atım, benim hâlime daha muvâfıktır.” diyerek saltanat bineklerini geri çevirip, kendi hayvanına bindi. Hilâfet otağına gitmeyip; “Hilâfet otağında Süleyman’ın âilesi var. Ben onların rahatsız olmalarını uygun görmem. Onlar yerleşinceye kadar, benim kıl çadırım bana yeter!” buyurdu. Bu sözleri, insafı ve ahlâkî büyüklüğünü ne güzel ifâde etmektedir. Evine gitti. Âzâdlı kölesi, onun pek kederli ve düşünceli olduğunu görünce: Bu hâlinizin sebebi nedir? diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: “Doğudan batıya kadar olan Ümmet-i Muhammed’in hukukunu yerine getirme vazifesi bana verildi. Bundan büyük endişe edecek şey olur mu?” Daha sonra hanımı ve amcasının kızı olan Fâtıma binti Abdülmelik’i yanına çağırıp, buyurdu ki: “Eğer benimle birlikte yaşamak istersen ziynet ve mücevherlerini beytülmâle bırak. Zirâ onlar senin yanında iken ben seninle berâber olamam.” Fâtıma, bütün ziynet ve mücevherlerini beytülmale verdi. Fâtıma’nın bu davranışı, Peygamber efendimizin kızı hazreti Fâtıma gibi mânevî süsler ve rûhî meziyetler ile yaşamaya karar verdiğini göstermekteydi. Ömer bin Abdülazîz’in elli bin altını vardı, hepsini dağıttı. Bir elbisesi kaldı. Câriyelerine de; “Serbestsiniz. İsteyeniniz olursa, âzâd ederim. Benden bir talepte bulunmamak şartı ile kalmak isteyen varsa kalabilir. Çünkü verilen vazife beni sizinle meşgûl olmaktan alıkoyuyor.” buyurdu. Hepsi ağladılar, üzüldüler. Hanımı Fâtıma’yı dahi serbest bıraktı. O da üzülüp ağladı. Efendisinden ayrılmadı.

Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğu sene Medîne-i münevverede bulunan, oğlu Abdülmelik’e şöyle yazdı: "Şahsımdan sonra kendisine nasîhatte bulunup, gözetip, muhafaza etmek mecbûriyetinde olduğum, ilk insan sensin. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Allahü teâlâ bize çok lütuf ve ihsânda bulundu. O’ndan, ihsân ettiği nîmetlere karşı şükür yapabilme kuvveti vermesini dileriz. Allahü teâlânın babana ve sana olan lütfunu hatırla. Kendine, gençliğine ve sıhhatine dikkat et. Eğer hamd (Elhamdülillah), tesbîh (Sübhânallah), tehlil (Lâ ilâhe illallah) diyerek, dilini zikirle meşgûl edebilirsen bunu yap."

Ömer bin Abdülazîz hazretleri hilâfet makâmına geçtiği gün, zamanının tanınmış fıkıh âlimlerinden Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b Kurazî’yi dâvet edip, onlara; “Halk her ne kadar bir nîmet olarak görüyorsa da ben bu halîfelik makâmını; taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir mesûliyet olarak görüyorum. Bu yükün altına girdim. Benim için çâre ve tedbir olarak nasîhatleriniz nedir?” diye sordu. Onlardan biri dedi ki: “Yârın kıyâmet günü kurtulmak istersen müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini evlâdın bil. O zaman bütün müslümanlara, kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve evlâdın gibi muâmele etmiş olursun.” Ömer bin Abdülazîz, halîfe olunca, üzerine aldığı mesûliyetin ağırlığından dolayı iki ay müddetle üzüntü ve keder içinde kaldı. Millet ve memleket işlerini adâletle idâre etmekte ve hak sâhiplerine haklarını iâde etmekte çok hassas davranıyor, kendisini hiç düşünmüyordu.

Ömer bin Abdülazîz, yakın dostu hazret-i Sâlim’e; “Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni halîfelik ile imtihan ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamıyacağımdan korkuyorum. Bana, dedem hazret-i Ömer’in mektuplarını, hayâtı hakkında bilinenleri, müslümanlara ve gayr-i müslimlere olan hükümlerini bildir. Hazret-i Ömer’i kendime nümûne kabûl ettim. Ona göre hareket edeceğim.” dedi.

Halîfeliği zamanında yaptığı bütün işlerde gözleri önüne kıyâmet gününü getirirdi; halkının haklarını lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkuyordu. Halîfeliğini adâlet ile yürütüp, Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört büyük halîfe) yolundan ayrılmadı. Önemli memuriyetlere dirâyetli ve âdil bildiklerini tâyin etti.

Müslim ve gayr-i müslim tebeasına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adâleti yaygınlaştırdı. Ehl-i Beyte dil uzatanların çirkin hareket ve sözlerine mâni olup, son verdi. Ehl-i Beyte çok saygı gösterir ve yardım ederdi. Hazret-i Muâviye’nin vefâtından sonra, hutbelerde Ehl-i Beyte lânet okumak âdet olmuştu. Halîfe olunca, ilk iş olarak bu âdeti kaldırdı. Ehl-i Beyte karşı çok saygılıydı. Onlara devamlı yardım ederdi. Peygamberimizin vakıf ettiklerinden, Fedek bahçesini tekrar Ehl-i Beytten Muhammed Bâkır’a iâde etti. Toprak hukûku ve mâliye alanlarında Peygamber efendimizin emirlerini yerine getirdi. Müslüman olan gayr-i müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Her tarafta müslüman olanların sayısı arttı. Doğuda ve batıda milyonlarca gayr-i müslim, müslüman oldu. İslâm orduları doğu ve batıda fetihlere girişti. Malatya şehri, Rumlar’dan yüz bin esir karşılığı satın alındı. Preneler aşılıp Fransa’ya girildi. Narbonne ele geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Berberîler onun zamanında müslüman oldu. Mûsevî, hıristiyan ve ateşperestlere gösterdiği yapıcı siyâset karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı. Müslüman ve gayr-i müslim bütün tebeası tarafından sevildi. Hak ve adâletin yayılmasında ve zulmün kalkmasında çok hizmet etti. Zamanında kurt ile kuzu berâber yaşadı.

Devrinin âlim ve velîlerinden Mâlik bin Dinâr hazretleri anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi: “Acaba bu temiz, âdil halîfe kimdir?” Çobana; “Böyle olduğunu nereden anladın?” diye sorulduğunda; vazîfesi dağ bayır demeyip koyun otlatan, çeşitli yırtıcı hayvanların tehlikesini pek iyi bilen çoban, sâfiyetle bulduğu teşhisiyle şu cevâbı verdi: “Âdil bir halîfe başa geçince, kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan anladım.”

Halîfe Ömer bin Abdülazîz hazretleri her gün âlimleri çağırır, onlarla ölüm ve kıyâmet hâllerinden konuşurlardı. Konuşmalar onlara o kadar tesir ederdi ki, sanki içlerinden biri vefât etmiş gibi ağlarlardı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmede ve halka bildirmede çok dikkatliydi. Onun devrinde halk dahi ibâdet ve tâat yoluna girdi. Meclislerinde: Bu gece ne okudun? Kur’ân-ı kerîmden kaç âyet ezberledin? Bu ay kaç gün oruç tuttun? gibi sözler söylenmeye başlandı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri dîne sokulan bid'atleri ortadan kaldırıp, unutulmuş sünnetleri meydana çıkarmaya çalıştı.

Hadîs-i şerîfleri toplatıp, kitap hâline getirdi. Mezhepler hakkında; “Eshâb-ı kirâmın ictihadları farklı olmasaydı, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı.” buyurdu. Hazret-i Ali ile ictihad ayrılığından muharebe edenler için buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de dilimizi tutup, bulaştırmayalım!” İmâm-ı Şâfiî hazretleri de böyle söylemiştir.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri Evzâî’ye yazdığı bir mektubunda; “Biliniz ki, ölümü çok hatırlayan kimse, az bir dünyâlık ile iktifâ eder, konuştuğu kelimelerin hesâbını vereceğini düşünen çok az konuşur, ancak lüzumlu sözleri söyler.” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Kendimi överim korkusu ile bir çok sözleri söylemekten kaçınırım.”

Meymûn bin Mihran anlatır: “Ömer bin Abdülazîz ile berâber bir kabristana uğradık. O, kabirleri görünce ağladı. “Ey Meymûn! Şu gördüğün kabristanda yatanlar, babalarım Emevîlerdir. Bunların hepsi gelip geçtiler. Lâkin şimdi sanki dünyâya hiç gelmemişler, dünyâ lezzetlerini hiç tatmamışlardır. Şu anda toprak altında yatıyorlar ve cesetlerini kurtlar yemektedir...” Hem böyle söylüyor, hem de ağlamaya devam ediyordu. Sonra buyurdu ki: “Vallahi burada, kimin azâbda olduğunu, kimin Allahü teâlânın azâbından emin olduğunu bilemiyorum.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri yine buyurdu ki: “Geçen gece ölüleri düşündüm. En samîmi bir dostun ölse, onu üç gün sonra mezarında görsen, oradan kaçarsın. Orada dolaşan kurt ve böcekleri, akan irinleri, pis kokular arasında kurtların kendisini nasıl parçaladığını, kefeninin bozulduğunu, vücûdunun pis hâle geldiğini görüp kendisinden nefret ederdin.” Bunları söyledikten sonra bayılıp düştü.

Âlimlerden birisi Ömer bin Abdülazîz’i ziyâret etti. Çok ibâdet etmekten yüzünde ve rengindeki değişikliği görerek; “Bu ne hâldir?” dedi. Ömer bin Abdülazîz “Sen beni ölümümden bir kaç gün sonra mezarımda ziyâret etsen, gözlerimin çıkıp, yanaklarımın üzerine akdığını, dudaklarımın dişlerimi kapayamadığını, ağzımın açık kalıp oradan irin ve cerahatin akmakta olduğunu, karnımın şişip göğsümün üzerine geldiğini, bağırsaklarımın döküldüğünü, burun deliklerinden irin ve kurtların çıktığını görmekle şimdi gördüğünden çok daha feci bir manzara ile karşılaşırdın.” dedi.

Halîfeliğinde, yanına bir heyet gelmişti. Heyetten bir genç nutuk söylemeye başladı. Bunun üzerine; “Sen dur, yaşlınız konuşsun.” diyerek genci uyarmak istedi. Genç: “Ey Emir-ül-müminîn! İş yaşa göre ise, müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu?” deyince; “Konuş bakalım.” diyerek gence söz verdi. Genç; “Biz senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsânınız o kadar çok ki, bu bize kadar ulaşmıştır. Senden korkmuyoruz. Çünkü adâletin bizi korkmaktan emin kılmıştır.” dedi. “Siz kimsiniz?” deyince, “Teşekkür heyetiyiz. Teşekkür edip geri dönmek için geldik.” dedi.

Yezîd-i Rakkâşî, Ömer bin Abdülazîz’in huzûruna geldi. Ömer bin Abdülazîz, Rakkâşi'ye; “Bana nasîhat et.” dedi. O da “Ey müslümanların emîri! Senden önceki halîfeler öldüğü gibi sen de öleceksin.” dedi. Ömer bin Abdülazîz bunu duyunca ağladı ve “Devam et.” dedi. Yezîd-i Rakkâşî: “Âdem aleyhisselâmdan sana gelinceye kadar hiç bir baban hayatta değildir. Hepsi vefât ettiler.” dedi. Ömer bin Abdülazîz ağlıyarak, yine “Devam et” dedi. Yezîd-i Rakkaşî; “Öldükten sonra Cennet ile Cehennem’den başka gidilecek yer yoktur.” dedi. Halîfe Ömer, bunu duyunca düşüp bayıldı.

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin yanına birisi gelerek; “Falanca kimse, sizin için şöyle, şöyle söylüyor.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “İstersen bu işi araştıralım. Eğer yalancı isen, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinin hükmüne göre; söylediğin yanlış ise, Kalem sûresi on birinci âyet-i kerîmesinin hükmüne göre mesûl olursun. Her iki hâlde de mesûl olursun. İstersen üçüncü hâli tercih edip, seni affedelim ve bu meseleyi kapatalım.” dedi. Bunun üzerine o kimse tövbe edip, bir daha böyle bir şey yapmam dedi.

Bir kimse, Ömer bin Abdülazîz hazretlerine gelip, birinin kendisine zulmettiğini söyledi. Gelen kimseye; “O kimseden hakkını almış olarak, Allahü teâlânın huzûruna gitmektense, o kimsede hakkın olarak Allahü teâlânın huzûruna gitmen daha iyidir.” buyurdu.

Bir Cuma namazını kıldırdıktan sonra, insanların arasında oturdu. Sırtındaki elbisenin iki tarafı da yamalı idi. Birisi kendisine; “Ey müminlerin emîri! İmkânlarınız var. Daha kıymetli elbise giyseniz olmaz mı?” dedi. Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir müddet düşündü ve başını kaldırıp; “Varlıklı halde iken iktisad etmek ve hakkını almaya gücü yettiği halde affetmek, hakkını helâl etmek çok makbûl ve çok fazîletlidir” buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir sarhoşu gördü. Onu yakalayıp cezâlandırmak istedi. Ama sarhoş, ona hakâret etti. O da sarhoşu bıraktı. Cezâlandırmaktan vaz geçti. “Niçin, size hakâret edince bıraktınız?” dediler. Buna cevâben; “O hakâret etmekle beni öfkelendirdi. Eğer ona cezâ verseydim, kendim için cezâ vermiş olurdum, kendi şahsım için bir müslümanı cezâlandıramam.” buyurdu.

Kendisine Allahü teâlâ kimleri çok sever diye sordukta o; “Allahü teâlâ şu üç kimseyi çok sever: 1) Gücü yettiği halde affedeni, 2) Hiddetli ânında öfkesine hâkim olanı, 3) Allahü teâlânın kullarına şefkatli olanı.” buyurdu.

İnsanlara olduğu gibi hayvanlara da merhametliydi. Bir katırı vardı. Bunu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı çalıştıran işçisi, bir gün normalden fazla para getirince: “Neden böyle fazla para geldi?” dedi. “Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbına karşılık; “Hayır, böyle değil. Sen katırı çok çalıştırıp, yordun. Katırı, üç gün dinlendir.” emrini verdi.

Bir gün hanımına; “Bir dirhemin var mı? Biraz üzüm alalım.” dedi. Hanımı; “Senin gibi bir Sultanın bir dirhemi olmazsa, benim olur mu.” deyince, hanımına; “Doğru söylüyorsun ey Fâtıma! Fakat böyle olması, Cehennem'de kızgın zincirleri boğazımda taşımaktan iyidir.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber aldı. Hemen bir mektup yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin karnını doyurmasını emretti. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün üzerine; “Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin.” diye yazmasını istedi.

Bir gün etrafındakiler Ömer bin Abdülazîz’e; “İnsanların en ahmağı kimdir.” diye sorunca; “Âhiretini dünyâ için satan, ahmaktır, âhiretini başkasının dünyâsı için satan daha da ahmaktır.” buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, hutbe okurken kalbine ucb (kendini beğenmek) hâli gelirse hutbeyi yarıda keser, yazı yazarken olursa o kâğıdı yırtardı ve; “Allah’ım nefsimin şerrinden sana sığınırım.” derdi.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir gece namaz kıldı. Namazda; “Boyunlarında demirden halkalar ve zincirler bulunduğu zaman, bu vaziyette sıcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar." meâlindeki (Mü’min sûresi: 71-72) âyet-i kerîmelerini okudu. Namazdan sonra bu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okudu ve çok ağladı.

Yer altında bir mahzeni vardı. Gece olunca oraya iner, boynuna demir bağlardı. Sabaha kadar böylece, Allahü teâlânın korkusuyla göz yaşı döker ve O’na yalvarırdı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri akrabâlarından birisine gönderdiği bir mektupta şunları yazdı: “Eğer gece ve gündüzünde ölümü hatırlamağı şiâr edinmek istersen fânî ve geçici olana rağbet etmeyip, bâkî ve devamlı olana yönel. Vesselâm.”

Ömer bin Abdülazîz, Şam’da, bir mimber üzerinde hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâdan sonra üç şey söyledi. “Ey insanlar! İçinizi, kalblerinizi düzeltirseniz, zâhiriniz, dışınız da iyi olur. Âzâlarınız, gözünüz, kulağınız, elleriniz, ayaklarınız, hayır işler, Allahü teâlânın beğendiği şeylerle meşgûl olur. Âhiretiniz için sâlih ameller işleyiniz. Böylece dünyânızı da korumuş olursunuz. Hazret-i Âdem’den îtibâren, kendisine kadar bütün dedeleri ölüp gitmiş olan kimse de bir gün ölecektir.”

Ömer bin Abdülazîz başka birisine yazdığı mektubunda; “İmdi, sana Allahü teâlâdan korkmayı, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği şeylerle, âhirete hazırlanmayı tavsiye ederim. Sen sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi amel yap. Günler ve geceler, süratle gidiyorlar. Ömür her gün noksanlaşıyor. Ecel ise yaklaşıyor. Kötü amellerimizden dolayı Allahü teâlâdan af ve magfiret dileriz. Günahlarımızdan ve bu yüzden bize gazab etmesinden O’na sığınırız.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, veliahd Yezîd bin Abdülmelik’e şöyle yazdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Müminlerin emîri Ömer bin Abdülazîz’den, Yezîd bin Abdülmelik’e. Sana selâm eder ve sana kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamdimi bildiririm. Ben hastayım. Ağrı ve sızıya tutuldum. Buna rağmen üzerime aldığım işlerden mesûlüm. Allahü teâlâ yarın beni bunlardan hesâba çekecek, orada yaptıklarımı gizleyemeyeceğim. Eğer Rabbim, benden râzı olursa, ancak orada zelîl ve hakîr olmaktan kurtulurum. Bir de râzı olmazsa, yazık bana. O zaman benim hâlim nasıl olur. Allahü teâlâ bizi, yüce rahmetiyle Cehennem’den muhafaza buyurup, rızâsına kavuştursun. Bu bakımdan sana Allahü teâlâdan korkmanı, haram kıldığı şeylerden sakınmayı tavsiye ederim. İnsanlar hakkında Allahü teâlâdan kork, zulüm ve haksızlıktan uzak dur.

En güzel söz, Allahü teâlâya hamdetmek (Elhamdülillah demek) ve O’nu anmaktır. Kim Cennet’i seviyorsa, Cehennem’den kaçar. Şimdi ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli ve af ve magfirete kavuşmayı kazanç bilmelidir. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez. O zaman bütün gizli şeyler ortaya çıkarılır. Herkes kendi başının çâresini arar. İnsanlar, amelleriyle gelirler. Herkesin amellerine göre durumu ayrı ayrıdır. O gün, dünyâda Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine uyup, yasaklarından uzak kalmış olanlara ne mutlu! Dünyâda Allahü teâlâya isyân ederek âhirete göçenlere o gün çok yazık! Onların o gün çok acınacak hâlleri var. Allahü teâlâ seni, zenginliklerle imtihan ederse, onda orta yolu tut. Onu Allahü teâlânın rızâsına uygun yerlere sarfet, ondan fakirleri de faydalandır. Allahü teâlânın emri olan zekâtını ver. Sakın övünme! Kendini beğenme! Kendini başkalarından üstün görme!” dedi.

Bir vâlisine şöyle yazdı: “Ellerini müslümanların kanından, mideni malından, dilini ırzından uzak tut! Böyle yaparsan sana zeval yoktur.”

“Namaz, seni yolun yarısına getirir, oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka da, Melik’in huzûruna çıkarır.”

“Allahü teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı nasîb ederse, nîmete mukabil verdiği (sabır), o nîmetten daha efdaldir (kıymetlidir).”

“Ölümü çok hatırla. Eğer geçim rahatlığı içindeysen bu sana darlık, ürperti getirecek; geçim darlığı içindeysen genişlik, ferahlık kazandıracak.”

“Siz seferdesiniz. Yüklerinizin bağlarını bu diyârın dışında bir yerde çözeceksiniz. Siz, üzerinden çağlar geçmiş bir kökün dallarısınız. Kökleri yok olup gitmiş bir dalın hayâtından ne çıkar?”

“Ey insanlar! Allahü teâlâ mahlûkları yarattı ve onları uyuttu. Sonra onları uykularından uyandırıp, diriltecek. Her biri ya Cennet’e, ya Cehennem’e sevk edilecek. Allah’a yemîn ederim ki, biz eğer bu hakîkati tasdik etmiş isek, buna uygun yaşamadığımız için ahmağız. Eğer bu gerçeği inkâr ediyor isek, o takdirde hepimiz helâkteyiz.”

“Her yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yolculuğu için de takvâyı azık edinin. Allahü teâlânın vereceği nîmetleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezâyı, azâbı da görmüş gibi korkunuz. Tûl-i emele kapılmayın, zîrâ tûl-i emel, bitmeyen istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak kalbinizi katılaştırır, düşmanınız olan şeytanın eline düşersiniz... Dünyâya aldanmış nice insanlar gördük. Huzur ve saâdet, ancak Allah’ın azâbından emin olanlar içindir. Neşe ve sevinç de kıyâmetin zorluğunu anlatanlar içindir. Kıyâmet günü zengin, fakir herkesin ameli meydana çıkar ve hesap verirken öyle bir müşkilât ile karşılaşırsınız ki, eğer yıldızlar bununla karşılaşsa kararıp dökülür, dağlar, dayanmaz erirdi. Cennet ve Cehennem’den başka bir yer bulunmadığını ve bunlardan birine mutlâka gideceğinizi de biliyorsunuz. O halde ona göre hazırlanın...”

“Allah’tan korkun ve aşırı şakadan kaçının; zîrâ aşırı şaka, kin tutmağa, kin de kötülüklere sebeb olur.”

Ömer bin Abdülazîz yanındaki toplulukla berâber bir cenâzeyi defnetmişlerdi. Herkes gitmiş, fakat Ömer bin Abdülazîz bâzı yakınları ile berâber orada kalmıştı. Yanındakiler ona: “Ey müminlerin emîri! Sen bu cenâzenin sâhibi misin de, burada kaldın. Halbuki falanca cenâzeleri için böyle beklememiştin” dediler. Ömer bin Abdülazîz onlara şöyle cevap verdi: “Kabir bana arkamdan şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Dostlarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” dedi. Ben de; “Söyle ne yaptın.” dedim. Bana; “Onların kefenlerini yırttım, vücutlarını parçaladım. Kanlarını emdim. Etlerini yedim.” dedi. Tekrâr şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Bana o dostlarının mafsallarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” deyince, ona, “Ne yaptın?” diye sordum. Bana, “Onların ellerini kollarından ayırdım. Kollarını, pazularından, pazularını omuzlarından, kalçalarını uyluklarından, uyluklarını dizlerinden, dizlerini ökçelerinden, ökçelerini ayaklarından ayırdım.” dedi. Kabirden bu sözleri naklettikten sonra, Ömer bin Abdülazîz ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: “Dünyâ ne kadar aldatıcı. Dünyâda üstün ve kıymetli, makam ve mevki sâhibi olmak, hiç fayda vermiyor. Genç olan ihtiyarlıyor. Her canlı sonunda ölüyor. Geçici ve aldatıcı olduğunu bildiğiniz halde sakın dünyâ lezzetleri ve zevkleri sizi aldatmasın. Birkaç günlük dünyâ hayatındaki geçici lezzetlere sarılıp, âhireti unutan, aldanmıştır. Hani, nerede bizden önce bu dünyâda yaşıyanlar. Hani onlar, büyük ve modern şehirler kurmuşlardı. Büyük ve derin kanallar kazmışlar ve barajlar yapmışlardı. Onlar, bir göz açıp kapama denecek kadar, az bir müddet dünyâda kaldılar. Burada, sıhhatlerine güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günahlar işlediler. Halbuki, herkes onlara mallarının çokluğundan dolayı, keşke, onun serveti gibi bizim de olsa diyorlardı. Şimdi onların hâli ne oldu. Toprak onların bedenlerini yedi. Kemikleri kurtlara azık oldu. Fakat onlar, dünyâda iken, kuvvetli bir âile içerisinde idi. Evleri, güzel eşyâlarla döşeli ve hizmetçileri vardı. Herkes kendisine ikrâmda bulunuyor, âciz kaldığı işlerde kendisine yardımcı oluyorlardı.”

Kabir yine Ömer bin Abdülazîz’e şöyle dedi: “Sen, kabirlere uğradığın zaman, dünyâda iken zengin olanlara, zenginliğinizden ne kaldı, fakirlere de fakirliğinizden ne kaldı diye sor. Yine onlara, dünyâda kendileriyle güzel güzel konuştukları dillerini sor. Ne oldu o konuşan dillere? Niçin susuyorlar? O dünyâ güzelliklerini kendileriyle seyrettikleri gözlerine de sor. Niçin şimdi bakmıyorlar? Hani nerede o nâzik tenleri, nerede o güzel yüzleri. Bu çukurun kurtları onlara ne yaptı. Hani burada yatanların o güzelim renkleri. Etlerine ne oldu. Niçin o yüzler toprak olmuş. Nerede o güzellikler. İşte onların uzuvları tamamen ortaya çıkmış, paramparça olmuş. Halbuki dünyâda güzel bir hayatları vardı. Dünyâya dalıp, sâlih amel yapmadılar. Âhireti unuttular. Onun için hazırlık yapmadılar. Fakat, ölüm kendilerini yakalayıverdi. Dostlarından ayrıldılar. Buraya şu sessiz sedâsız, yere geldiler. Vücûdları çürüdü. Başları boyunlarından ayrıldı, âzâları parça parça oldu. Gözbebekleri yanaklarına akıp gitti. Ağızları kan ve irinle doldu. Haşereler, kurtlar, böcekler, bedenleri üzerinde gezer oldu. Bir müddet sonra, kemikleri de çürüdü. Onlar, dünyâdaki rahatlıklarını bırakıp, bu dar yere geldiler. Arkalarında bıraktıkları hanımları başkalarıyla evlendi. Çocukları yetim kaldı. Yollarda, şurada burada kimsesiz, sâhipsiz dolaşır oldu.

Öyleyse, ey yarın bu kabirlerin sâkini olacak insan! Seni şu fânî dünyâda aldatan nedir? Sen dünyâda devamlı kalacağını mı sanıyorsun? Elinde bir senedin var mı? Görmüyor musun, ölüm her gün birisine geliyor! Yoksa susuzluktan, terlere boğan o korkudan sana rahatlık ve teselli veren bir şey mi var? Keşke sen o sert toprak üzerindeki hâlini bilseydin!

Ey insan! Rüyâda çeşit çeşit lezzetlere ve zevklere kavuşan bir insan gibi, dünyânın şu geçici faydalarıyla seviniyor, küçük ve basit işlerle uğraşıyorsun. Ey aldanma içerisinde bulunan insan! Gündüzün yanılma ve gaflet, gecen uyku içinde geçiyor. Sonunda pişman olacağın işleri yapıyorsun. Hayvanlar da dünyâda böyle yaşar.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri oradan ayrılıp gitti. Aradan bir Cumâ geçti ve vefât etti.

Ömer bin Abdülazîz’in sulh, sükûn idâresini çekemeyenler vardı. Bunlar, ehl-i bid'atten Hâricîler ve menfaatı zedelenenlerdi. Halîfenin hayâtına kıymak için çâreler aradılar. Nihâyet hizmetçi kölesini bin altınla kandırarak, bu mübârek zâtı zehirlettiler. Ömer bin Abdülazîz zehirlendiğini anlayınca kölesini çağırdı. “Ben sana bir fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın. Doğru söyle, seni affedeyim.” deyince; köle, yaptığı bu çirkin harekete pek pişman olup, üzüldü. Ağlayarak yerlere kapandı, yalvararak: “Yâ Emir-el-müminîn! Bana bin altın vermek sûretiyle bu ihâneti yaptırdılar.” dedi. Halîfe altınları getirterek, devlet hazînesine gönderdi. Köleyi affetti. Hasta hâlindeyken, kayın birâderi Mesleme ibni Abdülmelik ziyâretine geldi. Ömer bin Abdülazîz’in üzerinde bir gömlek vardı. Kızkardeşi Fâtıma’ya; “Emir-ül-müminînin elbisesini yıkayınız.” dedi. Tekrar geldiğinde gömleğin yıkanmamış olduğunu görüp kardeşi Fâtıma’ya; “Ben size gömleği yıkayınız, demedim mi?” deyince, bütün tebeasının hayat seviyesini yükseltip, iki buçuk yıl bile sürmeyen hilâfetinin sonunda yirmi beş yıl zekât verilecek kimse bulunamamış olmasına rağmen, aldığı cevap hayret vericidir: O zaman kendisine; “Vallahi başka gömleği yok ki, onu giydirelim de, bunu yıkayalım.” cevâbı verildi.

Yine yakınları; “Beytülmâldan âilene bir şeyler vasiyet et, senden sonra onlar sıkıntıya düşmemeli.” dediler. Cevâbı akıllara durgunluk verecek ve tüyleri ürpertecek kadar müthiş oldu: “Çocuklarım şu iki tip insanlardan birisi olacaktır: İyi, sâlih insan veya kötü şerîr insan. Sâlih insan olurlarsa, Kur’ân-ı kerîmin A’raf sûresi, yüz doksan altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Müşriklere de ki; size karşı benim yardımcım, Kur’ân-ı kerîmi indiren Allah’tır ve O bütün sâlihlere de yardımcıdır.” buyurulan âyeti yetişir. Kötü insan olurlarsa, o takdirde ben onları, günah işlemeleri için güçlendiremem. Çocuklarına dönerek: “Evlatlarım! İki ihtimâl var. Ya sizi zengin edeceğim; o takdirde babanız Cehennem’i boylayacak. Yâhut da fakir kalacaksınız; babanız Cennet’e gidecek. Babanızın Cennet’e girmesi şartıyla fakir kalmayı yâhud da, onun Cehennem’i boylaması şartıyla zengin olmayı tercih edin. Şimdi yanımdan ayrılın ve benden sonra sakın beytülmâl mesûllerini tâciz etmeyin. Şunu iyi bilin ki, size verilmesini vasiyet ettiğim para mikdârı sadece yirmi bir dinârdır.”

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin hastalığı ağırlaşınca tabib çağırdılar. Tabib; “Bu zehir içmiştir. Hayâtı hakkında teminât veremem.” dedi. Halîfe; “Sâde bana değil, zehir içmemiş olanların hayatı hakkında da teminat verme!” buyurdu. Tabib; “Zehir içtiğinin farkında mısın?” dedi. Halîfe; “Evet, mîdeme inince anladım.” buyurdu. Tabib; “Tedâviye hemen başlıyalım.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “Hayır. İlacı, kulağımın arkasında olsa uzanıp onu almam. Rabbime kavuşmam, benim için daha güzeldir.” buyurdu. Ölüm döşeğinde, bir ara ağlamaya başladı. “Niçin ağlıyorsun. Allahü teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihyâ ettin. Adâletin ise çok yüksekti.” dediler. Bunlara cevâben buyurdu ki: “Ben, Allahü teâlânın huzûruna bütün milletin hesâbını vermek üzere çıkacak değil miyim? Herkese âdil olarak davranabildiğimden emin değilim. Yaptığım kusurlar da ayrı. Tabiî ki ben bundan dolayı korkuyorum ve ağlıyorum.” Bir ara; “Beni oturtun.” buyurdu. Oturttular. “Allah’ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusur ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin. Ben ise isyân ettim.” diye üç defa söyledi. Sonra da:

“Lâ ilâhe illallah. İbâdete lâyık olan ancak Allahü teâlâdır” dedi ve başını göklere çevirip dikkatle baktı ve; “Ben öyle kimseleri görüyorum ki onlar ne insan ne de cindir.” dedi ve biraz sonra rûhunu teslim etti.

Vefâtından önce şöyle vasiyet etti: “Ey Meymûn bin Mihrân! Velid mezara konduğunda oradaydım. Yüzünü açıp baktım, yüzü simsiyahtı. Ben de mezara konduğum zaman yüzümü açıp bakınız.” Vefât edince vasiyeti gereği yüzünü açıp baktılar, yüzü en genç günlerinden daha parlak, daha aydınlık ve güzeldi.

Ömer bin Abdülazîz beyaz, ince ve nâzik yüzlü, zaîf, güzel sakallı, tatlı ve sevimli idi. Halîfe olmadan önce çok gürbüz iken, halîfeliğinde çok zayıfladı.

Vefât edince, zamânın âlimleri tâziyede bulunmak için hanımının yanına gittiler. Halîfenin vefâtıyla müslümanların büyük kayba uğradığını ve bu sebeple üzüntülerinin çok fazla olduğunu bildirdiler ve hanımına; “Ömer bin Abdülazîz hazretleri hakkında bize mâlumât ver. Çünkü onu en fazla tanıyan sizsiniz.” dediler. O mübârek hâtun şöyle anlattı: “O da sizin gibi ibâdet ederdi. Lâkin bir hususiyeti vardı. O da, Allah korkusunun çok fazla olmasıydı. Öyle ki, Allah korkusundan onun kadar titreyen birini daha görmedim. O her şeyini, insanlara hizmette harcadı. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek için bütün gün vazîfesi başında kalırdı. Akşam olduğu halde, bâzı kimselerin işleri bitmezse, gece de devam ederdi. Eve girince, kendini namazgâhına atar, durmadan ağlardı. Gözleri şişerdi. Sonra baygın düşerdi. Her geceki hâli buydu. Bir gece, halkın ihtiyaçlarını, işlerini bitirdi. Sonra kendi şahsî malından olan kandili istedi. Sonra iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini çenesine dayayıp tefekküre daldı. Göz yaşları yanaklarından akıyordu. Sabaha kadar bu şekilde ağladı. Şafak sökünce oruca niyet etti. Kendisine; “Ey müminlerin emîri! Sizde bir hâl var. Sizi bu geceki gibi hiç görmemiştim.” dedim. Bana; “Ben düşünüyorum ki, bu milletin beyazına siyahına halîfe oldum. Fakir, garib, kanâatkâr kendi hâlindeki biçâreleri, muhtaçları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört köşesindeki nice dertli ve kederlileri düşünüyorum ve anlıyorum ki, Allahü teâlâ onların hepsinin hesâbını benden soracak ve Muhammed aleyhisselâm da onların lehine ve benim aleyhime şâhidlik yapacak. Bu hâlde olan birinin sonunun ne olacağını düşünüyorum ve çok korkuyorum.” cevâbını verdi.

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin vefâtından sonra Halîfe Zeyd ibni Melik, Fâtıma binti Abdülmelik’in beytülmaldeki ziynet ve mücevherlerini iâde etmek isteyince, Fâtıma; “Vallahi kabûl etmem. Ben Ömer’e sağlığında itâat edip de, vefâtından sonra isyân etmem.” diyerek sadâkatini ifâde etti.

Ömer bin Abdülazîz’in vefâtına bütün tebeası üzüldü. Cenâzesi arkasında ağlayan bir râhibe; “Bu kimse senin dîninde değildi. Neden ağlıyorsun?” diye sordular. “Ben şunun için ağlıyorum: Yeryüzünde bir güneş vardı. Şimdi battı...” cevâbını verdi.

Mus’ab bin A'yun anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Koyunlar ile kurtlar birlikte dolaşırlardı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. İçimden “Şu âdil halîfe ölmüş olmalı.” dedim. Araştırıldı. Ömer bin Abdülazîz’in o gece vefât ettiği anlaşıldı.” Vefâtını cinniler de haber verdi.

Ömer bin Abdülazîz’in vefâtıyla ilgili, şâirler mersiyeler söyliyerek onun kıymetini dile getirdiler.

O, büyük bir güneşti, doğmaz, gayri bir daha
Mâtemini tutarak saçamaz nûr ve ziyâ.
Sarardı güneş artık, karardı cihan bile.

Yûnus bin Ebû Şebib; “Ömer bin Abdülazîz hazretlerini, halîfeliğinden önce gördüm. Etli ve gürbüz bir kimseydi. Halîfe olduktan sonra da gördüm. Öyle zayıflamıştı ki uzaklardan kaburga kemiklerini saymak mümkündü.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz, Ehl-i Beyt’e çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunduğundan, hazret-i Ali’nin torunu Fâtıma binti Hüseyin; “Ömer bin Abdülazîz kalsaydı biz bir şeye muhtaç olmazdık.” buyurdu.

Büyük velî ve âlimlerden Süfyân-ı Sevrî hazretleri ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri; “Halîfeler beştir; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdülazîz’dir.” buyurdular.

Fıkıh âlimlerinden Meymûn bin Mihrân, Ömer bin Abdülazîz hakkında: “Âlimler, Ömer bin Abdülazîz’in yanında talebeydi.” buyurdu. Hocası meşhûr fıkıh âlimlerinden Mücâhid; “Biz, Ömer bin Abdülazîz’e öğretmek için geldik. Halbuki dâimâ ondan öğrenir olduk.” buyurdu.

Mâlik bin Dinâr buyurdu: “Dili dönen, zâhidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz gibi olur. Dünyâ onun ayağına geldiği halde hepsini reddeder.”

Ömer bin Abdülazîz’in insanlara rehber olan sözlerinden bâzıları şöyledir:

“Öfke ve hırstan korunmuş olan kurtulmuştur.”

“Takvâ sâhibinin ağzına gem vurulmuştur.”

“Ey insanlar! Allah’tan korkun. Çünkü Allah’tan korkmak her şeyin yerine geçer ve hiç bir şey onun yerine geçemez.”

“Bizden önce helâk olanlar, hakkı engellemek ve zulüm yapmak yüzünden mahvoldular. Hak onlardan satın alınırdı ve zulümden korunmak için de fidye verilirdi.”

“Müslümanlardan bir söz işittiğinde onu hayra yor, sakın şerre yorma!”

"Sizden öncekilerin kabul ettikleri bilgileri alınız. Onların söylediklerine muhâlif, zıt olanları almayın. Çünkü önce geçen büyükler, sizden daha hayırlıdır."

SIRAT KÖPRÜSÜ

Ömer bin Abdülazîz’in câriyesi yanına geldi. Selâm verdi ve namaz kılınan odaya geçti. İki rekat namaz kıldı. Sonra uyuya kaldı. Biraz sonra kalktı ve halîfeye; “Tuhaf bir rüyâ gördüm.” dedi. Halîfe; “Ne gördün anlat.” dedi. Câriye; “Rüyâda Cehennem’i gördüm. Cehennemlik olanların üzerine kükreyip duruyordu. Sonra Cehennem üzerinde Sırat köprüsü kuruldu. Abdülmelik bin Mervân geldi. Köprüye girdi. Bir kaç adım attı, sonra devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Velîd bin Abdülmelik geldi. O da devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Süleyman bin Abdülmelik geldi. O da aynı şekilde Cehennem’e düştü.” dedi. Halîfe; “Devam et.” dedi. Kadın; “Sonra da seni getirdiler.” der demez, Ömer bin Abdülazîz bir ah çekti, düştü ve kendinden geçti. Kadın, yüksek sesle; “Vallahi senin selâmetle Sırat köprüsünü geçtiğini gördüm.” dedi ise de halîfe bunu işitmiyor, yerde çırpınıp duruyordu.

MÜRÜVVET

Bir gece ona misâfir geldi. O bir şey yazıyordu. Misâfiri de yanında oturuyordu. Lâmbasının yağı azaldı. Sönecek gibi oldu. Misâfir; “Yâ Emir-el-müminîn! Kalkıp lambaya yağ koyayım mı?” deyince; “Misâfirine iş gördürmek, insanın mürüvvetine yakışmaz.” buyurdu. “O halde hizmetçiyi kaldırayım mı?” “O da olmaz; daha akşamın ilk uykusundadır.” Ömer bin Abdülazîz hazretleri kalkıp, lambaya yağ doldurdu. Misâfir bu hâli görünce hayretle: “Ama, bu işi kendin yaptın, neden.” deyince; “Bu işi yapmaya giderken, Ömer’dim. Yaptım, bitirdim; yine Ömer’im. İnsanların Allah katında hayırlısı tevâzu sâhibi olanlarıdır.” buyurdu.

DÜN GEÇTİ

Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretleri cemâate hitâben: Ey insanlar! Sizler, ölüm için hedefler durumundasınız. Ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir nîmet verildiği zaman, önceki nîmet orada sona erer. Ağıza bir lokma alınmasın, bir yudum su içilmesin ki, onunla berâber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lâzımdır. Yârın, içinde hâdiselerle berâber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak. Sizler şu dünyâda, eşyâlarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi, buradan başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin aslınız ve dünyâya gelmenize vesile olanlar kalmadı. Sizler, onlardan dünyâya gelen kimseler olarak, nasıl bâkî (devamlı) kalabilirsiniz. Sizler de bu dünyâdan göçeceksiniz.” dedi.

GELENLER DURMUYOR

Ömer bin Abdülazîz'in son Cumâ hutbesi şöyleydi:

“Ey muhterem müslümanlar!

Şunu iyi biliniz ki, lüzumsuz bir hiç olarak yaratılmadığınız gibi, yaptığınız işlerden de sorgu ve sorumsuz kalacak değilsiniz. Gelmiş ve nihâyete kadar gelecek insanların toplanacağı bir mahşer ve orada adâlet terâzilerinin kurulacağı bir mahkeme vardır. Onun tek hâkimi, azamet ve kibriyâ sâhibi yüce Allah'tır. Âhiret korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar yapan, kişiyi kardeş, evlâd ve iyâlinden kaçıran, peygamberleri, melekleri titreten bir gündür. Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametiyle tecellî edeceği o günde, kimde kuvvet ve tahammül kalır! Bununla berâber Allah’ın rahmetinden de ümid keserek hüsrâna düşmeyiniz.

Ey muhterem cemâat!

Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allah’tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır. Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde kalır. Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı Hakk’ın huzûrudur.

Âhiret âlemine gidenleri her gün uğurluyor ve götürdüğünüz kabirlerde kara toprak altında yataksız, yastıksız, tek ve tenha bırakıp dönüyorsunuz. Ölümün acısını duyan o fânîlerin hâli ne kadar merhameti çeker ve ibrete değer. Tanımadıkları bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar. Gelip geçici emânet bir hayatın gaflet uykusundan uyanmışlar, ama iş işten geçmiş, telâfi imkânı elden çıkmış, naz ve nîmet içinde beslenmişlerken yatak ve yastıkları kuru toprak olmuş, terkettikleri dünyâ malından istifâdeleri yok. Yaptıkları incir çekirdeği kadar da olsa, bir hayrın imdâdını bekliyorlar. Düşünmeğe değer bu hâllerden ibret almaz mısınız?

Ey muhterem cemâat!

Zannetmeyin ki, kendimde bir büyüklük gördüğüm için size böyle nasîhat ediyorum. İçinizde belki benden daha ziyâde Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine muhtaç kimse yoktur. Ben hem kendim, hem de sizin için rahmet ve magfiret diliyorum. Yüce Allah’ın kitabını, Peygamberinin güzel ahlâkını kendinize örnek yapınız, ancak selâmet bundadır.” buyurduktan sonra gözyaşlarını tutamadı. Bu onun son hutbesiydi. Aynı zamanda evine de son gidişiydi.

EN AHMAK KİMSE

Ömer bin Abdülazîz, bir sarhoş gördü yolda,
Yakalayıp bir cezâ, verecekti orada.

Lâkin tam o sırada, hakaret etti sarhoş,
O ise saldı onu, kaldı yine başıboş.

Dediler ki: “Siz ona, cezâ verecektiniz,
O hakâret edince, niçin salıverdiniz?”

Buyurdu: “Sarhoş hâlde, gördüm onu ilk defâ,
Dînin emri îcâbı, verecektim bir cezâ,

O hakâret edince, öfke geldi kendime,
Korktum nefsim karışır, bu hâlis niyetime.”

Buyurdu: “Hak teâlâ, üç kişiyi çok sever,
Birincisi odur ki, herkese şefkat eder.

İkincisi, haklıyken, suçluyu affedendir.
Üçüncüsü, kızgınken, öfkesini yenendir.”

Bir gece, hânesinde, misâfiri var iken,
Lâmbasının ışığı, azalmıştı âniden.

Misâfirler dedi ki: “Yâ Emîr-el müminîn!
Lâmbanın yağı bitmiş, koyalım, izin verin.”

Buyurdu: “İş gördürmem, kendi misâfirime,
Zîrâ bu, hiç yakışmaz, benim mürüvvetime.”

Dediler: “Hizmetçiyi, kaldıralım, o koysun”
Buyurdu: “Yeni yattı, bırakın da uyusun.”

Sonra kalktı kendisi, yağ koydu lâmbasına,
Şaştı herkes bu işi, kendinin yapmasına.

Buyurdu ki: “Bu işi, yapmadan da Ömer'dim,
Kalkıp yaptım, bakınız, yine aynı Ömer'im.

İnsanın hayırlısı, Hak teâlâ indinde
Tevâzu gösterendir, her bir hareketinde.”

Bir gün tanıdıkları, sordular kendisine:
“İnsanların içinde, en ahmak kimdir?” diye.

Buyurdu: “Dünya için, âhireti satandan,
Daha ahmak bir kişi, olamaz insanlardan.”

Ömer bin Abdülazîz, bir gün Hasan Basrî’ye,
Mektup yazdı “Bana bir, nasîhat eyle” diye.

Buyurdu: “Bilesin ki, bu dünyâ bir konaktır,
En büyük akıllılık, ona aldanmamaktır.

Zîrâ onun üstünde, yaşıyanlar ölürler,
Sonra yaptıklarının, hesâbını verirler.

Eğer ki bu dünyâyı, üstün tutsa bir kişi,
Zillet içinde yaşar, çetin olur her işi.

Dünya zehir gibidir, bilmiyenler onu yer,
O da o kimseleri, öldürür, helâk eder.

Diriler ölülerden, hiç mi ibret almıyor?
Ölmiyecekmiş gibi, dünyâya aldanıyor.

Her gün ayrı üzüntü, her gün ayrı bir keder,
Râhata kavuşmadan, âniden ölüp gider.

Zîrâ olmaz rahatlık, bu dünyada kat’iyyen,
Rahatlık âhirette, olacak ebediyyen.

İnsan düşünmez mi ki, bir gün elbet ölecek,
Ne yaptıysa, tek be tek, hesabını verecek.

Aklı olan yaşamaz, dünyâda gaflet ile,
Aksi hâlde ne kadar, üzülse azdır bile.

Dünyâya sarılanı, dünyâ hep aldatmıştır,
Üzüntüsü üstüne, hep üzüntü katmıştır.

Dünyâda Allah için, çalışmak dünyâ olmaz,
Müminin malı olur, lâkin kalbine koymaz.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER FÜÂDÎ


Anadolu velîlerinden. On altıncı yüzyılın sonlarında ve on yedinci yüzyılın başlarında yaşamıştır. Kastamonu’da yetişen büyük velî Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kurduğu Şâbâniyye yoluna mensuptur. 1559 (H.966) senesinde Kastamonu'nun Mûsâ Fakih mahallesinde doğdu. 1636 (H.1046) senesinde Kastamonu’da vefât etti. Kabri Kastamonu’da Şâbân-ı Velî Türbesi içindedir.

Ömer Füâdî’nin çocukluğu Kastamonu’da Şeyh Şâbân-ı Velî’nin sohbet ve irşâdlarını duyarak geçti. Ömer Füâdî, Şâbân-ı Velî vefât ettiği zaman dokuz yaşındaydı. İlk tahsîline Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrenmekle başladı. Zamânın usûlüne göre medrese tahsîline geçti. Arapça ve Farsça öğrendi. Gençliğin verdiği hevesle zâhirî ilimlerde yükselip âlim oldu. Müftü müsevvidliği (kâtibliği) vazîfesine tâyin oldu. Aynı zamanda Şâbân-ı Velî Câmiinin hatipliğini de yürüten Ömer Füâdî Efendi, on yedi sene müftü müsevvidliği yaptı. Kastamonu’daki âlimler arasında önemli bir yeri oldu. Bu arada bâzı eserler de yazdı. Yüksek mevkilere ulaşmak gayretiyle çalıştı. Fakat dokuz yaşındayken bulunduğu Şâbân-ı Velî hazretlerinin cenâze merâsiminin etkisini uzun yıllar üzerinden atamadı. İlimde yüksek dereceye ulaştığı sırada birdenbire kalbine bir safâ ve rahatlama gelip, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan tasavvuf yoluna karşı tam bir istek ve meyil belirdi. Gönlündeki bu açıklık ve meyil ile uzun zaman dünyâdan kesildi ve kendi hâlinde ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bâzı tasavvuf kitaplarını okuyup zihnindeki sorulara cevap aradı. Fakat ilâhî tecellîyle ve ledün ilmi ile ilgili bâzı soruların cevâbı kitapla, risâle ile bulunamazdı. Zihnindeki soruları okuduğu bilgilerle çözemeyince, tasavvuf ehli velî bir zâta talebe olmak istedi. Şâbân Efendinin seccâdesinde oturan elbette mürşid-i kâmildir diyerek bu sırada Şâbân-ı Velî dergâhı şeyhi olan Abdülbâkî Efendiye talebe olmak istedi. Fakat Abdülbâkî Efendi memleketi olan İskilib’e gittiği için ona kavuşamadı. Ömer Fuâdî’nin gönlündeki sıkıntı gittikçe artıyor ve sabredemiyordu. Şâbân-ı Velî hazretlerinin halîfelerinden Hacı Dede’ye gidip hâlini arz etti. Hacı Dede bu hâlin çabuk halledilecek bir iş olmadığını, zamâna ihtiyaç olduğunu söyledi. Fakat Ömer Füâdî Efendi acele ediyordu. Nûreddîn Efendi halîfelerinden Himmet Efendiye mürâcaat etti. O da Hacı Dede gibi cevap verince, Ilgaz Dağındaki Benli Sultan Dergâhında insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatan Mahmûd Efendiye gitti. O, Ömer Füâdî’nin aceleci tutumu ve heyecanı karşısında âciz kaldı. Ömer Füâdî çâresiz ve ümitsiz bir vaziyette iken Şâbân-ı Velî Dergâhı şeyhi Abdülbâkî Efendi İskilib’den Kastamonu’ya döndü. Bizzât kendisiyle görüşemeyen Ömer Füâdî Efendi, Cumâ günü câmide Abdülbâkî Efendinin vâz ve nasîhatini can kulağıyla dinledi. Gönlünde rûhânî bir safâ hâsıl oldu. O kadar tatmin oldu ki, yedi iklimi dolaşsa aradığı zâtın Abdülbâkî Efendiden başkası olmadığına kanâat getirdi; “Dervişlikte lâzım olan mücâhede ve ilâhî aşk ile zuhûr eden mecnûn gibi hallere ve halkın aleyhimde söyleyeceği sözlere zerrece ehemmiyet vermeyeceğim. Derdimi aziz mürşidimden gayri ve hâlimi Allah’tan başka kimse bilmeyip tasavvuf yoluna girmek istiyorum.” diyerek Abdülbâkî Efendiye teslim oldu. Ona talebe olup hizmet etmeye başladı.

Abdülbâkî Efendinin hizmet ve sohbetinde bulunan ve tasavvuf yolunda ilerleyen Ömer Füâdî bu hâlini; “Mekteb-i aşka tekrar elifden başladım.” mısraı ile ifâde etti. Tasavvuf âlemine dalıp bu âlemde coşarak;

“Ben belâ sahrâsının mecnûnu eller bîhaber
Leylâyı Mevlâya tebdîl ettim eller bîhaber

gibi âşıkâne ve sofiyâne şiirler söyledi.

Yüksek mânevî derecelere kavuşan Ömer Füâdî, hocasının hizmetine devâm ederken Abdülbâkî Efendi vefât etti. Abdülbâkî Efendinin vefâtı üzerine boşlukta kalan Ömer Füâdî, hocasının yerine geçen Muhyiddîn Efendinin olgunluğunu ve derecesinin yüksekliğini görüp onun sohbetlerine devâm etti. Muhyiddîn Efendinin 1604 (H.1013) senesinde vefâtından sonra Ömer Füâdî Efendi, Şâbân-ı Velî Dergâhına postnişîn seçildi. Kendinden önceki şeyhler gibi Cumâ günleri Şâbân-ı Velî Câmiinde verdiği vâzları Kastamonu halkı tarafından ilgi ile tâkib edildi. Pekçok kimse onun vâz ve nasîhatleri sebebiyle Allahü teâlânın rızâsını kazandıran yola girdi. Ömer Füâdî Efendinin Kastamonu’daki şöhreti kısa zamanda çevre kazâlarda da duyuldu. İnsanlar kendini görmek ve ilminden istifâde etmek için grub grub Kastamonu'ya geldiler. Ömer Füâdî Efendi, Şâbân-ı Velî’nin türbesinin inşâsına teşebbüs etti. Bu iş için bir teberrû ve bağış defteri açtı. Pekçok kimse türbenin yapılması için bağışta bulundu. Muntazam şekilde yapılan türbenin üzerine alem konarak, kubbesi kurşunla kapatıldı.

Şâbân-ı Velî’nin kabri üzerine güzel bir sanduka yapıldı ve çuha kumaşı ile tahtalar örtüldü. Ömer Füâdî halkın yaptığı bağış defterini sanduka ile örtü arasına koydu.

Ömer Füâdî, Şâbân-ı Velî Câmiinde verdiği vâzlarıyla ve sohbetleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattığı gibi, şiirleriyle de anlatmıştır. İslâmiyeti bilmeyen ve tarîkatçı geçinerek insanları saptıran nâkıs kimselerle ilgili olarak buyurdu ki:

“Varmayın nâkıs u nâdân yanına tâlipler
Dervişi nâkıs eder, mürşidi nâdân olsa
Feyz-i Rahmân ile kâmil olurdu derviş
Ey Füâdî mürşidi mazhar-ı rahmân olsa.”

Halvetiyye yolunun esâsını anlatırken de buyurdu ki:

“Zikr-i Hak’da hûya girmek isteyen
Sâlih olsun Halvetî erkânına
Hû ile Lâhûta ermek isteyen
Mâlik olsun Halvetî irfânına.”

Kelime-i tevhîdin fazîletiyle ilgili olarak da buyurdu ki:

Sâliklerin yoldaşı Lâ ilâhe illallâh
Âşıkların haldaşı Lâ ilâhe illallah
Müminlere veren îmân, îmânda sâbit kılan
Günahlarını yuyan Lâ ilâhe illallah

Belâları def eden, mâsivâyı kat’ eden
Hicapları ref’ eden Lâ ilâhe illallah

Cehennemden kurtaran, Cennet safâsı veren
Dost Cemâlini gösteren Lâ ilâhe illallah

Ey Füâdî fikreyle, bu nîmete şükreyle
Dâim Hakk’ı zikreyle Lâ ilâhe illallah

Allahü teâlânın yarattıklarına karşı güzel muâmele etmek husûsunda da buyurdu ki:

Gülü bülbülden ayırma zinhâr
Elini hâr-i gülistân ısırır

Kimseyi kemlikle yâd etme
Dil ucundan seni bühtân ısırır.

Akrabâ kalbini vîrân etme
Nâgehân akreb-i vîrân ısırır

Âlimin ilmi hilimsiz olamaz
Ânı bir câhil-i gazbân ısırır

Hüsn-i hâle melekiyetle eriş
Melekiyyetsizi şeytân ısırır

Hiç müdâra etme sen kimse ile
Düşman olur seni dûstân ısırır

Bakma şehvetle güzeller gözüne
Müjesinden dil-i Sükkân ısırır.

Dil beheştini Füâdî yıkma
Dûzâh içre seni nirân ısırır.

Ömer Füâdî hazretleri İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatmakla ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çalışmakla ömrünü geçirdikten sonra 1636 (H.1046) senesinde vefât etti. Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin türbesinde ve kütüphâneye bitişik olan duvarın yanında defnedildi.

Ömer Füâdî hazretleri on beşe yakın eser yazdı. Şâbân-ı Velî’nin menâkıblarını yazdığı mufassal bir de muhtasar menâkıbnâmesi vardır. Muhtasar menâkıbnâme 1875 yılında Kastamonu Vilâyet Matbaasında Şeyh Saîd Efendi tarafından bastırıldı. Mufassal olan menâkıbnâmenin ise Kastamonu Kütüphânesinden çalındığı söylenmektedir. Diğer eserleri ise Kastamonu Kütüphânesinde mevcuttur. Eserlerinin bir kısmı şunlardır:

1) Tercüme-i Mi’yâri’t-Tarîka, 2) Vâkıât, 3) Risâle-i Tevhîdiyye, 4) Dîvân, 5) Bülbülüyye, 6) Müslihunnefis, 7) Pendnâme, Ta’rîfât-ı İlm-i Nahv, 9) Risâle-i Dürriyye, 10) Makâle-i Ferdiyye ve Risâle-i Verdiyye. Bunlardan başka bâzı risâleleri de vardır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER KARADÂĞÎ


Irak evliyâsından. İsmi Ömer bin Muhammed Emîn’dir. İbn-i Karadâğî diye de bilinir. 1885 (H.1303) târihinde Süleymâniye’de doğdu. 1936 (H.1355) târihinde yine burada vefât etti.

İlim, edeb sâhibi bir âile içinde yetişti. Önce Kur’ân-ı kerîmi sonra okunması gerekli olan kitapları okudu. Babası müderris olup, fazîlet sâhibi bir zâttı. Amcası Şeyh Abdurrahmân da âlim ve sâlih bir zât olup, Şeyh Muhammed Behâeddîn’in halîfesiydi. Bir gün amcası kardeşine; “Oğlun senin gayret ve terbiyene ziyâdesiyle muhtaçtır.” dedi. Muhammed Emin de ondan sonra medresesinde büyük bir gayret ile oğlunun yetişmesine çalıştı.

Ömer Karadâğî önce babasından sonra da başka âlimlerden okudu. Amcası Şeyh Muhammed Necîb Karadâğî’nin derslerine de devâm etti. Süleymâniye’de Molla Hüseyin Peskendî ve Molla Abdullah’a devâm edip icâzet (diploma) aldı. Kendisi gibi yetişmiş olan fazîlet sâhibi kardeşi Şeyh Ma’rûf ile birlikte yardımlaşarak ders okutmaya başladılar. Çok kimseler kendilerinden istifâde etti. Molla Abdülkâdir el-Bânî, Seyyid Hüseyin Kiryânî, Seyyid Abdülkerîm Helûjânî, Molla Saîd ve başkaları yetiştirdikleri âlimlerdendir.

Birinci Dünyâ Harbi’nin getirdiği sıkıntılar büyük olmuş ve birçok ilim yuvası harap kalmıştı. Harbten sonra Süleymâniye eşrâfı, askerî istilâ sebebiyle harap hâle düşen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhını tâmir ettirdiler. Oraya Şeyh Ömer Karadâğî’nin müderris olarak tâyin edilmesinde ittifak ettiler. Ömer Karadâğî, Mevlânâ Hâlid hazretleri Dergâhında uzun zaman ilim öğretip talebe yetiştirdi. Molla Abdurrahîm, Molla Ma’rûf Hâvî, Seyyid Emin, Şeyh Abdülvehhâb ve başkaları kendisinden ilim ve edeb öğrenip icâzet aldılar.

Ömer Karadâğî’nin, Enver, Abdurrahmân, Kemâlüddîn ve Baba Ali isimlerinde fazîlet sâhibi evlâdları vardır.

Ömer Karadâğî’nin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Hâşiye alâ Tehzîb-il Kelâm, 2) Şerhu Takrib-il-Kelâm, 3) Hâşiye alâ Teşrîh-il Eflâk, 4) Hâşiye alâ Bürhân-ül Gelenbevî.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER MUHDÂR BİN ABDURRAHMÂN


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ömer el-Muhdâr bin Abdurrahmân es-Sekkâf’dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1429 (H.833) senesinde Terîm denilen yerde, öğle namazının secdesinde iken vefât etti. Zenbil Kabristanına defnedildi. Fevkalade hâller sâhibi olup, çok kerâmetleri görüldü. Tarla ve bahçesindeki mahsûlü korumak için bir bekçi bulundurmazdı. Kendisinden izinsiz olarak kim bir şey aldı ise, hayvan olsun, insan olsun, derhâl başına bir belâ gelirdi. Bir karga gelip, ona âid olan hurma ağacına konup, hurmalardan yedi. Sonra da uçtu gitti. Çok geçmeden geri döndü ve orada öldü.

Ömer Muhdâr, talebelerinden birine, içinde para olan bir küp verdi. O talebe, âilesi için kendilerine yetecek kadarını alıp, ihtiyaçlarına sarfetti. Bu durum, aylarca devâm etti. Bir gün hanımı merakla, içinde olan parayı saymaya kalktı. Birkaç gün sonra talebe gidip, küpte para kalmadığını arzettiğinde, Ömer Muhdâr buyurdu ki: “İçindeki altınlar sayılmasaydı, daha nice seneler size yeterdi.”

Ömer Muhdâr sevdiklerinden birisine, canının arzu ettiği şeyi sordu. O da tâze hurma istediğini söyledi. Mevsim kış olup, hurma zamânı değildi. Ömer Muhdâr, o kimse ile kabristana gidip, ziyârette bulundu. O esnâda yanına birisi geldi ve bir müddet onunla görüştü. O kişi; “Bu, arkadaşının yiyeceğidir” diyerek birşey verdi. Ömer Muhdâr onu aldı ve sevdiği kişiye dönüp; “Bunu alınız” diyerek, canının arzu ettiği tâze hurmaları verdi. Sevdiği kişi çok şaşırdı. Hocasının kabristanda görüştüğü kişiden ve tâze hurmalardan bir şey soramadı.

Ömer Muhdâr, kırk gün süren hac yolculuğunda bir şey yiyip içmedi. Yürümekden hiç yorulmadı ve kuvvetinden hiçbir şey kaybetmedi.

Ömer Muhdâr, tek bir nefesde, Allahü teâlânın el-Latîf ism-i şerîfini bin defâ, el-Hafîz ism-i şerîfini de aynen bin defâ okudular.

Birisi Ömer Muhdâr’a bir eziyet ve sıkıntı verdiğinde, mutlaka üç gün sonrasında başına bir musîbet gelir, cezâsını görürdü. Ancak, tövbe ettiğinde bu musîbetten kurtulurdu.

Ömer Muhdâr’ın duâsı müstecâb olup, kabûl olurdu. Nice kimseler gelip duâ istediler ve maksadlarına kavuştular. Hasta birisi gelip duâ istedi. Çok geçmeden hastalıktan kurtulduğu görüldü. Bir kadıncağız, şiddetli bir baş ağrısına tutuldu ve hiçbir ilâç fayda vermedi. Ona haber gönderip duâ istedi. Âfiyetle duâ ettiğinde, kadıncağız derhâl iyileşti, ağrıdan eser kalmadı.

Birisi gelip para kesesini kaybettiğini ve kazancının gittiğini söyleyip duâ istedi. “Onu alanı görüyorum. Falan yerde sana verecek” buyurdu. Dediği gibi oldu.

Talebesi anlatır: “Amcamın bir kızı vardı. Bâzı kimseler gelip onu istediler. Fakat o, kimseyle evlenmeyi kabûl etmedi. Bu durumu gidip hocam Ömer Muhdâr’a anlattım. Buyurdu ki: “Doğrudur. O, kimseyle evlenmeyecek. Ancak, seninle evlenecek ve bir oğlunuz dünyâya gelecek.” Ben fakir bir kimse olduğum için, hocamın buyurduğu evlilik işine ihtimâl vermeyip, uzak gördüm. Aradan çok geçmeden kız benimle evlenmek istedi, onunla evlendim. Bir oğlumuz dünyâya geldi.”

Birisi gelip, hanımının zînetlerinin çalındığını Ömer Muhdâr’a bildirdi. O da; “Kim çaldı ise üç güne kadar getirsin. Yoksa ölecek” diye nidâ etmesini söyledi ve ayrıca; “Bu üç gün içinde zînetler getirilmezse, ölenin elbisesinde hanımının zînetlerini bulacaksın” buyurdu. O kişi, denileni yaptı. Üç gün sonra birisi öldü. Cebine baktıklarında zînetleri buldular.

Ömer bin Ali isminde birisi, Şahar vâlisi Abdullah bin Ahmed el-Hebî’nin zulmettiğini Ömer Muhdâr’a söyleyip, şikâyette bulundu. O da; “İbn-ül-Hebî, Şahar’dan sırtında bir gömlekle çıkacak. Bütün malı zorla elinden alınacak, yerine Yemen’den bir başkası geçecek” buyurdu. Çok geçmeden azledildi. Bir gömlekle şehirden çıkarılıp, Aden’e sürüldü.

SEMİZLENMİŞ KESİLİR

Çöldeki köylülerden bir grup, Ömer Muhdâr’a âit bir deveyi çalıp, üzerindeki yiyeceği gasbettiler. Ömer Muhdâr, onların reisine haber gönderip, deveyi üzerindeki eşyâ ile birlikte göndermesini söyledi. Reis deveyi gönderdi, fakat eşyâ ve yiyecekleri göndermedi. Bunun üzerine Ömer Muhdâr buyurdu ki: “Yiyecekleri zorla alan o kimseyi iyi tâkib ediniz. Biz zayıf olanları değil, iyice semizleşmiş olanları keseriz. Yâni kötülüklere bulaşıp, başkalarına zararı çok olan ve artık cezâyı hak etmiş olanlara cezâ veririz. O kişi yatsı vakti öldürülür.” Aynen buyurduğu gibi oldu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER NÂİMÎ EFENDİ


Harput'un büyük velîlerinden. Hacı Ahmed Efendinin büyük oğlu olup, 1801 (H.1216) senesinde Harput'ta doğdu. Kasîde-i Bürde Şârihi nâmıyla meşhur oldu. İlk tahsîline babasının yanında başladı. İlim öğrenmeye çok meraklı olup, zekî olması yüzünden kendisinden çok önce başlayanların derslerine yetişti ve onları geçti. "İlim, Çin'de de olsa arayınız." hadîs-i şerîfine uyarak âlim aramaya başladı. Bu sebepten Antep'e hicret etti. Burada Küçük Hâfız Necib Efendinin derslerini tâkib etti ve icâzet, diploma aldı. Bu arada Anadolu'da çıkan Yeniçeri isyanları sırasında birçok âlim öldürüldü. Bunlar arasında Ömer Nâimî Efendinin hocası Hâfız Necib Efendi de vardı.

Ömer Nâimî Efendi,Yeniçeri isyânları sırasında Kayseri'ye gitti. Kayseri'de Hoca Kâsım Efendi, Gözübüyükzâde Hacı Vâhid Efendi, Sarı Abdullahzâde Mehmed Efendi gibi meşhur âlimlerden ders aldı. Hoca Kâsım Efendiye talebe olunca, medresede yer bulunmaması yüzünden, kendisine dar, rutubetli ve karanlık bir hücre verildi. İlim öğrenme uğruna bu meşakkate katlandı. Kısa bir süre sonra zekâ ve kâbiliyeti sâyesinde hocasının teveccühünü, yakınlığını kazandı. Hocası ona kendi odasını verdi. Sekiz sene Kayseri'de ilim öğrendikten sonra icâzet, diploma alarak memleketine döndü.

Ömer Nâimî Efendi Harput'ta birçok talebe yetiştirdi. 1843 senesinde Hac farîzasını yerine getirmek için Hicaz'a gitti. Yolculuğu sırasında birçok âlim ile görüştü. Hac dönüşünden bir süre sonra bir vergi meselesinden dolayı Konya'da mecburî ikâmete gönderildi. Sonra affedilerek memleketine döndü. 1866 senesinde İstanbul'a gitti. Burada ileri gelen âlimlerle görüştü. Daha sonra memleketine döndü.

Ömrünün sonlarına doğru iki gözü de görmez oldu. Yerine oğlu Abdülhamîd Efendi geçerek talebe yetiştirmeye başladı. Bir gece Abdülhamîd Efendi, rüyâsında başında çok kıymetli tâc olan bir gelinin evlerine geldiğini gördü. Sabah hemen babasının yanına giderek rüyâsını anlattı. Ömer Nâimî Efendi, tebessümle; "Heyecanlanmaya lüzum yok. Mısır'da Tâc-ül-Arûs isimli bir kitap neşredilmiştir. Demek ki, bize de gönderiyorlar." diye cevap verince, oğlu tâbire hayret etti. Birkaç gün geçmeden kitap posta ile geldi. Ömer Nâimî Efendi 1882 (H.1300) senesi PerşembeyiCumâya bağlayan gece vefât etti.Harput mezarlığına defnedildi.

Ömer Nâimî Efendi çeşitli konulara dâir eserler yazmıştır. 1) Şerh-i Rub'u Risâlesi, 2) Velediye Hicâbisi, 3) Şerh-i Kasîde-i Bürde, 4) Manzûme-i Nâimâ. Belli başlı eserleridir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER BİN SAÎD EL-HEMEDÂNÎ

Fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Ömer bin Saîd, künyesi Ebü’l-Hattâb’dır. Aslen Yemen’de, Cebele şehri yakınlarında bulunan Zî Akîb köyündendir. 1264 (H.663) senesinde vefât etti. Kabri belli olup ziyâret edilmekte, insanlar onun kabrini ziyâret etmek, onunla bereketlenmek ve onun hürmetine Allahü teâlâya duâ etmek için etraftaki beldelerden akın akın gelmektedirler.

Ömer bin Saîd hazretleri, fakîh Muhammed bin Ömer hazretlerinin talebesi olup, ondan da birçok zât istifâde etmiştir. Ebü’l-Hattâb Ömer bin Saîd hazretleri, fıkıh ilminde derin âlim ve velîlik yolunda tam ve yüksek bir dereceye sâhipti. Birçok ilmi ve bu ilimlere uygun amel etmeyi kendisinde toplamıştı. Âbid ve zâhid bir zâttı. Kendi hâlinde yaşar, kimse ile alâkadar olmaz, dünyâya meyletmez, vakitlerini devamlı ibâdet ve tâatla, Allahü teâlâyı anmakla geçirirdi. Keşif ve kerâmet sâhibi çok yüksek bir zât idi.

Ömer bin Saîd hazretlerinin hocası Muhammed bin Ömer (r.aleyh) bir gece vakti vefât etti. Bu sırada Ömer bin Saîd hocasının bulunduğu köyden çok uzak bir yerde bulunuyordu ve bu köyde de Muhammed bin Ömer’in vefât ettiğini hiç kimse duymamıştı. Fakat Ömer bin Saîd kerâmet olarak, hocasının vefâtını anladı. Talebelerinden bir kısmı ile derhal yola çıktı ve hocasının defnine yetişti. Orada bulunanlar, Ömer bin Saîd’in birden bire gelmesine çok hayret ettiler. Çünkü o, hocasının vefât ettiğini bilmiyordu ve kendisine bir haberci de gönderilmemişti. Bu hâlin Ömer bin Saîd hazretlerinin keşiflerinden biri olduğunu anladılar.

Rivâyet edilir ki: Bir kimse, o zamanda bulunan büyük âlimlerden birine gelerek; “Efendim! Rüyâmda çok büyük bir nûr gördüm. Ta’ker Dağı eteğinden çıkan o nûr gittikçe yükseliyordu. Ben hayretle seyrediyordum. Nihâyet semâya kadar yükseldi. Semâ yarıldı (açıldı) ve o nûr semâda kayboldu. Bu rüyânın hikmeti ve tâbiri nasıldır?” Bunları dikkatle dinleyen o büyük âlim, o kimseye; “Bu, Ta’ker Dağı eteğinde bulunan çok büyük bir âlimin vefât edeceğine alâmettir. Hattâ o âlim vefât edince, yerler bile sarsılır.” buyurdu. Ta’ker Dağı, o muhitte bulunan en yüksek dağ idi ve Ömer bin Saîd hazretlerinin köyü bu dağın eteğinde bulunuyordu. Hakîkaten, Ömer bin Saîd hazretlerinin vefât ettiği gün yer sarsıntısı oldu. O civarda bulunanlardan yahudilerin en âlimi olan ve Tevrat’ı en iyi bilen kimse olarak tanınan bir kimse, o gün müslümanlardan bir kimseyi görüp ona; “Bu büyük zelzele, sizin âlimlerinizin büyüklerinden birinin vefâtına alâmettir” dedi. O müslüman kimse hayret edip araştırmaya başladı. Nihâyet Ömer bin Saîd hazretlerinin o gün vefât ettiğini öğrendi. Türbesi, yüksek zâtların bulunduğu bir kabristanda olup, hiçbir kimse uygunsuz bir hâlde o türbeye yaklaşamamaktadır. Hattâ Ömer bin Saîd hazretlerinin köyü ve o köyde bulunanlar, her türlü korkulacak hâllerden emindirler. O köye sığınmış olan birine bir kimse bir kötülük yapmak istese, o kimseye bir zarar veremeyeceği gibi, kendisi de derhâl bir belâ ile cezâlandırılır. Bu ve benzeri hâller çok defâ görülüp tecrübe edilmiştir. Bir kimsenin bir ihtiyâcı olur, bu ihtiyâcının görülmesi için bu zâtın türbesine gider ve bu zâtı vesîle ederek duâ ederse, Allahü teâlânın izni ile ihtiyâcı hâllolur.

Fakîh Ömer bin Saîd hazretleri, Resûlullah efendimizin şu hadîs-i şerîfini nakletmiştir: “Kim, her gün otuz üç defâ “Allahümme salli alâ Muhammedin salâten tekûnü leke ridâen ve lihakkıhi edâen” derse, vefât ettiğinde kabri ile Peygamberi Muhammed’in kabri arası açılır (Muhammed aleyhisselâmı görür).”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER ŞİRVÂNÎ



Büyük velîlerden. İsmi Ömer, lakabı Sirâcüddîn, künyesi Ebû Ali'dir. Şirvan'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1427 (H.831) târihinde vefat etti. Şirvan civârındaSerhâb Dağı eteğinde medfûndur.

Ömer Şirvânî, bulunduğu yerin âlimlerinden ilim öğrendi. Sonra Allahü teâlânın sevgili kullarından İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Mânevî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. İcâzet, diploma alıp, Tebriz'de hak yolun bilgilerini yaymaya memur edildi.

Ömer Şirvânî önceleri Tebriz'de Sungur Beyin binâ ettiği medresede müderrisdi. Çok ibâdet ederdi. Hocası İzzeddîn hazretlerini tanıması şöyle anlatılır:

Bir gün medresesinde İzzeddîn hazretlerinin ve talebelerinin bâzı halleri anlatıldı. Bu sözler üzerine talebelerini alıp Meraga şehrine, İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin dergâhına geldi. Şehre girişte halk kendisini büyük bir hürmetle karşıladı. Hemen kendisine ve talebelerine kalacakları yer gösterildi. Ömer Şirvânî hazretleri sonra talebelerini alıp, İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin dergâhına geldi ve görüşmek istedi. İzzeddîn hazretleri ise o sırada erbaîne girmiş, kırk gün kimseyle görüşmemek ve devamlı ibâdet etmek üzere bir yere kapanmıştı. Ömer Şirvânî bunun üzerine dergâhtaki görevliye sormayı tasarladığı sorular yerine; "Senin şeyhin bir zaman yalnız kalıp ibâdet etmekle yanına gelen bir talebeyi evliyâlık makâmına ulaştırırmış. Acabâ beni de bu mertebeye ulaştırabilir mi?" deyiverdi. Görevli kişi de; "Efendi siz bir ilim adamına benziyorsunuz. Bu nasıl söz? Elbette." diye cevap verdi. Bu konuşmaları içeriden İzzeddîn Türkmânî hazretleri işitti ve; "Ömer Efendi gel gel! Hazır ve münâsib olanı biz Rabbine kavuştururuz." buyurdu. Ömer Şirvânî bu sözleri duyunca, kalbindeki îtirazlar muhabbete, sevgiye dönüştü. Hemen yanına gidip, af diledi ve talebesi oldu. Hocasıyla berâber kaldığı ibâdet yerinde uyku ile uyanıklık arasında Peygamber efendimizi gördü ve Efendimizle konuşma şerefine ulaştı. Kısa zamanda mânevî ilimlerde yükselip, velîlik makâmına kavuştu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER BİN ZER


Tebe-i tâbiîn devri velîlerinden. İsmi Ömer bin Zer, künyesi Ebû Zer'dir. Aslen Hemedanlıdır. kûfe'de yaşadı. Vefât târihi bilinmemektedir.

Ömer bin Zer, Tâbiîn devri âlim ve velîlerinden Atâ, Mücâhid, Saîd bin Cübeyr, Tâvûs, İkrime, Ebü'z-Zübeyr, Nâfi', Şa'bî, babası Zer veŞakîk bin Ebû Vâil ve başkalarından ilim öğrendi. Hadîs rivâyet etti. Çok tesirli konuşurdu. Vâz ettiğinde dinleyenler hüngür hüngür ağlar, kendilerinden geçerlerdi. Ömer bin Zer vâzına başlarken; "Kardeşlerim! Göz yaşlarınızı bana ödünç verin." derdi. Bu sebeple bir gün oğlu; "Babacığım! Çok kimseler konuşup vâz ediyor. Hiç kimsenin gözü yaşarmıyor. Ama siz konuşurken herkes göz yaşı döküyor. Bunun sebebi nedir?" diye sordu. O da; "Oğlum! Ağıt tutması için ücretle getirilmiş kişi ile ölen çocuğu için ağlayan kadın hiç aynı olur mu?" diye cevap verdi.

Ömer bin Zer hazretleri bir gün cemâate; "Kalplerinizin katılığını, gözlerinizin donukluğunu ve câhilliğinizi bana yüklüyorsunuz. Allahü teâlânın kitâbından size nasîhat etmezsem beni suçluyorsunuz. Lâkin kim hayrı ararsa bulur." buyurdu.

Geceleri çok ibâdet eder ve bunun önemini anlatırdı. Gecelerin ibâdetle değerlendirilmesine dâir; "Ey insanlar! Gecelerin karanlıklarında kendiniz için ameller işleyin ki, Allahü teâlânın merhâmetine kavuşasınız. Gecenin ve gündüzün hayırları konusunda aldananlar tam aldanmış, onları değerlendirmeyenler mahrumiyete düşmüşlerdir. Zîrâ bir gece ve gündüz müminlerin Rabbine ibâdet ve emirlerine uyma vâsıtası kılınmıştır. Bunu gafletle geçirenler büyük vebal altındadır. Gönlünüzü Allahü teâlânın zikriyle diriltiniz. Çünkü kalpler ancak Allahü teâlânın zikriyle hayat bulur. Gecelerini ibâdetle geçiren nice kimse, kabirlerine gıbta edilecek şeyler götürür. Uyku ile geçirenler pişmanlık duyacak, Allahü teâlânın geceleri ibâdetle geçirenlere ikrâmlarını görünce, "Ah keşke biz de öyle olsaydık" diyeceklerdir. Gece ve gündüzlerin her sâniyesini ganîmet bilin ve değerlendirin ki, Allahü teâlânın rahmetine kavuşasınız." buyurdu.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe hazretleri oğlu Hammâd ile birlikte uzak olmasına rağmen Ömer bin Zer hazretlerinin mescidine gider terâvih namazı kılarlardı.

Ömer bin Zer hazretleri oğlu Zer vefât ettiğinde kabri başında onunla ilgili şu ibretli sözleri söyledi: "Ey oğlum! Allahü teâlâ sana rahmet etsin, senin yerinde olmak isterdim.

Yâ Rabbî! Sen sabra ecir, mükâfât vâd ediyorsun. Ona hakkımı helâl ettim. Oğlumun günâhlarını affet. Sen kerem sâhibisin.

Ey Zer! Seni burada bırakıp senden ayrılıyoruz. Zâten kalsak da bir faydamız dokunmaz."

Ömer bin Zer hazretlerinin çok kere yaptığı duâlarından biri de şuydu: "Yâ Rabbî! Katında sebredenlere vereceğin sevaplara bizi kavuşturacak hayırlar ihsan et. Bize şükür sâhiplerinin makâmına ulaştıracak şükür nasîb et. Bizi günâhlardan temizleyecek tövbe nasîb et ki sana yaklaşanların makâmına erelim. Bütün nîmetlerin ve hayırların sâhibi ancak sensin. Her türlü sıkıntı, keder ve musîbet ânında yalvarılan sensin. Senin takdirinden râzı olmayı ve sabrı nasîb et. Râzı olarak sana itâat edelim. Bize verdiğin nîmetler karşısında nîmetini arttırmanı isteyen sana boyun eğen kullar olmamızı sağlayacak şükür nasîb et. Yâ Rabbî! Senin katında bizim için îmândan daha faydalı bir şey yoktur. Sen bize îmânı nasîb ettin. Bizi îmândan mahrûm etme. Rahmetini ümîd ederek sana kavuşmayı isteriz. Ey Kerîm olan Rabbimiz..."

HADDİNİ BİLME

Bir defâsında İmâm-ı A'zam hazretlerinin annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna; "Oğlum git bu meseleyi Ömer bin Zer'e sor?" dedi. İmâm-ı A'zam hazretleri sormak için Ömer bin Zer'e gitti. Ömer bin Zer; "Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin." deyince, İmâm-ı Âzam; "Annemin emrine muhâlefet etmem." dedi. Ömer bin Zer; "Bu meselenin cevâbı nedir?" diye sordu. İmâm-ı A'zam meselenin cevâbını söyleyince, Ömer bin Zer de; "Öyleyse git, annene böyle söylediğimi bildir." dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER ZİYÂEDDÎN DAĞISTÂNÎ

Son devir Osmanlı âlim ve velîlerinden. 1849 (H.1266) senesinde Dağıstan'da Çerka'ya bağlı Miatlı köyünde doğdu. 1921 (H.1339) senesinde vefât etti. Kabri, İstanbul'da Süleymâniye Câmii hazîresindedir. Babası ulemâdan Abdullah Efendi olup, Avar Türklerindendir. Gençliğinde Şeyh Şâmil'in ve onun oğlu Gâzi Mehmed Paşanın maiyetinde Ruslara karşı senelerce savaşıp cihâd etti. Sonra İstanbul'a gidip tahsîlini yaptı. Hocası Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleridir. Ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenip icâzet aldı.

Hocası ona "Hâfız Ömer" diye hitâb ederdi. Hıfzı çok kuvvetliydi. Altı ayda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Ayrıca hadîs-i şerîf hâfızlığı da vardı. Zübdet-ül-Buhârî ve diğer bâzı hadîs-i şerîf kitaplarını ezberlemişti.

İlim tahsîlini tamamlayıp, icâzet aldıktan sonra, 1880 senesinde Edirne'de ikinci ordu alay müftülüğüne tâyin edildi. On altı sene bu vazîfeyi yaptı. Sonra on üç sene Malkara ve iki buçuk sene Tekirdağ kâdılığı yaptı.

Meşrûtiyetin îlânından sonra İstanbul'a, burada bir müddet kaldıktan sonra Medîne'ye gitti. Orada Mısır Hidivi Abbâs Halim Paşa ile tanışıp dâveti üzerine Mısır'a gitti. Bu sırada Birinci Dünyâ Harbi devâm ediyordu. Bir ara Mısır'da İngilizler tarafından hapsedildi. Sonra İstanbul'a döndü. Dârülhilâfe Medreset-ül-Mütehassısînde mezhebler ve hadîs ilmi dersleri verdi. Bu vazîfesinden sonra da Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin dergâhında üçüncü halîfesi olarak irşâd vazîfesini üstlendi. Ayrıca Râmûz-ül-Ehâdîs kitabını da okuttu.

Şeyhülislâmlık teklif edildiyse de kabûl etmedi.

Uzun boylu, büyük yüzlü, ak sakallı ve vakarlı olup, çok cömertti. Arapça, Farsça, Rusça ve Orta Asya Türk şivelerini bilirdi.

Mevlîd-i Şerîf (Lezgî dilinde), Kısâs-ı Enbiyâ (Lezgî), Fetevâ-yı Ömeriyye, Buhârî Şerîf'ten Sünen-iAkvâl-i Nebeviyye, Hadîs-i Erbeîn, Usûl-i İlm-i Hadîs, Zevâidi Zebîdî, Kırâat-i Aşere, Âdâb-ı Kırâat-ı Kur'ân-ı kerîm, Miftâh-ül-Kur'ân, Mûcizât-ül-Enbiyâ (manzum), Mirât-ı Kânûn-ı Esâsî, Terceme-i Zübdet-ül-Buhârî adlı eserleri vardır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ÖMER ZİYÂEDDÎN TAVÎLÎ

On dokuzuncu yüzyılda Irak’ta yaşamış olan evliyâdan. Osman et-Tavîlî hazretlerinin üçüncü oğludur. 1839 (H.1255) senesinde Tavila’da doğdu. 1900 (H.131 senesinde vefât etti.

Asîl, ilim ve fazîlet sâhibi bir âileden dünyâya gelen Ömer Ziyâeddîn Efendi, bulunduğu bölgenin medreselerine devâm ederek ilim tahsîl etti. Kerkük’teki Talabânî Medresesinde okuyarak ilmini artırdı. Bu medreseyi bitirerek yüksek ilim sâhibi oldu. İlim öğretmek ve insanlara İslâmiyeti anlatmak üzere Horaman’a döndü. Ders okutup talebe yetiştirmeye başladı. Bu sırada Nakşibendiyye yoluna intisâb etti. Daha babası hayattayken, ağabeyi Şeyh Muhammed Bahâeddîn’in sohbetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Ağabeyinin gözetimi altında babasından Nakşibendiyye yolundan hilâfet aldı.

Ömer Ziyâeddîn hazretleri haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınarak dünyâdan uzak bir hayat yaşadı. Dergâhlar, mescidler tesis ettirdi. Dergâhların tâmiri için talebelerini durmadan teşvik etti. Hanikin’de bir medreseyi, Kızarâbâd’da Sa’diye Medresesini, Köysancak’taki bir medreseyi ve Biyara’da üniversite ayarında bir medreseyi açtı. Ayrıca zamânımızdaki okullara benzeyen birçok mektepler açtı; bu ilim yuvaları da talebelerle dolup taştı. Bu okullarda okuyan talebelerin rahatlığını ve iâşesini temin etti. Ömer Ziyâeddîn hazretlerinin kurulması ve îmârı için çalıştığı dergâh ve medreselerden bir asır boyunca binlerce âlim ve velî yetişti.

Bu dergâhlarda ve medreselerde en yüksek derecede Kur’ân-ı kerîm hâfızlığı, fıkıh, hadîs, tefsîr usûlleri öğretildi. Kelâm, sarf, nahiv (gramer), matematik, mantık, astronomi, edebiyât, münâzara gibi önemli dersler okutuldu. Böylece zâhirî ve mânevî ilimlerle ilgili eğitim yapan bu mescid, dergâh ve medreselerin sayısı arttı. Nitekim 1892 senesinde Tavila’da ve 1896 senesinde Serdüşt’te diğer bir dergâh inşâ edildi.

Ömer Ziyâeddîn hazretleri kitapların çok pahalı olduğu bir zamanda, medreselere ve dergâhlara devam eden talebelerin faydalanması için bir kütüphâne kurdu. Özellikle Biyara’da kurduğu kütüphânede değişik ilim ve fenlerle ilgili on bine yakın kıymetli ana kaynak kitap bulundurdu.

Şeyh Ömer Ziyâeddîn’in; Muhiddîn, Alâeddîn, Necmeddîn, Nizâmeddîn, Cemil, Kâmil ve Nâib adında ilim ve fazîlet sâhibi oğulları vardı. Bu oğulları ilim, ibâdet ve takvâlarıyla babalarının yolunu devâm ettirdiler.

Ömer Ziyâeddîn hazretlerinin birçok kerâmetleri görüldü. Bir defâsında Senendec kasabasına gitti. Bu beldenin müftüsü olan Molla Lütfullah Efendi, Şeyh Ömer Ziyâeddîn’i birkaç defâ evine dâvet etti. Ömer Ziyâeddîn hazretleri bir mâzeret beyân ederek dâvete icâbet etmedi. Bir gün müftünün ısrarlı dâveti karşısında onu kıramadı. Yanında bulunanlarla birlikte dâvete icâbet etti. Müftünün evinin kapısına geldiği zaman eşiğin önünde durdu ve; “Estağfirullah.” diyerek birkaç adım geri çekildi. Ev sâhibinden kazma ve kürek istedi. Onun emri üzerine eşiğin bulunduğu yer bir insan boyu kazıldı. Bu derinliğe ulaştıklarında bir mermer taşın olduğu görüldü. Taş yukarıya çıkartıldığında üzerinde “Bismillâhirrahmânirrahîm, lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” yazısının bulunduğunu hayretle gördüler. Ömer Ziyâeddîn hazretleri; “Kapı eşiği altında böyle bir yazı varken, üzerinden nasıl atlayıp geçebiliriz.” buyurarak bir kerâmetini izhâr etti.

Şeyh Ömer Ziyâeddîn hazretleri ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve İslâmiyeti anlatmakla geçirdikten sonra, 1900 (H.131 senesinde vefât etti.

Bir gün Molla Abdülkâdir, Ömer Ziyâeddin ve diğer bâzı talebeleri ile Horaman’a gitmek üzere yola çıkmıştı. Molla Abdülkâdir ilimde oldukça yükselmiş, Ömer Ziyâeddin Efendinin kerâmetini görüp öyle bağlanmak istiyordu. Yolda, ikindi vakti, yolun kenârında dokuz-on kişinin üzerinde rahatça cemâatle namaz kılabilecekleri bir kayalık yere geldiler. Ömer Ziyâeddin Efendi ikindi namazını burada kılmayı emretti. Namazdan sonra Molla Abdülkâdir’e; “Benden bir şey istemiştiniz. İşte isteğinizin vakti geldi.” buyurdu ve meâlen; “Eğer biz bu Kur’ân-ı kerîmi bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla, baş eğerek parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr sûresi: 21) âyet-i kerîmesini okudu. Bu esnâda üzerinde bulundukları kaya ikiye ayrılmış, Ömer Ziyâeddîn’in oturduğu kısım diğerlerinin oturduğu kısımdan ayrılmıştı. Bunu gören Molla Abdülkâdir, özür dileyerek Ömer Ziyâeddîn Efendinin talebesi oldu.
 
Üst Alt