Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (L)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
LADİKLİ HACI AHMED AĞA

Konya velîlerinden Ladikli Hacı Ahmed ağa (1888-1969) Konya'ya bağlı Ladik kasabasında doğdu. Babasının adı Mehmet, annesinin adı ise Emine'dir.


Gayet cömert, vakar, temkin ve itidal ehli idi. Sükutu ihtiyar eden, ihtiyaç halinde konuşurlar.

Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için, ondan manevi ilimler almış olup, İlm-i Hikmette yekta idi.

Kendisini Hakk’ın rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi. Kendisine bir şey sorulduğu zaman;
-Durun gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm.. der, gider Hızır Aleyhisselam’a sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz ve geri çevirmezdi.

Hacı Ahmed Ağa, 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Mübarek kabri şerifleri Ladik mezarlığındadır.

Kerâmet var kerâmetin içinde

Konu keramete gelip çatınca:

- Takmayın kafanıza bunları oğlum! Kerâmet var kerâmetin içinde... Amma madem ki yârenliğin ucunu ganattınız söğleğim: Bu kerâmet dediğiniz şeyler, kudretine azametine payân olmayan Allah'ın ilerde olacak şeyleri böğünden göstermesi gibi bir şeydir.

Mesela ben bazı misafirlerime, yaz ortasında kış, kış ortasında yaz meyveleri ikram ederim... Hatırları hoş olsun diye...

Rabbimin bir lutfu bu, ihsanı... Bunun hakikatını açamam size. Üstündeki örtüyü kaldıramam. Doğru değil, uygun da olmaz. Anadan üryan soyunmaya benzer bu sizin karşınızda.


Amma meselâ bunlara benzer şeyler olacak ilerde. Şidilerde bizim memlekâtımızda pek yok, olsa da yaygın değil amma, ilerde camlı bahçalar olacak... Kış ortasında yaz avarı yetiştirilecek o camlı bahçalarda. Fenne devredilecek bu kerâmet o zaman yani...



O da Allah'ın işi, bu da Allah'ın işi. Allah verirse verir, vermezsevermez. O istemeyince bir şey olmaz. Bir şeyi isteyebilmemiz için, O'nun o şeyi istememizi istemesi lazım.


Allah bir kuluna kerâmet kapısı açınca, depelerine çıkılmaz cebel cebel dağları, kum taneleri gibi küçültüverir ona, derdi.
Bir itirazın varsa dışarı vur

Ahmed Ağa'nın cigarasına takıldı bir adam bir gün.


"-Ahmed Ağa'yı bir de evliyadan diller... Evliyanın işi ne mekruhtla yaav? Fesübhanallah!..." diye içinden geçirirken, Ahmed ağa, hiç o değilden, sanki ona değil de bir başkasına söylüyormuş gibi konuştu:
- Oğlum, dedi, gönliünde dedikodu yapıp durma! İçini gıybetle bulandırma! Eğer bir safran, tafran bişiyin varsa dışına kus da, kurtul geç!
"-Kime söylüyor acaba bunları?" diye kıvranmaya başladı adam. Çünkü mecliste Ahmed Ağa'dan başka bir şey söyleyen, bir şey soran yoktu.
O adam, "-Kime söylüyor acaba bunları?" diye içinden iç geçirince, Ahmed Ağa:
- Sana söğleryorum oğlum, sana! Kime olacak sana! Kalbinde sakladığın teşviş, fitne olur san! Önünü keser durur! Gönlüne saab ol! Bir itirazın varsa dışına vur! Tutma içinde... İçinde tuttuğun her şey yara olur. İçinde tutulacak şey vaar, tutulmayacak şey var. Bunları ayıramazsan hayatın heder olur, der.


Nasıl bir Hızır bekliyordun?

Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa'ya:
- Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!..
Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş:
- Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.


Ahmed Ağa'nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar... Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
-Biseciii! Bise alırmısınız efendiii?
Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
Ne desin Kaymakam?
- Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?
- Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de... Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını:
- Biseciii! Bise alan, katran alan...
Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti... Fesûbhanallah! çekmiş.

Bir müddet sonra tekrar Ladik'e gittiği zaman:
- Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
- Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır'ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam şaşkınlık içinde:
- Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
- Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi?
- Geldi?
- Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi?
- Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam?
- İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!... Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse... Gördün işte gayrı... Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de... demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama.... Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii..

Çölde Bir Mehmetçik


Ladikli Hacı Ahmed Ağa, 1389 Seferberliğinde cepheye gitti. Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebelerine katılarak kahramanca çarpıştı. Daha sonra; Makedonya'da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koştu.

Hacı Ahmed Ağa anlatıyor:


"-Şimdiki yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizler'ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla'ma yönelmiş, O'na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti...

Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.

Atlı bize yaklaştı ve bana..:
-Esselamüaleyküm..! Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım..!
Diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım..
-Kalkmaya mecalim yok.. dedim.
Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
-Sana su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi.
Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim... kana kana..!


Mubarek Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.
Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!

Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a..:

-Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.

Mubarek Zat bana..:
-Ahmet Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz... dedi ve ilave etti..:
-Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin.
Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi ve kayboldu.

Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar..:

-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun! dediler.
Ben de :
-Siz beni nöbetçi subayına götürün.. dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.

Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine...:

-Beni kurtaran kimsenin size selamı var..! deyince..
Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve ..:
-Nasıl oldu, bir daha anlat..!

Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha da artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:

-Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor... dedi.

Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve bana :
-Ahmed, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme!.. dedi, gitti.

Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim.

İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum.
Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.

Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.
-Yaa Rab..! Sen muhafaza eyle.! Diyerek , Rabbıma niyaz ettim.

Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Vücudumun bütün kılları , adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp;
Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim..!


İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum ;çünkü;
-Geleceğim... demişti.
Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu...
Tam oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.

İşte o günden sonra, hemen hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun olurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
LÂMİÎ ÇELEBİ



Osmanlılar zamânında yetişmiş âlim ve velî. İsmi Mahmûd olup babasınınki Osman'dır. Lâmiî Çelebi diye meşhur oldu. 1472 (H.877) de Bursa'da doğdu. Zamânının büyük âlimlerinden zâhirî ilimleri öğrendi. Tasavvufta, Seyyid Emîr Ahmed Buhârî hazretlerine intisâb ederek, onun talebesi olmakla şereflendi.

Lâmiî Çelebi'nin babası Osman Çelebi, Sultan İkinci Bâyezîd'in hazîne defterdârıydı. Osman Çelebi'nin de babası Nakkâş Ali Paşa, devrinin en şöhretli sanatkârıydı. Tîmûr Hân onu Semerkand'a götürdü. Bir müddet orada kalanAli Paşa, Bursa'ya döndüğünde, Yeşil Câmi ve Yeşil Türbe'nin iç nakışlarını yaparak büyük hizmetler yaptı. Lâmiî Çelebi'yi annesi Dilşâd Hâtun yetiştirdi. Lâmiî Çelebi, devrinin büyük âlimlerinden Molla Ehâveyn ve Molla Muhammed bin Hasanzâde'den; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini öğrendi. Talebelik hayâtında tasavvufa karşı oldukça temâyülü vardı. Bu sebeple Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolundaki evliyânın büyüklerinden İstanbul'da Seyyid Emîr Ahmed Çelebi'nin derslerine katılarak, ona talebe oldu. Tasavvuf yolunda, o büyük zâtın teveccühleri, feyz ve bereketleri ile olgunlaşıp, kâmil bir insan oldu.

Lâmiî Çelebi, Şeyh Rüstem Halîfe ile aralarında geçen bir hâtırâsını şöyle anlattı: "Rüstem Halîfe, önceleri Zeyniyye tarîkatinde Hacı Halîfe'nin talebesi olmuş görünüyorsa da, davranışları, onun Üveysîlere benzediğini gösteriyordu. O sıralarda gözüme bir ağrı girmişti. Yaptırdığım tedâvîlerden hiçbir fayda görememiştim. Rüstem Halîfe bana dedi ki: "Gençliğimde benim de gözüm ağrımıştı. Senin gibi çeşitli şeylere başvurmuştum. Fakat hiçbiri netice vermemişti. Bir gün yolda giderken, karşıma biri çıktı. Daha bir şey söylemeden bana; "Evlâd! Gözlerinin ağrılarından kurtulmak istiyorsan, müekked sünnetlerin sonundaki rekatlerde Mu'avvizeteyn'i (Felâk ve Nâs sûrelerini) oku. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulursun." dedi. Ben de onun dediği gibi hareket ettim. Hamdolsun ondan sonra gözlerim ağrımadı. Sizin de öyle yapmanızı tavsiye ederim." RüstemHalîfe'ye; "O yiğit kimdi?" diye sordum. Cevâbında; "Hızır aleyhisselâmdı." dedi. Ben de müekked sünnetlerin son rekatlerinde Mu'avvizeteyn'i okudum. Rabbime sonsuz şükürler olsun, göz ağrılarından kurtuldum."

Lâmiî Çelebi, 1512 de dört bin akçelik bir vakıf kurdu. 1531 (H.93 de Bursa'da vefât edince, dedesi Nakkâş Ali'nin yaptırdığı mescidin avlusuna defnedildi. Şu anda sâdece baş taşı kalan mezârında, girift sülüsle "El-merhûm Şeyh Lâmiî bin Osman" yazısı vardır. Büyük âlim Molla Abdurrahmân Câmî hazretlerinin Şevâhid-ün-Nübüvve ve Nefehât-ül-Üns'ünü tercüme ettiği için, "Câmî-i Rûm" diye şöhret bulmuştu. Nefehât'ı tercüme ettikten sonra, ona ilâveler de yaparak eseri daha da genişletti. Sonra Fettâh Nişâbûrî'nin Hüsn-i Dil'ini tercüme edip, Yavuz Sultan Selîm Hana takdîm etti.

Tercüme ettiği kitaplar pekçoktur. Şeref-ül-İnsan isimli eserinin mukaddimesinde, yazdığı kitaplarını şöyle kaydeder: Resâil, Şevâhid-ün-Nübüvve, Nefehât-ül-Üns Tercümesi, Risâle-i Tasavvuf, Hüsn-i Dil, Münâzarât-i Behâr ü Şitâ, Şerh-i Dibâce-i Gülistan, Münşeât-i Mekâtip, Hall-i Muamma-i Mîr Hüseyin, Risâle-i Arûz, Menâkıb-ı Üveys-i Karnî, İbretnâme, Risâle-i Resûl minel-Fünûn, Mevlid-ir-Resûl, Maktel-i İmâm Hüseyin, Şem'u Pervâne, Gûy ü Çevgân, Ferhatnâme, Kıssâ-ı Evlâd-ı Câbir, Lügât-ı Manzûme, Risâle-i Bâl, Şehrengiz, Dîvân-ı Eş'ar.

Bu eserleri dışında, İstanbul kütüphânelerinin bâzılarında da birkaç risâlesine tesâdüf edilmiştir. Bunlar; Üniversite Kütüphânesi Türkçe yazmalar kısmı 3182 numarada kayıtlı Risâle-i Nefs-ül-Emr ile, AliEmîrî Kütüphânesinde 380 numarada kayıtlı Külliyât'tır. Bu Külliyât'ın içinde; Fedâil-i Şiir ve Şâirân, Hayretnâme, Heft Peyker ve Hirednâme isimli risâleleri vardır.

Eserlerinin büyük bir kısmı tasavvuf ile ilgilidir. Mevlânâ Câmiî hazretlerinin Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds'ünü Türkçeye çevirip, Fütûh-ül-Mücâhidîn li Tervîhi Kulûb-il-Müşâhidîn ismini vermiştir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
LEYS BİN SA'D

Tebe-i tâbiînin ve evliyânın büyüklerinden, Mısır'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden. Adı, Leys bin Sa'd bin Abdurrahman el-Fehmî, künyesi Ebu'l-Hâris'tir. Âilesi İran'ın İsfehan şehrinden olup 772 (H.94) yılında Mısır'ın Kalkaşen kazasında doğdu. Mısır ve Hicaz âlimlerinden ilim tahsil edip, Mısır'da hadîs ve fıkıh tedrisâtıyla meşgûl oldu. Bu ilimlerde, zamanının en üstünlerinden idi. Çok cömert olup, malının tamamını çok kere Allah rızâsı için fakirlere dağıtırdı. 791 (H.175) yılında vefât etti. Kabri, Mısır'da "Karâfet-üs-Sugrâ"da olup, meşhûr ziyâretgâhlardan biridir. Doğum ve vefât tarihleri hususunda başka rivâyetler de vardır.

Leys bin Sa'd hazretleri, fıkıhda ve hadîsde Mısır halkının imâmı, âlimi idi. Mutlak müctehidlerden olup, mezhebi kitaplara yazılamadığı için unutuldu. Onun hakkında, dört hak mezhebten birinin imâmı olan İmâm-ı Şafiî'nin çok hüsn-i zannı vardı. Hattâ İbni Hibbân, İmâm-ı Şâfiî'nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir. "Leys bin Sa'd, İmâm-ı Mâlik'ten daha fakih idi. Şu kadar var ki, onu talebeleri zâyi' ettiler." Ya'nî, O'ndan öğrendiklerini kitaplara yazmadılar. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel de: "Leys, ilmi çok ve rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri sahîh olan bir zâttır. Şu Mısırlılar arasında ondan sağlam olanı yoktur. Ben, Leys bin Sa'd'ın bir benzerini görmedim" demiştir. İbn-i Sa'd da Tabakât'ında: "Leys bin Sa'd, yaşadığı asırda fetvâ ile uğraşırdı. Hadîs ilminde sika, güvenilir bir râvi olup, çok hadîs-i şerîf bildirmiştir" demektedir. Ayrıca O, şerefi yüksek ve cömert bir kimse idi. Tâbiînden ellinin üzerinde âlimle, Tebe-i tâbiînden de yüz elliden fazla kimse ile görüşmüştür. Bunlardan Nâfî Mevlâ ibn-i Ömer, İbn-i Şihâb-ı Zührî, İbn-i Ebî Melîke, Yahyâ bin Saîd el-Ensârî ve onun kardeşi Abdurrahmân bin Saîd, Hişâm bin Urve, Atâ bin Ebî Rebâh, Bükeyr bin el-Eşec, Hâris bin Ya'kûb ve daha pekçok âlimden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de Muhammed bin Iclân, Hişâm bin Sa'd, Yahyâ bin İshâk es-Sılhînî, Ebû Seleme el-Huzâî ve daha birçok âlim ondan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Abdullah bin Ahmed, İmâm-ı Mâlik bin Enes'ten rivâyet ederek diyor ki: "Hadîs bakımından insanların en sağlamı, Mukbirî'den daha çok Leys bin Sa'd idi. O, Ebû Hüreyre'den kendisinin rivâyet ettiklerini ve babasının O'ndan rivâyet ettiklerini ayırıyordu." Ebû Dâvûd da: "Mısır'da hadîs bakımındanLeys bin Sa'd'den daha sağlamı yoktur. Amr bin Hâris de O'na yakındır" dedi. Hadîs ilminde yüksek derecelere varan daha birçok âlim, Leys bin Sa'd'ın sika, güvenilir, sadûk, hadîste rivâyeti sağlam bir râvi olduğunu haber vermektedirler. Bir ara Bağdat'a gidip, orada da hadîs-i şerîf ilmini tahsîl etti. İbn-i Şihâb-ıZührî'den çok ilim öğrendi. Mısır'dan 777 (H.161) senesinde Şevvâl ayında çıkıp, Kurban Bayramında Bağdat'a vardı.

Leys bin Sa'd, fıkıh ilminde de çok büyük bir âlimdi. İmâm-ı Şâfiî ve İbn-i Hıbbân'ın, bu hususta onun hakkında bildirdikleri yukarıda anlatılmıştı. Harmele bin Yahyâ da, onun fıkıh ilmindeki üstünlüğünü nakletmektedir. Yahyâ bin Bükeyr de, Şerahbil bin Cemil'den naklederek şöyle bildiriyor: "Emevî halifelerinden Hişâm bin Abdülmelik zamanındaki insanlara yetiştim. O zamanda çok âlimler vardı. Yezid bin Ebî Hubeyb ve diğerleri Mısır'da bulunuyordu. Leys bin Sa'd, o zaman çok gençti. Fakat herkes onun fazîletini ve haramlardan çok sakınmasını biliyorlar ve yanına gidiyorlardı. Ben, Leys bin Sa'd'dan daha mükemmelini görmedim. O, fakîh bir zât olup, Arapçanın nahv bilgisine sâhipti. Çok güzel Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hadîs-i şerîfler ve şiirleri ezberliyordu. Müzâkeresi çok güzeldi. Onun gibisini görmedim."

Yûsuf bin İsmâil en Nebhânî, Câmiu kerâmât-il-evliyâ adındaki eserinde şöyle yazıyor: "Leys bin Sa'd, müctehid din imâmlarının en büyüklerinden biriydi. Eshâb-ı kirâmdan veTâbiînden sonra, bu dîn-i mübîne en çok hizmet edenlerdendir. Bir defâsında ev yaptı. Onu çekemiyenlerden İbn-i Refâ'a, ona inadından gelip bir gece evini yıktı. İkinci defa tekrar yaptı, yine geceleyin yıktı. Üçüncüsünde İbn-i Refâ'a'ya felc isâbet etti ve bir müddet sonra öldü.

Leys bin Sa'd, çok cömert olup, malı çok fazla idi. Senelik geliri 80.000 dinardı. Bunların hepsini Allah rızâsı için fakirlere dağıtır, elinde bir şey kalmazdı. Bunun için kendisine hiç zekât farz olmadı. Her gün fakirlere 360 altın sadaka vermeden kimse ile konuşmazdı ve buyururdu ki: "Benden bir sadaka veya hediye kabûl eden kimsenin bende olan hakkı, benim onda olan hakkımdan daha büyüktür. Çünkü o, benden, benim için Allahü teâlâya yakınlık vesîlesi olan bir şeyi kabûl etmiştir."

Bir gün hasta olan İmâm-ı Abdullah'ı ziyârete gitti. Onu ağlıyor görünce, "Ey Abdullah, neden ağlıyorsun?" diye sordu. O, "Bin dînar borcum var!" dedi. İmâm-ı Leys hizmetçisine o kadar parayı getirtti ve borcunu ödedi. Yine bir gün kadının biri İmâm-ı Leys'e gelerek kocasının hasta olduğunu ve evlerinde hiç bal bulunmadığını söyledi ve elindeki küçük kaba bal doldurmasını istedi. İmâm-ı Leys, kendine 6,5 kg. Büyüklüğünde bir kap dolusu bal verilmesini emretti. Yanındakiler:"Kadının istediği bir şişe baldır" deyince, İmâm-ı Leys: "Kadıncağız kendi hâlince istedi, biz de ona kendi hâlimizce yardım ettik" diye cevap verdi.

İmâm-ı Leys'in oğlu Şuayb şöyle anlatıyor: "Bir keresinde babamla birlikte hacca gitmiştik. Medîne'ye gidince, Mâlik bin Enes, kendisine bir tabak yaş hurma gönderdi. Babam da, tabağa bin dinar altın koyup geri gönderdi."

Bir gün kendisine üç kişi birlikte gelip fakir olduklarını söylediler. Onların her birine bin dinâr altın verdi. Yine bir defasında İbnü'l-Hey'a'nın evi yanmıştı. Ona da bin dinar altın gönderdi. Kadı Mansûr bin Ammâr'a da bin dinar gönderdi ve dedi ki: Bunu oğlum Şuayb duymasın. Zîrâ bunu size az görür. Şuayb'ın bundan haberi yoktu. O da Kadı Mansûr'a, babasınınkinden bir dinar eksik gönderdi ve dedi ki: "Babamın verdiği gibi olmasın diye bir dinar eksik gönderdim."

Kadı Mansûr bin Ammâr şöyle anlatıyor: Ben bir zamanlar Mısır'da en büyük câmide vâz ve nasîhat ederdim. Bir cuma günü idi. İki kişinin kapı önüne gelip beni dinlediklerini gördüm. Cuma namazı bitince, o iki kimse bana: "Leys bin Sa'd hazretleri sizi yanına çağırıyor" dediler. Ben de, "Peki! geliyorum" dedim. Huzûruna varıp selâm verdim. Selâmımı aldı ve bana: "Câmide vâz eden sen misin?" diye sordu. Ben de: "Evet, benim!" dedim. Bunun üzerine bana dedi ki; "Allahü teâlâ senden râzı olsun! Şimdi de gel, yanıma otur ve câmide konuştuklarını burada da anlat?" Yanında birkaç kişi daha vardı. Ben de, Cennet ve Cehennem hakkında konuştum. Bu sırada baktım ki, Leys hazretleri ağlıyor. Öyle ağladı ki, kendinden geçip bayılmıştı. Bir müddet sonra ayıldı ve eli ile bana artık dur, diye işâret etti ve sonra bana, "Adın nedir?" diye sordu. Ben de adımın Mansûr olduğunu söyledim. Sonra, "Kimin oğlusun?" dedi. Ben Ammâr'ın oğlu olduğumu söyledim. Bana "Sen Ebû Serî misin?" diye sordu. Ben de: "Evet! Ben Ebû Serî'yim diye cevap verdim. Bunun üzerine bana: "Sen, Salâtîn (sultanların yaptırdığı büyük) câmilerde vâz ve nasîhat etmeye devam et! Zîrâ ben, Allahü teâlâdan senden daha iyi bahseden birisini göremiyorum. Allaha hamd olsun ki, seni görmeden evvel benim canımı almadı." Sonra da bir hizmetçisini çağırdı. Hizmetçisi hemen geldi ve ona: "Şöyle şöyle bir kese vardı. Onu alıp getir!" buyurdu. Hizmetçi gidip söylediği keseyi getirdi, içinde tam bin dinar vardı. Bunu bana verdi ve buyurdu ki: "Sen her zaman böyle vâz et ve yanıma gel, bir kese al! Ben her sene sana bu kadar yânî bin dinar veririm." Ben de; "Ey efendim! Bu bana Allahü teâlânın sizin vasıtanız ile bahşettiği büyük bir nîmetidir" dedim.

İkinci Cuma günü gelince, tekrar yanına geldim. Yine bir şeyler anlatmamı istedi. Konuşmaya başladığım zaman, ağlamaya başladı. O kadar ki, kendinden geçip bayıldı. Bu hâli Allah sevgisinin kendisinde çokluğundandı. Ben de konuşmayı kestim. Bir müddet sonra yine ayıldı ve bana bir kese uzattı. Baktım ki, içinde tam beş yüz dinar vardı. Ben de: "Allahü teâlâ sizden râzı olsun! Ben, sizden başka kimseden bu cömertliği görmedim" dedim.

Diğer hafta, üçüncü Cuma günü gelince, namazdan sonra yine yanına uğradım. Bana, yine bir şeyler anlatmamı buyurdu. Ben de, konuşmaya başladım. Baktım ki, yine ağlamaya başladı. Uzun müddet ağlaması devam etti. Sonra bana: "Şu sedirin altında bir kese vardır. Onu al!" buyurdu. Ben de aldım. İçinde 300 dinar vardı.

Başka bir zaman, huzûruna gittim ve dedim ki: "Ey efendim! Ben hacca gitmek niyetindeyim. Onun için sizinle vedâlaşmaya geldim." Bunun üzerine Leys bin Sa'd hazretleri, bir hizmetçisini yanına çağırdı. Hizmetçi huzûruna geldiği vakit, O'na: "Git, hemen ihramlıkları getir ve Mansûr'a ver!Onun ihramları da bizden olsun!" buyurdu. O da, "Peki!" deyip gitti. Bir müddet sonra geldi. Elinde bir bohça vardı. Bohçanın içinde tam 40 ihramlık bulunuyordu. Ben de: "Allahü teâlâ râzı olsun! Ben bu kadar ihramlığı ne yapayım. Bana ikisi yeter! Diğerleri fazladır. Onun için ikisini alayım, diğerleri kalsın!" dedim. Bana, "Ey Mansûr! Sen cömert bir kimsesin. Sana bir kavim arkadaş olur. Sen de bu ihramlıkları onlara dağıtırsın. Bu ihramlıkları getiren hizmetçim de sana hediyem olsun!" Hizmetçisini de bana verdi.

Leys bin Sa'd çok misâfirperverdi. Gittiği ve bulunduğu her yerde mutlaka misâfir ağırlamaya çalışırdı. Abdullah bin Sâlih diyor ki: "Ben, Leys bin Sa'd ile beraber tam yirmi sene kaldım. Sabah ve akşam yemeğini hiç yalnız yediğini görmedim. Yemeklerini muhakkak misâfirlerle, et yemeğini ancak hasta olduğu zaman yerdi.

Leys bin Sa'd, ilimde ve mârifette yüksek derecelere kavuşmuş olduğundan her sözü hikmetli, dinleyenleri iknâ edici idi. Kendisi şöyle anlatıyor:

Bir zamanlar halife Hârun Reşîd'in yanına gittim. Bana; "Ey Leys! Sizin memleketinizin insanları ne hâldedir?" diye sordu. Ben; "Memleketimizin hâli, Nil nehrinin hâli gibidir. Nasıl Nil nehrinin rengi, onun kaynağına, başına bağlı ise, bizim iyiliğimiz, başımızdaki reisimize bağlıdır. Eğer Nil nehrinin kaynağı bulanık olursa, Nil nehri de bulanık akacaktır. Fakat nehrin başı saf ve berrak akarsa, Nil nehri de, o zaman saf ve temiz akacaktır." dedim. Bunun üzerine halife: "Çok doğru söyledin, ey Ebû Hâris (Leys)!" dedi.

FETVÂ VEREMEDİLER

Bir gün Hârun Reşîd ile hanımı Zübeyde, aralarında münâkaşa edip birbirlerine aşırı derece gücenmişlerdi. Bu esnâda Hârun Reşîd, hanımına: "Eğer ben Cennetlik olanlardan değilsem, vallahi sen benden boşsun!" deyip onu şartlı yemin ile boşadı. Fakat biraz sonra pişman olup, ikisi de çok üzüldüler. Bağdat'taki bütün âlimleri toplayıp, bu yemininin dînî hükmünü onlardan sordu. Fakat hiçbir âlim, bu yemin hakkında hâl çâresi olacak bir fetvâ veremedi. İslâm memleketlerinin herbirine yazı ile haber salınıp, bütün âlimleri Bağdat'ta topladı. Yemini hakkında onlara da sordu. Her biri ayrı şeyler söyleyip hiçbiri tatmin edici bir fetvâ veremedi. Bunlar arasındaMısır'dan gelenLeys bin Sa'd, meclisin en sonunda oturmuş hiç konuşmuyordu. Onun bu hâli Hârun Reşîd'in dikkatini çekti ve hizmetçisine; "Şu meclisin sonundaki ihtiyar âlime git ve niçin konuşmadığını sor!" dedi. Leys bin Sa'd da: "Diğer âlimlerin hepsi konuştular. Halife de onları dinledi" buyurdu. Bunun üzerine halife Hârun Reşîd şöyle dedi: "Eğer birkaç âlimin cevâbı ile yetinseydim, zaten Bağdat'ta binlerce âlim vardı. Bu kadar çok âlimin katıldığı bu meclisi kurdum ki, herkesin ilmine müracaat edeyim ve böylece beni tatmin eden bir cevap bulabileyim!" O zaman Leys bin Sa'd: "Benim fikrimi almak isterseniz, emir buyurunuz, herkes dağılsın. Burada ikimiz yalnız kalalım. O zaman fikrimi sana açıklarım" buyurdu. Hârun Reşîd emîr verdi. Bütün âlimler oradan ayrıldı. Ancak halife ile Leys bin Sa'd ve bir de hizmetçisi kaldılar. Leys bin Sa'd; "Ey müminlerin emîri! Benim sana söylediklerim hakkında, bana bir teminat verir misin ki, her söylediğimden ve yaptığımdan bana zarar gelmesin?" dedi. Halife; "Evet! Sana her türlü teminat verilmiştir. Emin olabilirsin ki, sana hiçbir zarar gelmez." Bunun üzerine Leys bin Sa'd, bir Kur'ân-ı kerîm getirilmesini istedi ve halifeye dedi ki: "Ey müminlerin emîri! Şu mushafı eline al ve baştan sonuna kadar sayfa sayfa aç!O da aynen söylediği gibi tek tek açtı. Rahmân sûresine geldiği zaman, bu sûreyi okumasını söyledi. Sûrenin başından okumaya başladı. Tam; "Her kim ki, Allahü telâdan korkarsa, ona iki Cennet vardır!" âyet-i kerîmesine gelince; "Dur, ey müminlerin emîri! dedi. Halîfe, bu işten bir şey anlayamamıştı.Hattâ kızar gibi oldu. Önce verdiği sözü hatırlattıktan sonra Leys bin Sa'd, ona; "Sen, Allah'tan korkarsın değil mi?" diye sordu o da; "Vallahi, ben Allah'tan korkuyorum." dedi. O zaman Leys bin Sa'd da; "Ey müminlerin emîri, sana müjdeler olsun! Allahü teâlâ sana bir değil, iki Cennet verecektir." buyurdu. Halîfenin yeminine çâre olan fetvâyı işiten hanımı Zübeyde de çok sevindi. Halîfe ona; "Sen çok doğru söyledin ve iyi fetvâ verdin!" dedi. Bundan sonra da çeşitli ihsânlar ile Leys bin Sa'd'ı Mısır'a uğurladı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
LÜTFULLAH EFENDİ (El-Evvel)


On beşinci yüzyılda Anadolu'da yetişen evliyâdan. Emir Sultan hazretlerinin üçüncü halîfesidir. Fakîh Abdullah Efendi isminde bir zâtın oğludur. Doğum târihi bilinmemektedir. Karaman'da doğdu. 1488 (H.894) senesinde Bursa'da vefât etti.

Emîr Sultan hazretleri Bursa'ya gelirken, Karaman diyârına uğradı. Fakîh Abdullah Efendi isminde âlim bir zâtın evinde misâfir oldu. Fakîh Abdullah Efendi, büyük velî Emir Sultan hazretlerine pekçok ikrâmlarda bulundu. İkrâmlardan sonra sohbete geçildi.Emir Sultan hazretleri sohbet sırasındaFakîh Abdullah Efendiye; "Filan târihte senin bir oğlun dünyâya gelecek. Onun ismini Lütfullah koyarsın. O bizim oğlumuzdur." buyurdu. Emir Sultan hazretleri Karaman'dan ayrılıp gittikten sonra bildirdiği târihte Fakîh Abdullah Efendinin bir oğlu oldu. İsmini Lütfullah koydular.

Lütfullah Efendi büyüyüp erginlik çağına ulaşınca, zamânının usûlüne göre ilim tahsîl etti.Olgun bir kimse oldu. İlim tahsîli için Gelibolu'ya geldi. Orada aklî ve naklî ilimleri tahsîl etmekle meşgûl olduğu sırada Şeyh Bedreddîn Efendi Gelibolu'ya geldi. Lütfullah Efendi, İslâmiyetin emir ve yasaklarını insanlara anlatarak, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için gayret eden Şeyh Bedreddîn Efendi ile tanışıp sohbetlerine devâm etmeye başladı. Ona talebe olup hizmetinde bulundu. Bedreddîn Efendi ona, dergâhına odun getirme, namaz vakitlerinde imâmlık yapma ve çocuklarını okutma vazîfelerini verdi.Lütfullah Efendi bu vazîfeleri canla başla yürüterek kısa zamanda tasavvuf yolunda ilerledi.

Bir gün dağda odun keserken kalp gözü açıldı. Kendinde meydana gelen mânevî haller sebebiyle bayılıp yüzü koyun düştü. Ayıldıktan sonra hocası Şeyh Bedreddîn Efendinin huzûruna geldi. Başından geçenleri keşf yoluyla bilen Şeyh Bedreddîn Efendi, ona olanları anlatıverdi. Bu hâdiseden sonra hocasına daha çok bağlanan Lütfullah Efendi, hocasının emriyle riyâzetler ve mücâhedelere başladı. Nefsinin istediklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle tasavvuf yolunda ilerleyip yüksek mânevî derecelere kavuştu. Bedreddîn Efendi onun kemâle, olgunluğa eriştiğini görüp, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, talebe yetiştirmek husûsunda icâzet, diploma ile hilâfet verdi. Bedreddîn Efendinin vefâtından sonra onun talebelerine ders veren Lütfullah Efendi, insanlara vâz ve nasîhat ederek onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalıştı.

Lütfullah Efendi bir Cumâ günü Tire'deki Zinciriye Câmiinde müslümanlara vâz ve nasîhatte bulunuyordu. Fakat insanlar gâfil oldukları için onun vâzından fazla istifâde edemediler. Kürsünün önünde büyük bir taş vardı. Lütfullah Efendi cemâate; "Benim sözlerim size tesir etmedi. Fakat şu taşa tesir etti." buyurdu. Hakîkaten baktıklarında, bu büyük taş parça parça oldu. Lütfullah Efendinin bu kerâmetine şâhid olan insanlar, halsiz ve perişan oldular.

Lütfullah Efendi, güzel ahlâk sâhibi bir zât olduğu gibi, Allahü teâlâya çok ibâdet ederdi. Her gece teheccüd namazını câmide kılardı. O zaman Bursa'da Emir Sultan Câmiinde müezzin olan zât onun hakkında şöyle dedi: "Kırk yıldır bu câmide müezzin olarak hizmet ederim. Câmi-i şerîfe Lütfullah Efendiden önce gelmeye çok zaman gayret ettim fakat mümkün olmadı. Her ne zaman câmiye gelsem Lütfullah Efendiyi câmide ibâdet eder, Kur'ân-ı kerîm okur veyaAllahü teâlânın ism-i şerîfini zikreder bulurum."

Köse Şeyh diye bilinen bir zâtın dayısı Dâvûd Fakîh şöyle anlattı: "Bir defâ Emir Sultan hazretlerinin kabrini ziyârete gelmiştim. Akşam olunca, câmi içindeki kürsü üzerinde yattım. Gece yarısında câminin kapısı açıldı. Baktığımda, Lütfullah Efendinin içeri girdiğini gördüm. Ön tarafta bulunan hasırın bir kenarında iki rekat namaz kıldı. Selâm verdikten sonra namaz kıldığı yerin hemen bitişiğindeki kısma durup iki rekat daha namaz kıldı. Böylece o hasırın her yerinde ve câmideki diğer hasırların üzerinde olmak üzere ikişer rekat namaz kıldı. Sabah oluncaya kadar bu hâli devâm etti.

Mansûr Halîfe adında birisinden naklolunur ki: Lütfullah Efendinin bir dergâhı vardı. Kimseyi içeri almazdı. Sâdece bana izin vermişti. Ben orada Minhâc-ül-Âbidîn okurdum. Bir gün dersimiz vilâyet, velîlik ve kerâmet konusuna geldi. Ben bunun aslı yoktur, diye inkâr ettim. Lütfullah Efendi; "İnkâr etmeyin." buyurdu. Fakat ben inkârda ısrar ettim. Lütfullah Efendi gazâba gelip mübârek ayaklarını yere vurdu. Mübârek başı dergâhın tavanına kadar yükseldi. Sonra yerine oturup; "İnandın mı oğlum!" buyurdu. Ben şaşkın ve mahcûb bir halde kalkıp oradan ayrıldım.

Zâkir Hacı İbrâhim'den naklolunur ki: Lütfullah Efendinin asâsını taşırdım. Onun önünce asâsını götürüp iki defâ hacca gittik. Bir gün bir yerde çadır içinde otururken, siyah sakallı bir kimse içeri girdi. Şeyh Lütfullah Efendiyle müsâfeha etti. Gizlice bâzı şeyler konuştular. O kimse gideceği zaman, Şeyh Lütfullah Efendi kalkıp onu saygıyla yolcu etti. Biz cesâret edip soramadık. Oğulları Abdurrahmân Efendi o zâtın kim olduğunu sordu. Lütfullah Efendi; "O kimse, zamânın rehberidir." buyurdu.

Lütfullah Efendi tasavvuf yolunda Kutbiyyet makâmına ulaşmıştı. İki kızı ve iki oğlu vardı. Oğulları Abdurrahmân ve Abdülganî Efendilerdir. Kızlarından birini kendi yerine seccadenîşin bıraktığı Dâvûd Efendiyle evlendirmişti.

Lütfullah Efendi ilim, fazîlet ve güzel ahlâkıyla insanlara iyi örnek olduğu gibi, devlet ileri gelenlerine de zaman zaman yol gösterirdi. Sultan İkinci Bâyezîd Han kendisini saraya dâvet edince, o ilim ve fazîlette meşhûr olan Tuzlalı Yahyâ Efendi ile Yenişehirli Hacı Halîfeyi de berâberine alıp gitti. Cumâ namazını pâdişâh ile birlikte kıldılar. Pâdişâhın hâtırından, bu zâtlara vâz etmelerini teklif etmek geçti ve vâz edin dedi. Lütfullah Efendi Yahyâ Efendiye teklif etti. Yahyâ Efendi kürsüye çıkıp, Meryem sûresinin tefsirini yaptı. O meclis o derece hüzünlendi ki, ağlamadık kimse kalmadı. Daha sonra Pâdişâh Sultan İkcinci Bâyezîd Han bu zâtlara ikrâm ve ihsânlarda bulundu.

Lütfullah Efendi otuz bir yıl müddetle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, onların iki cihân saâdeti için çalıştı. Pekçok talebe yetiştirdi. Oğulları çok genç yaşta olduğu için dâmâdları Dâvûd Efendiyi yerine halîfe tâyin etti. 1488 (H.894) senesi Muharrem ayının sonunda bir Cumâ günü akşam namazından önce vefât etti. Emir Sultan Câmii bahçesinde defnedildi. Dâvûd Efendi, onun yerine geçti. Talebelerine ders verdi ve onun makâmında insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Lütfullah Efendinin Cenâhus-Sâlikîn adlı bir risâlesi vardır.

UYANIK BİR KİMSE BULAMADIM

Bir gün bir dânişmend, kâdı yardımcısı gelerek Lütfullah Efendiye intisab edip talebe oldu. Zâhiren onun üstünlüğünü kabûl ettiği halde, içinden kerâmet sâhibi olduğunu kabullenmedi. Bir gece yarısından sonra Lütfullah Efendi dânişmendin odasının kapısını vurdu ve; "Kalk abdest al, mescide gidelim." buyurdu. Dânişmend kalkıp abdest aldı ve Lütfullah Efendiyi tâkib ederek mescide vardı. Lütfullah Efendi bir köşede namaza durdu. Dânişmend de bir kenarda namaz kılmaya başladı. Bir müddet sonra Lütfullah Efendi oturup sessizce Allahü teâlânın büyüklüğünü ve O'nun nîmetlerinin sonsuzluğunu düşünmeye, murâkabe etmeye başladı. Başını önüne eğdiği sırada, dânişmend onun yanına yaklaştı. Bakınca, Lütfullah Efendinin kaftanının kalıp gibi durduğunu fakat içinde Lütfullah Efendinin olmadığını gördü. Bu hal üzerine dânişmend heyecan ve korkuyla halsiz yere düştü. Biraz sonra Lütfullah Efendi gelip danişmende; "Kalk!" dedi. Dânişmend kalkınca, Lütfullah Efendi; "Batı ile doğu arasını gezdim, uyanık bir kimse bulamadım. Ancak Edirne'de bir Hak âşığını kitaba bakarken, Keşiş Dağındaki bir râhibi de puta taparken gördüm. Bir müddet sonra o Hak âşığı kimse dervişlerden olur, o râhib de müslüman olup, Allahü teâlânın sevdiği bir kul olur." buyurdu. Lütfullah Efendinin bu sözleri karşısında tamâmen şaşkınlaşan dânişmend, onun kerâmet sâhibi büyük bir velî olduğunu kabûl etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
LÜTFULLAH ÜSKÜBÎ


Sultan İkinci Bâyezîd zamânında Üsküp'de yaşamış büyük velîlerden. Abdullah-i İlâhî'nin talebelerindendir. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla mâlûmât verilmemektedir. Doğum ve vefât târihleri de bilinmemektedir. On altıncı asrın başlarında vefât ettiği sanılmaktadır. Üsküp dağlarında zâhidâne, herşeyden uzak, tek başına bir hayat yaşarken vefât etti. Üsküp, şu anda Yugoslavya sınırları içerisindedir.

İstanbul'da zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etmiş, güzel hâller ve fazîlet sâhibi, âlim bir kimseydi. Kalbinde velîlere karşı bir sevgi hâsıl oldu. Zamânındaki büyük zâtlarla ve tasavvuf yolunda bulunanlarla çok sohbet etti. O zaman Nakşibendî yolunda bulunan, velîlerin büyüklerinden, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebesi Şeyh Abdullah-i İlâhî İstanbul'da Zeyrek Câmiinde bulunuyordu. Lütfullah Üskübî, Abdullah-i İlâhî'nin hizmetinde ve sohbetlerinde bulundu. Yüksek mânevî hâllere ve makamlara kavuştu.

Abdullah-i İlâhî'nin hizmetine girişini şöyle anlatır: "Abdullah-ı İlâhî, mıknatıs gibi beni kendine çekti. Kalbim ona tutuldu. Bir gün arkadaşlarımla öğle namazını kılmak için Zeyrek Câmiine gittik. Namaz vaktini beklerken, hatırıma Abdullah-iİlâhî'nin velîlik derecesini ve kerâmet göstermedeki gücünü imtihân etmek geldi. Bu düşüncede bir köşede otururken, kıble tarafından bir el göründü. Fakat elin sâhibi görünmüyordu. Bu el, beni ileri çekti. Bir saf ileri geçtim. Aynı şekilde üç defâ çekti, ben de üç saf ileri geçtim. Sonra namaz vakti geldi, sünnetler kılındı. İkâmet getirildiğinde, Abdullah-i İlâhî odasından çıkıp bize öğle namazını kıldırdı.Namazdan sonra, onun elini öpmek için ileri vardım. Baktım ki, hocanın elleri, beni namazdan önce ileri çeken eldi. Bu hâdiseden Abdullah-i İlâhî'nin büyük bir velî olduğunu anladım. Beni ileri çekmesinden de, tasavvuf yolunda bu zavallıyı yüksek derecelere çıkaracağını anladım. Abdullah-ı İlâhî'yi imtihân etmeye kalkıştığım için özür dileyip, ellerini öptüm. Bana; "Bizi bir kere imtihân etmen kâfi gelmedi mi? Üç defâ imtihân ettin. Buna ne lüzûm vardı?" dedi. O anda çok utandım. Çok özürler dileyerek beni talebe olarak kabûl etmesi için yalvardım. Bu yalvarmalarım karşısında bana; "Bize hizmet etmek, talebe olmak çok zor iştir. Sen buna tâkat getiremezsin. Önce seni bir deneyelim. Talebeler için kullanılan boşalmış testileri eline alıp su getirebilir misin? Eğer bu işi yapabilirsen, seni kabûl edelim." dedi. Ben, hemen üzerimdeki elbisemi çıkardım. Testileri elime alıp zâviyeye su getirdim. Benim candan ve samîmî olarak bu işteki isteğimi görünce talebeliğe kabûl etti. Uzun zaman hizmetinde bulundum. Her emrini canla başla yerine getirdim. Hocama olan hizmet ve sevgim sebebiyle yüksek derecelere, mânevî hâllere kavuştum."

Lütfullah Üskübî, dâimâ ibâdet ve ilimle meşgûl olurdu. Çok ibâdet ederdi. İslâmiyetin emir ve yasaklarına son derece riâyet ederdi. Haramlardan, şüpheli şeylerden uzak dururdu. Kısaca, zühd ve verâ sâhibiydi. Üsküp dağlarından bir dağda ikâmet ederdi. Orada kuytu bir yerde, basit bir kulübede ibâdetle meşgûl olurdu. O civarda hayvanlarını otlatan müslüman olmıyan çobanlar, Lütfullah Efendinin gece-gündüz ibâdetlerini görürlerdi.

Onun Allahü teâlâya karşı olan muhabbetine, ibâdetlerine, zühdüne ve güzel ahlâkına bakarak, pekçoğu müslüman olmakla şereflendi. Hayâtının sonuna kadar bu hâl üzere yaşadı.
 
Üst Alt