Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (K)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KABAŞA

Köstendil velîlerinden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Aslen İştib kazasının bir köyündendir. Kabaşa diye meşhur olmuştur. Halîm, selîm, yumuşak huylu kerâmet sâhibi bir zâttı.

Gençliğinde gâyet cesur bir kimseydi. Bâzı kötü arkadaşlarla berâber olması sebebiyle bir müddet yol kesiciliğe heves edip gezip dolaşmış, sonra kendisinde bir hal meydana gelip bütün kötü işleri, sözleri ve hareketleri terk etmiş, köyündeki mallarını, çoluk-çocuğunu da bırakarak meczûbâne, mecnûnâne ve dîvâne bir halde dolaşmıştır. Çoğunlukla İştib, Kara Tuvâ ve Köstendil'de kalmıştır. Büyük küçük herkes kendisini severdi. Dâimâ sükût üzere olup, ağzında dili dâimâ bir şeyler okur gibi hareket ederdi. Fakat ne okuduğu anlaşılmazdı.

Bir gün Köstendil sâkinlerinden bir sipâhî, kış günü İstanbul'dan gelirken akşam vakti hava karlı ve gâyet fırtınalı imiş. Yolda Kabaşa'ya rastlayıp, selâm vermiş. Selâmını almış ve yol güzergâhını değiştirip Merîc Yalısına doğru gitmiş. Hattâ o sipâhînin hatırına; "Bu dîvane bu vakitte buralarda böyle yalnız ve yayan niçin gezer. Bu havada bir yerde helak olur, gider" diye gelmiş. Köstendil'e gece vakti gelip ertesi günü kahvehâneye gittiğinde Kabaşa'yı orada otururken görüp, hayretle Kabaşa'ya ne zaman geldin dediğinde; "Ne tûfan, ne bora idi o." deyip, başka bir şey konuşmamış.

Bahr-ul-Velâya kitabının müellifi Süleymân bin Hasan Köstendilî anlatır: "Yazın çoğunlukla çiftliğimizde kalırdım. Bir gün meczûb Kabaşa yalnız başına çiftliğe gelip, doğruca harman yerine vardı. İki üç gün harmanda ırgatlar ile sabahtan akşama kadar çalıştı. Bir sabah âniden ortalıktan kayboldu. Bir gün büyük kardeşim ÇelebiEfendi hazretlerinin konağında, birâderlerim Emîn Ağa, Abdullah Ağa ve bu fakîr dîvânhânede dururken Kabaşa çıkageldi. Bir direğe yaslanıp, uzun müddet hepimize baktı. Sonra bana yönelip, hayli zaman gözünü başka tarafa çevirmeden devamlı baktı. Bu sırada söylediği sözler ile hoş anlar geçti.

Bir gün Kabaşa, kalabalık bir kahvede oturuyordu. Bu sırada başını kaldırıp; "Bak şuna! Beyaz tazı tilkiyi tuttu." deyip güldü. Orada bulunanlar, buna hayret edip, bunu söylemekle ne demek istediğine dâir sözler söylendi. Şeyh Mustafa Efendinin oğlu da oradaydı. Onun bu sözü boş değildir, diyerek merakla beklediler. O sırada, dağdan avcılar gelip, kahvehânenin önünden geçtiler. Çantalarında bir tilki asılı idi. Şeyh MustafaEfendinin oğlu tilki sâhibine; "Bu tilkiyi hangi tazı tuttu, ne vakit tuttu." diye sordu. Avcı; "Şu beyaz tazı tuttu". Vakit olarak da Meczûb Kabaşa'nın o sözleri söylediği vakitte yakalandığını bildirdi.

SİNE SİNE

Bir sene yağmur yağmayıp, susuzluktan ekinler neredeyse kuruyup zâyi olacaktı. Halk perişanlık ve şaşkınlık içerisinde idi. Bir gün Kabaşa'nın bir direk üzerine binip "Sine sine, sine sine." dediğini görürler. Yanında bulunanlar onun bu sözünden bir şey anlamazlar ve; "Acabâ bu dîvânenin böyle söylemekten maksadı nedir?" derler. Bu sırada havada bulut yokken, birdenbire bulutlar görülür ve sine sine gâyet bol yağmur yağar. Birkaç gün devamlı sine sine yağmur yağıp, ekinler suya iyice kanmış. Allahü teâlânın izniyle kuraklık sıkıntısı gitmiş.

1) Bahr-ul-Vilâye
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KA'B-ÜL-AHBÂR


Tâbiînin tanınmışlarından. Evliyânın büyüklerinden. Rivâyeti çok olan bir zâttır. Müslüman olmadan önce, yahûdî âlimlerinin büyüklerindendi. Künyesi Ebû İshak'tır. Resûlullah'ın zamânına yetişti. Ancak bu sırada müslüman olma nîmetine kavuşamadı. Bir rivâyete göre, İslâmiyetle şereflenmek üzere, Resûlullah'ın huzûruna çıkmak için hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah'ın vefâtını ve bâzı Arapların irtidâdını (dinden çıkışlarını) duyunca geri döndü.

Hazret-i Ömer zamânında müslüman olduğu söylenir. Yemen'de doğdu. Hazret-i Ömer'in hilâfeti zamânında Medîne-i münevvereye geldi. Humus'ta yerleşti. Burada hazret-i Osman zamânında 652 (H.32) târihinde vefât etti. Vefâtı hakkında başka târihler de söylenmiştir.

Ka'b-ül-Ahbâr buyurur ki: "Allahü teâlâ, mümin kulunu sevdiği zaman, Cennet'te onun derecesini yükseltmek için, dünyâyı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyâda rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennem'in aşağı derecelerine düşürür."

"Kim zenginlere ve mal sâhiplerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir."

"Dünyâdan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur."

"Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz."

"Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim."

"Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nûrlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli; "Falan oğlu falan, evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor." derler."

"Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesîle (çâre, yol)dir."

"Allahü teâlâ, yersiz güleni, bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez."

"Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir."

"İdârecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar."

"Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ona gösterilse, ateşinin sıcaklığına aslâ dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız."

"Cehennem'de dört köprü vardır: Birincisinde, akrabâsı ile münâsebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınlık ve azgınlık yapanlar, dördüncüsünde, zulüm edenler oturur."

"Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün). Böyle yaparsa âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatâlarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür."

"Âlim mümin, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür."

"Câhil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sâdece övünmeleridir."

"Allahü teâlâya yemin ederim ki, su kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günâhları giderir."

"Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan, günâhlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür."

"Eğer sizden biriniz, iki rekat nâfile namazın sevâbını bilseydi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifâde etmek (açıklamak) mümkün değildir."

"Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünyâ belâ ve musîbetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir."

"Cennet'te ağlayan bir adam bulunur. Ona, niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehîdlik o kadar güzel ki, tekrar dünyâya döndürülüp, üç defâ daha şehîd olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehîd olamadığım için ağlıyorum."

"Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) dâvet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak; insanların, makam mevki sâhiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar; sözleri ile dünyâyı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Kadınların erkeklere karşı gelmesi gibi, bildiklerine aykırı hareket edecekler, yakınlarını başkalarının yanında görseler, darılacaklardır. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir."

"Kuşlar ve yerde bulunan haşereler, Cumâ günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler."

"Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür."

"İlim meclisinde bulunmanın sevâbı çoktur. İnsanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki sevâbı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeye kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı."

"Şöyle duydum: Sâlih insan kabre konur. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi amelleri etrâfını sarar. Azab melekleri geldiğinde karşılarına namaz çıkar. Onlara; "Bu şahıs, ayakları ile Allahü teâlânın huzûrunda durdu, namaz kıldı. Buna azab edemezsiniz." Sonra baş tarafından gelirler, bu defâ oruç karşılarına çıkar; "Bu baş, Allah için oruç tuttu, burada azâb edemezsiniz." der. Vücudun diğer kısımlarına gittiklerinde, hac ve cihâd gibi ibâdetler karşılarına çıkarlar. Ellerine geldiklerinde eller; "Allahü teâlânın rızâsı için bu eller sadaka vermiştir. Onun için azâb edemezsiniz." derler. Bütün bu durum karşısında azâb melekleri; "Mâdem ki dünyâda sâlih ve temiz bir kişi olarak yaşadın, güzel bir şekilde öldün, burada müsterih ol, rahat yat." derler. Sonra rahmet melekleri gelir. Cennet'ten ışık, yatak ve giyecek getirirler. Kabrini gözün görebildiği kadar genişletirler. Kabrini aydınlatırlar. Kıyâmete kadar kabri aydınlık kalır."

"Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâma verilen sevaptan verir."

"İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmeyen, onlara karşılık vermeyi terk etmeyen kimse sabırlı sayılmaz."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KABÛLÎ MUSTAFA EFENDİ

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. 1712 (H.1124) yılında Edirne'de vefât etti.

İlk tahsîli ve gençliğiyle ilgili bilgi bulunmamaktaysa da iyi bir tahsîl ve terbiye gördüğü anlaşılmaktadır. Edirne'de mahkeme başkâtibi olarak vazîfe yapmaktaydı. Devamlı velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okumakta ve hep onlar gibi olmaya gayret etmekteydi. Gönlü Allahü teâlânın sevgisi ile yanar, gece-gündüz ibâdetlerinde; "Yâ Rabbî! Beni evliyâdan eyle, senin velî kullarından olayım. Hiç olmazsa onlar gibi olayım." diye duâ ve niyâzda bulunurdu.

Edirne'de Eski Câmi adı ile anılan bir câmi, şehrin müslümanların eline geçtikten sonra yapılan ilk mâbedi olarak bilinirdi. Bu îtibârla halkın nazarında özel bir yeri bulunuyordu. Bu sebeple Mustafa Efendi de namazlarını mümkün olduğu ölçüde Eski Câmide kılmaya gayret eder ve vâz dinlerdi. Bir gün öğle namazında yine Eski Câmiye gelince câminin hınca hınç dolu olduğunu gördü. Halk o güne kadar hiç görmediği bir zâtı dinler gibiydi. Mustafa Efendi içeri girip arka sırada güçlükle oturduğu esnâda vâiz efendi konuyu değiştirerek; "Allahü teâlânın velî bir kulu olmayı arzu eden bâzı insanlar vardır. Böyleleri, her hal ve hareketinde Allahü teâlâyı râzı ederse velîlerden olur." demiş ve tekrar konusuna devâm edince, bu sözler Mustafa Efendiye tesir etti. Vazîfesinden istifâ ederek bir daha da hiç görmediği o vâizin kendine çizdiği yolda yürümeye başladı. Kendisini büsbütün doğruluğa ve ilme adadı ve mahlûkâtın hizmetine koştu.

Nerede bir yoksul görse maddî-mânevî yardımda bulunurdu. Yabâni ağaçları aşılardı. Yaralı ve sakat hayvanlara bakıp, yaralarını sarardı. Kimsesizlerin işlerini görmelerine yardım ederdi. Yaptığı işlere karşılık ücret almazdı. Her ânını Allahü teâlânın rızâsı için geçirirdi. Onun bu davranışlarına hayran olup etrâfında toplananlara veya kendisinden nasihat isteyenlere; "Dostlar! Her şey Rabbin sevgisinden var oldu. O vara hizmet, O büyük yâre hizmettir." buyurdu.

"Kim olursa olsun, eliniz, ayağınız tutarken, gücünüzle hayra hizmet edin. Gücünüz yoksa, güler yüz ve tatlı dille gönül alıcı olun. Onu da yapamazsanız kalbinizden iyilik dileyin. Rabbin sevdiklerine hizmet, Allahü teâlâya ibâdettir."

Mustafa Efendi bu arada Selîmiye Câmii civarında bir dergâh yaptırdı. Sevenleri cemiyetteki kötülükleri düzeltip, herkese nasihat ettiğinden ve yine herkesi her hâliyle kabûl edip güzel muâmele gösterdiğinden kendisine Kabûlî hazretleri demeye başladılar.

Mustafa Kabûlî Efendi, zaman zaman değişik bir kıyâfetle geceleri şehri dolaşmaya çıkardı. İçki içip sarhoş olmuş kimseleri görünce onlara bu halden kurtulmak isteyip istemediklerini sorardı. Bunlardan pekçoğu yaptıkları işin yanlışlığını söyleyip keşke kurtulabilsek diye dert yanarlardı. O zaman Kabûlî Efendi; "Yarın Selîmiye Câmii yanındaki dergâha gidin. Orada bir şeyh efendi var. Size iş bulur, yardımcı olur. Bu halden kurtulursunuz." derdi.

Ertesi gün bunlardan bâzıları türlü düşünceler içinde huzûra girerlerken isimleriyle çağıran bir velînin tesirli sözleriyle kendilerinden geçerlerdi. Her türlü kötülüğün bitip yeni bir hayâtın başladığına inanarak tövbe eder, gözyaşı dökerlerdi.

Daha evvelden bu gibi durumlar karşısında ne yapacağını plânlayan Kabûlî hazretleri sermâye sâhipleriyle görüşür, bu insanların her birine uygun bir iş yeri açılırdı. Böylece insanların kurtuluşuna vesîle olurdu.Mustafa Kabûlî hazretlerinin dergâhı bu şekilde kötü yoldan çekilen kimselerle dolup taşardı. Kabûlî hazretlerinin bu muhiblerine, sevenlerine söylediği sözlerden birkaçı şöyledir:

"Nefsinizin arzularını terk edin, üzüntünüz, derdiniz dağılsın."

"Her kişi kendini görüp bilmeye gelmiştir, görene, bilene ne mutlu."

"Edepli yürü, hayâlı konuş, sendeki şeref, seni yaratanındır."

"Bir kişiyi çamurdan kurtarmak, bir âileyi kurtarmak gibidir."

"En büyük bahtiyarlık, insanlığının kıymetini bilmektir."

"Gördüğün kişi, şâyet onu görür görmez sana Allahü teâlâyı hatırlatıyorsa, bilesin ki o, Allah'ın velîsidir."

Kabûlî Mustafa Efendi, 1712 (H.1124) yılında vefât ederek ismiyle anılan dergâha defnolundu. Kenzü'l-Esrâr, Musiletü'l-Hidâye, Müşkilküşâ gibi eserlerle mürettep bir Dîvân'ı vardır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KÂDI MUHAMMED ZÂHİD


Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak saâdete kavuşmaları için çalışan ve Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlim ve velîlerin on dokuzuncusudur. İsmi, Muhammed bin Burhâneddîn'dir. Annesi Silsile-i aliyye büyüklerinden Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin kızıdır. Zâhid ve Kâdı lakaplarıyla ve Semerkandî nisbesiyle bilinir. Semerkantlı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1530 (H.936) senesinde Semerkand'a bağlı Hisar'ın Vahş köyünde vefât etti. Kabri oradadır.

Asîl ve ilim ehli bir âileye mensûb olan Muhammed Zâhid, küçük yaştan îtibâren ilim öğrendi.Temel dînî bilgileri öğrendikten sonra tasavvufa yöneldi. Nefsini ıslah edebilmek için çok gayretler sarf etti. Nefsin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. 1478 veya 1480 senesinde büyük velî Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu.

Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetine girdi. On iki sene müddetle onun kalplere şifâ olan sohbetlerinde bulunup, velîlik derecelerinde yükseldi.HocasıYâkûb-i Çerhî hazretlerinin torunu olan Muhammed Zâhid'e daha çok îtinâ ve iltifât gösteren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu tam olarak yetiştirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda hilâfet verdi. İlimdeki yüksek derecesi sebebiyle Kâdı, dünyâdan yüz çevirmesi sebebiyle Zâhid lakaplarıyla anılanMuhammed Zâhid hazretleri, asrındaki âlimlerin en büyüklerinden ve evliyânın yükseklerindendi. Tasavvuf ilminde ve hallerinde mütehassıs ve ilâhî sırların gizliliklerine vâkıftı. Hocasının gönüllere şifâ olan sohbetlerini dinleyip yazdı.Hocasından dinlediklerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı eserinde topladı. Farsça yazdığı bu eser, 155 varak olup, İstanbul SüleymâniyeKütüphânesinde vardır. Evliyâ zâtların hayatlarını, sözlerini, güzel hal ve kerâmetlerini de Silsiletü'l-Ârifîn adlı eserinde topladı.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri kendisinden sonra vazîfesini yerine getirmekle Kâdı Muhammed Zâhid hazretlerini vazîfelendirdi. Vefâtına yakın talebelerini ve akrabâsını yanlarına çağırıp; "Bizim topluluğumuzdan her fert fakirlik veya zenginlikten birini seçer." Kâdı Muhammed Zâhid'e dönüp; "Sen hangisini seçerdin söyle?" buyurdu. Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri; "Benim seçeceğim, sizin münâsip göreceğinizdir." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri hesaplarını tutan vazîfeliye emredip; "Mevlânâ Muhammed'e dört bin altın verin. O fakirliği seçmiştir. Bu parayı yanındaki fakirlerin ve dervişlerin ihtiyaçları için kullansın." buyurdu.

Kâdı Muhammed Zâhid hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin vefâtından sonra Taşkent'e giderek insanlara hak yolu anlattı. Taşkent, Özbek Muhammed Şeybek Han tarafından alınıncaya kadar burada kaldı. 1503 senesinde Buhârâ'ya gitti. Muhammed Şeybek Hanın kardeşi Mahmûd Sultandan îtibar gördü. Ona hocalık yaptı. 1510 senesinde Özbek kuvvetlerinin Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevî hükümdârı Şah İsmâil tarafından Merv'den çıkarılması üzerine Buhârâ'dan ayrılarak Andican ve Aksi'ye gitti. Fergana'ya giderek Haydar Mirzâ Devle'yi sık sık ziyâret etti. Genç yaşta olan Haydar Mirzâ, Kâdı Muhammed Zâhid hazretlerine talebe olup ondan istifâde etti. Gittiği yerlerde İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp pekçok talebe yetiştirdi.

Sohbetlerinde hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin buyurduklarını nakleder ve velîlerin hayatlarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:

Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan, yâni Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmektir.

Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhiret adamlarıyla oturmak, berâber bulunmak, çok tesirli ve faydalıdır. Önce tesiri anlaşılmasa bile, doğan bir çocuğun her gün yavaş yavaş büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan kurtulur.

İbn-i Abbâs radıyallahü anhümâ; "Hâlbuki sen (Ey Resûlüm) onların içindeyken Allah onlara azab verecek değildi. İstigfâr ettikleri hâlde de Allah onlara azâb edecek değil." (Enfal sûresi: 33) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurmuştur: "İslâmiyetin mevcûd olması, Resûlullah'ın mevcûd olması mesâbesindedir. Nasıl ki Resûlullah hayattayken azap kaldırılmış, insanlara azap gelmemişse, İslâmiyetin bir yerde mevcûd olması ve İslâmiyete uymak sebebiyle de azap kalkar. İstigfâr etmek sebebiyle de azap inmez. İstigfâr, azâbın gelmesine mâni olur. Bir yandan Allahü teâlânın emirlerine uymayıp, bir yandan da, "Estagfirullah, Estagfirullah" demek, istigfâr değildir. İstigfârın mânâsı; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın rahmetine ve magfiretine yol açacak sebeplere yapışmak lâzımdır. Zulüm ve isyân gibi işleri yapmaktan sakınmalıdır."

Velîlerin hallerini ve üstünlüklerini anlatırken buyurdu ki:

Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle buyurmuştur: "Tasavvuf yolunda, cenâb-ı Hakk'ın dostlarından, sevgili kullarından bâzıları o hâle gelmiştir ki, eğer bir büyük zât onlara Allahü teâlânın muhabbetinden, azamet ve celâli ile ilgili sözler söylerse, muhabbetleri sebebiyle can verecek hâle gelirler."

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için sarfeden Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri birçok talebe yetiştirdi. Silsile-i aliyye büyüklerindenDerviş Muhammed hazretleri onun yetiştirdiği âlim ve velîlerdendir. 1530 (H.936) senesinde vefât eden Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri Semerkand'a bağlı Hisar'ın Vahş köyünde defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Kâdı Muhammed Zâhid hazretlerinin kız kardeşinin oğlu olan Mevlânâ Derviş Muhammed hazretleri onun vazîfesini yürüttü ve yolunu devâm ettirdi.

KALBDEKİ MUHABBET

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe olması şöyle oldu: Memleketi olan Semerkand'da kalıp ilim tahsîl ettikten sonra daha fazla ilim öğrenmek için Şeyh Nîmetullah adında bir ilim talebesiyle Semerkand'dan Hirat'a gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zaman havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. Onlar buradayken, köye Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri teşrif ettiler. Bir ikindi vakti Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin ziyâretine gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ona; "Sen nerelisin?" diye sorunca, Muhammed Zâhid; "Semerkandlıyım." dedi. Daha sonra Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri sohbete başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında Muhammed Zâhid'in kalbinden ve hâtırından geçenleri bir bir saydı. Hirat'a gitmek üzere yola çıkışının sebebini söyledi. Bunun üzerine Muhammed Zâhid'in kalbine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı sevgi ve bağlılık hisleri kuvvetlendi. Kalbi ona tutuldu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ona; "Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada daha kolaydır." buyurdu. Fakat Muhammed Zâhid'in Hirat'a gitme arzusu devâm ediyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun kalbinden geçen bu düşünceyi de keşf edip yanına doğru yaklaştı ve; "Hirat'a gitmekten maksadınız nedir? Söyle bana ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufta mı yetişmek istiyorsunuz?" buyurdu. Muhammed Zâhid,Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin heybetinden dehşete kapıldı ve sustu. Yanındaki yol arkadaşı; "Onun asıl maksadı Hirat'a gidip tasavvuf yoluna girmektir. İlim öğrenmeye gidiyorum demesi bu maksadını gizlemek içindir." diye cevap verdi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri tebessüm etti ve; "Eğer böyle ise çok iyi ve güzeldir." buyurdu. Sonra alıp bahçesine götürdü. İnsanların gözünden kayboluncaya kadar birlikte yürüdüler. Sonra durup Muhammed Zâhid'in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldığı zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin." buyurdu. Cebinden bir kâğıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve Muhammed Zâhid'e verdi. Bu kâğıtta şöyle yazılıydı: "Bunu iyi muhâfaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itâat, huşû ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın âcizliği yazılıdır. Bu saâdet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve onun resûlü Seyyidü'l-evvelîn vel-âhirîne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı ilim öğren. Tâ ki Resûlullah efendimize tâbi olmak sûretiyle mârifet-i ilâhiyyeye kavuşasın. Kötü din adamlarından uzak dur. Çünkü onlar dîni dünyâ malı toplamak ve makâma, mevkiye kavuşmak için âlet ederler. Helâl haram ayırmadan bulduğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan câhil ve sapık tarîkatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet îtikâdına uymayan sapık kimselerden de uzak ol." Mektubu verdikten sonra Fâtiha-i şerîfe okudu. Muhammed Zâhid'e Hirat'a gitmek üzere izin verdi.Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî'ye vermesi için bir de mektup verdi. MektuptaMuhammed Zâhid'e yardımcı olunması ve korunması yazılıydı. Bu hareketleri gören MuhammedZâhid'in kalbini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı muhabbet ve bağlılık kapladı. Fakat bir türlü Hirat'a gitme azminden de vaz geçemedi. Mektubu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı. Bu sebepleMuhammed Zâhid yol almaktan âciz kaldı. Buhârâ'ya 36 km kadar mesâfe kaldığı sırada Muhammed Zâhid şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de Humma hastalığına tutuldu. O zaman eğer yola devâm ederse helâk olacağını anladı. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzûruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Geri döndü.Taşkent'e vardığı zaman kitapları ile binek hayvanını bir arkadaşına emânet bıraktı. Bu sırada Taşkent'te bulunan bir şeyhin talebelerinden biriyle karşılaştı. Ona; "Gel berâberce senin hocanı ziyârete gidelim." dedi. O kimse Muhammed Zâhid'e; "Binek hayvanın ve kitapların nerede?" diye sorunca; "Bir arkadaşıma emânet bıraktım." dedi. O kimse; "Git onları getir. Benim eve bırak sonra berâberce ziyârete gideriz." dedi. Muhammed Zâhid hayvanını ve kitaplarını almak için giderken birisi ona gelip; "Hayvanın ve eşyâların kayboldu." dedi. Muhammed Zâhid hayret edip düşünceli olarak giderken; "Herhalde ziyâretine gitmediğim için Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bana kırıldı. Bu sebeple bineğim ve eşyâlarım kayboldu." diye kalbinden geçirdi. Bineğini ve eşyâlarını aramaktan vaz geçip her şeyden önce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini ziyâret etmeye karar verdi. Tam bu sırada birisi gelip; "Binek hayvanın ve eşyâların bulundu." dedi. Binek hayvanını ve eşyâlarını emânet bıraktığı kimse gelip; "Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda onu bir yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım fakat bulamadım. Üzgün üzgün geri dönüyordum, bir de ne göreyim, hayvan sokak ortasında insanlar arasında üzerindeki eşyâ ile beraber duruyor. Hayret ettim. O kadar kalabalık arasında ona kimse dokunmamıştı." Muhammed Zâhid binek hayvanını ve eşyalarını alıp Semerkant'a Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin huzûruna gitti. Huzûra varınca, Muhammed Zâhid'e bakıp tebessüm etti ve; "Hoş geldin." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KALBURCU ŞEYHİ (Ahmed Dede)


Kânûnî Sultan Süleymân devri âlim ve velîlerinden. Aslen Kütahya'ya yakın Gırbalcı köyündendir. Halk arasında Kalburcu Şeyhi adıyla meşhûr olmuştur. Mihmandâr ve Çavdarlı adıyla da bilinirdi. Kaynaklarda doğum târihi bildirilmemektedir. 1570 (H.97 senesinde vefât etti.

Önce kendi memleketinin âlimlerinden ilim tahsîl etti. Sonra Şeyh Sinân Karamânî'nin hizmetinde bulundu. Abdüllatîf Efendinin sohbetlerinden çok istifâde etti.Mânevî hâllere ve makamlara kavuştu.

Şöyle bir hâdise anlatılır: Henüz talebeyken, arkadaşlarıyla derse gidip gelirlerdi. Bir gün derse gittiklerinde, iki arkadaşıyle berâber her biri, gönüllerinden geçenlerin hâsıl olması için hocalarından duâ istediler. Hocaları bu talebelerini kırmadı. Onlar için duâ etti.Hocalarının duâsı bereketiyle, o talebelerden biri Pâdişâhın ordusunda komutan, biri de ilim ehli âlim bir kimse oldu. Ahmed Dede ise; hazret-i İbrâhim gibi çok mâl ve mülke kavuştu, zengin oldu. Daha sonra İstanbul'a geldi. Burada büyük zâtlardan olan Kütahyalı Merkez Efendinin yanında hizmet etti. Merkez Efendinin yanında İslâmiyetin güzel ahlâkını ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yolunu öğretmek için izin aldı. Yine büyük zâtlardan Kastamonulu Şâban Efendinin de iltifatlarına kavuştu.

İstanbul'dan ayrılıp memleketine geldi. Burada yaptırdığı zâviyesinde ikâmet eder, insanlara dünyâ ve âhiret saâdetinin yollarını öğretirdi.Hocasının duâsı bereketiyle çok mal ve mülke kavuştuğundan, herkese çok fazla ikrâmlarda bulunurdu. Gece-gündüz, gelene geçene yemek yedirir, açları doyururdu. Zâviyesinde sofra hiç eksik olmazdı. Çok kerâmetleri görüldü. Ömrü boyunca hiç kimseden hediye, maaş ve sadaka gibi şeyleri kabûl etmedi. Çiftçilikle geçinirdi. Tarlalarından elde ettiği ürünlerden, misâfirlerine yedirmek ve ihtiyaç sâhiplerine vermek için bir mikdar ayırmak âdetiydi. Hattâ hayvanlar ve kuşlar için bile yiyecek ve buğday ayırırdı.

Tarlaya ektiği buğday ve çavdarlar, normal tohumdan olmasına rağmen, çok güzel ve benzersiz olurdu. Bu sebeple Ahmed Dede'ye halk arasında Çavdar Şeyhi de derlerdi. Tarlalardan elde ettiği buğdayı bir anbara koyar, kapısını kapatırdı. Buğdayı anbarın altındaki oluktan alırlardı. Anbarın tamâmen boşaldığı hiç görülmedi. Bu sâyede hiçbir zaman zahire sıkıntısı çekilmezdi. Ahmed Dede'ye civar köy ve kasabalardan çok misâfirler gelirdi. Misâfirlere, ayrılırken birer çörek verir, onlar da bunu yol azığı yaparlardı. Her zaman; "Bu nîmetlerin hepsi, Ahmed Dede'nin hocası Abdüllatîf Efendinin duâsı bereketi iledir" diye Allahü teâlâya şükrederlerdi.

Sultan İkinci Selîm şehzâdeyken Ahmed Dede'yi ziyâret etmiş ve zâviyesi yakınında bir mescid yaptırmıştır. Kalburcu Şeyhi Ahmed Dede 1570 (H.97 senesinde memleketinde vefât etti.Kabri oradadır.

1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.203
2) SicilliOsmanî; c.1, s.201
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KARA ŞEMS (Şemseddîn Ahmed Sivâsî)

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur. Babasının ismi Ebü'l-Berekât Muhammed'dir. Asıl ismi Ahmed, künyesi Ebü's-Senâ, lakabı Şemseddîn'dir. Kara Şems diye şöhret bulmuştur. 1519 (H.926) senesinde Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. 1597 (H.1006) senesinde Sivas'ta vefât etti. Sivas'ta Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri ziyâret edilmektedir.

Türk-İslâm târihindeki meşhûr üç Şems'ten birisidir. Bunlardan birincisiMevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin hocası olanŞems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul'un fethinde Fâtih Sultan MehmedHanın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de Üçüncü Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems'tir. Üçü de yüksek dereceler sâhibidirler.

Kara Şems yedi veya sekiz yaşındayken, Amasya'da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır'ın sohbetleriyle şereflenip elini öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: Hocam Kara Şems anlattı: "Babam Ebü'l-Berekât Muhammed Efendi, Amasya'daki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi olan mârifetler ve kerâmetler sâhibi Hacı Hıdır'ın talebelerindendi. Bu fakîr yedi yaşındayken, babam anneme; "Oğlum Ahmed'i şeyhime götürmek istiyorum elbiselerini yıka. Yolculuk için azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla." dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir kış günü babamla Zile'den Amasya'ya vardık. Hacı Hıdır'ın huzûruyla şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır; "Böyle kış günlerinde bu mâsûmu (günahsızı) ne diye getirdin?" buyurunca, babam da; "Nazarınıza muhâtab olmak, şerefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim." dedi. Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin dediler. Bu fakîre gelen ihsânlar ve yükseklikler o duânın bereketiyledir."

Ziyâret bittikten sonra Zile'ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahiv ile diğer ilimleri tahsîl etti. Daha sonra Tokat'a gidip Arakıyecizâde Şemseddîn Efendiden ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir rüyâyı şöyle anlatır: "Tokat'ta ilim tahsîli ile meşgûl olduğum sırada bir gece, rüyâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir nûr kaplamıştı. Etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimsenin döndüğünü gördüm. Bu rüyâyı, rüyâ tâbir etmekle mâhir olan Köstekcizâde'ye anlattım. Ben rüyâyı anlatınca, bana: "Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?" diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu anlatınca, bana; "Sana müjdeler olsun ki; zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamânının bir tânesi olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacaklar." diye tâbir etti. Bu tâbirde bildirilen hususlar yirmi sene sonra aynen meydana geldi."

Tokat'ta aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip yükseldikten sonra, İstanbul'a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazifelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.

Bir gün zamânın kazaskerlerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve kâdılara karşı kazaskerin tutumunu ve onların makam için düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmiine gitti. İki rekat namaz kılıp, huzurlu bir kalb ile Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna dâhil eyle." diye duâ etti.Kısa bir müddet sonra hacca gitti.Hac ibâdetini yerine getirip Peygamber efendimizin mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum yeri olan Zile'ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm'ın; Kavâid-ül-İ'râb adlı eserine Hall-ül-Me'âkıd adlı bir şerh yazdı. Fakat içindeki ilâhî aşkın ateşinin harâreti, her geçen gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihuddîn Efendinin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. O sırada gördüğü bir rüyâsını şöyle anlatır: "Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı şerîf bulunuyor. Bu mıshafı o ağacın en yüksek dalına asmak istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi sabah rüyâmı hocam Muslihuddîn Efendiye anlattım. "Rüyân aynı ile vâki olacaktır. Ağaçtan murâd bizim vücûdumuzdur. Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip seccâde ve asâ verirlerdi. Biz dahi size icâzet verelim." deyip, elleriyle icâzetnâme yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden rüyâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döndüm."

Kara Şems, hocası Amasyalı, Muslihuddîn Efendinin vefâtından sonra, mübârek, velî bir zât bulup, talebe olmak istedi. Tokat'taki zâhid ve muttakî, yüz yaş civarında bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip, talebe olmak istedi. O zât; "Sen gençsin, ben ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istemediklerini yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam." dedi. Kara Şems; "O zaman benim hâlim ne olacak? Beni buraya terbiye etmeniz ve yetiştirmeniz için geldim." deyince; "Sen bu işte hâlis ve sâdık mısın?" diye sordu. Kara Şems; "Evet." cevâbını verince, başını önüne eğip, bir müddet bu halde kaldıktan sonra başını kaldırıp; "Altı aya kadar Allahü teâlâ, ya seni kâmil bir rehberin huzûruna gönderir veya böyle bir zâtı seni terbiye için gönderir." dedi ve Kara Şems'e hayır duâda bulundu.

Kara Şems bundan sonra, tekrar Zile'ye dönüp, ilim öğretmekle meşgûl oldu ve Muhtasâr-ı Menâr üzerine, Zübdet-ül-Esrâr adlı bir şerh yazdı. İlim öğretmekle meşgûlken, Tokat'a, meşhûr nahiv âlimi Şemseddîn Efendiyi ziyârete gitti. Şemseddîn Efendi onu görünce; "Ben de senin gelmeni arzuluyordum. Çünkü sen akıllı, anlayışı ve kavrayışı iyi birisin. Memleketimize Şirvan'dan velî bir zât geldi. Bizlere vâz ve nasîhat ediyor. Anlattıkları okuyarak öğrenilecek akıl ve zekâ ile söylenilecek şeyler değil. Konuştukları Allahü teâlânın ihsânı olan bilgiler. Haydi onun yanına gidelim." dedi. Birlikte kalkıp gittiler. BöyleceAbdülmecîd-i Şirvânî'nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî sohbetinin sonuna doğru; "Ey Kara Şems! Benim, Allahü teâlânın emri ve sevgili Peygamber efendimizin işâretiyle kendi memleketimi, âilemi ve sevenlerimi terk edip, dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sadece seni irşâd ve terbiye içindir." buyurdu.

Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: "Abdülmecîd Şirvânî'nin bu sözünü duyunca, Şeyh Mustafa Kirbâsî'nin daha önce verdiği müjdeyi hatırladım, hesab ettim, tam altı ay geçmişti." Kara Şems bu esnâda Allahü teâlâya duâ etti. Kalbinden Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi gitti. Allahü teâlâya hamd edip; "Aradığımı buldum." dedi.

Abdülmecîd Şirvânî'nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır: O zâtın huzûruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp; "Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin tanıdığı meşhûr ve halk nazarında yüksek birisiniz. Böyleyken huzûrumuzda zilleti ve dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu duruma pişmân olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve meşakkatler yoludur." buyurunca:

"Cânlar fedâ muhabbet-i cânâna ser değil,
Eshâb-ı aşka terk-i ser etmek hüner değil."

dedim.

Bunun üzerine; "Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazîfeliyiz. Riyâzet ve mücâhedeye tahammül edersen, az zamanda rızâ-i İlâhî'ye kavuşursun." buyurup,

"Yâra yol iki kademdir birisi câna bas,
Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas."

beytini okudu ve fakîri kabûl buyurdu."

Abdülmecîd Şirvânî'nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünyâ sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi.

Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî'den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Bir gün hocası haber göndererek, yanına çağırdı. Hayır duâda bulunarak insanlara, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirdi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisiHasan Paşa, kendisini Sivas'a dâvet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda yaptırdığı câminin imâmlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretti, insanlara vâz ve nasîhatle meşgûl oldu.

KaraŞems 1590 (H.999) senesinde hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu sırada talebelerinden Hacı Mustafa Efendi Mısır'daydı. Hocasının hacca gideceğini duyunca, hem hac farîzasını yerine getirmek, hem de hocasını ziyâret için Mekke'ye gitti. Mustafa Efendi Mekke'ye vardığında hocası teşrif etmemişti. Bir müddet sonra Kara Şems'in geldiğini işitince, arkadaşı ile berâber karanlık bir gecede ziyâretine gitmek üzere kaldığı yerden ayrıldı. Yolda Yemenli bir satıcıya rastladı. Hocasına bir hediye almak istedi. O sırada Kara Şems'in kardeşi İsmâil Efendinin elinde bir mum ile geldiğini ve arkasında da bir cemâatin bulunduğunu gördü. Hocasının da aralarında olduğunu anladı. Edebinden bir kenara çekildi.Hocası yakınından geçerken, cemâatten ayrılıp Mustafa Efendinin yanına yaklaştı ve o karanlıkta elini başına koyup; "Sen Hacı Mustafa değil misin?" dedi. O da;"Evet efendim!" deyip elini öptü ve birlikteHarem-i şerîfe gitti.

Hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Seferine katıldı.

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.

Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben: "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu.

Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi.

Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.

Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü MehmedHan, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.

Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.

Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:

Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım!Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü giderenAllah'a hamd olsun."

Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."

Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Velîler, âlimler, sâlih kimseler, devlet adamları cenâzesinde hazır bulundu. Cenâzesi göz yaşları arasında; "Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir" denilerek musallâya konuldu. Cenâze namazında, altmış binden fazla kişi olduğu rivâyet edilir. Namazını amcazâdesi ve dâmâdı Receb Efendi kıldırdı. Sağlığındayken vasiyet ettiği gibi, MeydanCâmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhtır. Şehir ahâlisine şiddetli bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyâret edip duâ ederler. Allahü teâlânın izniyle o sıkıntıdan kurtulurlar.

Şeyh Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek, ilim ve irfân sâhibi, bütün güzel huylarla ahlâklanmış, fazîletli bir zâttı. Tasavvufta Halvetiyye yoluna mensûptu. Şemsiyye kolunun kurucusudur.

Kara Şems, yumuşak huylu, cömert, güler yüzlüydü. Fakirlerin yardımcısı, zayıfların, dulların, yetimlerin sığınağıydı. Eli açık, vermesi boldu. Mütevâzî, alçak gönüllü olup, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve merhametle davranırdı. Özür dileyenlerin özrünü kabul ederdi. Kerâmetleri vefâtından sonra da devâm etti.

Müderris Mevlânâ Ahmed Efendiyi suçsuz olduğu halde birisi töhmet altında tutuyordu. Bir gün bu yüzden gâyet üzgün olarak uyudu. Rüyâsında Kara Şems'i bir hayvana binmiş gelirken gördü. Elini öpüp; "Efendim! Suçum olmadığı halde bir zâlim beni yakaladı. Yardımınızı istiyorum." dedi. O da; "Yardım Allahü teâlâdandır. Üzülme, Allahü teâlâ sıkıntını giderir. Şu kelimelerle meşgûl ol: "Yâ Azîze'l-menî' el gâlib alâ emrihi felâ şey'e yuâdilühü." buyurdu. Uyandığında bu kelimeler hâtırındaydı. Bunları bin kere söyledi. Allahü teâlâ onu, o şahsın elinden kurtardı.

Cemelzâde diye meşhur Ahmed Çelebi, küçüklüğünden beri Kara Şems'in sevdiklerindendi. Kara Şems'in vefâtından iki sene sonra bir gece rüyâsında onu gördü. Kara Şems paçalarını sıvamış halde süratle geldi. Yaklaşınca selâm verdi.Ahmed Çelebi; "Efendim, niçin böyle acele gidiyorsunuz?" diye sorunca; "İşitmedin mi, hocan Pîr Muhammed vefât etti." dedi ve gözlerinden yaşlar akarak; "Beni tâkib et de techîz, tekfîn işleri nasıl oluyor, bir öğrenelim?" dedi. Hasan Paşanın yaptırdığı câminin yanına vardıklarında AhmedÇelebi uyandı. Vücûdu titriyordu. Sabah olunca, Pîr Muhammed'in yanına gitti. Onu hayatta ve sıhhatte görünce, Allahü teâlâya hamdetti. Fakat o gün kuşluk vakti Pîr Muhammed rahatsızlandı. Yedi gün sonra da vefât etti.

Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olup, gönüllere taht kurmuş olan zamânının bir tanesi Şemseddîn Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sâhibiydi. Çeşitli ilimlere dâir manzum ve mensûr yazdığı kırka yakın eseri vardır. Farsça ve Arapçadan tercüme yapılmıştır. Eserleri iki ana grupta toplanabilir.

A- Manzum eserleri: 1) Divân-ı İlâhiyât, 2) El-Fesâyih fî Tercemet-il-Levâyıh: Tasavvufî bir eserdir. 3) Heşt Behişt, 4) Gülşenâbâd: Çiçeklerin karşılıklı konuşmalarıyla ilgili bir eserdir. 5) İbret-nümâ, 6) İrşâd-ül-Avvâm, 7) Kitâb-ül-Hıyâz min Sevbi Gamâm-ül-Feyyâz, Menâkıb-ı İmâm-ı A'zam, 9) Menâsik-i Hac: Hac için gerekli bilgileri ihtiva eder. 10) Mir'ât-ül-Ahlâk ve Müşevvik-ul-Eşvâk, 11) Mir'ât-ül-Eşvâk, 12) Mevlîd-i Nebî, 13) Süleymân-nâme, 14) Terceme-i İlâhî-nâme-i Şeyh Attâr, 15) Terceme-i Mantık-ut-Tayr-ı Şeyh Attâr, 16) Terceme-i Pend-nâme-i Şeyh Attâr, 17) Terceme-i Kasîde-i Bürde'dir.

B- Mensur (Nesir) eserleri: 1) Cila-i Uyûn-ül-Arâis-ül-Muhâdara, 2) Dâiret-ül-Usûl, 3) Dürer-ül-Akâid: Ehl-i sünnet îtikâdını açıklayan bir eserdir. 4) El-Câmi-ün-Nüfûs, 5) Huccet-i İlâhiyye, 6) Kıssa-i Mûsâ ve Hızır, 7) Letâyif-ül-Âyât ve Nukûş-ül-Beyyinât, Meclis, 9) Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-i Güzîn: Sevgili Peygamberimizin dört halîfesini anlatır. 10) Menâkıb-ı Nu'mân, 11) Menâzil-ül-Ârifîn, 12) Nakd-ül-Hâtır, 13) Risâle-i Emr-iİlâhî, 14) Risâlet-üt-Te'vil, 15) Şerh-i Gazeliyyât-i Murâd Hân-ıSâlis, 16) Şerh-i Kavâid-ul-İ'rab li İbn-i Hişâm, 17) Şerhi Kelimetü Kumeyl İbn-i Ziyad, 1 Şerh-i Muhtasar-ül-Menâr, 19) Umdet-ül-Edib fit-Teallûmi vet-Te'dîb: Farsça gramer kitabıdır.

Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddîn Sivâsî hazretleri, dîvânındaki kıymetli şiirlerinde; dünyânın fâniliğini, Allah adamına talebe olmayı, Peygamber efendimizin sünnetine sıkıca sarılmayı, ilâhi aşkı ve şükrü anlatır.

Dîvânından seçmeler:

Nât-ı Şerîf

Kapına geldi âsîler,
Şefâat Yâ Resûlallah!
Suçunu bildi kâsîler,
Şefâat yâ Resûlallah!

Ne ettim ise ben ettim,
Yanıldım nefse zulm ettim,
Henüz suçum bilip geldim,
Şefâat yâ Resûlallah!

Ne ilmim var ne amelim,
Perişân cümle ahvâlim,
Vesveseyle dolu bâlim,
Şefâat yâ Resûlallah!

Bu Şemsî abd-i âbıktır,
Ne etsen ona lâyıktır,
Velî yoluna sâdıktır,
Şefâat yâ Resûlallah!

Kâsî: Duygusuz, Bâl: Kalb, gönül, Abd: Köle, Âbık: Kaçak.

DÜŞMANLIKTAN SONRAKİ MUHABBET

Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerini, vâz ve nasîhat etmesi için civâr köy ve kasaba halkı dâvet ederlerdi. Bir talebesiyle dâvete icâbet edip giderken bir köyde konakladı. O köy halkı, hazret-i Ali'yi sevdiğini iddiâ ederek, sevgiliPeygamber efendimizin seçilmiş Eshâb-ı kirâmı hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendilerine ve hayvanlarına paralarıyla yiyecek bir şeyler almak istediklerinde vermedikleri gibi, onları zulüm ve işkenceyle öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti.Aradan fazla zaman geçmeden, köyün ileri gelenleri ve kalabalık bir topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle geldiler. Taaccüb edip; "Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz halde bu muhabbet ve sevgi nedir?" diye sorulduğunda; "Biz de bilmeyiz ne hal oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı bile fedâ etmeyi isteriz." diye cevap verdiler. Sonra talebesi, Şemseddîn Sivâsî hazretlerine; "Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?" diye sordu. Tesbihini gösterdi. Onlar bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reisi gelip; "Sultanım küçük bir kızım var. Bâzan sara tutar. Günlerce bu halden kurtulamaz, kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yok. Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana "KaraŞems'in dergâhından ne isterseniz geri çevrilmez." diye bildirildi. O da bir an önce getirmesini isteyince adamcağız kızını bir hayvana bindirip getirdi ve bir ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu. Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup; "Fâtiha." dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı başında iffetli bir hâtun oldu.

Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı kirâm hakkındaki kötü düşüncelerinden vaz geçip, tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh Şemseddîn Sivâsî'nin sevenleri ve talebeleri oldu.

EVLİYÂNIN KERÂMETİ

Kara Şems'in vefâtından sonra, talebelerinden hal sâhibi Âmâ Mehmed Dede hocasının türbesini ziyâret ederken; "Acabâ hocam benim şimdi türbesinde ayakta olduğumu, türbeye giren çıkanları bilir mi?" diye düşündü. Bu sırada uykusu geldi ve kendine hâkim olamayıp, uyudu. Rüyâsında hocasını gâyet nûrânî ve beyaz geniş bir elbise içinde gördü. Ona güler yüzle; "Gel bunları al!" dedi ve eline bir mikdar altın bıraktı. Sonra; "Dışarı çık! Biraz sonra ziyâret ve duâ için bizim çocuklar gelecek." buyurdu. Âmâ Mehmed Dede uyanınca, türbeden dışarı çıktı. Orada bulunan yaşlı birisi ona; "Kara Şems'in çocuklarının, kabri ziyâret için geldiklerini haber verdi. Bunun üzerine, hocası hakkındaki düşüncesini düzeltmeye çalıştı ve hocasının böyle görünmekle daha hâlis îtikâdlı olmasını ve Allahü teâlânın izni ile uzaktan geleni bildiğini, kaldı ki yakında bulunanı daha kolay bileceğini anlatmak istediğini anladı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KARABAŞ ALİ EFENDİ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ali'dir. Alâaddîn Atvel veyâ Karabaş Ali Efendi olarak da bilinir. 1611 (H.1020) senesi Arapkir'de doğdu. 1685 (H.1097) senesi hac yolunda Mısır'a üç konak mesâfede Kal'a-i Nahl denilen yerde vefât etti. Burada Şeyh Muhammed Gazâvî hazretlerinin kabri yanına defnedildi.

Ali Efendi, Kastamonu vilâyetine hicret edip, burada Halvetî yolu büyüklerinden Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetlerinde yetişip velîlik makamlarına yükseldi. Sonra İstanbul'a geldi ve Üsküdar'daki Mehmed Paşa Câmiinde vâz ve nasîhatlerde bulundu. 1674 senesinde VâlideAtik Dergâhı şeyhi oldu. Burada yıllarca ilim ve edep öğretti. Çok talebe yetiştirdi. Ünsî Hasan Efendi ve Muhammed Nasûhî Efendi, yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerindendir.

Dergâhına her sınıf insan gelir ve istifâde ederek ayrılırdı.Nefis ve arzularına uyarak günah işlemiş pekçok kimse, Ali Efendinin sohbetlerini dinleyip tövbe edip, pişmanlık duymuşlar sonunda ona talebe olmuşlardır. Dergâhında kimseye; "Sen şöylesin, sen böylesin." denilmezdi. Herkes ilim ve edeb öğrenmekle meşgûl olurdu.

Karabaş Ali Efendi teheccüd, gece namazını terk etmez, talebelerinin de kılmasını isterdi. Gündüzleri oruçlu geçerdi. Cumâ günleri Vâlide Atîk Câmiinde vâz ederdi. Onun vâz ve nasîhatlerini dinlemek için gelenler erkenden câmiyi doldurduklarından, boş yer kalmazdı. Her Cumâ câmi böyle dolup taşardı.

Sultan Dördüncü Mehmed Han da vâzlarına gelirdi ve vâzın başından sonuna kadar gözyaşları dökerdi. Bu sebeple kendisi; "Karabaş Ali Efendinin vâzları, aklıma İbrâhim-i Edhem hazretlerini getiriyor hattâ tâcı tahtı bırakıp dağlara çıkasım geliyor." derdi.

Karabaş Ali Efendinin yazdığı keymetli eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Kâşifü Esrar-i Füsûs, 2) Şerh-i Akâid-i Nesefiyye bi Lisân-it-Tahkîk, 3) Mi'yâr-üt-Tarîkat, 4) Tarîkatnâme, 5) Şerh ü Kasîde-i Aşkıyye Liş-Şeyh-il-Ekber, 6) Risâle-i Üsûl-i Erbaîn, 7) Esâs-üd-Dîn, Tefsîr u Sûre-i Tâhâ, 9) Tâbirnâme.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KARAHİSÂRÎ ABDÜRRAHÎMEFENDİ

Doğum tarihi ve hayatı hakkında fazla bilgi bulunamayan Abdürrahîm Efendi Akşemseddîn hazretlerinin talebesi ve halîfesidir. İstanbul'un fethinde bulunmuş, sonra hocasıyla berâber Göynük'e gitmiştir. Zengin ve köklü bir âiledendir. 1483 yılında, bütün servetini ve kitaplarını Afyon'da yaptırdığı mescide vakfetmiştir. Türbesi Afyonkarahisar'da Kasımpaşa Câmiinin yanındadır. Velî olması yanında şâirliğiyle de tanınmış olup, Münyet-ül-Ebrâr ve Gunyet-ül-Ahyâr, Tercüme-i Kasîde-i Bürde, Risâle fî Eşrât-is-Sâ'a ve Vahdetnâme adlı eserleri vardır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KÂSIM ÇELEBİ

Büyük velîlerden. İsmi Kâsım Çelebi'dir. İstanbul'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası Edirne kâdısı Muhammed Cemâlî Efendiydi. 1519 (H.926) târihinde İstanbul'da Baba Nakkaş semtinde vefât etti.

Kâsım Çelebi önceleri uzleti, insanlardan uzak yaşamayı seçip, yalnız başına tenhâ yerlerde, dağlarda dolaştı. Bir zaman; saray ağası, bir dergâh ve yanında bir câmi yaptırdı ve velî bir zât olan Çelebi Halîfe'den bir talebesini burada irşâd ile hak yolun bilgilerini yaymakla görevlendirmesini ricâ etti. Çelebi Halîfe de bu arzu üzerine bir talebesini gönderip tenhâ yerlerde Allah aşkı ile dolaşan Kâsım Çelebi'yi getirtti. Saçını traş ettirdi ve elbise giydirip, saray ağasının yaptırdığı dergâhta görevlendirdi.

Kâsım Çelebi bir zaman sonra Hadım Ali Paşanın kendisine muhabbeti sebebiyle bir dergâh ve bir câmi yaptırmasıyla oraya geçip talebeleriyle birlikte ilim ve ibâdetle meşgûl oldular. Mecbûriyet halleri hâriç dergâhtan dışarı çıkmadılar. Çok kerâmetleri görüldü.

Kâsım Çelebi, vefâtları yaklaştığı zaman kaldığı dergâhtan çıkıp Baba Nakkaş semtine gittiler. Sevdikleri kendisine; "Efendim! Bu hasta ve zayıf hâlinizde niçin tenhâ yerlere gidiyorsunuz. Dergâhınızda kalıp istirahat etseniz." dediklerinde, onlara; "BizAllahü teâlânın lütfuna buralarda kavuştuk. Buradan âhirete sefer edelim arzu ederiz. Hem biz burada merhum olursak iyi olur." buyurdular. O gecenin sabahında arzu ettiği gibi vefât etti. Vefât zamânı Sultan Bâyezîd Han oğlu SultanSelîm devriydi.

PEKİ EFENDİM!

Talebelerinden biri Allahü teâlânın en sevgili kullarından sayılan bir kutup görmek arzu ederdi. Kâsım Çelebi onun bu arzusunu anlayınca talebeyi bir iş sebebiyle Bursa'ya gönderdi. Talebe, deniz yoluyla giderken fırtına çıktı. Nasıl olduğunu anlamadan kendisini bir adanın ortasında buldu. Adada yalnız başına dolaşmaya başladı. Netîcede çimenlik bir yere oturdu. Etrafta kimsecikler yoktu. Akşama kadar oralarda kaldı. Akşam olunca adanın herbir tarafından yedi kişinin kendisine doğru geldiğini gördü. Bir ara aralarında bâzı şeyler konuştular. İçlerinden birinin yüzü örtülüydü. Sonra cemâat hâlinde akşam namazını edâ ettiler. Yüzü örtülüleri imâm olmuştu. Daha sonra herbiri geri dönüp geldikleri tarafa gitmek için yola koyuldular. Talebe, onların yanından ayrıldıklarını görünce feryâd etti. Bunun üzerine yüzü örtülü olan, o talebeye dönüp; "Oğlum! Niçin hocan ile kanâat etmeyip başka kimse ararsın. İçinden kutup görme arzusunu çıkar." dedi. Talebe şaşkınlıkla; "Peki efendim." deyip tövbe etti. Yüzü örtülü olana dikkatlice baktığında onun kendi hocası Kâsım Çelebi olduğunu anladı. Kâsım Çelebi talebesine tebessümle; "Sen arkadan gelirsin. Bizim acele işimiz var." buyurdu ve ayrıldı. O talebe kırk gün sonra İstanbul'a döndü. Dergâha geldiğinde hocasının vefât ettiğini gördü.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KÂSIM BİN MUHAMMED

Tâbiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk'a dâvet eden onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "silsile-i âliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekir'in oğludur. Annesi Sevde, Yezdücerd'in kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-âbidin ile teyze çocuklarıdır.

Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamânında 640 (H.19) senesinde doğdu. Başka târihlerde doğduğunu bildiren rivâyetler de vardır. Babası Mısır'da şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek hanımı hazret-i Âişe'nin yanında büyüdü.

Kâsım bin Muhammed, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın torunudur. Eshâb-ı kirâmdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenip başta halası hazret-i Âişe, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbilerden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Kendisinden de, Tâbiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahman, Sâlim bin Abdullah, İmâm-ı Şa'bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahyâ binSaîd ve Sa'd bin Saîd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa'd bin İbrâhim, Abdullah bin Avn ve daha birçoğu hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Tasavvuf ilminde mütehassıstı. Verâ ve takvâda (Allahü teâlânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada) eşi yoktu.

Dedesi hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Peygamber efendimizden ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Resûlullah'taki bütün üstünlükler, ilimler ve feyizler onda toplanmış ve her bakımdan üstün olmuştur. Kalbe, rûha âit ilimlerin kaynağıydı. Resûlullah'ın peygamberlik vazîfelerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmin mânevî hükümlerini, yâni Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit mârifetleri, yüksek bilgileri, ümmetinin kalblerine akıtmaktı. Resûlullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yüksek mârifetlerinin hepsini, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın kalbine akıttı. O, ruh ilminde de bir mütehassıs oldu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da Resûlullah'tan aldığı bu feyizleri, Eshâb-ı kirâmdanSelmân-ı Fârisî'nin kalbine akıttı. Rûhu yükselten ve onu besleyen bu mârifetlere, Muhammed bin Kâsım da, Selmân-ı Fârisî'nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Silsile-i aliyye büyüklerinin dördüncüsü olan İmâm-ı Câfer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı.

Kâsım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseğiydi. İlimde ve takvâda eşine rastlanamıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Çok hadîs-i şerîf nakletti. İlmi herkes tarafından takdir edilirdi. Ömer bin Abdülazîz'in; "Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım'ı seçerdim." dediği rivâyet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halîfeliği zamanında Kâsım bin Muhammed'i, halası hazret-i Âişe'ye âit ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivâyetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir.

Hattâ Ömer bin Abdülazîz bir keresinde, ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine Medîne vâlisi Ebû Bekir bin Muhammed bin Hazne'ye mektup yazarak şöyle demiştir: "Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini,Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî'nin ve Kâsım bin Muhammed'in rivâyetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum."

Amre ve Kâsım bin Muhammed'in her ikisi de hazret-i Âişe'nin talebesi olup, onun Resûlullah'tan rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilenlerdi.

Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîflerin hem mânâsına ve hem de lafızlarına, harflerine dikkat ederek rivâyet ederdi.Halbuki Tâbiînden bâzı hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri mânâsı ile rivâyet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat Tâbiînden muhaddislerin çoğu hadîs-i şerîflerin, Peygamberimizden işitildiği şekilde rivâyet edilmesi üzerinde ittifak etmişlerdir. Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîf rivâyet ederken en ince noktalarına kadar dikkatli hareket eder, bir harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi.

O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne'de yetişen ve kendilerine "fukahâ-i seb'a" adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî meselelerde fetvâ vermenin mesûliyetini en iyi şekilde idrak edenlerdendi.

Abdurrahmân bin Ebû Zenâd, onun hakkında: "Peygamberimizin sünnetini Kâsım bin Muhammed'den daha iyi bilen birisini görmedim. Hattâ öyleydi ki, sünneti bilmeyeni âlim saymazdı." diyor. Kendisinden bilmediği bir mesele sorulunca; "Anlamıyorum, bilmiyorum!" derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da: "Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Şâyet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl olmaz." derdi.

Dînî meseleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî'ye gelir, iki rekat namaz kılar, sonra Resûlullah'ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan meselelere fetvâ verirdi. Nitekim mezheb imâmlarından Mâlik bin Enes de onun hakkında: "Kâsım, bu ümmetin, fakîhlerindendi." buyurmuştu.

Kâsım bin Muhammed, çok mütevâzi, alçak gönüllüydü. Bir gün köylünün birisi ona gelip; "Sen mi daha çok biliyorsun, Sâlim bin Abdullah mı?" diye sordu. Ona cevap olarak: "Burası Sâlim'in evidir." deyip başka hiçbir şey konuşmadı. Muhammed bin İshak bunun hakkında: "O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi." derdi. Halbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden daha çok âlimdi.

Kâsım bin Muhammed şöyle bildiriyor: Resûlullah efendimizin eshâbından birisinin gözleri görmeyip, âmâ oldu. Sonra onu ziyârete gittiler. Bu zât şöyle dedi: "Ben, Peygamber efendimizi görmek için gözlerimin görmesini istiyordum. Fakat şimdi Resûlullah efendimiz âhirete irtihâl etti. Allah'a yemîn ederim! Eğer Yemen'deki Tübâle beldesinin geyiklerinden birinin gözleri bende olsa artık buna sevinmem."

Kâsım bin Muhammed, şöyle bildiriyor: "Bir gün halam hazret-i Âişe'nin yanına vardım. Ona; "Ey Ana! Bana Peygamber efendimizin kabrini aç!" dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saâdeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek değillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi.Üzerlerine kızılca Batha taşcağızları dökülmüştü Peygamber efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hazret-i Sıddîk'ın başı, Fahr-i kâinat hazretlerinin mübârek sırtı hizâsında, hazret-i Ömer'in başı da Resûlullah efendimizin ayağı hizâsındaydı."

Kasım bin Muhammed, Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde 725 (H.106) senesinde vefât etti. Vefâtından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna; "Beni üzerimde bulunanlarla kefenleyin." dedi. O sırada üzerinde gömlek, peştemal ve cübbe vardı. Oğlu; "Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sorduğunda, "Dedem Ebû Bekr de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var." buyurdu.

Buyurdu ki: "Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen musîbetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen nîmetleri de tezellül, alçak gönüllülük ederek karşılamayı severlerdi."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH


Evliyânın meşhûrlarından. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarındandır. İsmi Muhammed, babasınınki Gulâm Muhammed Ma'sum'dur. 1743 (H.1156) senesinde doğdu.

Babası Gulâm Muhammed Ma'sûm-i Sânî, Kayyûm-i Cihan Muhammed'in doğmadan önce gördüğü rüyâyı şöyle anlatmıştır: Muhammed Seyfullah doğmadan bir gün önce, rüyâmda Peygamber efendimizi görüp, ziyâret etmekle şereflenmiştim. Resûlullah efendimiz bana müjde vererek şöyle buyurdu: "Yarın senin bir oğlun doğacak, görülmemiş bir evlâd ve Allahü teâlânın sevgili kullarından olacaktır. Dedelerinin; ecdâdının nisbetine vâris olacaktır. Âlemi nûrla dolduracak, onun gelişinin çok bereketli olacağını bil ve ismini benim ismimden koy." Kutbu'l-aktâb Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleri, bu rüyâyı gördükten sonra uyanıp, abdest aldı ve sabah namazını kılmak için dergâhına gitti. Namazdan sonra murâkabe hâlinde otururken, Kâbe'yi gördü ve çok mübârek bir oğlunun dünyâya geldiği müjdesini aldı. Müceddidiyye ve Ma'sûmiyye bahçesinin bu yeni fidânının kulağına ezân ve ikâmet okuduğu zaman, bu yeni doğmuş bebek, yanında bulunanların da hayretle görüp duydukları bir şekilde tekbir getirdi. İsmi konurken tekbir getirdiğini işitenler, babasına; "Onun tekbir getirdiğini işittik." dediler. Babası, ona hizmet etmelerini söyledikten sonra; "Bu çocuk asrının bir tanesi olacak, görülmemiş nâdir işler yapacak, onun irşâd nûrları âlemi dolduracak ve insanlar bahtiyâr olacak. Bizim hayatımız ona vesîle olmak içindir. İşte şimdi bu nâdir evlâd doğdu. Maksad hâsıl oldu." demiştir.

Yine onun için şöyle anlatmıştır: "Bu oğlum diğer çocuklar gibi ağlamazdı. Önce Allahü teâlânın ismini zikreder, üç defâ gâyet açık bir şekilde "Allah" derdi. Bundan sonra ağlardı. Bu çocukda öyle hâller görüyorum ki, onun sırlarından olan bu hallerin çoğunu kimse bilmiyor!" Babası onun yetişmesi için yüksek teveccühlerde bulundu. Onu Müceddidî yolunun nûrlarına ve sırlarına kavuşturdu.

Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfullah hazretleri, önce babası Gulâm Muhammed Ma'sûm-i Sânî'nin teveccüh ve feyzleriyle yetişti. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: "Hakîkatı arayanların rehberi olan babam hayattayken, ben her ne kadar küçüksem de babamın feyzlerine kavuştum. Çünkü, babamın feyzleri ve bereketli teveccühleri, büyük-küçük, genç-ihtiyâr, diri-ölü herkese ulaşıyordu. Benimle daha başka bir şefkat ve dikkat ile ilgilendi. Çok teveccühte bulundu. Bana yüksek müjdeler ve işâretler verdi. Hakkımda müjdelediği ve işâret ettiği şeylerin hepsine kavuştum. Babamın benim hakkımda verdiği müjdeleri işiten ahbâbı ve seçilmiş eshâbı yıllar sonra zamânı geldikçe benim o nîmetlere kavuştuğumu görünce şaşırdılar."

Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfullah hazretleri, daha çocukluğunda şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlatmıştır: Çocukluğumda acâyib hâller görür ve yaşardım. Büyüklerin rûhlarını ve cinlerin sâlihlerini görürdüm. Çocukluk günlerimde bir defâsında akranlarımdan bir grup çocukla Lâhor şehrine gitmiştik. O günlerde çevreye gayr-i müslimler gelip yerleşmişlerdi. Ben bir muz ağacına çıkıp, muzların iyilerini topluyor ve çocuklara atıyordum. Ağacın altındaki çocuklar gayr-i müslim atlıların yanımıza geldiğini görerek kaçmışlar, ben ağacın üzerinden; "Attığım muzları toplayınız." diye bağırmıştım. Bir de baktım hepsi gitmiş. Bu arada ağacın altında başka çocuklar gördüm. Ağızlarından ateş çıkıyordu. Onlara size ne oluyor da ağzınızdan ateş saçılıyor dedim ve hayret ettim. Onlar; "Biz cinlerin çocuklarıyız. Buraya seni korumak için toplandık. Öbür çocuklar süvârilerden korkup kaçtılar!" dediler.

Yine çocukluğumda bir gün ormana gitmiştim. Yanımda kimse yoktu. Ormanda dolaşırken bir arslanın peşimden geldiğini gördüm. Nereye gitsem peşimden tâkib etti ve aslâ bana saldırmadı, bir zarar vermedi. Sonra ormandan çıkıp gidinceye kadar benden ayrılmadı. Ormandan ayrıldım, arslan da peşimden ayrıldı. Onun, bana bekçilik yaptığını ve beni koruduğunu anladım.

Yine birgün ata binmiş gidiyordum. Hizmetçiler de peşimden geliyordu. Yolda at âniden durdu ve yürümedi. Sebebini araştırıp çevreye baktım ve bir arslanın üzerime saldırmaya hazırlandığını gördüm. Tam karşıma çıkınca dikkatlice baktım. Ben böyle bakar bakmaz arslan geri dönüp sür'atle kaçtı. Allahü teâlânın beni koruduğunu, hıfz-ı ilâhînin benimle olduğunu anladım."

Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfullah'ın çocukluğunda, buna benzer pekçok hâdiseler geçmiştir. Dört yaşındayken babası vefât etmiştir. Babasından çok feyz alıp, onun vefâtından sonra da kardeşi Şâh Gulâm Muhammed'den feyz alarak yetişmiş, böylece bülûğ çağına ulaşmıştır. Çocukluk hâlini anlatırken: "Çocukluğumda herhangi bir hastalığa tutulsam, hastalığın tedâvisi ve ilâcını, babamın feyzi ve bereketi bilirdim ve böylece tedâvi olurdum." buyurmuştur. Babasının vefâtından sonra, yıllarca onun ayrılık ateşiyle yandı. Sonra ağabeyi Şâh Gulâm Muhammed onu tasavvufta yetiştirip, kemâl derecelere ulaştırdı ve icâzet verdi.

Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfullah hazretleri, tasavvufta yetişip icâzet aldıktan sonra, insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. Kırk yaşına yaklaştığı sırada Türkistan'a gitti. Bu sırada tasavvuf hâllerine gark olmuş, yüksek derecelerde, kendinden geçmiş bir hâldeydi. Kâbil'e vardıklarında hâlleri pek yüksek derecelere ulaşmıştı. Orada insanlara ilim yaymakla meşgûl oldu. O bölgede hizmetleri çok tesirli olup, insanlar sohbetine koştular ve feyzleri ile saâdete kavuştular. Hattâ meşhûr kumandanlar onu ziyâret etmek, sohbetinde bulunmak arzusuyla bulunduğu yere gittiler.

Kayyûm-i Cihân MuhammedSeyfullah hazretleri, her işinde olduğu gibi nâfile namazları kılma husûsunda da sünnete uyardı. Namaz kılarken namazın tâdil-i erkânına, edeblerine riâyet eder, hudû', huşû' ve tumânînet içinde olurdu. Kıyâmda ve secdede uzun müddet dururdu. Kendinden geçmiş, kalbi Allahü teâlâya yönelmiş, dünyâ düşüncelerinden tamâmen kurtulmuş bir hâlde namaz kılardı. Her hafta, peşi peşine olmak üzere; pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri bâzan da hafta boyunca oruç tutardı. Giyinme husûsunda da sünnete uyardı. Aslâ bid'at işlemezdi. Hiçbir bid'ati beğenmez ve kabûl etmezdi. Bid'at sâhiplerinden uzak durur, onları meclisine kabûl etmezdi. Dünyâya düşkün olanları huzûruna kabûl etmez, zenginlerle görüşmezdi.

Kayyûm-i Cihan hazretleri, bir gün yeğeninin evine gitmişti. O sırada, kapıda bir Hintli duruyordu. O gelince kenara çekilip yol verdi. Bu sırada Kayyûm-ı Cihân hazretleri ona bir nazar edip içeri girdi. İçeri girince; kapıdaki Hintliyi sordu. Bir ihtiyaç için geldiğini söylediler. Bunun üzerine; "Yakında sohbetimize gelir." buyurdu. Bunu işitenlerden biri; "Hindûnun müslüman olacağına dâir müjde verildi." dedi. Bir müddet sonra o Hindû bir arsa yüzünden biriyle hasım oldu. Meselenin halli için İslâm kâdısına baş vurdu. Kâdı huzûrunda konuşurken, sözlerinden müslüman olduğu anlaşılıyordu. Daha sonra müslüman olduğunu açıkladı ve Kayyûm-ı Cihân hazretlerinin dergahına gidip talebelerinden oldu.

Umdet-ül-Makâmât kitabının müellifi Hâce Muhammed Fadl şöyle anlatmıştır: Evimizin önünde bir söğüt ağacı, vardı. Bir ara bu ağaç kurudu. Bir gün Kayyûm-i Cihân hazretleri abdest alırken, abdest aldığı suyu bir kaba koydum. Niçin aldığımı sorunca; "Kurumuş bir söğüt ağacımız var. Onun dibine dökeceğim." dedim. "Eğer bu niyetle dökeceksen o ağaç yeşerir." buyurdu. Götürüp söğüt ağacının dibine döktüm. Onun bereketiyle yeşermesini arzu ediyordum. Nihâyet ağaç yeşerip tâze dallar verdi. Kayyûm-i Cihân hazretleri bir gün bu söğüt ağacına bakarak; "Bu ağaç biz hayatta olduğumuz müddetçe bâzan kurur, bâzan yeşerir. Fakat biz vefât ettikten sonra tamâmen kurur!" buyurdu. Gerçekten de buyurduğu gibi oldu.

Kayyûm-i Cihân hazretleri bir gün abdest aldı, hizmetçiye dönerek; Bu abdest suyunu sakla ona ihtiyaç olacak." buyurdu. Hizmetçi; "Ne için lâzım olacak?" deyince; Bir yılanın zehirinin tesirini defetmek için!" buyurdu. SonraCumâ namazına gitti. Namazdan dönünce; huzûruna zayıf ve bitkin bir kimse getirdiler ve; "Bunu yılan soktu ölmek üzeredir. Bir de küçük çocuğu var, babasız, yetim kalacak! Bir duâda ve yardımda bulunun!" dediler. Kayyûm-i Cihân hazretleri Cumâ namazına gitmeden önce abdest alırken hizmetçiye bir kaba koymasını söylediği abdest suyunu istedi. "Onu bunun için ayırmıştık." buyurdu.Sonra yılanın soktuğu kimseye verip, bir kısmını yılanın soktuğu yere sürmesini söyledi. Buyurduğu gibi yapınca hemen iyileşti.

Ömrünün son günlerinde, Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret arzusuyla yandı. Gençliğinde hacca gidip, ziyâret etmişti. Hayâtının son zamanlarında Kâbil'e gitti.Son günlerinde ibâdet ve tâatlarını pek ziyâde arttırmıştı. Bu hâlini görüp ibâdetleri çok ziyâdeleştirdiniz denilince, tebessüm ederek; "Artık ömür sona erdi, elden ne gelirse yapmak lâzım." buyurdu. Son günlerinde sohbetleri kalabalıktan taşmaya başladı. Pekçok kimse onun sohbetini bulunmaz bir ganîmet bilerek feyzlerine kavuşuyordu. Vefâtından önce sıtma hastalığına tutulup, hastalığı yedi gün şiddetle devâm etti. Hastalığı sırasında alnından terlerin aktığı görülerek, şifâya kavuşacağınıza alâmet denilince, tebessüm edip; "Ümid ediyorum ki, âhiret şifâsı hâsıl olacak!" buyurdu. Son nefesleri verdiği sıralarda başında bulunanlar yüzündeki nûrun git gide fazlalaştığını görerek hayret ettiler. Bu hâldeyken başında Yâsîn-i şerîf sûresinin okunmasını emretti ve okundu. Kendisi de hep zikir ile meşgûl oluyordu. Bu hâldeyken tebessüm ederek 1797 (H.1212) senesinde vefât etti.Cenâzesi yıkanırken yanında bulunan Hacı Muhammed Fadl şöyle anlatmıştır: "Cenâzesi yıkanırken ben ayak ucunda duruyordum. Yıkama işi bitince yüzüyle bana karşı bir işâret yaparak ayaklarını gösteriyordu. Ayak ucuna gidip baktığımda az bir yerin kuru kaldığını gördük ve yıkadık. Cenâzesinde büyük bir cemâat toplanmıştı.Kabre koymak üzere kabrine inmiştim. Mübârek yüzünü birazcık kıbleye karşı çeviriyordum. Kendisi gâyet yavaş bir hareketle yüzünü kıbleye çevirdi. Yüzünü açtım, yüzünde görülmedik bir nûr parlıyordu ve gittikçe artıyordu ki akıl onu anlayamaz."

Kabri, Rûşenî Hindî Mescidi yanındadır. Vefât etmeden önce bir gün bir yere oturup sohbet etmişti. Orada gâyet güzel ve yeşil bir ağaç vardı. Ağaç altında oturulduğu sırada; "Burası kâmil ve mükemmil bir zâtın mekânı olacak." buyurmuştu. Vefât edince kendisi işâret ettiği o yere defnedildi.

Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin eserleri: 1) Âdâb-ül-İrşâd: Bu eserine Ma'den-ül-Esrâr adı da verilmiştir. 2) Mahzen-ül-Envar-i Ahmedî fî Keşf-il-Esrâr-il-Müceddidî, 3) Çihâr Cûy (Dört Nehir).

GERÇEK TABİB

Bir defâsında Tîmûr Şâh hastalandı ve bir türlü çâre bulamadı. Nihâyet Kayyûm-i Cihân hazretlerine haber göndererek; "Tabibler tedâvisinden âciz kaldılar, bir çâre bulamadılar! Şimdi sizin himmetinizi beklemektedir." dediler.

Bu haber üzerine Kayyûm-i Cihân hazretleri hemen; "Esferze bitkisinden bir miktar ilâç yapıp üç gün yutsun, inşâallahü teâlâ şifâ bulacak." buyurdu. Bu durumu tabibler duyunca hepsi birden ittifak hâlinde; "Onun hastalığı soğuk sebebiyle olmuştur. Eğer "Esferze" bitkisinden yapılan ilâç verilirse ölümüne sebeb olur. Fakat mâdem ki, Kayyûm-i Cihân böyle buyurmuş tecrübe edilsin." dediler. Bunun üzerine Tîmûr Şâh'ın tabîbi olan en meşhûr tabib; "Tecrübe gerekmez. Bu, canla oynamaktır." dedi. Tabiblerin endişesi ve bu husûsdaki dedikoduları Kayyûm-i Cihân hazretlerine bildirilince, bir miktar "Esferze" bitkisi istedi. Kendi eliyle ilâç hazırlayıp, Tîmûr Şâha gönderdi ve; "Bu bitkide üç çeşit özellik vardır. Hiç endişelenmesin. Üç gün bu ilâcı kullansın, sıhhate kavuşacak." buyurdu. Tîmûr Şâh, Kayyûm-i Cihân hazretlerinin tavsiye ettiği ve eliyle yaparak gönderdiği ilâcı üç gün kullandı. Sonunda sıhhate kavuştu. Tîmûr Şâh ve ilâcın kullanılmasına mâni olmak isteyen tabibler hayret ettiler. Kayyûm-i Cihân hazretlerinin ilim ve mârifet sâhibi bir velî olduğunu anlayıp sohbetine katıldılar.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KAYYÛM-İ ZAMAN


Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin büyük oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de torunudur. İsmi Muhammed Sibgatullah'tır. Yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî'nin sağlığında, 1624 (H.1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi. Kayyûm-i Zaman ismiyle meşhûrdur. 1710 (H.1122) senesi Rebî'ul-âhir ayının dokuzunda Cumâ günü vefât etti.

Muhammed Sibgatullah doğduğu sırada, İmâm-ı Rabbânî, vaktin sultânı ile birlikte Hindistan'ın büyük şehirlerinden olanEcmîr'de bulunuyordu. İmâm-ı Ma'sûm da babalarını ziyâret maksadıylaEcmîr'e gitmişti. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma'sûm, Ecmîr'den dönerken yolda bu oğullarının doğum haberi geldi. Her ikisi de bu habere çok sevindiler. Çünkü husûsî hâllerinin vârisi olacak cevher dünyâya gelmiş bulunuyordu.

Beyit:

Senin gelişinden gül gibi açtım,
Her tarafa bahar kokusu saçtım.

İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma'sûm Serhend'e geldiklerinde hemen bu çocuklarını görmek istediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onu görür görmez; "Esselâmü aleyküm Molla Sibgatullah." buyurdu. Sonra mübârek yüzünü, o çocuğun kulağına yaklaştırıp, kimsenin duymadığı gizli gizli bir şeyler söyledi. Husûsî sırları, kendilerine mahsus ilim ve mârifetleri müjdeledi. Ne büyük bir saâdettir ki, dili süt emmeye henüz alışmadan, kulağı Müceddid'in yâni İmâm-ı Rabbânî'nin bereketli iltifatlarına, gizli esrârına kavuşmuş oluyordu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, oğlu İmâm-ı Ma'sûm'a hitâben; "Senin bu oğlunda asâletten bir sıfat buldum." buyurdu. Zîrâ İmâm-ı Rabbânî'ye göre asâlet olmayınca, kayyûmluk, kutbluk bulunması çok zordu. Bu çocukta asâletten pay görünce, mânevî firâset ile, onun velîlik yolunda yüksek derece sâhibi olacağını veKayyûm-i Zaman olacağını anladılar. Bu, Allahü teâlânın çok büyük bir ihsânıdır. Dilediğine nasîb eder.

Mısrâ:

"Gül bahçemi gör de bahârımı anla."

Muhammed Sibgatullah, daha beş-altı aylıkken şiddetli bir hastalığa yakalandı. Hekimler çâre bulmaktan âciz kalıp, ölecek zannettiler. Nihâyet nabzının atması bile hissedilemez oldu. Babası ve annesi techiz ve tekfîn işine; cenâze hazırlıklarına, başladılar. Bu durum İmâm-ı Rabbânî'nin mübârek kulağına ulaşınca, hemen bu hasta torununun yanına geldi. Çocuğun o güzel yüzünden örtüyü kaldırıp mübârek eliyle temiz yüzüne dokundu ve tebessüm ederek; "Bâbâ! Annene-babana yaptığın bu nâz yetişir. Onları üzdüğün yeter. Haydi artık kalk. Onlar da sıkıntıdan kurtulup rahat bir yemek yesinler ve huzûrla uyusunlar." buyurdu. Bu söz üzerine, ölüm derecesinde hasta olmasına rağmen, çocuk gözünü açtı. Ağlayarak hareket etmeye başladı ve tamâmen iyileşti. Sanki hiç hasta olmamış gibiydi. Sonra,Müceddîd-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî, oğlu Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm'a dönerek; "İnsanlar bu çocuğun yaşamasından ümîdi kesmişler. Ben ise bu evlâdımı, iyileşmiş uzun ömür sürmüş, yetişip kemâle gelmiş, sakalları beyazlamış, büyük bir velî olmuş, huzûrunda binlerce insan oturmuş, herkesi nûrundan istifâde ediyor görüyorum." buyurdular.

İmâm-ı Ma'sûm'un huzûrunda yetişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerin ve kalbe âit ince mârifetlerin tamâmını ondan öğrendi. İmâm-ı Ma'sûm hazretleri, bu yüksek oğluna, diğer talebeleri ve hattâ diğer oğulları arasında farklı iltifât eder, onda bulunan yüksekliği bildiği için, daha çok severdi. Bu hâli bildirmek için bir gün bu oğluna şöyle buyurdu: "Siz benim oğullarım arasında Eshâb-ı kirâma benzersiniz. Yâni siz, babam Müceddîd-i Elf-i Sânî'yi görmüş, zamânında bulunmuşsunuz. Diğerleri böyle değildir. Bu farkı az görmemelisiniz. Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvân) biri, Peygamber efendimizin sohbetinde bir defâ bulunmakla öyle yüksek derecelere kavuşmuştur ki, Eshâb-ı kirâmdan olmayan en büyük velî bile onların en aşağısının derecesine kavuşamadı. Bu velî zât ister Üveys-i Karnî olsun, ister Ömer-i Mervânî olsun (kuddise sirruhümâ)." Çünkü Müceddîd-i Elf-i Sânî'nin Peygamber efendimize olan bağlılığı son derece olduğundan, onun sohbeti, Resûl aleyhisselâmın yüksek sohbetinden pay almıştı. O'na benziyordu. Nitekim tam uyanın, uyduğu kimsenin bütün kemâlâtından nasîbi vardır.

Muhammed Sibgatullah hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini ve velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, yüksek babasının emir ve işâretiyle talebe yetiştirmeye başladı. En küçük kardeşleri olan Muhammed Sıddîk, babalarının şöyle buyurduğunu nakleder: "Oğlum MuhammedSibgatullah'ın talebeleri ile kendi talebelerim arasında hiç fark görmüyorum. Diğer oğullarım böyle değildir. Vâsıtalı veyâ vâsıtasız bir fark vardır."

Hâce Muhammed Sıddîk-ı Peşâverî, Urvet-ül-Vüskâ İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerindendi. Bu zât şöyle anlatır:

Bir defâsında mübârek hocamı ziyârete gitmiştim. Bu esnâda hocamın bütün oğullarının takvâ ve verâda anlatılamayacak kadar ileride olduklarını, her birinin dînimizin emirlerine uygun amel etmekte, tasavvuf yolunda başkalarını yetiştirip mânevî terbiyede, ilim ve edeb âşıklarına rehberlik etmekte çok yüksek derecede bulunduklarını gördüm. Hepsinin Allahü teâlâya yakınlıklarının aynı olduğunu düşündüm. Bu esnâda kalbime; "Acabâ aralarında hiç fark var mıdır? Varsa hangisi daha yüksektir?" düşüncesi geldi. Çok uğraşmama rağmen, bu düşünceden kurtulamadım. Hiç aklımdan çıkaramıyordum. Bu hâli hocama bildirmeyi düşündüm ve sonunda arzettim. Tebessüm eyledi ve; "Hâce! Bu mânânın halli, siz Peşâver'e vardıktan bir gece sonra olacaktır." buyurdu.

Bu fakîr birkaç gün sonra Serhend'den ayrılıp Peşâver yoluna koyuldum. Peşâver'e geldiğimde gâyet sevinçli ve neşeliydim. Zîrâ, o gece, yüksek üstâdımın bereketi ile uzun zamandır süregelen ve beni rahatsız edip, kalbimi meşgûl eden bir suâlim cevaplandırılacaktı. Akşam oldu. Karanlık bastırdı.Ben heyecanla bekliyordum. Yatsı namazından sonra uyumuşum. Rüyâmda Peygamber efendimizi ziyâretle şereflendim. Dört halîfesi ile birlikte yanıma geldiler. Urvet-ül-Vüskâ'yı da oğullarıyla birlikte, Resûl aleyhisselâm efendimizin huzurlarında, büyük bir hürmet ve edeble ellerini bağlamış olarak beklediklerini gördüm. Bu esnâda Resûlullah efendimiz, bu hizmetçisine hitâb ederek buyurdular ki: "Urvet-ül-Vüskâ'nın oğullarının kendine nisbeti (bağlılığı), dört halîfenin bana olan nisbeti gibidir." İşâret parmaklarını halîfelerine doğru uzattılar ve sonra hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı göstererek; "Büyüğü büyüktür!" buyurdular.

Hazret-i Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah, Urvet-ül-Vüskâ'nın oğullarının en büyüğüydü. Böyle olunca talebelerinin ve halîfelerinin de en büyüğüydü. Ben bunu bizzat Resûlullah efendimizin işâret ve bildirmeleri ile anladım. Böylece kalbimi meşgûl eden o düşünce ve suâlim cevaplanmış oldu.

Urvet-ül-Vüskâ hazretleri, vefâtına yakın zamanda da Kayyûm-i Zaman'ın hâlini şöyle medhetmiştir: "Sizin emsâlsiz hâliniz, dâimâ makbûlümüz ve mahbûbumuzdur. Yâni kabûlümüz ve sevdiğimizdir. Gevşeme ve değişme, bu emsâlsiz hâlinize yol bulamaz."

Kayyûm-i Zaman hâllerini çok gizlerdi.Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi. Hattâ talebelerinden bâzıları; "Efendimiz! Bu kadar sırlar ve vâridât yâni mânevî hâller içerisinde bulunduğunuz hâlde, bunları bu kadar örtüp, gizlemenizdeki sebep nedir?" diye arz ettiler. Cevâbında; "Söylenmesi ve yazılması doğru ve lâzım olanlar, hazret-i Müceddîd-i elf-i sânî ve Urvet-ül-vüskâ (yüksek dedem ve babam) tarafından söylenmiş ve yazılmışlardır. Bu zamanda onların söyleyip yazdıklarından daha iyi söz söyleyecek kimse yoktur." buyurdu.

Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın gündüz ve gecedeki bütün amelleri tamâmen sünnete, yâni dînimizin her emrine tam uygundu. Bir sünneti yerine getirememek endişesi, gözünde gönlünde dağ gibi görünürdü. Yemekte, içmekte, oturmakta, kalkmakta, yolculuk ve ikâmet hâlinde, giyinmede, her zaman okunması îcâbeden duâlarda ve diğer duâlarda, dil ve kalb ile yapılan zikrlerde, oruç, namaz, hac, umre, zekât, güzel ahlâk, ihsân, tevekkül, hilm (yumuşaklık), ilim, cömertlik, iyilik yapmak, sabır, tahammül ve diğer güzel huylarda pek ilerideydi. Bu güzel huyların îcâblarını yerine getirmekte o kadar dikkatliydi ki kıl ucu kadar gevşeklik ve ayrılık görülmezdi. Gündüz ve gece yaptıklarından, inceden inceye kendini hesâba çekerdi. İhlâs ve ibâdette ve her edebe riâyet etmekte pek ilerideydi. Bununla berâber niyet ve amellerini, kâmil olmaktan uzak, ayıp ve kusurlu görürdü. Bunun için pişmân olur, istigfâr ederdi. Bu sebepten dâimâ mahzûn ve üzüntülü dururdu. "Amel ve istigfâr et!" kelâmını kendine düstur edinmişti. Dînimizin emirlerine uygun görünmeyen keşf ve kerâmetlere kıymet vermez, îtibâr etmezdi.

Mübârek yüzünde öyle bir nûr vardı ki, güzel yüzünü bir kat daha güzelleştiriyor ve yüzüne bakanlara, lisân-ı hâl ile; "Bu görünen, insanlar gibi insan değil, bir güzel melektir." dedirtiyordu.

Kayyûm-i Zaman hazretleri, ömrünün sonlarına doğru Kur'ân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu. Kendisine çok bağlı talebelerinden biri, müsâit bir vakitte; "Böyle düşük sesle okumanızın hikmeti nedir?" diye arz etti. Bir müddet sustu ve sonra; "Hazret-i Urvet-ül-Vüskâ (yâni babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu." buyurdu. Başka bir defâsında talebelerinden birisi yine bu husûsun sebebini suâl ettiğinde cevâben; "Okurken bütün mevcûdât berâber okuyorlar ve bu fakîri yüksek sesle okumaya bırakmıyorlar." buyurdu.

Kayyûm-i Zaman'ın yakın talebelerinden Mirzâ MuhammedKâbilî'nin hanımı vefât etmişti.Kayyûm-i Zaman, tâziye (başsağlığı) için Mirzâ'nın evine gitti. Mirzâ Muhammed, hanımının Kayyûm-i Zaman'a olan muhabbet ve bağlılığının fazlalığından bahsetti ve; "Eğer kabûl buyurursanız ve zahmet olmazsa, kabri hemen şuracıktadır. Beraber gitsek çok memnûn olurdum." diye arz etti. O da kabûl edip kabri ziyâret ettiler. Kayyûm-i Zaman o hanımın mağfiret olunması için duâ etti. Sonra murâkabeye daldı. Duâ ve murâkabe esnâsında yüzünde bir ferahlık ve neşe göründü. Ziyâretten sonra berâberce dönerlerken, Mirzâ; "Efendim, duâ ve murâkabe esnâsında mübârek yüzünüzde neşe ve sevinç alâmetleri gördüm. Acaba hikmeti neydi?" diye suâl etti. Kayyûm-i Zaman hazretleri buna cevap olarak buyurdu ki: "O esnâda bana ilhâm olundu ve hattâ söyleyen sesi duydum. Şöyle buyruluyordu: "Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı ve vâsıtasız olarak seni tevessül edenleri(seni vâsıta ederek bana yalvaranları) mağfiret eyledim. Bu hanım da onlardandır." Allahü teâlânın nihâyetsiz inâyetinin (ihsânının) bu fakîre geldiğini gördüm ve bu hanımın, umûmun yanında husûsî olarak zikredildiğini duydum. Bunun için Allahü teâlâya çok şükreyledim. Yüzümdeki neşe ve sevinç alâmeti bu yüzdendi."

Muhammed Sibgatullah hazretleri, bir sefere çıktığında yolda hastalandı, geçirdiği kaza neticesinde bir eli kırıldı. Yol üzerinde bir eve misâfir oldu. O evin avlusunda hurma ağaçları vardı ve o ağaçların altında oturuluyordu. Kayyûm-i Zaman sandalyede değil yerde oturdu. Herkes istirahate çekildikten sonra o, rahatsızlığından ve kolunun kırık olmasından bütün gece uyumadı. Yere düşen hurmaları ve hurma yapraklarını hürmetle alıp edeple yüksekçe bir yere koydu. Sabah olunca ev sâhibi onun uyumadığını, yere düşen hurma ve hurma yapraklarını toplamakla ve yüksek bir yere koymakla meşgûl olduğunu, görünce bu hâlinin sebebini sordu. Ona cevâben buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte; "Halanız olan hurmaya saygı gösteriniz. Çünkü bu ağaç Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır." buyruldu. Emre uyarak hurmayı azîz tutmak, ona saygılı olmak îcâb ediyor.

Mirza Muhammed Efdal Kâbilî şöyle anlatır: "Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah, Kâbil'de bulunduğu günlerin birinde, oğullarına haber vermesi için bir hizmetçiyi Serhend'e gönderdi. Gidecek hizmetçi, kendisinden yol parası istedi. O sırada Muhammed Sibgatullah'ın elinde bir kerpiç vardı. Kerpici hizmetçiye verdi. Kerpiç bir anda altın oluverdi. Orada bulunan; Mîr Zarîf, Mîr Gulâm Hüseyin, Mirza Muhammed Mes'ûd ve daha birçok zât bu hâdiseye şâhid olduk. Hizmetçi, elinde bulunan altını paraya çevirmek istiyordu. Oradakiler bu altını satın almakta tereddüd ettiler. Fakat, Mîr Gulâm Hüseyin hepimizden atik davrandı ve altını hizmetçiden satın alıp, teberrüken sakladı."

Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın hizmetçilerinden biri yolculuğa çıkmıştı. Yolculuk esnâsında arkadaşlarını kaybetti. Yolunu şaşırıp bir dağ başına geldi. Burası hiç bilmediği, tanımadığı bir yerdi. Her taraf öyle yeşil, öyle güzeldi ki, sanki hazan rüzgârları bu yapraklara hiç dokunmamıştı. Burada dört mevsim birleşmiş, hepsi bahar gibi olmuştu. Rengârenk güller, boy boy sünbüller, deste deste, demet demet açmış, her taraf güzelliklerle donanmış, boş bir yer kalmamıştı. Talebe buranın, uzun zaman Cennet bahçesi misâli gönül açıcı güzelliklerinin seyrine daldı. Bir müddet sonra, yolunu kaybettiğini, buraya yanlışlıkla geldiğini hatırladı. Üstelik etrafta hiç insan görünmüyordu. Bir insan ile karşılaşır konuşurum ümidiyle dolaşmaya başladı. İnsan bulunduğuna dâir bir işâret yoktu. Üstelik hep vahşî hayvanlar ve yırtıcı kuşlar ile karşılaşıyordu. Vücûdunda bir ürperti meydana geldi. Korkmaya başladı. Her tarafı iyice aradı. Ama kimseyi bulamayınca, ümîdi iyice azaldı ve korkusu şiddetlendi. Artık o güzel bahçeyi, canını almak isteyen bir belâ gibi görüyordu. Bu sırada gönüllerin sultânı olan hocası Kayyûm-i Zaman'ı hatırladı. Kalbi ile ondan yardım ve imdâd istedi. O anda hocasını karşısında buldu. Kayyûm-i Zaman orada, bu talebesine; "Gözlerini yum!" diye emretti. Yumunca kulağına kâfile arkadaşlarının sesleri gelmeye başladı. Gözlerini açtığında kâfilenin yanındaydı. Fakat hocası ortada yoktu. Allahü teâlânın izni ve hocasının kerâmeti ile bir anda oraya geldiğini anladı.

Kayyûm-i Zaman, Emk beldesinde, o memleketin kâdısının evinde misâfir bulunuyordu. O sırada kâdı evde yoktu. Ramazân-ı şerîf ayı idi. Terâvih namazı kılınıyordu. Âniden şehirde bir gürültü ve büyük bir karışıklık meydana geldi. Bu karışıklık ve kavga sesleri, şehrin kâdısının evine yâni Kayyûm-i Zaman'ın bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Bin kişi kadar olduğu tahmin edilen kalabalığın, kadının evini yağmaya geldikleri anlaşıldı. Kâdının âilesi ve yakınları bu hâli haber alınca, çok korkup üzüldüler ve ağlamaya başladılar. Bu kalabalık eve yaklaşınca durakladı ve geri çekilmeye başladı. Sonra birbirine girdiler. Birçoğunun başının kesildiği görüldü. O memleketi terk edip gidinceye kadar karışık hâlleri devâm etti. Ortalık yatışınca onlara bu gerilemelerinin ve hezîmetlerinin sebebi sorulduğunda, dediler ki: "Kâdının evine yaklaştığımızda, beyaz sakallı, heybetli bir zât gördük. Elinde öyle bir kılıç vardı ki, kime sallasa başını gövdesinden ayırıyordu. Bu hâli görünce can korkusundan geri çekildik. Çoğumuz da o keskin kılıçtan kurtulamayıp telef oldu. Kılıç sallayan zâtı iyice târif ettiklerinde, Kayyûm-i Zaman'ı gördükleri anlaşıldı.Hâlbuki, kendisi o sırada, bütün düşüncelerden arınmış olarak namaz kılıyordu.

Sûfî Abdüllatîf isminde bir zât şöyle anlatır: Kayyûm-i Zaman hazretleri Kâbil'i teşrif etmişti. Huştî Köprüsünün yanında, Mirzâ Muhammed Âdil ismindeki bir zâtın evinde kalıyordu. Ayaklarında nikris denilen rahatsızlık vardı. Bu sebeble doktorlar soğuk su içmesini yasaklamışlardı. Bu yüzden yanında bulunanlar kendisine buzlu su getirmezlerdi. Kayyûm-i Zaman bir gün bu fakîre; "Bâzı pınarlar vardır ki, suyu kardan daha soğuk olur. Bu yakınlarda böyle bir pınar biliyor musun?" buyurdu. "Buralarda öyle bir pınar yoktur efendim." deyince; "Görmeden cevap vermeyin, kalkın, arayın." buyurdu. Bu yakınlarda böyle bir pınarın bulunmadığı bilindiği hâlde emirlerine uyarak talebelerinden bir kısmı ile çıktık. Kapıdan çıkar çıkmaz bir pınar göründü. Duvarın dibinde su kaynıyordu. Oraya yaklaşınca, bir su gördüm ki, hakkında; "Sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve kardan daha soğuk." sözü söylenebilirdi. Bu duruma oradan gelip geçenler de şaşırdı. Önce o sudan ben içtim. Sonra kabı doldurup huzûruna getirdim. Buralarda böyle bir suyun bulunmadığını, bu hâlin, kendilerinin tasarruf ve himmetleriyle olduğunu arz ettim. Sevindi ve Allahü teâlâya şükreyledi. O pınara, "Nûr pınarı." ismini verdi. O pınar, o güzel hâliyle epey müddet aktı."

Bir zamanlar Hindistan'da büyük bir kıtlık vâki oldu ve uzun zaman devam etti. Aynı zamanda vebâ salgını da başgösterdi. Birçok kimse duâ etmesi için huzûruna gelip; "Bu belâ ne zaman geçecektir. Bu kıtlık ve bu vebâ salgınından insanlar ne zaman kurtulacaktır?" diye arz ettiler. "Sabrediniz!" buyurdu. Her ne zaman gökte bir bulut görülse, insanlar Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelirler; "Havada bir başkalık var. Acabâ yağmur yağacak mı?" derler, ondan bir cevap beklerlerdi. Cevap olarak bâzan; "Bu bulut yağmur vermeden geçer." der, bâzan da; "Bu bulutta yağmur yok." derdi. Bir gün buyurdu ki: "Bakınız! Gökyüzünde bir bulut görülüyor," Oradakiler baktılar ve önceki bulutlara göre bunda da yağmur yok zannettiler. Buyurdu ki: "Bu, her tarafı yağmur ile dolduracak bir buluttur." Böyle derdemez o bulut büyüdü, büyüdü, her tarafa yayıldı. Gök gürültüsünün ardından rüzgâr ile birlikte şimşek çakmaya ve gâyet şiddetli yağmur yağmaya başladı. Üç gün üç gece öyle devâm etti. Yağmur, Hindistan'ın her tarafına aynı şekilde yağdı. Allahü teâlânın ihsânı ve bu yağmur sebebi ile, kıtlık ve vebâ kalmadı.Sanki Hindistan yeni baştan tâzelenmiş gibi oldu.

Kayyûm-i Zaman hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Ehlullah, sıtma hastalığına yakalanmıştı. Bir sene geçtiği hâlde, iyileşmedi. Doktorlar âciz kaldıklarını söylediler. Bu hastalık devâm ederken, birgün Kayyûm-i Zaman talebelerine buyurdu ki: "Oğlum Şeyh Ehlullah'ın hastalığı çok uzadı. Çok zayıf düştü. Üstelik gittikçe ağırlaşıyor. Hastalığı kendime çekmem ve bundan sonraki ağrılarını benim yüklenmem îcâb ediyor." Bunu söyler söylemez oğlu tam sıhhate kavuştu. Kendisi ise iki sene kadar hasta yattı. Sonra iyileşti.

Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri zamânında,Hüsrev Bek isminde hırsızlık ve dolandırıcılıkta meşhûr biri vardı. Bu, güçlü kuvvetli olup, çok cesur ve yiğitti. Hırsızlık ve yankesicilikte zamânın meşhûru idi. Bulunduğu yerin civârındaki köylerde eziyet ve cefâsından kurtulmuş tek bir ev yoktu. Belâ kesilmediği ve ulaşmadığı yer yoktu. Bir ara Kayyûm-i Zaman hazretleri Meyve Hâtun isimli bir köye gitmişti. Bu meşhûr Hüsrev Bek de oradaydı. Her nasılsa Kayyûm-i Zaman'ın ziyâretine gitti. Birkaç gün sohbette bulundu. Geceleri, arkadaşları ile berâber Yâkûb Türkmân köyünde kalırdı. O günlerde köyün yakınındaki kervansaraya büyük bir kervan gelmişti. Kervanda, Belh şehrinin büyük tüccârları vardı. Bu meşhûr hırsız, kervanın kervansaraya geldiğini haber alıp, bilhassa kervandaki tüccârların mallarının çokluğunu ve bu arada çok kıymetli bir atın da bulunduğunu öğrenince, gece arkadaşları ile beraber kervansaraya doğru yola çıktı.Kervansaray gâyet muhâfazalı ve sağlamdı. Hırsızların reîsi olan Hüsrev Bek kimseye sezdirmeden kervansaraya girdi. Arkadaşlarını da dışarıda bıraktı ve doğruca o çok kıymetli atın bulunduğu yere gitti. Atı çözecekken at kişnedi. Kişnemeyi duyan atın sâhibi kalkıp atın yanına geldi. Hırsız da yakalanmamak için, görünmeyecek şekilde kendini yere attı. O kuytu yerde gizlenirken atın dizgininin daha sağlam olması için sâhibi bir çivi daha çaktı. Çaktığı çivi hırsızın eline geldi. Hırsız bütün ızdırâbına rağmen yakalanmamak için sesini çıkarmadı.Böylece eli duvara mıhlanmış olan hırsız için, artık kaçıp kurtulmak ihtimâli de kalmamıştı. Orada sabaha kadar çok büyük sıkıntılar çekti. Buna rağmen, bağırmıyor, soğukkanlılığını muhafaza etmeye çalışıyordu. Fakat çok daralmıştı. Yaptığı işin kötülüğünü anladı. Âdetâ, kendi kendinden nefret etmeye başladı. "Bu belâdan kurtulursam ertesi gün Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gideceğim. Tövbe edip talebelerinden olacağım." diye düşündü. Tam bir âcizlik içinde ve büyük bir samîmiyetle böyle düşündüğü için, o anda Kayyûm-i Zaman'ı yanında gördü. Kayyûm-i Zaman o çiviyi çıkardı. "Hadi git. Seni kurtardık." deyip gözden kayboldu. Hüsrev Bek büyük bir ferahlık hissetti ve kervansaraya girdiği yerden dışarı çıktı. Arkadaşları ise hâlâ onu bekliyorlardı. Arkadaşlarına başından geçenleri anlatanHüsrev Bek; "Ben Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gidip hırsızlıktan tövbe edeceğim ve kabûl buyurursa talebeleri arasına gireceğim." dedi. Arkadaşları da; "Hırsızlıkta bizim reîsimiz olduğun gibi, tövbede de reîsimiz olursun." diyerek tövbe ettiklerini bildirdiler. Böylece hırsız başı olan Hüsrev Bek ve bütün arkadaşlarıKayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelip tövbe ettiler. Onun muhlis talebelerinden oldular. O ana kadar çaldıkları malları mümkün olduğu kadar yerlerine sâhiplerine ulaştırdılar, yâhut helâllaştılar.

Bundan sonra bu büyükler yolunda ilerlemeye başlayıp, kısa zamanda yüksek dereceler, kemâl mertebeler elde eden Hüsrev Bek, hocası Kayyûm-i Zaman hazretlerinden hilâfet ve icâzet aldı. Hocası ona; "Fakîrullah" ismini verdi. Çok gayret gösterdi. Birçok kimse onun vesîlesiyle bu büyükler yoluna girdi. O diyarda bulunan insanlar, zamânımıza kadar onun menkıbe ve fazîletlerini anlatmaktadırlar. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Câhiliye zamanında seçkin olanlarınız, İslâmda da seçkinleriniz olur." buyrulmuştur.

Kayyûm-i Zaman hazretlerinin muhlis talebelerinden olan Gülendâm isimli bir zât şöyle anlatır: Şeytan bana çok musallat olur, lüzumsuz hayal ve düşüncelerle beni meşgûl eder, kötü işler yapmam için yol gösterirdi. Bir gece bu düşüncelere dalmışken, kalbime; "Sen Kayyûm-i Zaman'ın yüksek kapısına ulaşanlardansın. Ne için hâlini o dergâhta hizmet görenlere açmıyorsun. Açarsan bu belâdan kurtulursun." diye bir ses geldi. Bir gece teheccüd namazı vaktinde hocamı yalnız bulup, hâlimi arz eyledim. "Şeytan, sizden ümîdini kesti" buyurdu. O günden bu güne kadar seneler geçti de bir daha bana musallat olmadı. Hiçbir şekilde, hiçbir işime karışmadı. Hattâ o zamandan beri ihtilâm bile olmadım."

Bir gün bir talebenin hanımı şiddetli bir hastalığa tutuldu. Ölmek üzereydi. Talebe, Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelip, bu hastanın şifâ bulması için duâ buyurmasını arz etti. Kayyûm-i Zaman; "Hiç üzülme! Hastalığı geçecek, sıhhate kavuşacaktır." buyurdu. Talebe sevinip hastasının yanına döndü. Fakat bir müddet sonra hastanın durumu ağırlaştı. Artık ümîd kesilmişti. Bir gece can vermek üzereydi. Rûhunu can alıcı meleğe teslim edip, gözleri, elleri ve ayakları ölülerdeki gibi oldu. Bu hali gören o talebe üzülerek, ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve hastanın Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu söyleyip; "Mağfireti için duâ buyurunuz efendim." dedi. O sıradaKayyûm-i Zaman hazretleri teheccüd namazı için kalkmıştı. Bu talebesine buyurdu ki: "O hasta ölmemiştir." Talebe; "Efendim. Elleri ve ayakları düz ve hareketsiz duruyor. Gözleri de kapandı. Vefât ettiğini iyice anladıktan sonra huzûrunuza geldim." dedi. Kayyûm-i Zaman yine; "Mümkün değil ölmemiştir." dedi ve yiyecek bir şeyler verip; "Gidin. Ne yapıp yapın. Ağzını açın ve bu yemeği ağzına koyun. Yaşadığından hiç şüphe etmeyin." buyurdu. Talebe şaşkın bir vaziyette bildirileni yapmak üzere geri döndü. Hastanın yanına geldi. Ağzını zorla açtı. Hocasından getirdiği yiyecek şeylerden ağzına koydu. Daha ağzına koyar koymaz, yemek o hanımın ağzında oynamaya, hareket etmeye başladı. Yemeği yuttu ve o ölü hâli geçip yaşama emâreleri görülmeye başladı. Birden tam sıhhate kavuştu ve aç olduğunu bildirip çorba istedi.

Kayyûm-i Zaman'ın talebelerinden birisi huzûruna gelip; "Efendim! Bizim bahçede bir ağaç var. Meyve vermiyor." diye arz etti. O talebeye buyurdu ki: "Asâmı (bastonumu) al. O ağacın gövdesine dokundur. İnşâallahü teâlâ meyve vereceğini ümîd ediyorum. Hem de çok lezzetli meyveler verecektir." O talebe diyor ki: "Asâyı alıp ağaca dokundurdum. Allahü teâlâ, hocamın o asâsının bereketiyle ağacı meyve ile donattı ve bu hal bütün şehirde darb-ı mesel oldu. Herkes ondan bahsederdi.

Kayyûm-i Zaman'ın halîfelerinden Sûfî Abdüllatîf-i Kâbilî şöyle anlatır: Üstâdım Kayyûm-i Zaman MuhammedSibgatullah hazretlerini çok görmek istiyordum. Bir gün bu arzum şiddetlendi.Kalbim yanıyor, yerimde duramıyordum. Ben Kâbil'de, o ise, irşâd diyârı olan mübârek Serhend şehrindeydi. Yüksek babasıUrvet-ül-Vüskâ, Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî'nin dâveti üzerine bir anda Serhend'den Kâbil'e gelip, yine bir anda geri dönmüştü. Birden aklıma bu hâdise geldi. Hocam Muhammed Sibgatullah ki her hususta babasına uymuştu ve onun kemâlâtına kavuşmuştu. O hâlde Allahü teâlânın izni ile o da bir anda gelebilirdi. Bu zavallı âşığı mübârek yüzü ile şereflendirir ve bu arzu ateşime bir çâre bulurdu. Bu lütuf onun kerîmliğinden, iyilik ve ihsânından beklenir, ümîd olunur diye düşündüm. Bu düşünceler içinde çarşıya doğru gidiyordum. Âniden, karşımdan bana doğru yaklaştığını ve yüz yüze geldiğimizi gördüm. Hemen ellerine kapandım. Bir müddet berâber kaldık. Sonra gözümden kayboluverdi.

Berekat-ı Ma'sûmî kitabının yazarı olanSefer Ahmed şöyle anlatır: "Bir gün bu fakîr, Kayyûm-i Zaman'ın huzûrundaydım. Kendisine hizmet etmekle şerefleniyordum. O esnâda çok müşâhede ve hâllere kavuştum. Dekken beldesine gidince gönlüme; "Acabâ bir daha hocamın yüksek huzûrunda bulunabilecek miyim?" Sohbet ve hizmetle şereflenebilecek miyim? Yoksa bir daha göremeyecek miyim?" gibi düşünceler geldi. O anda hocamı karşımda gördüm. Bana; "Ebû Saîd Ebü'l-Hayr buyuruyor ki." diye başlayıp o yüksek velînin şu meâldeki beytini okudu:

Bir kuş ki düşmüş idi, şu varlık tuzağına,
Uçup gitti, tuzaktan başka bir şey kalmadı.

Fakîr, bu şiirden vefâtının yaklaşmış olduğunu anladım. Çünkü, sırları, gizli hâlleri, rumûz ve işâretlerle anlatmak, bildirmek âdetiydi."

Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i Zaman cihâda gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler. Muhârebenin her iki tarafta da şiddetlendiği, kılıçların, okların, silâhların ölüm saçtığı bir geceydi. Kayyûm-i Zaman merak edip durumu öğrenmek için muhârebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere düştü. Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarsına benzer bir yara gördüler. Anlaşıldı ki harbeden müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses çıkarmamıştı.Yaptığı güzel ve faydalı bir işi hiç söylemezdi. Bu yarayı muhârebe meydanında aldığı anlaşıldı. Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, müslümanların imdâdına yetişmiş ve kâfirlerin yenilmesine yardımcı olmuştu.

Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı. Acı ve ızdıraplar çekti. Sonra şehîdlik mertebesi ileAllahü teâlâya kavuştu. Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu. Yâni o öyle yüksek, öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu. 1710 (H.1122) senesinde Rebî'ul-âhir ayının dokuzunda bir Cumâ günü ikindi vaktinde vefât etti. Vefâtında seksen dokuz yaşındaydı. Onu çok sevenler, vefât târihini bildirmek için ebced hesâbı ile 1122'yi gösteren çok şiirler ve mısralar söylemişler, yazmışlardır.

Kayyûm-i Zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah efendimize yüz salevât-ı şerîfe okumuştu. Bundan sonra rûhunu teslim etti.

Seksen yaşına yaklaştığında; "Allahü teâlâ, seksen yaşındakileri Cehennem'den âzâd eyler." buyurdu. Seksen yaşını geçtikten sonra Allahü teâlânın rahmetinden daha fazla ümitlendi. Dâimâ hamd eder ve şehîd olarak ölmeyi taleb ederdi. Bunun için Allahü teâlâ ona şehîdlik mertebesini ihsân etti.Cenâze namazında çok büyük kalabalık vardı. Yüksek babası İmâm-ı Ma'sûm'un türbesinde medfûndur.

Kayyûm-i Zaman'ın; Şeyh Ebü'l-Kâsım, Muhammed İsmâil, Şeyhullah ve Rahmetullah isimlerinde dört oğlu olup, oğullarının herbiri babalarından icâzet ve hilâfet almış, olgun ve yüksek velî idiler. Kayyûm-i Zaman'ın oğullarından başka birçok halîfeleri de vardı. Bâzılarının isimleri şöyledir: 1) Ma'den-i Cevâhir ve Berekât-ı Ma'sûmî kitaplarının müellifi Meyân Sefer Ahmed, 2) Şeyh Zeynel'âbidîn: Meyân Fakîrullah Burhânpûrî ismi ile meşhûrdur. 3) Mîr Azîz, 4) Mîr Muhammed Ganî, 5) Ebû Nasr Sultanpûrî, 6) Muhammed Refî'ı Kâbilî, 7) Abdüllatîf-i Kâbilî, Şeyh Fakîrullah: Yâkûb Türkman köyünden olup, önceki adı Hüsrev Bek idi. 9) Hâfız Muhammed Nizâm Kâbilî, 10) Sûfî Elif-i Belhî, 11) Sûfî Muhammed Kâbilî.

ODUN KÂFİ GELMEDİ

Daha yaşı çok gençken, babası İmâm-ı Ma'sûm hacca gidiyordu.Yanlarında talebelerinden bir kısmı ile Muhammed Sibgatullah da vardı. Muhammed Sibgatullah'ın yaşı çok genç olduğu için, kâfilede bulunanların ekmek ve su ihtiyaçlarını temin etmek vazifesi ona verilmişti. Bir gün diğer hizmetçilerin başı, Muhammed Sibgatullah'a gelerek; "Etrafta çalı, çırpı, odun görünmüyor. Hamur hazır, fakat ateş olmadığı için pişirip ekmek yapamıyoruz. Hamur olduğu gibi duruyor. Arkadaşların ise yemek zamânı yaklaşıyor. Bu duruma bir çâre bulunuz." diye arz etti. Bu söz üzerine Muhammed Sibgatullah; "Hamuru buraya getirin." buyurdu. Hamuru getirdiler. Hamuru eline aldı. "Kimse gelmesin. Ben şu tümseğin arkasında pişirip getireyim." dedi ve gitti. Hemen başını açtı. Bir parça hamur alıp başına koydu.Çabucak pişiverdi. Böylece bütün hamuru ekmek yapmaya başladı. Arkadaşlarından biri, gideyim bakayım, ekmeği neyle pişiriyor deyip, yanına geldi. Vaziyeti gördü. O da başını kapadı ve hâlini örtmek istedi. Az bir hamur kalmıştı. Ekmeklerle ve az hamurla babasının yanına gelip; "Odun kâfi gelmedi, hepsini pişiremedim efendim!" deyince, kerâmetler hazînesi yüksek babası tebessüm ederek; "Şu arkadaş gelmeseydi, odun yetişecekti değil mi?" buyurdu.

ŞİFÂ OLAN YEMEK

Kayyûm-i Zaman hazretlerini sevenlerden bir zât ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bir akşam şifâya kavuşabilmek niyetiyle duâ istemek üzere, yüksek huzûruna geldi.Kayyûm-i Zaman o sırada yemek yiyordu. Hasta içeri girdiği zaman daha bir şey söylemeden, Kayyûm-i Zaman ona; "Bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?" dedi. O da; "Hepsinden yemek isterim. Hepsini seviyorum. Ama ne yapayım ki, perhiz ediyorum." dedi. Hastayı muâyene edip, ilâç veren doktor da Kayyûm-i Zaman'ın sevdiklerindendi ve o sırada orada bulunuyordu. Kayyûm-i Zaman, doktora dönerek; "Bu yemekler ona zarar verir mi?" dedi. Doktor; "Efendim, tıb bilgimize göre, bu yemekler bu hastaya zehir gibi gelir ve öldürür." diye arz etti. Bunun üzerine hastaya dönüp; "Bu yemeklerden yeyiniz. Sizin şifânız bunlardadır." buyurdu. Hasta da tam bir iştah ile ve hocasının sözüne sığınarak o çeşit çeşit yemeklerden doyuncaya kadar yedi ve Allahü teâlânın izniyle hemen sıhhate kavuştu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KÂZERÛNÎ


Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî. İsmi İbrâhim bin Şehriyâr'dır. Annesinin ismi Bânuveyh bin Mehdî'dir. Ebû İshak künyesiyle ve Kâzerûnî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 963 (H.352) senesi Ramazân-ı şerîf ayında Şîrâz civârındaki Kâzerûn kasabasında doğdu. 1034 (H. 426) senesinde Kâzerûn'da vefât etti.Kabri oradadır.

Mecûsî bir âileye mensûb olan Ebû İshak Kâzerûnî'nin babası sonradan hidâyete kavuşup müslüman olmakla şereflendi. Müslüman bir anne babadan dünyâya gelen Kâzerûnî'nin doğumundan îtibâren üstün halleri görülmeye başladı. Onun dünyâya geldiği gece doğduğu evden göğe doğru yükselen bir nûr görüldü. Bu nûr sütununun dalları etrâfı aydınlatıyordu.Annesi onu emzirmek istedi. Fakat Ramazan-ı şerîf ayı olduğu için emmedi. Bu hâli Ramazan ayı boyunca devâm etti. Gündüzleri annesini emmiyor, geceleri emiyordu. Ayrıca kardeşi emip karnını doyurmadan emmiyordu. Bu da onun büyük bir zât olacağının ilk işâretleriydi.

Ebû İshâk Kâzerûnî'nin, babası müslüman olduğu halde dedesiMecûsî yâni ateşperest idi. Babası onun ilk olarak Kur'ân-ı kerîm öğrenmesini isteyince, dedesi; "Ona bir sanat öğretmek daha iyi olur." diyerek mâni olmaya çalıştı. Küçük İbrâhim ise Kur'ân-ı kerîm okumak istiyordu. Anne, baba ve dedesiyle meseleyi konuştuktan sonra, dedesini râzı etti. Çünkü ilim tahsiline karşı şiddetli bir arzu duyuyordu. Çocuk yaşında ilim tahsiline başlayıp, Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Okumaya gittiği sırada diğer çocuklardan daha gayretli olup derste hepsinden erken hazır bulunuyordu.

Kur'ân-ı kerîm okumayı ve temel dînî bilgileri öğrenip, diğer ilimleri tahsîl etmeye başlayacağı sırada büyük bir âlim bulup ondan ilim ve feyz almayı arzu etti.

Bunun için Ebû AbdullahHafif'in derslerine devâm etti. Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca Ebû Ali bin Hüseyin Fîrûzâbâdî el-Akkar, Ebü'l-Hasan Ali bin Cehdim Hemedânî ve başka âlimlerden çeşitli ilimleri tahsil etti. Hadîs âlimlerinden birçoğu ile görüştü. Şîraz, Basra, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti, velîlerin sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ilimlerde derin âlim, bâtın (kalp) ilimlerinde de yüksek bir velî oldu.

Haram ve şüphelilerden sakınmakta, ince din bilgilerini çözmekte ve büyük âlimlerin eserlerini anlayıp îzah etmekte emsalsiz hâle geldi.

Nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Şefkat, merhamet, güzel ahlâk ve cömertlikte yüksek dereceye ulaştı. Zamânın sultanları onu çok sevip saydılar ve onun nasihatleriyle hareket etmeye çalıştılar. İlimdeki ve mârifetteki yüksek derecesi sebebiyle "Sultân-ül-Evliyâ" ve "Kutb-ül-Aktâb" ünvanlarıyla meşhûr oldu.

Kendisine hakâret edenlere, inkârcılık yapanlara elinden geldiğince hep tatlı söz, güler yüz gösterip hepsine hayır duâda bulundu. İyi-kötü herkese, güneş gibi ışıklarını yaydı. İyilik ve ihsânlarını kimseden esirgemezdi. Zayıf, güçsüz, yetim ve fakirlere elinden geldiğince yardım eder ve sığınak olur, görüp gözetirdi. Mübârek nefeslerinin bereketi bütün âlemi kuşattığından, Mekke-i mükerremeden Kirman'a kadar pekçok garip, seyyid ve derviş dergahına koşmuştu. Ebû İshakKâzerûnî hazretleri her hâliyle örnek bir müslümandı. Derdi, üzüntüsü olanlar onu görünce neşeyle dolar, gam ve kederleri silinir, zâlimler zulmünü terk ederdi. Günahkârların pekçoğu onu bir defâ görmekle tövbe-i nasûh ederlerdi. Gâyet sâde giyinir, halk içinde hep Hak teâlâ ile olurdu.

Cömert ve kerem sâhibi olan Kâzerûnî hazretleri, çok misâfirperverdi. Maddî yönden zayıf olduğunu bilen babası ona; "Sen fakirsin, gelen misâfirleri ağırlama gücüne sâhip değilsin, sonra bu işte acz içine düşmeyesin." deyince, Kâzerûnî hazretleri cevap vermedi. Derken Ramazân-ı şerîf ayında bir misâfir topluluk geldi.Kâzerûnî'nin evinde bir şey yoktu. Akşam yaklaşmıştı. O anda biri içeri girdi. Ekmek, muz ve incir bulunan büyük bir çantayı bırakıp: "Bunu dervişlere ve misâfirlere ikrâm et." dedi. Bu hâli gören babası oğluna dönerek; "Gücün yettiği kadar insanlara hizmet et. Zîrâ Hak teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır." dedi.

Ebû İshak Kâzerûnî, Kâzerûn'da dîn-i İslâma hizmet yolunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında pekçok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest ve ateşperest sapık müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıktaydılar. Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru parlayıp müslümanlar çoğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri kuruldu. Kâzerûnî'nin sohbetinde yetişen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak için seferber oldular. Cihâd niyetiyle civâr beldelere dağıldılar. Kâzerûnî, talebelerinden ve sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de birçok gazâlara katılıp, ilâ-yı kelîmetullah, Allahü teâlânın dîninin yayılması yolunda, insanları küfür karanlıkları ve ebedî Cehennem azâbından kurtarmak için, ilim ve kılıçla cihâd etti. Az zaman sonra hidâyet nûruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce putperest, grup grup Kâzerûnî'nin huzûrunda îmâna geldi. Kendisi de Cumâ günleri toplanan orduya vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazânın fazîletini anlatıp cihâda teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vâzları sâyesinde aşka gelip, ihlâs ile kâfirler üzerine yürüyüp zaferler kazandılar. Bir çok ganîmet elde ettiler.

Kâzerûnî her yıl mücâhidleri bizzat teftiş ederek onların silâhlandırılması, giyim-kuşamı ile yakından meşgûl olurdu. Ordusu sefere gittiğinde kendisi mânevî başkumandan olarak devamlı duâ ederdi. Mücâhid ordusu, Hindistan ve Çin'e kadar gitti. Bir kısmı da Anadolu'ya gelerek Rumlarla cihâd etti. BöyleceAnadolu'da İslâmiyetin yayılmasına çalıştılar. Mücâhidler bir defâsında Rumlarla yapılan bir harpte zor durumda kalmışlardı. Hemen hocaları Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî'nin rûhâniyetinden yardım istediler. O sırada Kâzerûnî mescidde idi. Âniden kalkıp asâsını eline alarak dışarı çıktı. Askerin gittiği tarafa yönelip kayboldu. Tam bu esnâda mücâhidler, heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördüler. Bu hâl, müslümanların kalblerine kuvvet verdi. Nihâyet hocalarının yardımıyla düşman kuşatmasından kurtuldular.

Kâzerûnî tekrar mescide döndüğünde, mescidde bulunanlar; "Efendim bu hâl nedir? Bir an mescidden çıkıp kayboldunuz." diye sordular. "O saatteİslâm ordusu Rum diyârında esir düşmek üzereydi. Yardım istediler, yardıma gittim." buyurdu.Mescidde bulunanlar bu vak'anın olduğu gün ve saati kaydettiler. Daha sonra İslâm ordusu kâfirlerle cihâddan dönünce bu hâli sordular. Onlar da; "Kâfirlerle savaşa başladığımızda biz az, düşman çok kalabalıktı. Çok kahramanlık ve cengâverlik göstermemize rağmen, bir yiğide yüz kâfir düşüyordu. Bir anda topluca hücûma geçip bizi çepeçevre kuşattılar. O anda hâtırımıza hocamız geldi ve yardım istedik. Hemen heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördük. Kâfir ordusu kırılarak hezîmete uğradı. Böylece gâlib geldik. Ondan sonra o süvâri geldiği gibi kayboldu. dediler. Söyledikleri saat Kâzerûnî'nin kaybolduğu saatti.

Ebû İshâk Kâzerûnî'nin tâlim ve terbiyesinde yetişip cihâd için her tarafa dağılan mücâhidler, gittikleri yerlerde, limanlarda, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ ettiler. Bu faâliyet ve gayret, "Kâzerûniyye yolu" adı ile anılıp meşhûr oldu. Ebû İshâk Kâzerûnî ve talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında (yapılıp yayılmasında) rehber oldular.

Kâzerûnî hazretlerinin birçok olgun talebeleri ve halifeleri vardı. Bunlar; Ebü'l-Hasan Ali bin Fadl, Ebü'l-Abbâs bin Fadl, Muhammed bin İbrâhim, Ebû Abdullah Muhammed bin Dehzûr Mayinî, Ebû Abdullah Muhammed bin Cüzeyn, Hüseyin Sagîr, Ebû Ali Hüseyin Kebir, Hasan bin Ali, Hasan bin Ferhan Kâzerûnî, Ebü'l-Kâsım Kefşen Kâzerûnî, Hasan bin Merdsad, Ahmet bin Firûz gibi âlim, faziletli, ârif ve velî-yi kâmil zatlardı. Bu talebeleri Hindistan, İran ve Anadolu'nun doğu bölgelerinin îmân ve hidâyet nûrlarıyla aydınlanmasına sebeb oldular.

Ebû İshâk Kâzerûnî, zengin müslümanları hayra teşvik edip, vakıfların yapılmasını sağladı. Çeşitli beldelerde yüzlerce dergâh, ribât, hânekâh yaptırdı. Buralarda muhtaçlara yemekler dağıtıldı. Bu ribât ve vakfiyelerde ilim ve edeb öğretildi, cihad rûhu aşılandı. Gerek sağlığında gerekse vefâtından sonra Müslüman hükümdârlar, Kâzerûniyye yolunu teşvik edip, çeşitli vakıflar yaptılar. Bilhassa; Bursa, Konya,Erzurum ve Şam gibi beldelerde zâviyeler çoğaldı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han da, Bursa'da Kalealtı (yâhut Tahtakale) denilen yer arkasında Ebû İshâk alemdârlarına mahsûs bir Zâviye-i âlî tahsîs etti. Vakfiyesinde; "Bunu Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî eshâbına âdet olduğu vechile, gelen misâfirlerin, mukîmlerin mümkün olduğu derecede îzâz ve ikrâmları hizmetlerinin îfâsı için vakfetti." denilmektedir.

Gerek seferde gerek sulh zamânında insanlara vâz ve nasîhat ederek onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermesi için çalışan Kâzerûnî hazretleri talebelerine nasîhat ederek buyurdu ki:

"Ey kardeşlerim! Size dört nasîhatım vardır. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kıldı isem ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur'ân-ı kerîm öğrenip, okumaya devâm ederek emir ve yasaklarını gözetiniz. Bir misâfir geldiğinde evinizde ağırlayıp, hemen ne var ise hazırlayıp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost olunuz. Birbirinizle muhabbetli olunuz. Sakın düşmanlık edip nifâka sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düşer parçalanırsınız."

"Bu iki parmağımın yanyana durması gibi îmân ve muhabbet birliktedir. Allahü teâlânın rızâsı için her ikisi de mutlaka lâzımdır. Muhabbetin şartlarına son derece dikkat ediniz. Din kardeşlerinizi seviniz. Yakındayken de, gıyâbında da seviniz, sevişiniz."

"Alahü teâlânın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayı ganîmet biliniz."

"Şu üç grup insan aslâ iflâh olmaz, salâh ve seâdete kavuşamaz: Allahü teâlânın kendisine bahşettiği nîmetleri onun lâyık kullarından esirgeyip cimrilik yapanlar. Hak teâlâya ibâdet edip de sonra bundan şikâyet edenler. Bunlar; "Eğer benim ibâdetimin Hak teâlâ indinde değeri olsaydı ve kabûl görseydi, ben bu dünyâda berhüdâr olur, murâdıma ererdim." diye düşünüp üzülenler ve bu yüzden mahrum kalanlardır. Üçüncüsü ise, tembellik ve gevşeklikleri yüzünden ibâdet, hizmet ve tâatten zevk alamazlar, bu sebeble bunları tam yapamaz, yerine getiremezler."

"Her kim nefis kuşunun etini severse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb âlemi fezâlarına aslâ yükselemez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır."

"Faydalı veya zararlı olan altın veya gümüş değil, bunların kullanış ve sarf ediliş şekilleridir. Helâl kazanıp helâl yere sarfediniz."

"İki lirayı gözlerinize koyun, gözleriniz dışarıyı göremez olur. Peki ya binlerce lira ve parayı kalbine koyan, bunlara muhabbet edenin hâli nice olur."

Ebû İshak Kâzerûnî hazretleri gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr ederdi.Nefsinin isteklerine karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi.Sonra et yemeyi terk etti. Buna sebep şu hâdise oldu:

Kâzerûnî hazretleri hac yolculuğu sırasında Basra'ya geldi. Orada tasavvuf ehlinden bir toplulukla karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Ziyâfet verildi. Bu arada sofraya et getirildi.Sofrada bulunanlar eti yediği halde Kâzerûnî hazretleri yemedi. Hac ibâdetini edâ edip geri memleketine döndükten sonra bir gün canı et yemek istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği sırada kendi kendine "Ey nefsim! Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette et yemedin ve onlara gösteriş yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de yalnız başınasın ve et yemeye hazırlanıyorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar olsun." dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü teâlâya artık et yemeyeceğim diye söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.

Kâzerûnî hazretleri insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattıktan ve Allah yolunda cihâd ettikten sonraki zamanlarını insanlardan uzak olarak ibâdet ve tâatla geçirirdi. Bu hususta da şöyle buyururdu: "Çok zarûrî bir işiniz olmadıkça, evinizden dışarı çıkmayınız. Yoldan, çarşıdan, kalabalıktan ve dünyâ erbâbı olan kimselerin yakınından geçmeyiniz. Onları görünce, kalbiniz belki meyledip, Allahü teâlâyı anmaktan mahrum kalır."

Ebû İshak Kâzerûnî hazretleri bir gün talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki: "Siz kendi evinizde ve arkadaşlarınızın evinde bulunduğunuz zaman önünüze yemek veya yiyecek bir şey getirilirse yalnız yemeyiniz." Orada bulunanlardan birisi şöyle anlattı: "Ben her Cumâ günü namazdan sonra hocamın hizmetini görür, sonra izin alır, annemin yanına giderdim. Bir Cuma günü yine aynı şekilde yaptım. Cumâ namazından sonra hocamdan izin alıp annemi ziyârete gittim. Eve varıp hürmetle annemin ellerini öptüm, duâsını alıp oturdum. Annem gidip biraz hurma getirdi ve önüme koydu. Yememi söyledi. Ben yemedim. Annem çok ısrar etti."

"Şunu senin için saklamıştım." dedi. Annemin bu ısrarı üzerine hocamın bize olan nasîhatlerini anlattım. Annem; "Oğlum. Benim hatırım için şu birkaç hurmayı yiyiver. Senin hocan bunu nereden bilecek." dedi. Annemin ısrarına dayanamayıp bir tâne hurma yedim. Fakat kalbime bir sıkıntı çöktü. Bir müddet sonra annemden izin alıp hocamın huzûruna döndüm. Selâm verdim. Hocam Kâzerûnî selâmımı aldıktan sonra; "Annenin yanında bulunduğun sırada neler yaptın ve ne yedin?" diye sordu. Ben sessiz kaldım. Hocam devam ederek yüzüme baktı ve; "Orada bir hurma yedin." buyurdu. Hocamın bu sözü üzerine içimi öyle bir heybet ve korku kapladı ki, târif edemem. O günden sonra hiçbir hâlimin, işimin ve sözümün hocama gizli olmadığına ve her şeyimizi ânında görmekte olduklarına olan yakînim arttı. O hatâmdan dolayı tövbe ve istiğfâr ettim. O andan îtibâren arkadaşlarımdan ayrı hiçbir şey yemedim.

Ebû İshak Kâzerûnî hazretlerinin zamânındaBasra'da Yahyâ bin Hasan adında, bir mescid imâmı vardı. Şeyh Kâzerûnî hazretlerinin oturduğu beldeye geldi.Sabah namazı vaktiydi. Kâzerûnî hazretlerinin mescidine girdi. Kâzerûnî hazretleri imâm olmuş namaz kıldırıyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu. Kâzerûnî, okuduğu uzun bir sûrede bir âyeti unutarak okumadı. Bunu fark eden Yahyâ bin Hasan kendi kendine; "Yazıklar olsun bana. Buraya kadar boşuna yorulmuşum. Tâ Basra'dan buraya bu adamı ziyârete geldim. Halbuki o namazda okuduğu sûreyi yanlış okuyor. Kur'ân-ı kerîmi doğru okuyamayan kimsenin ne fazileti olabilir? Buraya geldiğime pişman oldum." diye düşündü. Şeyh Kâzerûnî hazretleri namazdan ve duâdan sonra o kimseyi yanına çağırdı ve buyurdu ki: "Gördüğünüz gibi bizler hatâ işleyip duruyoruz. Âdemoğluyuz. Âdemoğlu unutkanlıktan kurtulamaz." buyurdu. Yahya bin Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi kalbinden geçenleri bildiğini anladı. Düşündüklerine tövbe edip özür diledi.

Zamânın devlet adamlarından Ebü'l-Fadl Büveyh-i Deylemî bir gün Ebû İshak Kâzerûnî hazretlerini ziyârete gitti. Görüşme esnâsında Şeyh hazretleri ona dönüp; "Şarabı içmekten vazgeçip tövbe et." diye nasîhat etti.Ebü'l-Fadl; "İmkânı yok efendim. Ben şarab içmeyi bırakamam. Çünkü ben, hükümdârımız Fahrü'l-Mülk'ün en yakını, nedîmiyim. Onunla iyi görüşürüm. Oturup beraber şarab içeriz. Benim şarabı bırakmama vezirler râzı olmazlar. Buna gücüm yetmez." dedi. Kâzerûnî hazretleri buyurdu ki: "Sen şarab içmekten vazgeçip, benim yanımda tövbe et. Hükümdarın ve vezirlerin yanına vardığın zaman, ziyâfette içki verdiklerinde hemen bizi hatırla."Ebü'l-Fadl, Şeyh hazretlerinin sözünü dinleyip içki içmekten vaz geçti ve geçmişteki günahlarına da onun huzûrunda tövbe etti.

Aradan bir müddet geçtikten sonra hükümdar Fahrü'l-Mülk ziyâfet tertipletip devlet ileri gelenleriyle birlikte Ebü'l-Fadl'ı da dâvet etti. Ziyafette şarap dağıtılacak, çalgılar çalınıp eğlence yapılacaktı. Ebü'l-Fadl olacakları ve fitneden nasıl kurtulacağını düşündü. Ziyâfet için gerekli hazırlıklar yapıldı, eğlence ve ziyâfet başladı. Vezirlerden birisi Ebü'l-Fadl'a da şarab getirdi ve içmesi için zorladı. Ebü'l-Fadl o anda Kâzerûnî hazretlerinin sözlerini hatırladı. Onun rûhâniyetine sığınıp; "Efendim himmet buyurup beni bu fitneden kurtarın." diye yalvardı. Ebü'l-Fadl büyük bir endişe içinde beklediği sırada içeriye büyük bir kedi atıldı. Sürâhi ve bardakların ortasından sıçrayıp bir çırpıda hepsini devirip, yıktı. Sürâhi ve bardaklarda bulunan şarap yere döküldü.Sofradaki yiyecekler de döküldü. Oradakilerden kimse kediye mâni olamadılar ve şaşkın şaşkın bakakaldılar.

Kâzerûnî hazretlerinin kerâmetini gören Ebü'l-Fadl, olanlar karşısında ağlamaya başladı. Fahrü'l-Mülk, Ebü'l-Fadl'a dönüp; "Neden ağlıyorsun?" diye sordu. Ebü'l-Fadl olanların iç yüzünü anlattı. Kâzerûnî hazretlerinin kendisine tövbe ettirdiğini söyledi. Fahrü'l-Mülk ona; "Serbestsin istersen gidebilirsin, tövbeni bozma. Bizim hâlimizi bize bırak." dedi. Orada bulunanlar da durumu öğrenip Kâzerûnî hazretlerinin kerâmetine şâhid oldular.

Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmekle geçiren, ilim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi bir zât olan Kâzerûnî hazretleri, vefâtından önce şu vasiyette bulundu:

"...Kıymetli yavrum! Sana yaptığım bu vasiyete sıkı sarılıp onunla amel edesin. Böylece Allah yolunda muvaffak olup saîdlerden ve reşîdlerden olasın.

Sana birinci vasiyetim, din ilimlerini, ilmihâlini iyi öğrenip, bunu dâimâ arttırmandır. Çünkü tarîkat ve hakîkat ehli olsun kim olursa olsun herkes bu ilme muhtaçtır. Tabii din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinden ve eserlerinden öğrenmek insanın derece ve kıymetini artırır.

Tasavvuf ilmini öğrenmek yâni kalbini temizlemek, kötü huylardan kurtulmak içindir. Allahü teâlâ Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı kerîmde; "Yâ Rabbî! İlmimi artır." diye duâ buyurmasını emretti. Fıkıh ilmini öğrenmeyi ve bu ilmin dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olacağını bildirdi.

Fıkıh ilmini ve ilmihâlini öğrendikten sonra bütün işlerini, ibâdetlerini buna uygun yapmalısın. İlim ile dünyâlık elde etmekten uzak dur. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Her kim âhiret amelleri ile dünyâlık taleb ederse, o kimsenin bu amellerden âhirette hiç nasîbi yoktur, fayda ve bereketini göremez. Yüzünün nûru gider, onu saîdler, cennetlikler zümresinden yazmazlar, adını cehennemlikler arasına yazarlar." Übey bin Kâ'b'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Bu ümmetten olup da âhiret işlerini dünyâ işlerine tercih edenlere müjdeler olsun. Onlar yüce insanlardır. Allahü teâlânın yardımına kavuşmuşlardır. Dünyâyı âhirete tercih edenlere ise âhirette hiç nasîb yoktur."

Abdullah bin Mübârek'e; "Selef-i sâlihîn kimdir?" diye sorduklarında; "Dîni için dünyâdan yüz çevirenlerdir." buyurdu. İşte bu hâle erdikten sonra, dâimâ takvâ üzere olman Allahü teâlâdan korkman lâzımdır. Böylece Allahü teâlânın sevgili kullarından olabilirsin. İnsanların yanında azîz ve kıymetli olursun. Açık ve gizli iken Allahü teâlâdan korkup, içini ve dışını edeplendiren kimse, Hak teâlânın rızâsını kazanmış olur. Evliyâ ve seçilmişler zümresine katılmış olur. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde üstünlüğün ancak takvâ ile, evliyânın da ancak müttakî yâni Allahü teâlâdan korkan kimseler, olduğunu beyân buyurmuştur.

Bunu Allahü teâlânın yardım ve inâyeti ile başardıktan sonra, senin için en mühim vazîfe helal kazanç ve helal lokma taleb etmektir. Yediğin, içtiğin, kullandığın her şey mutlak helalden olmalıdır. Allahü teâlâ peygamberlerine meâlen; "Helâl ve tayyib olanları yiyiniz ve sâlih ameller işleyiniz." buyuruyor. Buradan anlaşılıyor ki helâl yemedikçe, sâlih ameller işlenemez. Demek ki, helâl yemek, helâl kazanç sâlih amel işlemekten önce gelmektedir. Çünkü helâl lokma ve helâl kazanç, sâlih amellerin yapılabilmesi için birinci şarttır.

Bunda da başarılı isen, gösterişten ve süslü giyinmekten kaçınman gerekir. Hazret-i Ömer; "Benim atımı süslemeyiniz. Ona binince gönlüm perdeleniyor." buyurdu. Hasan-ı Basrî hazretlerine; "Hangi elbiseyi seversiniz?" diye sordular. Cevâbında; "Ey zavallı!Eğer iyilik elbisede, iyi giyinmekle olsaydı, fâsıklar ve günahkârlar Hak teâlâ indinde sâlih kimselerden kıymetli olurdu. Sözün doğrusu şudur ki, Allahü teâlâ Cemîl'dir, tâatın ve yaşayışın güzelini yâni İslâmiyete uygun olanını sever, bunlardan râzı olur." buyurdu.

Bunda da muvaffak olursan, sana lâzım olan şey kanâatkâr olmaktır. Bir günlük azık ile yetinmelisin. Çok yemek, şehvetleriyle meşgûl olmak ve her bulduğunu yemek kötülenmiştir. Bunlar insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır.

Bunda muvaffak olduğun zaman, sana düşen vazîfe, Allah adamlarıya, dervişlerle, sâlih kimselerle sohbet edip doğru kimselerle bulunmaktır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz ve sâdıklarla bulununuz." buyurdu. Çünkü Allahü teâlâya yaklaşmak, O'nun sevgili kullarından olmak, ancak sâlihler ve sâdıklarla sohbet etmekle, onlarla bulunmakla ele geçer. Allah adamlarının sohbeti bereketiyle takvâ, zühd, tâat, ibâdet, huzûr ve kalp topluluğu, Allahü teâlâ ile ünsiyet ve yakınlık halleri hâsıl olur. Onların sohbetinde bulunarak bu mânevî nîmetlere kavuşanlar, Allah için sâlihler, sâdıklar ve müttakîler ile bulunanlar dünyâda Allahü teâlânın himâyesinde ve âfiyet üzeredirler. Yâni günahlardan uzaktırlar. Âhirette de oraya mahsus nîmet ve ihsânlara kavuşurlar. Âhiretin dehşetli ve korkulu hallerinden korunurlar. Peygamber efendimiz; "Kim şeref ve izzet sâhibi olmak istiyorsa, zâhidler ve Allah adamları ile bulunsun, Allah için âlimler ve salihler meclisinde otursun. Hakîkî âlimler Allahü teâlâyı âriftirler, onu tanırlar, O'na kulluk vazîfelerini tam olarak yerine getirirler, aslâ nefislerinin isteklerine uymazlar. Onlar öyle kıymetlidirler ki, Allahü teâlâ onları insanlar arasından seçip ayırmış, yüceltmiştir."

Büyüklerden birisi buyurdu ki: "Allahü teâlâ bir kuluna iyilik yapmak murâd ederse, onu Allah adamlarıyla karşılaştırır ve onlarla sohbet etmeye muvaffak kılar. Böylece saâdet yoluna kavuşup Allahü teâlânın râzı olduğu ahlâk ve hallere kavuşur." Bütün anlatılanlar sebebiyle dâimâ sâlihlerin sohbetinde olmalısın. Fakirler ile bulunmalısın. Dünyâ ehlinden ve dünyânın arkasından koşanlardan uzak durmalısın. Çünkü dünyâ ehli ile bulunmak, onların yaptığı işleri sevmeye sürükler. Bu ise âhirette hüsrâna sebeb olur.

Zâlimlerden ve bunlara yakın kimselerden uzak dur. Her kim bunlara meylederse, âlim ve fazîletli bile olsa, sâlihler ve Allah adamları yanında kıymetli olmaz. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Şu üç şeyi yapanlar cürüm işlemiş olur. İki topluluk arasında bozgunculuk yapıp, fitne çıkaranlar; ana-babasına âsî olanlar; zâlimlerle dostluk kurup, onların zulmüne yardımcı olanlar." ve yine; "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ben âlemlerin Rabbiyim. İzzet ve celâlim hakkı için zâlimlerden intikam alırım. Bir kimse bir zâlimin elinde bir mazlûmun zulme uğradığını görse, buna mâni olmaya gücü yetip de, o mazlûma yardım etmezse, ondan intikam alırım." buyurdular.

Sultanlar ve devlet adamlarıyla birlikte bulunmaktan sakın. Onların adamlarına da yaklaşma ki, yabancı kadınları görmüş olmayasın. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmde mümin erkeklere ve mümin kadınlara, nâmahreme bakmamalarını, muhakkak gözlerini haramdan korumalarını emir buyurdu. Resûlullah efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Yabancı kadınlara bakmak, şeytanın oklarından bir oktur. Kim bundan sakınırsa, Allahü teâlâ ona ibâdetin tad ve lezzetini tattırır. O da bundan mesûd olur."

Sevgili yavrum! Bid'at sâhiplerinin sohbetinden, onlarla bulunmaktan sakın. Onlarla oturup münâkaşa ve mücâdeleye girişme. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîminde bunu yasaklamıştır. Resûlullah efendimiz de; "Bir kimse haklı bile olsa, dinde münâkaşa ve husûmeti terk etmedikçe îmânın hakîkatine eremez." buyurdu.

Her hâlinde iyi huylu olmaya dikkat et. Rıfk ve yumuşaklık tevâzû ve alçak gönüllülük bir de tahammül senin mayan olmalıdır. Affedici, kerem sâhibi, cömert, hoşgörülü ol. Bunun için de Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yüksek ahlâkı ile ahlâklan.

Bir vasiyetim de şudur; Din kardeşlerine kolaylık göster, onlara yardımcı ol. Her sabah onlar ile toplanıp Kur'ân-ı kerîm oku. Her nerede Kur'ân-ı kerîm okunursa, oraya hayır ve bereket yağar. Nitekim Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Herhangi uygun bir yerde Allahü teâlânın kitabı okunursa, melekler oraya gelip, okuyana yardım ederler. Oraya Allahü teâlânın rahmeti yağar. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîm okuyanı, melekleri, peygamberleri, şehîdleri ve müminleri ile yâd eder. O kuluna rahmet ve mağfiret eder." ve yine; "Benim ümmetimin şereflileri, Kur'ân-ı kerîmi okuyanlar ve gece namazı kılanlardır." buyurdular.

Bir vasiyetim de şudur ki, dostlarını ve talebelerini mezarlığa Kur'ân-ı kerîmi para ile okumaları için gönderme. Çünkü bu mürüvvete sığmaz. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Her kim insanlardan dünyâlık ele geçirmek için Kur'ân-ı kerîm okursa, kıyâmet gününde, yüzünde sırf kemik olarak yâni yüzü etsiz olarak getirilir."

Din kardeşlerine, arkadaşlarına yedirip içirirken, sakın israfa kaçma. Seni muhtaç bırakacak şekilde masrafa girme.

Sevgili yavrum! Bir de şu fazîletli ibâdete devâm etmeni vasiyet ederim. Bunu, sevgili Peygamberimize Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde emir buyurdu. O ibâdet, gece namazı kılmaktır. Bunu sakın ihmâl etme. Cenâb-ı Hak gece namazı kılanlara târif edilmez ihsân ve nîmetlerini vâd ediyor.

Sabah namazını kıldıktan sonra seccadeni toplayıp hemen kalkma. Allahü teâlânın zikri ile meşgûl ol. Güneş doğuncaya kadar buna devâm et. Bundan sonra günün bir parçasını insanlardan uzlet, ayrılık üzere geçirmeyi kendine vazîfe bil. İnsanlarla olmakta büyük belâ ve fitneler olduğu gibi, uzlette de birçok hayır ve bereketler vardır. Fakat uzlete çekilince şartlarına ve edeplerine dikkat gerekir. Yapılanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin fıkıh ve ilmihâl kitaplarında bildirdiklerine uygun olmalıdır. Bunu, nefsin ve şeytanın müdâhalesi ile kirletmemelidir.

Son vasiyetim ise şudur: Dostlara hizmeti canına minnet bil. Çünkü hizmet, peygamberlerin sünnetidir. Hizmet et, fakat kendine hizmet ettirme. Çünkü Peygamber efendimiz; "Bir kavmin, topluluğun efendisi, o topluluğa hizmet edendir." buyurmuştur. Yine; "Müminlere hizmet edenlere hesab yoktur, azâb da yoktur." buyurdular.

Bu vasiyetlerimi yerine getir. Muvaffakiyet, Allahü teâlâdandır. Yâ Rabbî! Bize hizmetinin edeplerini, evliyâna, dostlarına ve takvâ sâhiplerine hizmet etmenin edeplerini öğret. Bizi bunlar ile rızıklandır. Yâ Erhamerrâhimîn!.."

Kendisinden başka Muhammed ve Hasan isminde iki erkek kardeşi ve Meykûr ve Hadîce isminde iki kız kardeşi olan Ebû İshâk Kâzerûnî hazretleri, ömrünü İslâm dînini öğrenmek, öğretmek ve yaymakla geçirdikten sonra, 1034 (H.426) senesinde Zilkâde ayında Kâzerûn'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Kâzerûn'dadır. Hint ve Çin denizi gemicileri Ebû İshak Kâzerûnî'nin kabrini özellikle ziyâret edip, onu vesîle ederek duâ ederler ve türbesine komşu fakirler için adaklarda bulunurlardı. Bugün de sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî, her sene kâfirlerle cihâd için ordu gönderirdi. Vefâtından sonra Kâzerûn halkı şeyhin yolunu tuttu ve nevbet çalarak her sene gazâya asker gönderdi. Yine bir sene ordu düzenleyip kâfir şehirlerinden birine gönderdiler. Bağdât halîfesi de ordu düzenleyip göndermişti. İki ordu yolda karşılaşıp birleştiler. Kâfir şehirlerinden birini muhâsara ettiler. Kale surları muhkem olduğundan bir şey yapamadılar. Üstelik müslümanlar ne yaparsa kâfirler de aynı şekilde karşılık veriyorlardı. Meselâ, mancınık atışı yapsalar mancınıkla cevap veriyorlar, toplu hücûm edince topluca karşı koyuyorlar, hiç açık vermiyorlardı. Halîfe bu durumdan üzüntüye ve ümitsizliğe düştü. Geri dönmek istedi. Hatîb ve Kâzerûnlular ile meşveret etti. Hatîb:

"Ne yapmak lâzım geldiğini, bu gece hocam Kâzerûnî'nin rûhâniyetinden sorar öğrenirim. Ertesi günü ona göre davranırız." dedi.

Hatîb o gece ibâdetle meşgûl oldu ve gönlüne Kâzerûnî'nin rûhâniyeti, ne yapmak lâzım geldiğini bâtınî yoldan öğretti. Ertesi gün Hatîb, halîfeye giderek, çâreyi söyledi. Buna göre; herkes önüne bir kab alacak ve gürültü yapacak, ses çıkaracaktı. Ateş yakılmayacak, yüksek sesle konuşulmayacak, silâhlar yanlarında bulunacak, Kâzerûnlular davul ve def gibi şeylerle ses çıkarınca diğerleri de ses çıkaracak, onlar susunca onlar da susacak ve hep birden hücûm edilecekti. Akşam, kararlaştırıldığı gibi, konuşulmadı ve ateş yakılmadı. Seher vaktinde Kâzerûnlular ses çıkarmaya, davul, def gibi şeyleri çalmaya başladılar. Diğerleri de aynı şekilde davranınca, gök gürültüsü gibi bir ses çıkmaya başladı. Sanki kıyâmet kopmuş, dağlar büyük gürültülerle şehrin üzerine düşmüştü. Kâfirler bu sesten şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilmez bir hâle gelmişlerdi. Sonra hücûm eden ordu şehri fethetti. Malları, mülkleri, silâhları müslümanların eline geçti. Ganîmetler taksim edildi. Müslümanlar kalenin fethine çok sevindiler. Müjde nevbeti çalarak şehirlerine geri döndüler.

Bundan sonra Kâzerûnlular gazâya gittiklerinde ve düşman kale ve şehrine ulaştıklarında "kudûm nevbeti", düşman safları ile karşılaşıp savaştıklarında "sügrâ nevbeti", kafirleri hezîmete uğrattıklarında ise "müjde nevbeti" çalarlardı. İşte bu üç nevbet o zamandan kalmadır.

Ebû İshâk Kâzerûnî şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Bu toprakları zikrinle, velî ve sâlih kullarınla kıyâmete kadar mâmûr kıl, rızkımızı helâlden ve ummadığımız yerden günlük olarak ver.

Allah'ım! Peygamberin Muhammed aleyhisselâm hürmetine bizleri senin uğrunda birbirini seven, sayan ve ziyâret eden kullarından eyle!" (Âmîn).

MİSÂFİRE İKRÂM

Yahûdînin biri gelip kendisine misâfir oldu. Yahûdî, mescidde bir sütunun arkasına oturup kendini gizliyordu. Ebû İshak hazretleri her gün ona yemek gönderiyordu. Bir müddet sonra yahûdî gitmek için müsâade istedi. Ona; "Ey yahûdî! Niçin buradan gitmek istiyorsun, yoksa yerinden memnun değil misin?" dedi. Yahûdî mahcûb oldu ve; "Mâdem benim yahûdî olduğumu biliyordun. Niçin bana bu kadar çok ikrâmda bulundun?" dedi. Bu suâle; "Gayr-i müslim de olsa misâfire ikrâm edilir." cevâbını verdi. Bunu işiten yahûdî Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

YAĞIN SUYA CEVABI

Derin ilim, güzel ahlâk ve yüksek mânevî dereceler sâhibi olan Ebû İshak Kâzerûnî hazretleri birçok kerâmetler gösterdi. Bir gün talebeleri ve sevenleriyle sohbet ediyorlardı. Bu sohbette âlim biri vardı. Kâzerûnî hazretleri pekçok şey anlattı, vâz ve nasîhatte bulundu. Sohbet bittikten sonra ayrılacakları sırada âlim zât Ebû İshâk hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapandı. Ebû İshâk hazretleri adama sordu: "Sana ne oldu da böyle hareket etmek ihtiyâcını duydun?" Âlim anlattı: "Siz mecliste konuşurken benim içimden şöyle bir fikir geçti:

Benim ilmim onunkinden ziyâdedir, buna rağmen ben rızkımı çalışıp çabalayarak kazanıyorum, bir lokmayı zahmet ile elde ediyorum. Bu ise bunca nüfûz ve îtibâra sâhip, elinden hadsiz hesapsız mal geçmektedir. Acabâ bundaki hikmet nedir, diye düşünüyordum. Tam ben böyle düşünüyorken, siz yağ kandiline bakıp şöyle bir îzâhatta bulundunuz.

Kandildeki su ile yağ birbiriyle öğünme yarışına girerler. (Bilindiği gibi su ile yağ birbiriyle karışmazlar, yağ hafif olduğundan suyun üstünde durur.) Su yağa der ki: "Ben senden daha aziz ve daha fazîletliyim. Senin ve bütün canlıların hayâtı benim sâyemdedir. Hâl böyleyken sen niçin benim üzerimde bulunuyorsun?" Yağ, suya şu cevâbı verir: "Çünkü ben çok eziyet çektim. Beni kırdılar, hasad ettiler, dövdüler, saçtılar, cenderelerde sıktılar.

Sen böylesine meşakkatlere mâruz kalmış değilsin. Bütün bu saydıklarım yetişmemiş gibi bir de yanıyor ve etrâfı aydınlatıyorum. Sen ise istediğin yerlerde akıp duruyorsun. Üzerine bir şey atacak olsalar feryâdı basıyor ve ortalığı karıştırıyorsun. İşte bundan dolayıdır ki tepene çıkıp oturuyorum." Bunu dinleyince kalblerden geçenleri bilen bir zât olduğunuzu anladım."

ŞEHRİN SURLARI

Bir grup müslüman Kâzerûnî hazretlerinin ziyâretine gelip;
"Efendim! Emir buyursanız da şu şehrin etrâfını sur ile çevirseler. Böylece şehir, emniyet ve himaye altına alınır." dediler.
Kâzerûnî hazretleri cevâben;
"Bu şehrin surları vardır. Fakat görünmez. Öyle sağlamdır ki, âfet, belâ ve musîbet bu şehre zarar vermez. Ahâli de himâyededir." buyurdu.
Ziyâretçiler bir şey anlamayıp dönüp gittiler. Kâzerûnî'nin kerâmeti vefâtından tam yetmiş iki sene sonra zuhûr etti. On iki bin kadar müşrik, kâfir, şehri ele geçirmek için Kâzerûn'a yöneldiler. Yaklaştıklarında düşmanlar gözlerini açıp, şehre bakmaya bile güç yetiremeyip büyük bir kargaşalığa düştüler. İçlerine korku düşüp, âdetâ hezîmete uğramış bir ordu gibi şaşırmış halde geri çekildiler. Allahü teâlâ, Kâzerûnî'nin (rahmetullahi aleyh) hürmetine şehri muhâfaza buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KEMAL ÜMMÎ


Anadolu velîlerinden, şâir. İsmi İsmâil'dir. Kemâl Ümmî lakabıyla meşhur olmuştur. On beşinci asrın başlarında Niğde'de doğdu. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. KabriNiğde'de Yenice Mahallesindedir.

Şeyh Muhammed Bahaeddîn-i Erzincânî'nin halîfelerindendir. Şeyh Cemâl-iHalvetî'nin akran ve dostlarındandır. Adına yazılan bir Menâkıbnâme'de; "Sâfî Sultan'dan el aldı dirler." şeklinde bir ifâdeye göre o zâttan da feyz aldığı anlaşılmaktadır. Anadolu'da meşhur ve çok sevilmesi yüzünden Karaman, Manisa, Mudurnu ve Niğde mevlevîhânelerinde makamları vardır. Ömrünün çoğunu Niğde'de geçiren Kemâl Ümmî hazretleri, rivâyete göre Bolu civârında da bulunmuştur. Pekçok insanı irşâd etmiştir, onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, saâdete kavuşmalarına vesîle olmuştur.

Kemâl Ümmî bilhassa şiirleriyle tanınan bir tasavvuf şâiridir. Şiirlerinde muhtevâ bakımından Yûnus Emre'ye benzer. Daha ziyâde aruz vezniyle kasîde, gazel ve mesnevî gibi klasik nazım şekillerinde şiirleri vardır. Tekke şiirinde kendinden sonraki şâirlere örnek olmuştur. Şiirlerini aruz vezniyle yazmasına rağmen açık ve anlaşılır bir dili vardır. Halkın anlayacağı şekilde hitâb etmiştir. Bilhassa yazdığı güzel ilâhîlerAnadolu sınırlarını aşarak Kırım, Kazan, Taşkent ve Özbek Türkleri arasında yayılmıştır. Şiirlerinde dünyânın fâniliğini Allahü teâlânın sevgisini, dünyâ nîmetleri ile güzel ahlâk ve ibâdeti ve ibâdetlere teşviki işlemiştir. Dîvân'ında iki bin üç yüz beyitten fazla şiiri vardır. Münâcaat, naat, kasîde, gazel, mesnevî ve ilâhîlerden meydana gelen dîvânının, İstanbul ve Anadolu kütüphânelerinde pekçok nüshası bulunmaktadır. Bu dîvânından başka Kırk Armağan adlı didaktik muhtevâlı bir eseri mevcuttur.

Bir menkıbesi şöyledir: Kemâl Ümmî hazretlerinin Sinan adında bir oğlu vardı.Bu oğlu ilim tahsîli yapmış, zâhirî ilimlerde çok yükselmişti. Ancak babasının büyük velî olduğunu bir türlü kabûl etmiyordu. Tasavvufta yükselmek, kemâle ermek istiyordu ve kendine rehberlik edecek yol gösterici bir mürşid arıyordu.Kuvvetli bir ilim tahsîli yapmış olduğundan hep kitaplarla meşgûl olurdu. Nihâyet bir gün babasına; "Herkes seni sevip sayıyor. Eğer beni önceden yetiştirseydiniz, size itâat ederdim. Fakat zâhir ilimlerde bilginiz yok. Benimse çok müşkülüm var." dedi. Bunun üzerine babası; "Oğlum sen de murâdına erersin. Benim sözümü dinle, bu yolda gayret göster, Mekke'ye git, Kâbe'yi tavâf et. Safâ ve Merve arasında sa'y edip, Makâm-ı İbrâhim'e varınca, Allahü teâlâya yalvarıp duâ et. İki rekat namaz kıl. Selâm verip duâ ettikten sonra yanında ihtiyar bir zât görürsün. O zât senin gönlünün derdine çâre olur. O gönül sırlarından haberdârdır. Nice sırları ondan öğrenirsin." dedi.

Babasından böyle bir işâret alınca, Kâbe'ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke'ye gitmek için bir gemiye bindi. Hava gâyet sâkin ve gemi yolcu ile doluydu. Yolculukları sırasında hava değişip rüzgâr esmeye ve deniz dalgaları coşmaya başladı. Sonunda gemi battı. Yolculardan kimi boğuldu, kimi kurtuldu. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğluSinân ise boğulmak üzere olup dalgalar arasında çırpınıyordu. Bu sırada babası âniden gözüküp onu boğulmaktan kurtardı ve gözden kayboldu. Boğulmaktan kurtulduğu için Allahü teâlâya şükretti.

Kurtulan diğer yolcularla birlikte karadan yürüyerek yola devâm ettiler. Ancak hallerinin ne olacağını bilmeden yolculukları sıkıntılı geçiyordu. Bir müddet gittikten sonra çölde eşkıyâ yollarını kesip hepsini esir aldı. Sinan bu sefer de tuzağa düşmüş bir yabancı kuş gibi esir oldu. Allahü teâlâya tevekkül edip sabırla beklemeye başladı. Onu bir zindana kapattılar. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Çok halsiz ve zayıf düşmüş, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ayrıca çok da işkence görüyordu. Bu ızdırap ve zindandan kurtulmak için hiçbir çârenin olmadığını anladı. O zaman Allahü teâlâya duâ edip, şöyle dedi:

"Yâ Rabbî! Bana lutfeyle, çok günâhkârım. Senin velî kullarından olan babama değer vermez ve inanmazdım. İnadım sebebiyle içinde bulunduğum bu sıkıntıya düştüm. Babama hiç teslim olmazdım. Onun sözlerini hiç tutmazdım. Kimsenin sözünü beğenmez ve yüzünü görmek istemezdim. Babama hiç baş eğmezdim. Yâ Rabbî! Benim çektiğim hep bu yaptıklarımdandır. Bana ihsân eyle kurtar beni. Şimdi kabahatimi anladım." diyerek gece-gündüz ağlardı.

Günlerce böyle çâresiz gam ve dert çekip kurtulacağı günü bekledi. Bir gün ellerini ve ayaklarını da bağladılar ve; "Şimdi senin gözlerine de mil çekip seni kör edeceğiz, artık dünyâyı görmez olursun ve bir yere gidemeyip, buralarda kalırsın." dediler. Bu sözleri işitince, çâresizlik ve dehşet içinde çok ağladı. Artık tam çâresizlik içine düşüp gözlerini de kaybetme korkusu içindeyken birdenbire babası Kemâl Ümmî hazretleri karşısına çıkıverdi. Elini uzatıp; "Gözünü yum beri gel. Allahü teâlânın kudretini göresin. Hep âh edip inlersin." dedi. Sonra onu anlamadığı bir şekilde tutup Kâbe'ye bıraktı. Gözlerini açtığında Kâbe'nin yanında idi. Bu hallere çok şaşırıp, günahlarına ve kabâhatlerine pek ziyâde pişman oldu. Tam bir ihlâs ile cânu gönülden Kâbe'yi tavâf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim'e geçip iki rekat namaz kıldı.

Bu hâlini kendisi şöyle anlatmıştır: Makâm-ı İbrâhim'de iki rekat namaz kıldım. Selâm verdikten sonra; "Yâ Rabbî bu yolda nice sıkıntılar çektim. Şimdi beni murâdıma erdir." diye duâ edip ellerimi yüzüme sürdüm. Bu sırada yanımda oturan yüzü örtülü bir ihtiyâr gördüm. Elini öptüm ve; "Efendim şimdi sizden ricâm, beni murâdıma kavuşturmak için himmet eylemenizdir. Derdime bir çâre ihsân edin." dedim. Bana; "Evliyâya karşı inadı terkeyle, onlara îtimât göster. Görünüşlerine bakma! Onların bâtınlarına iç alemlerine bak. Neden gördüğünü ilimden habersiz zannedersin. Zâhir ilimle Allahü teâlâya kavuşmayı mı murâd edersin! Zâhir ilmi olmayanı Hak'tan uzak mı sanırsın? Gerçi ilim kişiye faydalıdır. Fakat bu ilimle amel edilmeyince, faydası olmaz. Dünyaya düşkün olmayan, haramlardan sakınan mevlasına kavuşur. Eğer bu sözleri anlayıp idrak ettiysen, mürşidine yol göstericine teslim olman gerekir." buyurdu ve bir hayli nasîhat etti.

Sinan Efendi bu nasîhatları dikkatle dinleyip çok göz yaşı döktü. Kendisine nasîhat eden zât yüzündeki örtüyü kaldırıp ona yüzünü gösterdi. Baktığında onun babası olduğunu gördü. "Derdime yine babam çâre oldu." diyerek elini öpüp ayaklarına kapandı. Artık babasının büyük bir velî olduğunu açıkça görüp anladı. Ona teslim oldu ve duâsını aldı. Kâbe'deki hizmetçiler Sinan'ın yanına yaklaşıp; "Bu zât neden sana bu kadar yakın alâka gösterdi. Senin de ona karşı muhabbetin nedendir?" dediler. "Bu zât benim babamdır." deyince, hizmetçiler; "Bu zât elli seneden beri beş vakit namazını Kâbe'de kılar. Biz onu hep burada görürüz." dediler. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinan, daha sonra babasının terbiyesinde tasavvufta yetişip mârifet sâhibi fazîletli bir zât oldu.

Bir defâsında da oğlu Sinan'a; "Oğul eğer ihlâsın varsa, gel şu ayağımın üstüne bas. Göresin sen dahi vakit nicedir, demeyesin bu vakit gecedir." dedi. Oğlu ayağına basınca, ayağını oynattı. Oğlu Sinan'ın gözünden perde kalkıp arşı seyretmeye başladı. Melekleri semâyı doldurmuş namaz kılıyor halde gördü.Babasının bu kerâmetini görünce, onun büyük bir veli olduğunu anlayıp ayaklarına kapandı. Ondan feyz alıp saâdete kavuştu.

Kemal Ümmi hazretlerinin şiirlerinden biri:

Bakın iy cân ü dil gözün açanlar
Beka mülki fenâ ilden seçenler

Kanı şol dünyâya mağrûr olanlar
Kanı şol menzile konup göçenler

Kanı şol illeri bizüm diyenler
Kanı şol yerleri eküp biçenler

Kanı şol kal'alar burçlar yapanlar
Kanı anda durup yiyüp içenler

Kanı şol cem' olup tez dagılanlar
Kanı şol şem' olup yanup tütenler

Kanı şol işret idüp raks uranlar
Kanı şol başlara saçu saçanlar

Kanı şol baş oluban kim sananlar
Kamu halkın hakkın yiyüp içenler

Kemâl Ümmî sen ol Hak'dan yana kaç
Kaçan kurtulur ölümden kaçanlar

Bu tuzakda tutulmaz dane içün
Safâ şevkiyle uçmağa kaçanlar

BENİM DİLİM ŞEYH KERÎMÜDDÎN'İN DİLİDİR

Yüksek hocaları tarafından icâzet ile şereflendirilip memleketine gönderildikten sonra, tâliblere ilim ve feyz kaynağı olarak hizmet eden Kerîmüddîn insanlara çok faydalı olmaktaydı. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn'in beldesine düştü. Orada Kerîmüddîn'den feyz almakta, sohbetinde bulunmakta olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm'ın huzûruna gelerek feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek istediklerini arz ettiler. O da Kerîmüddîn'i çağırarak; "Bunları büyükler yoluna aldınız mı? Almadınız mı?" diye sordular. Kerîmüddîn; "Efendim, yüksek hazretinizden bana ulaşanları bunlara ulaştırdım." diye arz edince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri o kimselere dönerek; "Benim dilim, Şeyh Kerîmüddîn'in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı istifâdeye kavuşursunuz." buyurdu ve üzerlerinde bulunan gömleği çıkararak Kerîmüddîn'e verdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KERÎMÜDDÎN BÂBÂ HASAN EBDÂLÎ


Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi Abdülkerîm, lakabı Kerîmüddîn'dir. Kâbil ile Lâhor arasında, Keşmîr'e ayrılan yol üzerinde bulunan, Bâbâ Hasan Ebdâl kasabasına yakın Osman-pûr beldesindendir. Bâbâ HasanEbdâl kasabasına nisbetle "Bâbâ Hasan Ebdâlî" diye nisbet edilmiştir. Doğum târihi belli değildir. 1640 (H.1050) senesinde vefât etti.

İlk tahsîline memleketinde başladı. Daha sonra Lâhor'a gitti. Zâhirî ilimleri tahsîl ederken hatırına; "Bu hâlde ölürsem Hak teâlâyı bilmeden, tanımadan ölmüş olurum." düşüncesi geldi ve tahsîli bıraktı. Memleketine dönüp, tâat ve ibâdetle meşgûl oldu. İçine doğru yolu gösterici bir âlim bulup, onun vesîlesiyle velîlik yolunda ilerlemek arzusu düştü. Bir gece rüyâda, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andıran, pek güzel ve vekârlı bir büyüğün mübârek sûretini gördü. Hatırından bu zâtın talebesi olmayı geçirdi. Uyanınca, hayret edip; "Bu büyüğü nerede bulabilirim." dedi. Kendi kendine; "Rüyâda her görünen, uyanıklıkta zuhûr etmeyebilir." dedi.

Fakat ertesi gece aynı mübârek sîmâ ile karşılaştı. Onu o kadar sevdiğinden yerinde duramaz oldu. Daha birkaç gece, hep o cemâl ve kemâl sâhibi sîmâyı görüp, bulamama üzüntülerini, rüyâlarıyla tesellî eyledi. Sonra bir daha görmedi.Kararsızlık ve sabırsızlık kalbini rahatsız etmeye başladı.

Bir sırdaşı vardı. Ona; "Gece teheccüdden sonra gel, bana bir işâret ver de, evde olanlara ve anneme haber vermeden, bizi Allahü teâlâya kavuşturacak bir velîyi aramaya çıkalım." dedi. Kararlaştırdıkları saatte gelen arkadaşı ile herkes uykudayken divâne âşık gibi birlikte evden çıktı. Serhend'e geldi. Buradayken kalbinde bir değişiklik ve heyecân hâli başladı. Meşhur âlimlerden ve takvâ sâhiplerinden olan Şeyh Cevher'e gitti. Dînimize tam bağlı bir rehber göstermesini arz etti. O da; "Üzülme, istediğini bulacaksın." dedi. Kendi kendine; "Ekberâbâd'a gideyim, belki aradığım rehberi o büyük beldede bulurum." diye düşündü. Bu hâldeyken, Serhend çarşısında bir sofu ile görüştü. Derdini ona açınca, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini anlatıp, mescid ve hânekâhlarını gösterdi.

Gidip, kapılarının dışında durdu. Zâhirî hâlleri iflâs ve çöküntü içindeydi. Bir derviş gitti ve İmâm-ı Rabbânî'ye; "Bir müflis geldi, hizmetiniz ve huzûrunuz ile şereflenmek ister." dedi. "Onu getirin." buyurdular. İçeri girdi. Nûrlu yüzünü görür görmez, "Daha önce defâlarca rüyâda bana görünen mübârek sîmânın sâhibi budur." deyip, onları tanıdı, şevk ile ağladı. Hazret-i İmâm, onu kucakladılar ve bir müddet öyle durdular. Sonra başını kaldırıp, hemen husûsî odasına götürdü ve büyükler yolunu tâlim eyledi. Kendilerine, "Benim maksûdum tamam oldu." diye arz etti. Çünkü Hazret-i İmâm'ın âdetleri öyle idi ki; bir tâlib uzun zaman gelir gider de, ancak ondan sonra ona büyükler yolunu telkîn ederlerdi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyz ve himmetleri o kadar çok ve kuvvetliydi ki, daha sohbet olmadan, sâdece huzûrunda bulunmakla Kerîmüddîn'in hâli değişti. İnâyetlere kavuştu. Misline rastlanamayan bereketli nazarlar (bakışlar) altında, kısa zamanda çok ilerledi. Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine vesîle olması için icâzet verdi.

İcâzet ile şereflendikten sonra memleketine dönen Kerîmüddîn Bâbâ Hasan, vazifeye başladı. O memleketin halkından nice kimse onun sâyesinde bu şerefli yolun hakîkatine kavuştu. Feyz ve bereketlere mazhar oldular.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden icâzet almakla şereflenip memleketine döndüğünde, on kişiyi talebe olarak almasına müsâade etmişlerdi. İkinci defâ huzurlarına gittiğinde bu tasavvuf yolunu yetmiş kişiye tâlim edip öğretmesini istediler. Üçüncü defâ gittiğinde, Fadl-âbâd isimli bir beldede bir handa konaklamıştı. Orada gördüğü rüyâda, kendisini bir taht üzerine oturttuklarını ve vaktin sultânının eli bağlı huzûrunda durduğunu gördü. Bu rüyânın tâbirini ve hikmetini merak ederek hazret-i İmâm'ın huzûruna vardı. O daha rüyâyı anlatmadan, mutlak icâzet vermekle şereflendirdiler. Üçüncü gidişinde bu ihsâna kavuştu.

Kerîmüddîn hazretlerinin bulunduğu beldede meşhûr, herkesin kendisine baş vurduğu, ilim sâhibiAbdünnebî isminde biri vardı. Bu zât bir gün, Kerîmüddîn'i yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra, istek ve arzusu ile Kerîmüddîn'e; "Bana büyükler yolunu tâlim eyleyin." dedi. Kerîmüddîn de; "Evin dışındaki mescide gel! Orada sana arzu ettiğini vereyim ve seni büyükler yoluna alayım." buyurdu. Abdünnebî; "Mescidde herkesin yanında olmaz. Yalnız yerde söyleyiniz." dedi. Kerîmüddîn, onun zâten meşhûr olduğu için, insanların yanında talebe olmaktan utandığını anladı ve bu işte esâsın nefse muhâlefet etmek olduğunu bildirmek için; "Yalnız yerde olmaz!" buyurdu.

Bunun üzerine o zât edebe riâyeti terk ederek; "Ben meşhûr bir kimseyim. Sözüm dinlenir. Eğer bana yalnız yerde, yolu tâlim etmezseniz insanlara sizin bid'at sâhibi olduğunuzu söyler, onların size gelip talebe olmalarına mâni olurum. Böylece kimse size gelmez." gibi şeyler söyleyerek, kendine göre, güyâ Kerîmüddîn'i tehdid eder bir ifâde kullandı.

Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî o münâsebetsiz kimsenin bu sözlerine üzülüp gayrete geldi. "Elinden gelen her şeyi yap! Halka istediğini söyle!" buyurdu. O kimse de, hakîkaten bundan sonra onun hakkında iftirâlara, bozuk sözler sarfetmeye başladı. Bu çirkin işe tevessül etmesinden birkaç gün geçmeden evi barkı harâb oldu. Kısa zaman sonra da kendisi ve oğlu öldü. Büyüklere Allahü teâlânın sevdiklerine karşı gelmenin cezâsını hemen çekmiş oldu.

Şeyh Mûsâ Şevîn memleketinde makam ve otorite sâhibi mümtaz bir zâttı. Bir işi için Kerîmüddîn'in bulunduğu kasabaya gitti.Bir vesîle ile onu görmeye geldi. Kerîmüddîn ona; "Siz hangi yolda talebesiniz?" dedi. "Îsâ Belvetî'nin talebesiyim ve ondan icâzetim vardır." dedi. Şeyh; "Kendinize müteveccih olun, benden size birşey gelecek." dedi. O da başını eğdi. Kerîmüddîn teveccühle meşgûl oldu. Dil ile bir şeyden bahsetmedi. Bu büyük zâtın âdetlerinden idi ki, yalnız teveccüh ve tasarrufla, Ahrâriyye yolunu tâlibin kalbine verir ve zikr fidanı, tâlibin kalb bahçesinde kalb tasarrufu ile dikilirdi. O anda sâlikin kalbi zikreder hâle gelirdi.

Bir müddet sonra Şeyh Mûsâ başını kaldırdı ve; "Şeyh Îsâ Belvetî'nin nisbeti kalbimden silindi ve sizin nisbetiniz kalbime yerleşti." dedi. Evine gittikten sonra oğlu Şeyh İshak'a bu durumu açıkladı ve onu şeyhin sohbetine gitmeye teşvik etti. Oğlu Şeyhzâde edâsıyla Kerîmüddîn'i görmeye geldi. Şeyh kendi eliyle odanın tâmirini yapmakla meşgûldü. Bu sebeple eli, ayağı çamurluydu.

O hâl içinde Şeyhzâde geldi ve selâm verdi. Kerîmüddîn ona doğru bir baktı ve; "Elimi yıkayıp, sizinle müsâfeha edeyim." dedi. O, feryâd edip; "Efendim bir bakışınız ile yedi aydan beri Şeyh Tâc Senbihlî'den aldığım nisbet benden gitti ve onun yerine sizin nisbetiniz yerleşti." dedi. Kerîmüddîn onu husûsî odasına götürdü ve ona teveccüh etti. Teveccüh esnâsında, bu büyük yolu kalbine yerleştirdi. Şeyhin teveccühü ile, Şeyhzâde İshâk kendinden geçerek hareketsiz, güçsüz bir hâle geldi.Şaşkın oldu. Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî kalktı ve hücrenin kapısının zincirini dışardan bağladı. Sabahdan öğleye kadar geçti. Şeyhzâde hâlâ kendinden geçmiş yatıyordu. Sonra Kerîmüddîn odanın kapısını açtı ve onun yanında oturdu. Teveccüh eyledi.Şeyhzâde İshak kendine geldi ve; "Kalem kâğıt getiriniz. Biraz önce İmâm-ı Rabbânî hazretleri burada idiler. Bana bir takım şeyler söylediler. Yazayım, unutulmasın." dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurdukları şunlar idi:

"Ey İshak! Sen benim oğlum ve bütün hakîkî ve ince rumuzlarda halîfemsin. Ben magfiret olunmuşum, sen de magfiret olunmuşsun. Seni vesîle edenler de magfiret olunmuşlardır. Çok sevdiğim talebem Kerîmüddîn'e benim selâmımı söyle." Şeyhzâde, o yarım günlük zamanda hilâfet alacak dereceye yükselmişti."

Kerîmüddîn ona; "Mâdem ki, hazret-i İmâm sana icâzet verdiler, bu sana kâfidir." dedi ve onu gönderdi.Memleketine gitti. Oranın halkı talebe olmak için onun etrâfına toplandı. İlk talebesi,Mîrek Mes'ûd Bey bin Ahmed Bey Hân Kâbilî'dir. Devlet adamlarındandı. Ahbab ve arkadaşları Mîrek Mes'ûd Beyi çekemeyip, kendisine; "Şeyhzâde İshak yalanla kendini Ahrâriyye yolunda eyledi. Sen de gidip ona talebe oldun." dediler. Bu asılsız sözlere aldanan Mîrek Şeyh, İshak'a talebe olduğundan pişmânlık duydu ve iki üç gün hocası İshak'ın huzûruna gelmedi.Şeyh İshak kalkıp, Mîrek'in evine gitti. Dil uzatanların sözleri Mîrek'e o kadar tesir ettiğinden, Şeyh İshak'a saygı bile göstermedi. O da gayrete gelip, orada oturmadı, dönüp evine gitti.

Mîrek Mes'ud Bey o gece rüyâda, Hâce Behâeddîn-i Nakşibend'in (kuddise sirruh) geldiğini gördü. Bâzan o kadar büyüyordu ki, bütün yer yüzünü ve göğü kaplıyor, bâzan da bir iplik kadar inceliyordu. Mîrek'e hitabla; "Ey zavallı,Allah adamlarını tanımıyorsun." buyurdu. Mîrek'in korkudan bütün vücûdu titredi ve dehşetle uyandı. Hemen Şeyh İshak'ın huzûruna koştu.Yüzlerce yalvarma ve kırıklık ile ayaklarına kapanıp, kusûrunun affını diledi ve; "Bu hasedciler için ne buyurursanız yapayım. Zîrâ onlar benim canım ve îmânımla oynadılar." dedi. Şeyh İshak; "Onları huzûruna yaklaştırma." buyurdu. O da öyle yaptı.

ALLAH! ALLAH!..

Kerîmüddîn'in talebelerinden biri hastaydı. Durumunu bildirdiler. Bunun üzerine Kerîmüddîn gelip o hasta talebenin yanında başka bir yatakta yattı. Allahü teâlâya yalvardı. Rüyâsında o talebesinin yaşayıp yaşamayacağını göstermesini diledi. Uykuya vardı ve rüyâsında siyahlar giyinmiş düşman askerleri ile kendi talebelerinin muhârebe ettiklerini, hasta olan talebenin ise, diğer askerlerden önde at koşturduğunu, kahramanca çarpışarak düşmana çok zâyiat verdirdiğini, yaralanıp attan düştüğünü ve atının onu bırakıp kalabalığa karıştığını gördü. Uykudan uyandığında o talebesinin vefâtının yaklaştığını haber verip, eshâbına techiz, tekfin ve defn için hazırlık yapılmasını söyledi. Talebenin hastalığı ise ölüm şiddetinde görünmüyordu. Orada bulunan talebelerin hepsi hayret ettiler.

Az bir zaman geçince, hastanın durumu ağırlaştı. Nefesi sıklaştı. Bu sırada orada bulunan ve tasavvuf ehlinin hâlini inkâr eden bâzı kimseler kendi kendilerine; "Hocalığın ve talebeliğin şu anda (ölüm ânında) ne işe yaradığını görelim." dediler. Onların bu düşüncelerini kalb yoluyla anlayan Kerîmüddîn hazretleri, açıktan; "Ey Allahım! Vefât etmek üzere olan bu hastanın hakîkî tasavvuf büyüklerine bağlanması hürmetine, seni zikrettiğini bunlara da duyur!" diye duâ etti. Bu söz daha bitmeden, o ölüm hastasının açıktan açığa "Allah! Allah!.." demeye başladığı duyuldu. Rûhunu teslim edinceye kadar böyle devâm etti. Bu apaçık kerâmete şâhid olan yabancılar inkarlarından vazgeçip, Kerîmüddîn'e bağlanıp talebelerinden oldular.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KEVSERÎ


Anadolu velîlerinden. İsmi Hasan Hilmi bin Ali olup, meşhûr Mehmed Zâhir el-Kevserî'nin babasıdır. Kevserî diye meşhûr olmuştur. Kafkasya'nın Sebj (Şebjer) kasabasında doğdu. 1926 (H.1345) senesinde İstanbul'da vefât etti.

Küçük yaşında ilim tahsîline başlayan Kevserî, Kur'ân-ı kerîmi zamânın kurrâlarından el-Battal el-Hâc Süleymân el-Ezherî'den öğrendi. Sonra Soposzâde diye meşhûr Şeyh Allâme Mûsâ Efendinin derslerine devâm ederek Arapça gramer bilgilerinden icâzet, diploma aldı. Şeyh Şâmil'in hocalarından Suskî el-Hâc Hasan Efendiden de fen ilimlerini öğrendi. Bilâhare yaşadıkları bölgenin Rus işgâline uğraması üzerine 1863 senesinde Osmanlı ülkesine geçerek Düzce yakınındaki Çalıcuma (Hacı Hasan Efendi) köyüne yerleşti. Beyzâdeler diye meşhur bir âile olarak yaşadılar. Düzce'de Şeyh Devlet adında Abdullah-ı Mekkî silsilesine mensûb halîfelerden Saîd Giray'ın halîfesi olan bir zâta talebe olup ondan icâzet aldı. Şeyhinin hac dönüşü vefât etmesi üzerine İstanbul'a gelerek Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Ondan Delâil-i Hayrât okutma icâzeti aldı. Bu arada hac vazîfesini yerine getirmek üzere Hicaz'a giderek Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Mûsâ el-Mekkî'ye intisâb etti. Ondan hilâfet ve icâzet aldı. 1871 senesinde tekrar Düzce'ye döndü. Kendi adıyla yaptırdığı medresede hem ilim öğretti, hem de tasavvuf yolunu anlatıp insanların kurtuluşu için gayret etti. Şeyh Devlet'inDüzce'deki halîfesi Âtıf Efendiye de bağlılığını sürdürdü. Daha sonra İstanbul'a giderek AhmedZiyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerine olan bağlılığını yeniledi. Halvete girdi ve kısa zamanda ondan hilâfet yâni İslâmiyeti insanlara anlatma izni aldı. Bilâhare Düzce'nin ileri gelenlerinin yaptırdığı Yeni Câmi bitişiğindeki medresede senelerce ilim öğretti ve Râmûz-ül-Ehâdîs okuttu. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî'nin emri üzerine medresenin yanına bir dergâh yaptırdı. Burada fıkıh, hadîs, tefsîr, Kur'ân-ı kerîm okutmak ve halvetten başka bir şeyle meşgûl olmamaya başladı. Ömrünün sonuna kadar ilim öğretmek ve ibadetle meşgûl olarak Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret eden Hasan Hilmi el-Kevserî hazretleri, 1926 (H.1345) senesinde İstanbul'da vefât etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KIBRISLI HAFIZ ALİ EFENDİ


Kıbrıs'ta yetişen velîlerden. 1846 (H.1262) senesinde Kıbrıs'ın Limasol şehrinde doğdu. Tahsil çağına gelince, İbrâhim Sıdkı Efendinin ders verdiği medreseye devâm etti. İbrâhim Efendiden Kâdiriyye tarîkatında icâzet aldı. Hocasının vefâtından sonra yerine geçerek insanlara doğru yolu anlatmaya çalıştı. Derslerinde Ehl-i sünnet îtikâdını, Eshâb-ı kirâm sevgisini, dört büyük halîfeyi üstün bilmenin ehemmiyetini anlatırdı. Ehl-i beyte derin bir muhabbet besler; "Onları sevip tâbi olanlar kurtulmuştur." derdi. Hafız Ali Efendi 1926 (H.1345) senesinde Kıbrıs'ın Baf kasabasında vefât etti. Hocasının yanına defnedildi. Halk arasında birçok kerâmetleri anlatılır.

Baf'a belli günlerde gemi gelirdi. Gemi tayfalarından Hâfız Ali Efendiyi tanıyanlar, hoca efendinin durumunun iyi olmadığını bildikleri için görünmek istemediler. Fakat mutad olmayan bir vakitte câmide karşılaştılar. Ali Efendi onları evine dâvet etti. Sofraya sâdece 2 tabak kondu.Tayfalar bu az yemeği görünce birbirlerine baktılar. Hoca Efendi oturunca besmele çekip yemeye başladılar. O az yemekle hepsi tıka basa doydu. Fakat yemek hâlâ eskisi gibiydi.

Bir gün bir grup cemâat Hâfız Ali Efendiyi ziyârete gidiyordu. Hepsi atlıydı. Kıbrıs'ta çok olan zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının altında gidiyorlardı. Keçiboynuzları salkım salkım sarkıyor, olmuş meyveler insanların başına değiyordu. İçlerinden biri; "Ne güzel ballanmış, bir tâne yesek." deyince, diğeri; "Kul hakkı geçer, yeme." dedi. Üçüncüsü; "Hem hoca ziyâretine git, hem hak ye bu olmaz." dediyse de, o kimse bir tâne keçiboynuzu koparıp yedi. Hâfız Ali Efendinin huzûruna vardıklarında sohbet ediyordu. Sohbetin bir yerinde Ali Efendi onlara bakıp; "Kul hakkından çok sakının. Haram yemeyin. Başınıza Keçiboynuzları değse de, bir tâneden ne olur demeyin. Hiç bir zaman kul hakkını yemeyin buyurdu. İçlerinden biri; "Size yemeyin demedim mi?" Müminin firâseti var. En sonunda söylettiniz." dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KIBRISLI İBRÂHİM SIDKI EFENDİ




Kıbrıs velîlerinden. İsmi İbrâhim'dir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. On dokuzuncu asırda yaşadı. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Tahsil için Anadolu'ya gelip zamânın âlimlerinden ilim öğrenen İbrâhim Efendi, tahsîlini tamamladıktan sonra Kıbrıs'a döndü. İslâmiyetin Kıbrıs topraklarında yayılması için çok gayret gösterdi. Cömert, güler yüzlü, mütevâzi bir zâttı. Çok talebe yetiştirdi. Vefât târihi belli olmayan İbrâhim Efendi, Kıbrıs Baf kasabasındaki câminin bahçesinde medfundur.

Bir gün Mekke'den birisi gelip; "Hacı İbrâhim Sıdkı Efendi nerede oturuyor?" diye sorunca, oradakiler; "İbrâhim Efendi henüz daha hacca gidemedi." dediler. O gelen zât; "Nasıl olur tavâfta, sa'yda, şeytan taşlamada, Mina'da hep berâberdik." dedi. İbrâhim Efendi Allahü teâlânın izni ile bir anda Mekke'ye gidip hac farîzasını yerine getirip dönmüştü.

İbrâhim Sıdkı Efendi, huzûruna gelen gayr-i müslimler için ayağa kalkmazdı. Kıbrıs'a gelen bir İngiliz vâli bu durumu işitince; "Ben gideyim, benim için ayağa kalkmasın da görelim." dedi. Medreseye gidip; "Bakın bakalım İbrâhim Efendi odasında mı?" diye söyleyince, talebeleri; "İçerde oturuyor." dediler. Vâli birden odaya girdi. Ayakkabıları eşikte olduğu halde İbrâhim Efendi odasında yoktu.Odaya girip oturduktan sonra İbrâhim Efendi odaya girdi. Vâli onun için ayağa kalkmak mecburiyetinde kaldı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KILIÇLI ALİ EFENDİ

Anadolu evliyâsı ve âlimlerinden. Asıl adı Ali Rızâ olup, babası Mehmed Efendidir. Halk arasında "Kılıçlı Hoca" ve ilmine izâfeten "Büyük Hoca" olarak tanınır. Medresede öğrenciyken, arkadaşları arasında oynanan kılıç-kalkan oyununda, bir arkadaşını kazâen yaralaması üzerine "Kılıçlı" adıyla anıldı. 1848-1850 (H.1265-1267) yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. 1917 (H.1336) senesinde Kayseri'ye bağlı Şıhlı köyünde vefât etti. Kabri oradadır.

Kılıçlı Ali Efendi, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîm öğrendi. 1868-1880 yılları arasında Kayseri Medresesinde okudu. Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilminde yükseldi. Büyük bir başarı göstererek icâzet, diploma almaya hak kazandı. Bilâhere Şıhlı köyüne dönerek, ders vermeye, halka ilim ve edep öğretmeye başladı.

Köyde bir medresenin olmayışı Kılıçlı Hoca'yı çok üzüyordu. Bu sebeple köye bir medrese yaptırmak ve çok sevdiği Pâdişâh İkinci Abdülhamîd Hanın duâsını almak üzere 1883 (H.1301) senesinde köyün ileri gelenlerindenKadir Ağa ile birlikte İstanbul'a gitti.OradaAbdülhamîd Hanın vezirlerinden birisiyle görüştü. Netîcede Pâdişâha arz edilen Kılıçlı Ali Efendi, bir müddet Sultanla görüştü. AliEfendinin, büyük bir âlim olduğunu anlayan Pâdişâh, Dolmabahçe veya Yıldız Câmiinde Cumâ vâzı vermesini emretti. Vâzını çok beğenen Pâdişâh, bir dileği, bir arzusunun olup olmadığını sorunca; Kılıçlı Hoca; "Köyüme bir ilim merkezi kurmak, bir medrese yaptırmak, Ehl-i sünnet yoluna hizmet etmek isterim." diyerek durumu arz etti. Sultan Abdülhamîd Han, bu isteğini kabûl ederek, nakdî ihsânda bulundu. Sonra; "Siz gidin, gerekli para Adana vâliliğine gönderilecektir." buyurdu. Bu parayla Kılıçlı Hoca, Develi kazâsına bağlı Şıhlı köyüne bir medrese ile birlikte üç tâne de çeşme yaptırdı. Böylece halkı maddî ve mânevî susuzluktan kurtardı.

Hamîdiye Medresesi olarak bilinen bu medresenin inşâsı yedi sene sürmüş ve 1892 (H.1309) senesinde tamamlanmıştır. Medrese ilk açılışında 50 öğrenciyle eğitim ve öğretime başlamıştır. Medresenin bir dersânesi ve 24 hücresi olup, 350-400 kadar talebe yetişmiştir. Medresenin inşâsı devâm ederken, Kılıçlı Ali Efendi dört oğlunu yeni hizmete açılacak olan medresede hocalık yapabilecek seviyede yetiştirmiştir. Şıhlı'nın yerlilerinden Bekir oğlu Yûsuf Hoca, Hacı Hamdi Efendi,Kılıçlı'nın oğulları İmâm Efendi,Mehmed Efendi, medreseden ilk icâzet alanlar arasındadır. AyrıcaAdana'nın Ceyhan ilçesine bağlı Kösreli köyünden gelmiş ve Konya Medresesinden icâzetli olan Ayvazoğlu Hacı Mustafa Efendiyi medreseye müderris olarak almıştır. Daha sonra çok sevdiği bu zâta, kerîmesi Fındık Hâtunu vererek kendine dâmâd edinmiştir. Hacı Mustafa Efendi de, Kılıçlı Hoca gibi derin âlimdi.

Hamîdiye Medresesinin cümle kapısı üzerine yerleştirilmiş ve bugüne kadar yıpranmadan korunabilmiş olan kitâbede şunlar yazılıdır:

Fahrü'l-mülûk hazret-i Abdülhamîd Han
Ol sâye-i hüceste-i eltâf-ı Girdigâr
Hazırladığı ulûm u fünûnun vesâitin
Her sınıf ahâliye o Şeh-i ma'delet-şiâr
İkdâ sâyesinde o sâhib-muazzamın
Dârü'l-ulûm şöhretini aldı her diyâr
Ez-cümle işbu medreseyi ehl-i ilim içün
Bünyâd-ı adl ü dâd gibi kıldı pâydâr
Târîhi çıkdı cevv-i semâvâta Feyziyâ
Bânîsidir bu medresenin Şâh-ı kâmkâr.

(H.1309)

Açıklaması:

(Hükümdârların efendisi, övünücüsü hazret-i Abdülhamîd Han, Allahü teâlânın lütuflarının uğurlu gölgesidir.

İşte o adâletiyle tanınmış Pâdişâh, halkın her sınıfı için, ilimlerin ve fenlerin vâsıtalarını hazırladı.

O yücelik sâhibinin gayretleri sâyesinde memleketin her yeri bir ilim yurdu şöhretini kazandı.

Bu medreseyi de, ilim adamları için bir adâlet binâsı hâlinde yaptırdı.

Ey Feyzî, bu medresenin yapıldığı târih göklere çıkdı ve (anlaşıldı ki) bu medreseyi yaptıran, o bahtiyâr Pâdişâhtır.)

Kılıçlı Ali Efendi, iri yapılı, uzun boylu, gür sesli, heybetli, sözü tesirli, nüfuzlu ve îtibârlı, müteşebbis ve hayırsever, sevgi ve saygı duyulan, misâfirperver bir zâttı. Evi her gün dolar taşardı. Cömert olup, ikrâm etmekten çok hoşlanırdı. Kimsenin kalbini kırmazdı. Herkesle hoş geçinirdi.

Ömrü hep ilim öğretmekle geçen Kılıçlı Ali Efendi, yumuşak huyluluğu yanında, heybetli bakışlarıyla karşısındaki şahsa saygı telkîn ederdi. Yaptırdığı Hamîdiye Medresesinde uzun zaman Hanefî fıkhını anlattı. Medresedeki vakitlerinin dışında çok Kur'ân-ı kerîm okurdu.Hayır eserler yapmayı çok severdi. On kilometre uzaktan köyüne içme suyu getirtmiştir.

Hâfız İbrâhim bin Beşir anlatır: "Kayınpederim Hacı Mehmed Efendi, sıtma hastalığına yakalandı. Uzun zaman iyileşmedi. Bir gün; "BüyükHoca Kılıçlı Efendiyi çağırın, bana bir okusun." dedi. Kılıçlı Ali Efendi eve geldi. Hastanın yanına oturup, şifâ âyetlerini okudu. Allahü teâlânın izniyle, hasta iyileşip ayağa kalktı."

Merhum Kozan Müftîsi Fâzıl Osman Efendinin oğlu AhmedCevdet Çamurdan anlatır: "Kılıçlı Ali Efendiyi şahsen çok iyi tanırım. Başı büyük sarıklı olup, üç etekli zıbın giyerdi. Kıyâfeti yerinde, gösterişli bir zâttı. Her gittiği yerde, müslüman ve hıristiyan herkesin hürmetini cezbeder ve yollarda giderken herkes ayağa kalkardı. Âlim, fâzıl, cesur ve çalışkan bir zâttı. Kürsüde vâz ederken, herkes can kulağıyla onu dinlerdi."

BİSMİLLAH, ALLAHÜ EKBER

Köye içme suyunun getirilmesi konusunda bir kerâmeti şöyle anlatılır:

Kılıçlı Ali Efendi, köyün hayırseverlerini toplayarak, içme suyu getirmek üzere köyün üst tarafındaki Terece denen yere giderler. Su yolunda çalışan işçiler, belirli bir mesâfeye geldikten sonra büyük bir kayaya rastlarlar. Çok çalışmalarına rağmen kıramazlar. Durumu Kılıçlı Efendiye arz ederler. Kılıçlı Hoca, abdest alıp iki rekat namaz kılar. Balyozu eline alıp; "Bismillah, Allahü ekber." diyerek bir vuruşta kayayı parçalar. Bu durumu gören halk, Hocaya daha çok saygı gösterir."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
KURTBOĞAN EVLİYÂSI

Asıl ismi Hamza olup, Fatih Sultan Mehmed'in hocası Akşemseddin hazretlerinin babasıdır. Büyük velîlerden Pîr İlyâs hazretlerinin halîfelerinden olan Hamza Efendinin türbesi İstasyon Mahallesindedir.

Hamza Efendiye Kurtboğan lakabının takılması şöyle anlatılır:

Hamza Efendinin vefât edip defnedildiği günün gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur ve ölüyü kabirden çıkarıp parçalardı. Bu kurt Şeyh Hamza'yı da parçalamak ve yemek istedi. Şeyh Hamza Mübârek elini uzattı, kurdu boğazından tutup öldürdü. Ertesi sabah ziyârete gelen halk kurdu ölü vaziyette, Şeyh Hamza'nın elini de mezardan dışarıda buldular. Orada hâl sâhibi bir zât vardı. O; "Kurt değdiği için şeyhin elinin yıkanması lâzımdır." dedi. Elini yıkadılar, el hemen kabirden içeri çekildi. O günden beri Hamza Efendi Kurtboğan lakabı ile meşhur oldu.
 
Üst Alt