Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (İ)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ ÂBİDÎN

Şam'da yetişen âlimlerin en büyüklerinden, velî. Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimlerinden olan İbn-i Âbidîn'in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz'dir. 1784 (H.119 senesinde Şam'da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi.

İbn-i Âbidîn, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte ticâretle meşgûl oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur'ân-ı kerîmi okumaya devâm ediyordu. Bir gün dükkânlarının önünde Kur'ân-ı kerîm okurken, oradan geçen biri; "Burada bu şekilde Kur'ân-ı kerîm okuman uygun değildir. Hem okumanı düzelt." dedi. Bunun üzerine babasından izin alarak, o zaman Şam'daki meşhûr kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Saîd-ül-Hamevî'ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir Meydâniyye, Cezeriyye ve Şâtibiyye kitaplarını okudu ve ezberledi. Kur'ân-ı kerîmin doğru ve tam okunmasını bildiren kırâat ilmini iyice öğrendikten sonra, sarf, nahiv ve Şâfiî fıkhını öğrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi.Bundan sonra, o zamânın en meşhûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî'nin derslerine devâm etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanısıra, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha on yedi yaşındayken, fıkıh kitapları üzerine hâşiye ve şerhlerle açıklama ve îzâhlar yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı.Hadîs ilminde de, Şam'da bulunan muhaddis Kuzberî'den icâzet, diploma aldı. İlimde o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayattayken büyük bir şöhrete kavuştu.

İbn-i Âbidîn, zâhir ilimlerini öğrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamânın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'den öğrendi. Onun sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. İbn-i Âbidîn'in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: "Babam uzun boylu, heybetli ve vakârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı, ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamlı kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve göz yaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi."

İbn-i Âbidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhûrdur. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı. Beş vakit namazda, tahiyyâtı okurken, Resûlullah efendimizi baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin kıymetli talebelerinden olan İbn-i Âbidîn, ondan ders aldığı sıralarda, bir gece rüyâda Resûlullah efendimizin üçüncü halîfesi hazret-i Osman'ın vefât ettiğini ve Câmi-i Emevî'de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine bu rüyâyı olduğu gibi anlatınca, o da; "Senin rüyânın tâbiri, Allahü teâlâ bilir ki şöyledir: "Ben yakında vefât ederim, sen benim cenâze namazımı Câmi-i Emevî'de kıldırırsın. Çünkü ben, hazret-i Osman'ın torunlarındanım." buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî tâûn, vebâ hastalığından şehîd olarak vefât etti. Namazını İbn-i Âbidîn kıldırdı.

İbn-i Âbidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabâsını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi.

Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam'da ve diğer şehirlerdeki şer'î mahkemelerde ihtilaflı hüküm verilse, derhal ona mürâcaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor meseleler ona sorulurdu. İhtilaflı bir şey hakkında ona mürâcaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla öyle açıklamalar kordu ki, böylece en zor meseleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslupla yazardı. Birçok talebe yetiştirip icâzet, diploma vermiştir.

İbn-i Âbidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Yâni önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru olarak nakil yapanlar derecesindedir.

İbn-i Âbidîn, 1836 (H.1252) senesinde elli dört yaşında Şam'da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp göz yaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Cenâze namazı Sinân Paşa Câmiinde kılındıktan sonra, Şam'da "Bâb-üs-sagîr" denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi.

İbn-i Abidîn'in en meşhûr eseri Redd-ül-Muhtâr'dır. Bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtâr kitabına yaptığı beş ciltlik hâşiyesidir. Dürr-ül-Muhtar'a haşiye yazarken önce Vakıf bahsinden başlamış, daha sonra başa dönmüştür. Önceki yazdıklarını temize çekmeden vefât edince bu kısımlar oğlu Alâeddîn tarafından temize çekilmiştir. Kitap, İbn-i Âbidîn ismiyle meşhûr olmuştur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fukahâ (fıkıh âlimleri) tarafından, üzerinde söz edilmiş her meselenin hülâsası, bütün İslâm âlimlerinin kabûl ve takdir ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamânına kadar yazılmış fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından Kurret-ül-Uyûn-il-Ahyâr adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da, İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962'de basıldı. Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî Hâşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-Dürriyye, İthâf-üz-Zekî, Bugyet-ül-Menâsik, Tahrîr-ül-İbâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül- Alîl, Ukûd-ül-Le'âlî, İcâbet-ül-Gavs, Sell-ül-Hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî, Nesemât-ül-Eshâr.

Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, kâmil velî Seyyid Abdülhakîm Efendi; "Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı İbn-i Âbidîn'dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir..." buyurdu.

İbn-i Âbidîn, buyurdu ki:

"Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz vardı. Hepsinin kıldığı, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Namaz, duâ demektir. Dînin emrettiği, bildiğimiz ibâdete, namaz "salat" ismi verilmiştir. Mükellef olan yâni âkil ve bâliğ olan her müslümanın, her gün beş vakit namazı kılması "Farz-ı ayn"dır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Mîrâc gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Mîrâc, hicretten bir yıl önce, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde vukû buldu. Mîrâcdan önce, yalnız sabah ve ikindi namazı vardı."

"Kur'ân-ı kerîm, Kadir gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmi üç sene sürmüştür. Tevrât, İncil ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defâda inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mûcize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler. Kur'ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir."

YAPTIĞINIZ HİZMET

Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin kendisine yazdığı bir mektup aşağıdadır.

"Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Âbidîn'e en güzel duâlarımı ve en latîf medhlerimi bildiririm.

Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî'nin sizden tarafa gitmesini vesîle ederek bu mektubu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz.

Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmamızın acısı içindeyiz. Allahü teâlâdan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânın izniyle, her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz.

Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ ÂRİF


Endülüs evliyâsının büyüklerinden. Kırâat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbas'dır. Mağrib'den gelip Endülüs'e yerleşen Berberîlerden Senhâce kabîlesine mensûb olduğu içinSenhâcî, Meriyye şehrine yerleştiği için Meriyyî veEndülüsî diye de meşhûr olmuştur. 1088 (H.481) senesinde doğdu. 1142 (H.536) senesinde Merrakeş'te vefât etti. Kabri oradadır.

Küçük yaşta Kur'ân ilimlerini öğrenmeye başlayan İbn-i Ârif; Mevla-i Mu'tasım Ebû Hâlid Yezîd, Ebû Bekr Ömer bin Ahmed, Ebû Muhammed Karvî, Ebü'l-Kâsım Arabî, Kâdı İyâd ve daha birçok âlimin ilminden istifâde etti. Kâdı İyâd ve İbn-i Beşküvâl'le mektuplaştı. Değişik ilimlerde söz sâhibi oldu.Bilhassa kırâat ilmine karşı ayrı bir arzu ve isteği vardı. Yedi kırâat imâmının kırâatlarını, rivâyet ve tuttukları yollarını, aralarındaki farklılıkları ve okunuş şekillerini çok iyi bilirdi. Kırâat râvîlerinin bütün husûsiyetlerine hakkıyla vâkıf oldu. Mâlikî mezhebî fıkıh bilgilerinde ve târih ilminde husûsî ihtisas sâhibiydi. Zamânındaki velîlerin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi.

İlimde ve fazîlette yüksek, velî bir zât olan Ebü'l-Abbâs Ârif insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İnsanlar onun sohbetlerine uzaktan ve yakından gelerek ilim ve feyzinden istifâde ettiler. Pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Gazâlî, Ebû Rebî', Kefîf-i Mâlikî gibi büyükler onun talebelerindendir. Çok güzel şiirler söyleyen, tatlı ve hoş sohbetleriyle insanları peşinden sürükleyen İbn-i Ârif kıymetli eserler yazdı. Ehl-i sünnetin savunuculuğunu yaparak İbn-i Hazm gibi doğru yoldan ayrılan kimselerin sapık fikirlerini kuvvetli delillerle çürüttü. Keskin zekâsı, kuvvetli delilleri ve engin deniz gibi ilmi karşısında tutunamayan bozuk düşünceli kimseler, onun aleyhinde çeşitli dedikodular yayarak, hîle ve tuzaklar hazırlayarak susturmak istediler. Fakat o, hak bildiğini söylemekten çekinmedi.

İlimde çok yüksek, ibâdette gayretliydi. Dünyâ malına hiç kıymet vermez, eline geçenleri fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Bir şeye başkasının ihtiyâcı varken, kendi ihtiyâcına harcamazdı. Haram ve şüpheli şeylerden kaçar, günâha düşerim korkusuyla mübahları da zarûret mikdârı kullanırdı. Vaktini, namaz kılmak, Kur'ân-ı kerîm okumak, ilim öğrenmek ve insanlara emr-i mârûf yapmakla geçirirdi. YalnızAllahü teâlânın rızâsını kazanmak için gayret eder, O'nun dîninin yayılması için çalışırdı.

Güzel ahlâkı, hoş sohbetleri ve derin ilmiyle insanlara örnek olarak onların dünyâ ve âhirette mutluluğa, saâdete kavuşmaları için çırpınan İbn-i Ârif hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. Onun sohbetinde yetişen zâtlar da pekçok yüksek hallere kavuştular.

Talebelerinden Ebû Abdullah el-Gazâlî şöyle anlattı: "Hocamız Ebü'l-Abbâs ibni Ârif'in sohbetinde hazır bulunuyorduk. Onu dinleyenler arasında hiç konuşmayan ve hiç soru sormayan biri vardı. Ben kendi kendime; "Bu kimdir?" diye sorup onunla tanışmak ve nerede kaldığını öğrenmek istedim. Akşam olup meclisden ayrıldıktan sonra o zâtı onun anlayamayacağı bir sûrette geriden tâkib ettim. Şehrin bâzı sokaklarını geçtikten sonra gökyüzünden elinde bir ekmek ve yanında katık bulunan bir kimse inip, elindekileri o kimseye verdi ve ayrılıp gitti. Bu hâdise benim daha çok dikkatimi çekti, yanına yaklaşıp selâm verdim. Beni tanıdı ve selâmıma cevap verdi. O kimseye, kendisine ekmek verenin kim olduğunu sordum. Benim kimseye anlatmayacağıma dâir söz aldıktan sonra bana; "O bir melektir. Her gün bana Allahü teâlânın takdîr buyurduğu rızkımı getirir. Allahü teâlâ bu hâli bana tasavvuf yoluna yönelip, İbn-i Ârif'in sohbetleriyle şereflendiğim zamandan beri ihsân etti. Nafakam bittiği zaman gökyüzünden, içinde ihtiyâcım olan şeylerin bulunduğu bir zenbil iner, ben onların bir kısmıyla ihtiyâcımı giderir, geri kalanını ihtiyaç sâhiplerine dağıtırım. İşte böyle bir haldeyken o melek gelip bunları bana getirdi." dedi. Fakat o kimse benim gözümden kayboldu, ben onu göremez oldum."

Ebü'l-Abbâs ibni Ârif'in bir sohbeti sırasında talebelerinden biri bir kimseye sadaka olarak bir şeyler vermek istedi. Bir diğeri; "Sadakayı akrabâna vermek daha evlâdır." dedi. Bu hâli gören Ebü'l-Abbâs ibni Ârif; "Sadakayı Allahü teâlâya yakın olanlara vermek daha iyidir." buyurdu.

İbn-i Ârif hazretlerinin üstünlüğünü çekemeyen, onun kuvvetli delilleri ve engin ilmi karşısında tutunamayan sapık kimseler, insanların, onun etrâfında toplanmasına hased ettiler.

Onu, Sultan Ali bin Yûsuf bin Taşfîn'e şikâyet ettiler. "Etrâfına halkı toplayıp, senin saltanatına göz dikiyor." dediler. Sultan, adamlarını gönderip onu gemiyle Merrakeş'e getirtti. 1142 (H.536) senesinde yolda veya Merrakeş'e ulaştığı günün akşamı vefât etti. Sultan, İbn-ül-Ârif'in böyle bir şeyle ilgisi olmadığını anlayıp, kendisinin aldatıldığını öğrenince, yaptıklarına pişman oldu. İftirâcıların elebaşısı olan Meriyye şehri ileri gelenlerinden Ebü'l-Esved'i cezâlandırdı. İbn-ül-Ârif, sultanın da katıldığı kalabalık bir cemâat tarafından kılınan cenâze namazından sonra Merrakeş'te toprağa verildi.

Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve talebe yetiştirmekle geçiren İbn-i Ârif hazretleri kıymetli eserler de yazdı. Bunlar; Metâliu'l-Envâr ve Menâbiü'l-Esrâr ile Mehâsinü'l-Mecâlis olup, Mehâsinü'l-Mecâlis adlı eserinin el yazması Süleymâniye Kütüphânesi Fâtih kısmı 2650/2 numarada, Bâyezîd Kütüphânesi Veliyyüddîn Efendi kısım 1821/20 ve 1828/4 numaralarda kayıtlıdır.

FİLAN HASTALIĞA İYİ GELİRİM

Talebesi Ebû Abdullah Gazâlî anlatır: "Bir gün hocam İbn-i Ârif'in huzûrundan dışarı çıktım. Boş bir arâzide yürümeye başladım. Gördüğüm her ağaç, yaklaştığım her ot dile gelip bana; "Beni kopar! Ben filan hastalığa iyi gelirim. Filanca hastalığın şifâsı bendedir." demekteydi. Bu hâle hayret ettim. Geri dönüp durumu hocama anlattım. Bana; "Biz seni böyle diyesin diye mi terbiye ettik. Allahü teâlâ takdîr etmedikçe, hiçbir şey sana fayda ve zarar veremez. Sana fayda veririz diyen otların ve ağaçların sana bir faydası oldu mu?" buyurdu. "Efendim! Tövbe ettim." dedim. Devâm ederek buyurdu ki: "Hak teâlâ seni imtihan etmiştir. Ben sana Allahü teâlânın yolunu gösterdim. Seni O'ndan başkasına ısmarlamadım. Eğer gerçekten tövbe ettiysen, geri dön, o ağaç ve otlar sana söz söylemezler." Geri dönüp, ot ve ağaçların yanından geçtim. Hiç bir kelime işitmedim. Allahü teâlâya şükredip, hocamın huzûruna gelerek durumu arzettim. "Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, sana kendi yolunda bulunmayı nasîb etti. Seni, bir kısım insanlar gibi yanlış yollara saptırmadı." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ ATÂ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Sehl bin Atâ, künyesi Ebü'l-Abbâs'tır. Aslen Bağdatlıdır. İbn-i Atâ, zamânın büyük âlimlerinden ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf dinlemiştir. Vaktini, ilim öğrenmek ve öğretmekle, ibâdet ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçiren İbn-i Atâ, 923 (H.311) veya 931 (H.319) yılında vefât etti.

İbn-i Atâ, Yûsuf bin Mûsâ el-Kattân, Fadl bin Ziyâd, Cüneyd-i Bağdâdî, İbrâhim Mâristânî ve daha birçok âlimden ilim öğrenmiş, hadîs-i şerîf dinlemiştir. Kendisinden ise, Muhammed bin Ali bin Atabiş en-Nâkid, İbn-i Hafîf ve daha birçok âlim ilim öğrenmiş, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

İbn-i Atâ için, Ebû Saîd Harrâz: "Tasavvuf, güzel ahlâktır. Ben bunun ehli olarak, Cüneyd-i Bağdâdî ve İbn-i Atâ'dan başkasını görmedim." Ebü'l-Hüseyin Muhammed bin Îsâ bin Hâkan "O, gece ve gündüz iki saat uyurdu." Abdullah bin Muhammed es-Seczî ise; "Ben evliyâ arasında ondan daha idrâk ve anlayış sâhibi birini görmedim." demiştir.

İbn-i Atâ'nın, çok güzel on erkek evlâdı vardı. Bir gün onlarla berâber sefere çıkmıştı. Yolda eşkıyâlar çevirdi. Eşkıyâların reisi, İbn-i Atâ'nın gözü önünde çocuklarını sırayla öldürdü. Çocuklarının her birinin öldürülüşünde, başını semâya kaldırarak, gülümsüyordu. Sıra sonuncu çocuğa geldiğinde, çocuk babasına dönerek: "Sen ne kadar şefkatsiz bir babasın. Dokuz yavrunu öldürdükleri hâlde, hiç sesini çıkarmıyorsun ve gülüyorsun." dedi. İbn-i Atâ oğluna dönerek: "Babasının ciğerpâresi! Bunu yapan zâta bir şey söylenmez ki! Aslında O, biliyor ve görüyor. Dilerse hepsini korumaya da kâdirdir." dedi. Bunun üzerine eşkıyâ reisinde bir hâl hâsıl oldu ve İbn-i Atâ'ya: "Şâyet bu sözlerini önceden söyleseydin, çocuklardan hiçbirini öldürmezdik." dedi ve oğlunu serbest bıraktı. İbn-i Atâ bunun üzerine: "Takdir böyle imiş, söyleseydim bile bir şey değişmezdi." dedi.

İbn-i Atâ, çölde yolunu şaşıran bir talebesinin başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: "O çölde yolunu şaşırdı. Dolaşırken kendisini bir su başında buldu. Pınarbaşında çok güzel bir kız gördü. Kızın karşısında durdu. Kız ona; "Benden uzak ol." deyince, "Sen bütün varlığınla benim ol." dedi. Kız; "Şurada, öyle güzel bir kız var ki, ben ona hizmetçi bile olamam." dedi. O talebe dönüp o tarafa baktı. Kimseyi göremedi. Tekrâr kıza dönünce, kız ona: "Doğruluk ne kadar güzel, yalan ne kadar kötü, bütün varlığınla bana bağlı olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki, benim yanımda, bir başkasına bakmak istiyorsun." dedi. Talebe utancından başını önüne eğdi. Başını kaldırdığında, karşısında kimseyi göremedi."

İbn-i Atâ'nın vefâtı şöyle anlatılır: Hallâc-ı Mansûr'u öldüren vezir, İbn-i Atâ'ya "Hallâc-ı Mansûr hakkında ne dersin?" diye sordu. İbn-i Atâ bu soru üzerine; "Sen kendi işlerine bak, evliyâ ile uğraşma." dedi. Vezir, Hallâc-ı Mansûr hakkında kötü sözler söylemeye başlayınca, İbn-i Atâ ona, "Sâkin ol! Doğru konuş!" dedi. Buna sinirlenen vezir, İbn-i Atâ'nın dişlerinin sökülmesini ve bunların, başına çakılması için emir verdi. İbn-i Atâ, bu eziyetin tesiriyle vefât etti.

İbn-i Atâ hazretleri buyurdu ki: "Tövbe, ilmin kötülediği her şeyden, ilmin methettiğine dönmektir."

"Kullara ve yaratılmış olan şeylere bakıldığında, Allahü teâlânın varlığı bilinir."

"Kim nefsine sünnetleri uygularsa, Allahü teâlâ onun kalbini mârifetle nurlandırır."

"Her velînin üç alâmeti vardır. Bunlar: Allahü teâlâ ile arasındaki sırrı saklamak, halkla arasında geçen muâmelelerde, duygularını hatâdan korumak, herkese aklı ve anlayışı ölçüsünde söylemektir."

"Kim amel ederek tövbesini düzeltirse, tövbesi kabûl olunur."

"Tâatın en fazîletlisi, her an murâkabe üzere olmaktır. Allahü teâlânın her an her şeyi gördüğünü unutmamaktır."

"Edep nedir?" denilince, "Râzı olunan, beğenilen şeyleri yapmandır." buyurdu.

"Bir kimsenin kalbinde, kendisini nefsin isteklerinden, kötülüklerden koruyacak kadar âhiret düşüncesi yoksa, bunları terk etmeye güç bulamaz."

"Tövbe inâbe ve icâbe tövbesi olmak üzere iki kısımdır. İnâbe tövbesi cezâ korkusu ile yapılan tövbedir. İcâbe tövbesi ise sırf Allah sevgisi ile yapılan tövbedir."

"Tevâzu, kim söylerse söylesin hakkı kabûl etmektir."

"Nefis, yaratılışı îcâbı edepsizdir, halbuki kul sürekli olarak edebe riâyet etmekle memurdur. Nefsin tabiatı îcâbı muhâlefet meydanında at oynatır, kul gayreti ile nefsin kötü arzularına ulaşmasını engeller. Nefsini dolu dizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur."

"En büyük ilim heybet ve hayâdır. Bir kimsenin kalbinden heybet ve hayâ duygusu gitti mi artık onda hayır kalmaz."

"Halka ayrılık acısının tattırılmasındaki hikmet, Allahü teâlâdan başkasına güvenmelerini önlemektir."

"Edepten mahrum bırakılan bir kimse, bütün hayırlardan mahrum bırakılmış olur."

"Tevekkül; yüce Allah'a en iyi şekilde sığınıp, samîmî bir şekilde O'na muhtaç olmaktır."

"Sabır, musîbetler içindeyken bile edebe riâyet etmektir."

"Ahlâk iyi olmadıktan sonra, kılınan namazın, tutulan orucun çok olmasının önemi yoktur. Hattâ sadaka ve mücâhede (nefsini yenmeye çalışma) bile hiçtir. Bu yolda yükselenler, ne namazla, ne de oruçla yükseldiler. Ne sadaka ile, ne de mücâhede ile üstün dereceler buldular. Yükselen, ancak iyi huyla yükseldi. Çünkü Resûl-i ekrem efendimiz; "Kıyâmet günü, bana en yakın olanınız, huy ve ahlâk bakımından en güzel olanınızdır." buyurdu."

"Dünyânın geçici lezzetlerine dalan, hakîkatleri bulamaz. Bu lezzetlere dalması, onun kuvvetini azaltır."

"İtâatların en fazîletlisi, devamlı olarak Allahü teâlâyı düşünmektir."

"Nefsini tanımayan, âriflerin meclisinde bulunsun. Hikmet nûru ile aydınlanmak isteyen ise, ilim ve hikmet sâhiplerinin meclisinde bulunsun."

"En büyük ilim olan mârifetullahın neticesi, heybet ve hayâdır. Bir kimsenin kalbinden hayâ ve heybet duygusu gittiği zaman, artık onda hayır kalmaz."

"Allahü teâlâ için en sevimli şey, kulun dünyâdan yüz çevirmesi, O'na ulaşılacak en iyi vesile ise, kulun nefsinden vazgeçmesidir."

"En iyi iş yapılmış, en iyi ilim söylenmiştir. Bu sebeple, şimdiye kadar yapılmamış bir işi yapma, söylenmedik sözü söyleme."

GÜZEL AHLÂK

İbn-i Atâ bir gün dostlarına; "Yükselenler ne sebeple yükselirler?" diye suâl etti. Orada bulunanlardan bir kısmı; "Çok oruç tutmakla." dedi. Bir kısmı; "Nefse istemediği şeyleri zorla yaptırmaya çok devâm etmekle." dedi. Diğer bir kısmı da; "Kendinin muhâsebesini yapmakla, nefsi hesâba çekerek doğruya yönelmekle." dedi. Bir kısmı ise; "Cömertlik yapmakla." dedi. Bunun üzerine İbn-i Atâ; "Yüksek derecelere üstünlüklere kavuşanlar, ancak güzel ahlâk ile kavuştular. Allahü teâlâya mahlûkât içinde en yakın olan, Muhammed aleyhisselâmdır. O'nun yolunda olanlar, güzel ahlâk sâhibi olanlardır." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ ATÂULLAH



Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed'dir. İbn-i Atâullah İskenderî, Tâcüddîn-i İskenderî adlarıyla meşhûr olmuştur. Mâlikî mezhebi âlimlerinin ve Şâzilî tarîkatının büyüklerindendir. 1309 (H. 709) senesinde Mısır'da vefât etti. Kabri, Karâfe Kabristanındadır.

İbn-i Atâullah hazretleri, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî ile Yâkût-i Arşî'den ilim öğrenip feyz ve bereketlerinden istifâde etti. Tasavvufta Ebü'l-Abbâs Mürsî hazretlerinin sohbetlerinde kemâle erdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, nahiv, usûl ve benzeri ilimlerde söz sâhibi olan âlimlerden oldu. Kâhire'de yerleşerek, insanların doğru yola gelmesine, Cehennem'den kurtulmasına vesîle olmak için çok çalıştı. Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak için, insanlara devamlı vâz ve nasîhat ederdi. Zamânını, öğrendiği bütün zâhirî ilimleri ve Allahü teâlâyı tanımak için lüzumlu olan mârifet bilgilerini insanlara öğretmekle geçirirdi.

Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terk eder, dünyâ malına hiç meyletmezdi.

En meşhûr talebesi Ebü'l-Hasan-ı Sübkî'dir. Hikem-i Atâiyye, Letâif-ül-Minen kitapları ile İbn-i Teymiyye'ye yazdığı reddiye çok meşhûrdur.

İbn-i Hümâm, kabrini ziyâret edip, Hûd sûresini okudu: "Bir kısmı şakî bir kısmı saîddir." meâlindeki âyete gelince, kabirden kendisine yüksek sesle: "Ey Kemâl, bizde şakî yoktur." sesini duydu. Bunun üzerine vefât ettiğinde burada defnolunmağı vasiyet etti.

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, İbn-i Atâullah için; "Onun kıymetli sözlerinden daha mânâlı bir söz işitmedim. Kendi görüşünde olmayanlar bile, onun söylediklerinde bir hatâ ve kusûr bulamazlardı. Allahü teâlâ ondan râzı olsun." derdi.

Buyurdu ki:

"İki işten, nefsine ağır geleni yap! Çünkü, hak olan iş, nefse ağır gelir. Vâcibleri yapmakta gevşek davranıp, nâfile hayrâtı yapmaya çalışmak, nefsin isteklerine uymak alâmetlerindendir."

"Allahü teâlâ, her uzva vefâyı lâzım kıldı. Kalbin vefâsı; dünyâ ile meşgûl olmaması, hîle ve hased yapmamasıdır. Dilin vefâsı; gıybet etmemesi, yalan söylememesi, lüzumsuz boş şeyler konuşmamasıdır. Âzâların vefâsı; günah olan yerlere gitmemesi, müslüman kardeşine eziyet etmemesidir."

"Büyüklük, Allahü teâlâya mahsustur. İnsan, benliğini, küçüklük ve aşağılık toprağına gömmelidir. Çünkü gömülmeden bitenin, doğması ve büyümesi düşünülemez."

"Gönlünde günahlar ve dünyâ sevgisi olanın, kalbi nasıl parlar? Yahut, nefsi emmârenin arzularına göre hareket eden, Allahü teâlânın rızâsını nasıl kazanır? Gaflet ve günahlardan temizlenmeden, Allahü teâlânın huzûruna girmeyi nasıl ister? Çirkin işlerinden tövbe etmeyen, ince sırları anlamayı nasıl umar?"

"Her fırsat ve boş zamanlarda amel yapıp tâat üzere olmak, seni, nefsin hîlelerinden alıkoyar."

"Her günah, dalgınlık ve şehvetin aslı, nefsini beğenmektir. Her tâat uyanıklık ve iffetin esası, nefsini beğenmemektir."

"Kendinde bulunan gizli ayıbları araştırman, bilmediğin gâip şeyleri araştırmandan daha iyidir."

"Allahü teâlâ, bâzılarını kendi hizmetinde bulundurur. Bâzılarına kendi muhabbetini verir. Her ikisine de imdâd-ı ilâhî gelmiştir. Bunlar, Rabbinin ihsânıdır. İsrâ sûresi 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Rabbinin ihsânı, hiç kimseden men edilmiş değildir." buyruldu.

"Her sorulana cevap verenin, açıkça görülen her şeyi yorumlayanın, karşısındakilerin hâlini hesâb etmeden her ilmi açıklayanın bu hareketleri, câhil olduğunu gösterir."

"Âhiret, mümin kullara mükâfat verme yeri olarak yapılmıştır. Çünkü bu dünyâ, onlara yapılacak ihsânlara müsâit değildir. Çünkü mümin kulların değeri, mükâfâtlarının fâni olan bir yerde verilmesinden üstündür."

"Amelinin semeresini dünyâda görmek, âhirette makbûl olmaya işârettir.

Allahü teâlâ katındaki kadrini, değerini bilmek istersen, seni hangi işlerde bulundurduğuna dikkat et!"

"İhtiyâcı olmadığı hâlde bir kimseye tâati nasîb eden Allahü teâlânın, bedene ve bâtına âit nîmetlerde hiç eksiklik yapmayacağını bilmek lâzımdır."

"Âriflerin Allahü teâlâdan dileği, O'na hakîkî kulluk yapabilmek ve Allahü teâlânın emirlerini yerine getirebilmektir."

"Âlemin dışı güzel, içi ibrettir. Nefs, dışının güzelliğine, kalb, içinin ibretlerine bakar."

"İhtiyâcını sakın O'ndan başkasından isteme! Sana gelen, O'ndan gelir. O'ndan başkasından nasıl istenir ki? O'ndan başkası kendi ihtiyâcını gideremezken, kendisinden isteyenin ihtiyâcını nasıl görsün, istediğini versin?"

"Ne kadar şaşılsa yeridir ki, bir kimse, ayrılmayacağı şeyden kaçıyor ve onunla kalmayacak olan dünyâyı istiyor. Gözleri kör değilse de, sînesindeki kalb kördür."

"Kalbin ölü olmasının alâmetlerinden biri, insanın kaçırdığı iyiliklere üzülmemesi ve yaptığı kötülüklere pişmân olmamasıdır."

"Eğer adâletle muâmele olunursan, küçük günahlardan bile helâk olursun. Allahü teâlâ ihsân ile muâmele ederse, büyük günâhın da olsa kurtulursun."

"Zulmet nefsin askeri, ordusu olduğu gibi, nûr da kalblerin askeridir. Allahü teâlâ bir kuluna yardım etmek isteyince, nûr askerleri ile imdâd edip, zulmetten onu uzak eder."

"İbâdetine, senden meydana geldi diye sevinme, Allahü teâlânın lütfu ile, ibâdetin sende meydana geldiğine sevin. Bunlar, Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti iledir, de."

"Nîmetlere şükretmeyen, elden çıkmalarına çalışmış olur. Nîmetlere şükreden, onları en kuvvetli bağlarla bağlamış olur."

"O'nun yolunda kötülük üzere olduğun hâlde, sana ihsânları devâm ediyorsa, bunların istidrâc, yâni seni felâkete götüren şeyler olmasından kork. A'râf sûresi 182. âyet-i kerîmesi, meâlen; "Onları, bilemiyecekleri yönden azar azar helâke yaklaştırırız." bunu haber vermektedir."

"Her kusurdan münezzeh olan Rabbim! Dostlarını, evliyânı öyle yaptın ki, onları bulan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan, onları tanımıyor."

"İki iş arasında durakladığın, iki şey arasını ayıramadığın zaman, hangisinin nefse daha ağır geldiğine dikkat et ve onu yap. Çünkü nefse ağır gelen, ancak doğru, hak olandır."

"Şehveti kalbden, kökünden söküp koparan, Allah korkusu, yâhut kalbden taşacak kadar O'na olan sevgidir."

"Senin ibâdetinin O'na faydası olmadığı gibi, isyânının da hiçbir zararı yoktur. İbâdetleri, iyilikleri emir, günah ve kötülükleri yasak etmesi, hep senin içindir."

"İlimde esas, Allah korkusudur. İlmin yanında korku olursa, bu ilmin sana faydası vardır. Yoksa o ilim, senin için noksanlık ve vebâl olur."

"Boynu büken, ihtiyaç duyuran kusur, büyüklük ve kibir veren ibâdetten iyidir."

"Namaz, kalbi günah kirlerinden temizler. Gayb perdelerini açar."

"Bu vücûd binâsının direğini yıkmamak ve iyiliklerini atmamak lâzımdır. Devamlı olan âhireti, geçici olan dünyâdan daha çok seven, akıllıdır. Nûru parlar, müjdeleri görünür. Böylece o, bu dünyâya kızarak yüzünü bundan çevirir. Bu dünyâya iltifât etmez, gönül vermez. Dünyâyı vatan ve mesken edinmez."

"Mahbûbundan, sevdiğinden karşılık bekleyen ve ondan maksadını, dileğini isteyen sâdık bir seven değildir. Çünkü muhib, seven, elinde olanı sevgilisi için verendir, sevdiğinde olanı almak isteyen değil."

"Yâ Rabbî! Sen ihsânını kesmezken, senden başkasından nasıl bir şey istenir?"

"Ey evliyâsına heybet elbisesini giydiren!Onlar, izzetinle azîz olmuşlardır. Sen, zikredicilerden önce zikredicisin! Sen, kulların sana yönelmesinden evvel ihsân edicisin. İstiyenlerin istemesinden önce veren cömertsin. Vehhâbsın, çok hîbe edicisin. Sonra, bize hîbe ettiklerinle sana geliyoruz."

"Yâ Rabbî! Muhakkak ki, kazâ ve kaderin bana gâliptir. Beni, şehvet zinciri ile kuvvetlenmiş nefsin arzuları esir ettiler. Sen bana yardım et de kurtulayım. Beni kimseye muhtâc etme! İhsânınla, kendi isteklerimi bile arzu etmeyeyim. Evliyânın kalblerini nûr güneşleri ile aydınlatan sensin. Seni bununla bilirler, tanırlar. Birliğini bununla söylerler. Senden başkasını sevmesinler, başkasına sığınmasınlar diye, sevdiklerinin kalblerinden düşmanların sevgisini çıkaran sensin! Herkes onlara yabancı, fakat sevdikleri sensin. Cihan karşılarına dikilse de, onlara hidâyet veren, yol gösteren sensin. Seni kaybeden ne bulur? Seni bulan ne kaybeder? Senden başkasına râzı olan zarardadır. Sana baş kaldıran hüsrândadır."

"İbâdet ve tâatları zamânında hemen yap. Sonra yaparım, diye geciktirmen onları yapmana mâni olabilir."

"Nîmetlerin çokluğu, seni, onların şükrünü yapmaktan alıkoymasın."

"Sözü ve hareketleri ile sana Allahü teâlâyı ve âhireti hatırlatmıyan kimse ile arkadaş olma."

"Nefsinden râzı olmayan câhil bir kimse ile arkadaş olmak, nefsinden râzı ve memnun olan bir âlim ile arkadaşlık etmekten daha hayırlıdır. Çünkü nefs, dâimâ insanın kötülüğünü ister. Ondan nasıl râzı olunabilir."

"Faydalı ilim; aydınlığı, gönül ve kalbe yayar, kalbdeki perdeleri kaldırır."

"Amellerin en hayırlısı, onunla birlikte Allah korkusu meydana gelendir."

KİMLERİ GÖRDÜN?

Talebelerinden biri hacca gitmişti. Kâbe-i muazzamayı tavâfı esnâsında, hocasıTâcüddîn-i İskenderî'yi gördü. Ayrıca sa'y ederken, Arafât'ta vakfeye dururken yine hocasını gördü. Hac vazîfesini bitirince, Mısır'a döndü, arkadaşlarına, hocalarının hac için Mekke-i mükerremeye gidip gitmediğini sordu. Onlar da, gitmediğini ve her gün kendilerine ders verdiğini söylediler. Hocasının huzûruna varınca, hocası; "Bu seferinde kimleri gördün?" deyince; "Efendim, zât-ı âlinizi gördüm." diye cevap verdi. İbn-i Atâullah hazretleri de; "Allahü teâlâ, sevdiği kullarına, istediği yere bir anda gitme kuvvetini ihsân etmiştir." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ AYDERÛSÎ


Hicaz'da yetişen büyük velîlerden. İsmiMuhammed bin Ali bin Abdullah'tır. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) neslinden yâni seyyiddir. Meşhûr âlim ve evliyâlar âilesi olan Ayderûsî âilesine mensub olduğu için, İbn-i Ayderûsî diye şöhret bulmuştur. Mekke-i mükerremede doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1655 (H.1066) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti. Kabri, babasının kabrinin yanındadır.

Ömrü Mekke-i mükerremede geçen İbn-i Ayderûsî, küçük yaşta ilim tahsîline başladı ve Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Büyük âlim ve velî bir zât olan babasının sohbetlerinde bulundu. Babasından çok istifâde etti. Zamânının diğer âlimlerinden ilim öğrendi. Şeyh Abdülazîz Zemzemî ve Şeyh Abdülkâdir Taberî'den fıkıh ilmini tahsîl etti.Zamânındaki velîlerin sohbetlerinde bulunup, tasavvuf yolunda ilerledi. İlimde ve fazîlette devrinin ileri gelen âlimlerinden ve evliyâsından oldu. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için çalıştı. Uzun müddet Minâ'da ikâmet etti. Zamânın devlet adamlarıyla görüşüp onlara emr-i bil-mârûf ve nehy-i ani'l-münker vazîfesinde bulundu. Gerek devlet adamları, gerekse diğer insanlardan, saygı ve iltifât gördü. Onun ilim meclislerinde ve sohbetlerinde pekçok âlim ve velî yetişti.

Bir gün bir köylü gelip, Muhibbî'ye Ayderûsî'nin kim olduğunu sordu. O da onu işâret etti. Köylü gidip selâm verdi. Ayderûsî ona; "Beraberinde getirdiğin ve nezrettiğin şeyi koy." buyurdu. Köylü, bunun karşısında çok şaşırdı ve dedi ki: "Efendim nezrim olan şeyi ve sebebini açıklar mısınız?" Ayderûsî tek tek îzâh edince, köylü hürmetle eğilip ellerinden öptü. Nezrini yerine getirdi.Sonradan da Muhibbî'ye; "Nezrettiğim şeyi Allahü teâlâdan başkası bilmiyordu." dedi.

Bir gün bir fakir gelip çok muhtaç olduğunu söyledi. Ayderûsî ona; "Şimdi Mekke şerîfine git, o senin ihtiyâcını görür." buyurdu. Fakir, Mekke şerîfine gitti. Bir kasîde söyleyerek hâlini arz etti. Şerîf bunun üzerine yerinden sıçrayıp, fakire elbise ve hediyeler verilmesini emretti.

Ömrünün sonlarına doğru, ileri gelenlerle görüşmez oldu. Kendini ibâdete verdi. Evliyâdan olan amca oğlunun meclisinde bulunmayı çok arzu ederdi. Bunu kendisi şöyle anlatır: "Onun vefâtına kadar dersinde bulundum. Çok duâlarına kavuştum. Duâlarının tesiri hemen görülürdü."

Vefâtına yakın yıllarda çâresi bulunamayan bir hastalığa tutuldu. Tatbik edilen ilaçlar hastalığına çâre olmadı. Uzaktan yakından gelenleri tarafından ziyâret edildi. O halde bile sevdiklerine nasîhat etmekten geri kalmadı.

1655 (H.1066) senesi Zilkâde ayı içindeki bir Cumâ günü, Cumâ namazından sonra Mekke-i mükerremede vefât etti. Ertesi gün babasının kabri yanında defnedildi. Cenâzesinde kalabalık bir cemâat bulundu. Hattâ kalabalık sebebiyle yollar geçilemez hâle geldi.

SELLER AKTI

Bir zaman Mekke-i mükerremede yağmur yağmadı ve kuyular kurudu. Hacıların gelme zamânı da yaklaşmıştı. Havuzlar bomboş bir durumdaydı. Mekke şerîfi de uzakta bulunuyordu. Şerîf, hâkime bir mektup gönderip ne yapıp yapıp havuzlara su temin etmesini bildirdi. Hâkim, vakit dar olması sebebiyle bir şey yapamayıp âciz kaldı. Doğruca İbn-i Ayderûsî'ye geldi. Durumu bildirip yardım istedi. Ayderûsî ona; "Hizmetçinize bir kaç koyun veriniz, o da fakirlere tasadduk etsin." buyurdu. Denileni yaptılar. Sabah olduğunda gökyüzü bulutlandı. Yağmur yağmaya başladı. Mekke sokaklarında seller aktı. Bütün kuyu ve havuzlar su ile doldu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ CEVZÎ

Tefsîr, hadîs, târih ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî. Künyesi, Ebü'l-Ferec; ismi, Abdurrahmân; babasınınki Ali'dir. Nesebi hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Ebü'l-Ferec, büyük dedesi Câfer-ül-Cevzî'ye âit "El-Cevzî" lakabından dolayı, "İbn-i Cevzî" diye meşhûr oldu. El-Kuraşî, Et-Teymî, El-Bekrî, El-Bağdâdî nisbeti de kendisine isnâd olunan sıfatlardandır.

İbn-i Cevzî'yi, İbn-i Teymiyye'nin talebesi olan İbn-i Kayyim el-Cevziyye ile karıştırmamalıdır. İbn-i Kayyim 1292-1350 (H.691-751) târihleri arasında yaşamıştır. Aralarında bir buçuk asırlık bir zaman farkı vardır. Ayrıca îtikâd ve fikrî bakımdan farklı şahsiyetlerdir. Ebü'l-Ferec Ehl-i sünnet, diğeri ise aşırı görüşleri dolayısıyla Ehl-i sünnetin başına ciddî gâileler açmış bid'at ehli biridir.

İbn-i Cevzî hazretlerinin doğum tarihi ihtilaflıdır. Kendisi bir yazısında şöyle demektedir: "Doğum tarihimi araştırmadım. Ancak, babam 1120 (H.514) senesinde vefât etmişti. Annem, babamın vefâtında benim üç yaşlarında olduğumu söyledi." Bu açıklamayla İbn-i Cevzî'nin doğumu 1117 (H.511) senesi olmaktadır.

İbn-i Cevzî Bağdât'ın Habîb Sokağında dünyâya geldi. Babası vefât ettiğinde, kendisi çok küçüktü. Ona annesi ve halası baktı. Beş yaşına basınca, halası, Ebü'l-Fadl bin Nâsır Mescidine götürdü. İbn-i Cevzî burada vâz dinlemeye başladı. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi.

Kendisi şöyle anlatır: "Hocam İbn-i Nâsır, beni küçüklüğümde birçok âlime götürdü. Onlardan ilim dinletti. Dinlediğim âlimlerin hepsinden bana icâzet (diploma) aldı. Hocalarımın büyüklüklerini bilen, onların hâllerine vâkıf olan arkadaşlarıma, hocalarımın herbirinden bir söz söyledim. Ders aldığım hocalarımın sayısı seksen yediydi."

Ebü'l-Ferec, Ebû Hâkim Nehrivânî'nin yanında yardımcıydı. İbn-üs-Senihal'in yaptırdığı medresede Ebû Hâkim, Ebü'l-Ferec'e fıkıh ve ferâiz okuttu. Bâb-ül-Özc'de Ebû Hâkim'in ders verdiği bir medrese vardı. Daha sonra Ebû Hâkim, bu medresede ders vermeyi tamâmen Ebü'l-Ferec'e bıraktı. Halîfe Müstadî, Ebü'l-Ferec'e çok hürmet ederdi. Ebü'l-Ferec halîfe için El-Mesbah-ül-Mudî' fî Devlet-il-Mustadî adlı eseri yazdı. Ayrıca En-Nasrü alâ Mısr adlı eseri de yazıp, halîfeye sundu. Bunun üzerine halîfe ona, Bâb-ı Bedr'de kendi huzûrunda vâz etmesi için, 1172 (H.56 senesinde izin verdi. Ayrıca pekçok hediye gönderdi.

Ebü'l-Ferec, daha sonra Darb-i Dinâr'da bir medrese yaptırdı. Orada ilk dersi 1174 (H.570) senesinde verdi. Medresenin açıldığı ilk gün, çeşitli ilimlerden on dört ders verdiği bildirildi. Aynı sene kürsüde Kur'ân-ı kerîmi tefsîr etmesi son buldu. Binefşa'da bulunan medreseyi Ebû Câfer bin Sabbâg'dan teslim aldı. Vakıf defterine şöyle yazdı: "Burası İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in talebeleri için vakfedilmişti. Şimdi bana teslim edildi."

Medresede ders verdiği zaman, Kâdı'l-Kudât, Hacîb-ül-Bâb ve Bağdât fukahâsı hazır bulundu. Kendisine hilât giydirildi. Ebü'l-Ferec'in derslerini dinlemeye gelen halk, medresenin kapısında birikti. O da, üsûl ve fürû' hakkında birçok ders verdi. Anlatmasındaki güzellik, iknâ etme ve senetleri ortaya koymadaki üstünlüğü, bid'at ehli ve îtikâdı bozuk olanların kalplerine büyük bir üzüntü verdi.

Bir ara Eshâb-ı kirâm düşmanlığı çoğaldı. Mahzen sâhibi (Hazîne bakanı) halîfeye mektup yazdı. Mektupta; "Eğer sen İbn-i Cevzî'den yardım istemezsen, Eshâb-ı kirâm düşmanlarıyla mücâdele edemezsin." diye bildirdi. Halîfe de İbn-i Cevzî hazretlerine yardım etmesi için mektup yazınca, o da vâz kürsüsünden insanlara şöyle hitâb etti. "Emîr-ül-Mü'minîn'e Eshâb-ı kirâm düşmanlarının çoğaldığı haberi ulaşmış. Bid'at ehli olanları yok etmek için fermân çıkardı. Size söylüyorum. Halktan Sahâbeye dil uzatanları duyarsanız bana haber verin. Onun evini başına yıkayım. Ömür boyu hapse attırayım. Eğer vâizlerden birisi de Sahâbeyi zemmederse, onlara da aynı şekilde zemmetmeyi yasaklıyorum." Bu vâzın tesiri büyük oldu.Halk, Eshâb-ı kirâm düşmanlarından uzaklaştı.

1178 (H.574) senesi Âşûre günü, İbn-i Cevzî, halîfenin de hazır bulunduğu bir cemâate vâz verdi. Vâz esnâsında halîfeye hitâben "Allahü teâlâ seni insanların başına âmir olarak vazifelendirdi. Birinin sana teşekkür eden olmasını istemez misin?" deyip, hapistekilerin durumunu imâ edince, halîfe bütün tutukluları serbest bıraktı.

Ebü'l-Ferec beş medresede ders verdi. Yüz binden fazla kişi onun vâzları sebebiyle tövbe etti. Binlerce kişi Eshâb-ı kirâma düşmanlığı bıraktı. Vâzlarında o kadar insan toplanırdı ki, başka hiçbir âlimin vâzında böyle kalabalığa rastlanmazdı. Vâz meclislerinde halîfe, vezîr, sahib-ül-mahzen (hazîne bakanı) ve büyük âlimler bulunurdu. Ebü'l-Ferec ibni Cevzî'nin vâz meclislerinin benzeri yoktu. Onun verdiği vâzlar büyük faydalar sağladı. Gâfilleri uyandırdı. Câhiller onun sözlerinden çok şeyler öğrendiler. Günahkârlar onun meclisinde tövbe ettiler. Birçok müşrik, orada müslüman oldu.

İbn-i Cevzî hazretleri, her yedi günde bir, Kur'ân-ı kerîmi hatm ederdi.Cumâ namazı ve vâz vermek hâriç, evinden hiç çıkmazdı. Aslâ kimse ile şaka yapmazdı. Helâl olduğu kesin olarak bilinmeyen şeyi yemezdi. Bu âdetini ömrünün sonuna kadar devâm ettirdi.

İbn-i Cevzî'nin sûreti latîf, görünüşü tatlı, sesi yumuşak, hareketleri ölçülü, latîfeleri çok güzel idi. Zamanını boşa geçirmezdi. Bir günde dört forma yazardı. Bir senede elli veya altmış cild kitap ortaya çıkardı. Her ilimden bilgisi vardı. Fakat tefsîrde a'yândan (büyüklerden), hadîste hâfızlardan, târihte geniş bilgisi olanlardandı. Hanbelî fıkıh ilminde imâmdı. Vâzlarında çok güzel kâfiye yapması, kendisine has bir alışkanlığıydı. Kitaba bakmadan konuşursa çok güzel, rivâyetle konuşursa çok edebli idi. Sıhhatini korumağı gözetirdi. Mizacı latîf idi. Aklında kuvvet, zihninde keskinlik ifâdesi vardı. Daha çok piliç yerdi. Meyve yerini tutan içeceklerden içerdi. Kıymetli elbiseler giyerdi. Elbiseleri, beyaz yumuşak kumaştan ve güzel kokuluydu. Yetim olarak büyüdü. Hazır cevap olan İbn-i Cevzî, tatlı espiriler yapardı."

İbn-i Cevzî, Rükn Abdüsselâm isminde bir zâtın iftirâsıyla Vâli tarafından hapse atıldı ve bir gemi ile Vâsıt'a getirildi. Vâli, İbn-i Cevzî için Derb-i Dinâr'da bir hücre ayırttırdı ve oraya hapsettirdi. İbn-i Cevzî, bu hücrede beş sene mahbus kaldı. Ona inanan halktan bir kısmı hücresine gelir, ondan vâz dinlerlerdi. İbn-i Cevzî onlara bâzı şeyleri yazdırırdı.

İbn-i Cevzî hapisteyken elbisesini kendi yıkar, yemeğini kendi pişirirdi. Suyu kuyudan kendisi çekerdi. Hamama gitmeye veya başka bir şey için yanında bekçi olduğu hâlde dışarı çıkmasına izin verilmezdi. Yaşı sekseni geçmişti. Hapiste zamanını Kur'ân-ı kerîm okuyarak ve Allahü teâlâya ibâdet ederek geçirirdi. Akşam ile yatsı arasında üç-dört cüz Kur'ân-ı kerîm okurdu.

İbn-i Cevzî'nin çok sevdiği oğlu Yûsuf, o hapisteyken büyüdü ve vâz vermeye başladı. Babası gibi çok güzel vâz veriyordu. Vâzlarının güzelliğini halîfe Nâsır'ın annesi de duydu. Kendinin de bulunacağı bir mecliste vâz vermesini, İbn-i Cevzî'nin oğlundan istedi. O da; "Babam, oğlunuz halîfe Nâsır tarafından hapsettirildi. Eğer onu serbest bıraktırırsanız, biz de sizin isteğinizi yerine getiririz." diye halîfenin annesine haber gönderdi. Bunun üzerine halîfenin annesi, halîfe Nâsır'dan İbn-i Cevzî'yi serbest bırakmasını istedi. O da İbn-i Cevzî'nin serbest bırakılmasını emretti. İbn-i Cevzî, hapisten kurtulunca Bağdât'a döndü. Bağdât halkı onu büyük bir sevinç içinde karşıladı. Cumartesi günü Ümmül Halîfe Türbesinin yanında vâz vereceği halka duyruldu. Halk Cumâ namazından sonra türbenin etrâfında yer tutmaya başladı. O gece çok yağmur yağdı. Yollar su ile doldu. Halk, gece yağmur dinince hemen yerleri temizlediler. Kireç ve toprak serpip, yaygılar yaydılar. İbn-i Cevzî hazretleri, sabah erkenden vâz kürsüsüne çıktı. Medreselerde ders veren âlimler ve büyük evliyâ da orada hazır bulundular. İbn-i Cevzî'nin sesi Allahü teâlânın bir lütfu olarak kalabalığın en sonundakine kadar gidiyordu.

İbn-i Cevzî, 1201 (H.597) senesi Ramazân-ı şerîf ayının yedisinde Cumartesi günü, Ümmül Halîfe Türbesinin yanında son vâzını verdi. Bu vâzdan sonra beş gün hasta yattı. Cumâ gecesi akşam ile yatsı arasında evinde vefât etti. İbn-i Cevzî'yi Ziyâeddîn bin Sekîne ve Ziyâeddîn bin el-Cübeyr seher vaktinde yıkadılar. Sabahleyin, bütün Bağdât halkı evin önüne toplandı. Dükkânların hepsi kapatıldı. Tâbutu vâz verdiği yer olan Ümmül Halîfe Türbesinin altına götürüldü. Oğlu İbn-i Kâsım namazını kıldırdı.

Sonra Mensûr Câmiine götürüldü. Burada da cenâze namazı kılındı. Çok kalabalık vardı. Görülmemiş bir gündü. Ahmed ibni Hanbel'in kabrinin yanında kazılmış mezara, ancak Cumâ namazı vakti ulaşıldı. O sene Ramazan ayı Temmuz'a rastladığı için çok sıcaktı. İbn-i Cevzî'nin vefâtına insanlar çok üzüldü ve ağladılar. Ramazan ayı boyunca kabri yanında hatimler okuyarak geceleyenler oldu.

Pegamber efendimizin hadîs-i şerîflerini yazdığı kalemleri açarken çıkan küçük yonga parçacıklarını topladı ve kendisi: "Ben ölünce, beni yıkayacağınız suyu bunlarla ısıtınız." diye vasiyet etti. İbn-i Cevzî hazretlerinin vasiyeti yerine getirildi. Yonga parçacıkları suyun ısınmasına yettiği gibi, bir mikdâr da arttı."

İbn-i Cevzî buyurdu ki: "Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama' ederse (dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa), geçim sıkıntısı çeker."

"Hâin korkak, sâlih cesur olur."

"İyi niyetle mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir."

"Dünyâ arzuları olmayan kimsenin sultanlarla görüşmesinde zarar yoktur."

"Dünyâ, Allahü teâlânın evidir. sâhibinin izni olmadan bu evde tasarrufta bulunan hırsızdır."

Bir gün münâcâtında buyurdu ki: "Yâ İlâhî! Senden haber veren dile azâb etme! Sana delâlet eden ilimlere bakan göze de azâb etme! Senin hizmetinde yürüyen ayağa, Resûlünün hadîslerini yazan ele de azâb etme! İzzetin hakkı için beni Cehennem'e atma! Cehennem ehli de, dünyâ da biliyordu ki, ben senin dînini muhafaza etmeğe çalıştım.

Yâ Rabbî! Senin için dökülen göz yaşlarına rahmet et! Sana kavuşamadığı için yanan ciğere rahmet et! Sana karşı âcizim, yalvarırım."

İbn-i Cevzî'nin bir hayli eseri vardır. Kendisi, üç yüz kırktan fazla olduğunu söylemektedir. Hadîs ve hadîsin bölümlerine dâir yazdığı kitaplar gibi kimse tasnif yapmamıştır. Bir eser yazarken, kitâbın tertîbini, bâblara ayrılmasını güzel yapardı. Toplama ve yazma konusunda çok kâbiliyetliydi.

Kendisi "İlk tasnif ve telif ettiğim eser, on üç yaşındayken Kur'ân-ı kerîm ilimleri ve Kur'ân-ı kerîm ilimleriyle ilgili tasniflerin tesbiti kitabıdır." demektedir.

Bilinen eserlerinin bazıları şunlardır:

1) Zâd-ül-Mesîr fî İlm-it-Tefsîr: Dört cildlik bir eserdir. 2) Teysîr-ül-Beyân fî Tefsîr-il-Kur'ân, 3) Teysîr-ül-Beyân fî Tefsîr-il-Garîh, 4) Garîb-ül-Garîb, 5) Nüzhet-ül-Uyûn, 6) El-İşâretü ilel Kırâat-il-Muhtâre, 7) Tezkiret-ül-Müntebihi fî Uyûn-il-Müştebeh, Fünûn-ül-Efnân fî Uyûni Ulûm-il-Kur'ân, 9) Vird-ül-Egsân fî Fünûn-il-Efnân, 10) Umdet-ur-Râsih fî Ma'rifet-il-Mensûh ven-Nâsih, 11) El-Musaffâ, 12) Sebt-üt-Tesânif fî Usûl-id-Dîn, 13) Muntekâd-ül-Mu'temed, 14) Minhâc-ül-Vüsûl ilâ İlm-il-Usûl, 15) Beyân-ü Gaflet-ül-Kâil bi Kademi Ef'âlil İbâd, 16) Gavâmid-il-İlâhiyyât, 17) Meslek-ül-Akl, 1 Minhâc-ü Ehl-i İsâbe, 19) Es-Sirr-ül-Masûn, 20) Def'u Şübhe-tit-Teşbîh, 21) Er-Reddü alel Müteassıbil Anîd, 22) Telbîs-ül-İblîs, 23) El-Mugnî, 24) El-Vefâ.

KIZI O'NUN NİKAHI ALTINDA BULUNANDIR

Bağdât'ta Ehl-i sünnet ile bid'at fırkaları arasında mücâdele çıktı. Hangi tarafın haklı olduğu hakkındaki konuşma uzadı. İki taraf da İbn-i Cevzî'nin cevâbına râzı olup, hükmünü, geçmişi kapatacak bir belge olarak kabûl edeceklerdi. İçlerinden birisi İbn-i Cevzî'ye; "Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah efendimizden sonra, insanların, yâni ümmetin en üstünü kimdir?" diye sordu. İbn-i Cevzî hiç düşünmeden; "Kızı, O'nun nikâhı altında bulunandır." dedi. İki taraf da bu söze râzı oldular. Çünkü hazret-i Ebû Bekr'in kızı, Peygamber efendimizin nikâhı altında ve Resûlullah efendimizin kızı da hazret-i Ali'nin nikâhı altında idi. Bu cevâbı her iki taraf da kendilerine çektiler.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ FÂRİD

Mısır'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ömer, babasınınki Ali'dir. Künyesi Ebû Hafs olup, Sultân-ül-âşikîn (âşıkların sultânı) ve Şerefüddîn lakabları vardır. İbn-i Fârid diye meşhur oldu. Resûlullah efendimizin süt annesi Halîme'nin mensup olduğu Benî-Sa'd kabîlesine mensuptur. 1180 (H.576) senesinde Mısır'da doğup, 1238 (H.636) senesinde yine burada vefât etti. Mısır'da Karâfe denilen yere defnedildi.

İbn-i Fârid, aslen Sûriye'nin Hama şehrindendir. Babası, buradan Mısır'a gelip yerleşmiştir. İbn-i Fârid'in babası, devlet kademelerinde, haksızlığa uğrayanların haklarını kazanmalarında yardımcı olduğu için kendisine Fârid denmiştir. Daha sonra, kâdılık işi ile meşgûl olmuştur. Fârid âilesi, ilim yanında, haramlardan ve şüphelilerden sakınma hususunda örnek olmaları ile tanınır. Bu âilenin mensupları dînin emir ve yasaklarına uymakta ziyâdesiyle gayret gösterirlerdi. İbn-i Fârid, böyle bir âilede yetişti. Biraz büyüyünce, Şâfiî fıkhı ile meşgûl oldu. İbn-i Asâkir'den hadîs-i şerîf ilmini aldı. Büyük hadîs âlimi Münzirî ve başkaları kendisinden hadîs-i şerîf rivayet etti. Sonra tasavvuf yoluna ve yalnızlığa meyletti. Dünyâ sevgisinden ve bağlarından sıyrılmaya çalıştı. Babasından izin alır, Mukattam Dağı taraflarına, vâdilere, Kâhire'deki Karafe harâbelerindeki terk edilmiş bir vaziyette bulunan mescidlerden birine gider, bir müddet oralarda kalırdı. Babasının hakkına riâyet edip gönlünü almak için, günde bir-iki kere yanına giderdi.

İbn-i Fârid, bundan sonrasını şöyle anlatır:

Babam vefât edince, her şeyden uzaklaşıp, tamâmen kendimi bu yola verdim. Fakat bu şekilde bana hiçbir şey hâsıl olmadı. Nihâyet bir gün, Mısır medreselerinden birisine girmek istedim. Bu sırada medrese kapısında, bakkal olan yaşlı bir zâtın abdest aldığını gördüm. Fakat, din kitaplarında, bildirilen şekilde abdest almıyordu. Önce kollarını, sonra ayaklarını yıkayıp, sonra başını mesh edip, daha sonra yüzünü yıkamıştı. Gönlümden; "Bu ihtiyar ne acâyiptir. Bu yaşta, bir müslüman memleketinde, medrese kapısında, müslümanların âlimleri arasında bulunuyor da, şöyle usûlüne uygun bir abdest alamıyor." düşüncesi geçti. Bunun üzerine o yaşlı zât bana bakıp: "Ey Ömer! Sana Mısır'da perdeler açılmaz, istediğini burada bulamazsın. Senin perdelerinin açılması ve istediğin Hicâz'da, Mekke-i mükerremede olsa gerek. Oraya git! İstediğin şeyin hâsıl olması yakındır." dedi.

Ben, onun evliyâullahtan olduğunu bilememiştim. Meğer o, böyle usûlüne uygun olmayan abdest almakla hâlini setredip gizlermiş. Bu durumları anlayınca, huzûrunda oturup: "Efendim, ben nerede, Mekke-i mükerreme nerede? Hac mevsimi değildir ki, bana arkadaş olacak birisini bulayım." dedim. Bunun üzerine eli ile işâret ederek; "İşte Mekke-i mükerreme önündedir." dedi. Baktığımda, Mekke-i mükerremeyi gördüm. Sonra o ihtiyardan ayrılıp, Mekke-i mükerremeye doğru yöneldim.ÊMekke-i mükerreme benim gözümün önünden kaybolmadı. Nihâyet Mekke-i mükerremeye vardım. Artık mânevî perdeler bir bir açılıyordu. Bundan sonra, Mekke-i mükerremenin dağlarında ve vâdilerinde dolaşmaya başladım. Öyle ki, kendimi hiç bilmediğim bir vâdide bulmuştum. Oradan Mekke-i mükerremenin uzaklığı, on günlük yoldu. Her gün Harem-i şerîfte beş vakit cemâatle namazda hazır bulunurdum. Bu yere gelip giderken, bir yırtıcı hayvan bana arkadaş olurdu. Deve gibi dizi üzerine çöküp: "Efendim! Bin, bin!" derdi.Her zaman binerdim. On beş yılım böyle geçti. Bir ara, ansızın o ihtiyar bakkalın sesi kulağıma geldi. "Ey Ömer! Kahire'ye gel. Vefâtımda hazır bulun." dedi. Bu söz üzerine Kâhire'ye gittim. O zâtın vefâtı yakın bir vaziyetteydi. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana birkaç dînâr verdi. Bunlarla techiz ve tekfinimi yap. Bir dînâr daha verip, bunu da tâbutumu taşıyanlara ver. Karâfe'de falanca yere tabutumu koy, dedi. Sonra şunları söyledi: "Bu sırada dağdan aşağıya bir kimse iner. Onunla namazımı kıl. Sonra Allahü teâlânın dilediği şeyin olmasını bekle." Onun tavsiyesi üzerine hareket ettim. Tâbutunu dediği yere koydum. Dağdan bir kişinin aşağıya doğru indiğini gördüm. Kuş gibi süratliydi. Ayağının yere dokunduğunu görmedim. Fakat ben o şahsı tanıyordum. O, çarşıda dolaşır, herkes kendisiyle alay ederdi. Ensesine vururlardı. Yanıma gelince; "Ey Ömer, gel cenâze namazını birlikte kılalım." dedi. Biraz ileri varınca, yerle gök arasında, yeşil ve beyaz kuşların bizimle birlikte namaz kıldıklarını gördüm. Namazı bitirdikten sonra, büyük bir yeşil kuş, o kuşlar arasından aşağıya indi. Tabutun alt yanına kondu. O, tabutu tutup, diğer kuşların arasına karıştı. Hepsi tesbîh ederek uçtular ve gözlerimizin önünden kayboldular. Ben bu hâle çok hayret ettim. Sonra yanımdaki o zât bana; "Ey Ömer! İşitmedin mi ki, şehidlerin rûhları yeşil kuşların kursakları içindedir. Cennet'ten çıkıp, istedikleri yerde uçarlar. Bunlar kılıç şehidleridir. Muhabbet ve İlâhî sevgi şehidlerinin hem cesedleri ve hem de rûhları yeşil kuşların kursakları içindedir. Bu zât da onlardan birisidir." dedi.

İbn-i Fârid, Mekke-i mükerremeden Mısır'a dönünce, Ezher'de hatiplikle meşgûl oldu. İbn-i Fârid yolda giderken, insanlar yol boyunca toplanır ondan duâ isterlerdi. Elini öpmek için gayret gösterirlerdi. Ancak kimseye elini öptürmez, sâdece müsâfeha ederdi. Bir mecliste hazır bulunduğu zaman, o meclise sükûn, vakar ve huzûr hâkim olurdu. Elbisesi gâyet güzel olup, kokusu pek hoş idi. Zamanın önde gelen âlimleri, devletin ileri gelenleri, vezîrler, kadılar, zenginler ve fakirler onun meclisine koşarlardı. Yanında gâyet edeb ve terbiye üzere bulunurlardı. Huzûrunda pâdişâhların yanında konuşurlarken gösterdikleri titizlik ve dikkati gösterirlerdi. Kendisine gelenlere pekçok ikrâmda bulunurdu. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Bir seferinde Melik Kâmil kendisine bin dînâr göndermişti. O bunları almayıp, geri gönderdi.

İbn-i Fârid, orta boylu, nûrânî yüzlü bir zâttı. Vecd hâlinde yüzü daha çok nûrânî olurdu. Vücûdundaki terler, ayaklarının altından doğru yere inerdi. İbn-i Fârid'in heybetli görünüşü vardı. Allahü teâlânın kendisine muhabbet ve ünsiyetini nasîb ettiği, büyük ve mübârek bir zâttı.

Şems bin Umâre el-Mâlikî, İbn-i Fârid'in hâllerini ve kerâmetlerini inkâr eder, kabûl etmezdi. Şems bin Umâre, bir gün kardeşi Yûsuf'un ziyâretine gitmişti. Bu sırada çok susadı. O civarda, İbn-i Fârid'in kabrinin yanında bulunan testideki sudan başka hiçbir su bulamadı. Burada bulunan sudan içip susuzluğunu giderdi ve o günden sonra İbn-i Fârid hakkındaki yanlış düşüncelerinden, onun hâllerini inkârdan vazgeçti.

Tasavvuf büyüklerini, onların yüksek hâllerini ve kerâmetlerini inkâr edenlerden birisi, rüyâsında, kıyâmetin koptuğunu, büyük bir kabın içerisinde su kaynatıldığını, bu kabın bulunduğu yerden çıkan ateş kıvılcımlarının etrâfta uçuştuğunu, bu sırada insanların bölük bölük getirilip, bu suyun içerisinde, etleri, hattâ kemiklerine varıncaya kadar pişirildiklerini gördü. Bunun üzerine, onların kimler olduğunu sorunca, kendisine; "İbn-i Arabî ve İbn-i Fârid'in yüksek hâllerini ve kerâmetlerini inkâr eden kimseler oldukları söylendi."

İbn-i Fârid, bâzan Ravda denilen yerde Müştehâ diye bilinen mescide gider, akşam vakti buradan Nil Nehrini seyretmeyi severdi. Yine bir gün oraya gidiyordu. Birisinin, kalbinin parça parça olduğunu ifâde eden bir beyit okuduğunu duyunca, düşüp bayıldı. Ayılınca, o şahıs yine bu beyti okuyordu. İbn-i Fârid tekrar bayıldı. O şahıs oradan uzaklaşıncaya kadar, İbn-i Fârid'in bu durumu devâm etti.

İbn-i Fârid'in bir Dîvan'ı vardır. Bu Dîvân çok derin mânâları ihtivâ etmektedir. İbn-i Fârid, şiirlerinin çoğunu Mekke-i mükerreme vâdilerinde yazdı. Dîvân'daki kasîdelerden birisi de, Kasîde-i Tâiyye'dir. 750 beyittir. Tasavvuf büyükleri ve diğer ulemâ arasında pek meşhûrdur. Bu kasîdede; tasavvuf ile ilgili yüksek hâller, dîni ilimlerin hakîkatleri, yakînî mârifetleri, tasavvuf yolunda bizzat kendisinin diğer tasavvuf büyüklerinin kavuştuğu üstün hâlleri, pek yüksek bir ifâde ile şiir şeklinde söylenmiştir.

İbn-i Fârid şöyle der: Kasîde-i Tâiyye'yi tamamladıktan sonra, rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Buyurdular ki: "Kasîdene ne isim koydun?" Ben de: "Yâ Resûlallah! Levâîh-ül-Cinân (Revâîc-ül-cinân) ismini verdim." dedim. O zaman Resûlullah; "Hayır, ona Nazm-üs-sülûk adını ver." buyurdu. Ben de, Kasîde-i Tâiyye'ye bu adı verdim.

Rivâyet edilir ki: İbn-i Fârid, vefâtından sonra rüyâda görülüp, niçin dîvanında Resûlullah efendimizi medh etmediği kendisine sorulunca, şu mânâdaki beyti söylemiştir: "Medh edenler ne kadar çok medh ederlerse etsinler, Resûlullah efendimiz hakkında her medhi eksik görüyorum. Hem Allahü teâlâ, O'nu lâyık olduğu şekilde medh etti. Bu medh karşısında, insanların medh etmesinin ne kıymeti olur?" demiştir.

İbn-i Fârid; "Resûlullah efendimizi anlatmak isteyenler, O'nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmaya kalksalar, zaman biter, fakat, O'nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmakla bitiremezlerdi." buyurdu.

SEVGİMLE DOLUSUN

İbn-i Fârid bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona: "Sen kime mensupsun?" buyurunca; "Süt vâlideniz Halîme'nin bağlı olduğu Benî-Sa'd kabîlesine" diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; "Bilakis senin nesebin bana bağlıdır. Yâni, sen benim sevgimle dolusun, benim sünnet-i seniyyeme bağlısın." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ HAFÎF

Büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Hafîf eş-Şîrâzî, künyesi Ebû Abdullah, lakabı İbn-i Hafîf'dir. Babası sultan idi. 889 (H.276) senesinde Şîrâz'da doğdu. 981 (H.371)'de Şîrâz'da vefât etti. Zâhir ve bâtın ilminde zamânının en meşhûr âlimi ve büyük velîsi idi. Hakîkatlara dâir geniş bilgiye sâhipti ve büyük bir ifâde gücü vardı. İbn-i Hafîf, Ebû Tâlib Hazrec-i Bağdâdî'nin talebesiydi. Kettânî, Yûsuf bin Hüseyin er-Râzî, Ebü'l-Hüseyin Müzeyyen, Ebû Amr Dımeşkî, Hallâc-ı Mansûr, Cüneyd-i Bağdâdî ve birçok âlimin sohbetlerinde bulunmuş, onlardan ilim öğrenmiştir. Kelâm ilmini İmâm-ı Eş'arî'den öğrenen İbn-i Hafîf, Şâfiî mezhebindeydi.

Kendisinden ise, Ebü'l-Fadl Muhammed bin Câfer el-Husâî, Hüseyin bin Hâfız Endülüsî, Muhammed bin Abdullah Bakuya, Ebû Bekr Bâkıllânî ve daha birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet edip, ilim öğrenmiştir.

İbn-i Hafîf hazretlerinin gıdâsı her gece sâdece yedi kuru üzümdü. Hizmetçisi yedi tâne üzüm hazırlar ve onu yerdi. Bedenen hafîf, rûhen yüksek bir hâle sâhipti. Hizmetçisi bir gece sekiz üzüm verdi. Farkına varmadan bu sekiz kuru üzümü yedi. Kendinde önceki ibâdet ve zikir zevkini bulamayınca, hizmetçisine sorup yedi yerine sekiz verdiğini öğrendi. Hizmetçiye; "Bundan sonra sen benim dostum değilsin! Dost olsaydın bunu yapmazdın!" diyerek, hizmetinden uzaklaştırdı. Bu vazîfeyi başka bir talebesine verdi.

Tasavvufta yetişmesini şöyle anlatmıştır: "Karşılaştığım ve elinde tövbe ettiğim ilk zât, Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Yahyâ hazretleridir. Önce bana hadîs-i şerîf yazmayı emretti. Sonra tasavvufta yetiştirdi. İlk muâmelesi şöyle oldu: Beni çarşıya götürdü. Bir mescidin önünde oturup, et satan bir kasap geçinceye kadar bekledi. Kasaptan bir parça et satın aldı. Eti benim elime verip; "Bunu bizim eve götür, bırak gel." dedi. Eti elime aldım. Fakat insanlardan utanıyordum. Mescide girdim eti önüme koyup, bir hamal tutup onu taşıttırsam mı diye düşünüp, Allahü teâlânın yardımı ile; "Şeyh hazretlerine muhâlefet etmeyeceğim. Emrini yerine getireceğim." diyerek eti alıp götürmek için dışarı çıktım. İnsanlar bana bakıp; "O ne?" diye sordukça, utancımdan bir şey söylemiyordum. Eve varıp eti bırakıp geri döndüm. Utancımdan iyice terlemiştim. Hocamın yanına gelince, bana; "Ey evlâdım! İnsanlar seni melik çocuğu olarak bilip hürmet gösterirler. Nefsin o eti taşımaktan ne hâle geldi?" diye sordu. Ben de hâdiseyi aynen anlattım. Tebessüm edip; "Ey evlâdım! Senin işinden dolayı Allahü teâlâya hamdettim. Bunun karşılığını ilerde göreceksin." buyurdu.

İbn-i Hafîf, Allahü teâlâya çok ibâdet ederdi. Bâzan nâfile namazlarda bir rekatte on bin İhlâs-ı şerîf okurdu. Genellikle sabahtan akşama kadar bin rekat namaz kılardı, çok sadaka dağıtırdı. Bâzan halkın yanına çıkacak elbisesi kalmazdı. Her sene kırk defâ uzlete, yalnızlığa çekilirdi. Vefât ettiği sene de kırk defâ uzlete çekilmiş, bunların sonuncusunda vefât etmişti.

Kendisi şöyle anlatır: "Tasavvufta ilerlediğim ilk sıralarda hacca gitmek için yola çıktım. O zaman kendimi bir başka görüyordum. Bağdât'a geldiğimde,Cüneyd-i Bağdâdî'yi bile ziyâret etmedim. Çöl yoluna çıktığımda çok susamıştım, yanımda bir ip ve su kovası vardı. Bir kuyu gördüm. Bir ceylan bu kuyudan su içiyordu. Kuyunun başına geldim ve suyun dibe çekildiğini gördüm. Susuzluğa dayanamayarak; "Yâ Rabbî! Bu kulunun şu ceylan kadar da mı değeri yoktur?" dedim. Sonra bir ses duydum. "O ceylanın yanında, ipi ve kovası yoktu. O bize güveniyordu." Bunun üzerine ipi ve kovayı attım ve yoluma devâm ettim. Bir süre gittikten sonra yine bir ses; "Ey İbn-i Hafîf! Biz seni nasıl sabredeceksin diye imtihan ettik. Şimdi geri dön ve suyunu iç!" dedi. Geri döndüğümde, kuyunun ağzına kadar dolu olduğunu gördüm ve suyumu içip abdest aldım. Medîne'ye varıncaya kadar hiç susamadım. Mekke'den geri dönüşümde Bağdât'a uğradım. Cumâ günü câmiye gittiğimde Cüneyd-i Bağdâdî'yi gördüm. Bana; "Eğer sabretseydin, su, ayaklarının altından fışkıracak ve arkandan akacaktı." dedi.

Yine şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde bir zâtın yanına gitmiştim. Bende açlık eseri görünce, evine yemeğe dâvet etti. Önüme pişirilmiş, fakat tadı tuhaf bir et getirdi. Onu yemekten tiksinip yiyemedim. Bu halden o zât mahcûb oldu, ben de utandım. Sonra bir cemâatla yola çıktım. Bir ara yolumuzu kaybettik. Yanımızda yiyecek bir şey kalmamıştı. Birkaç gün açlığa sabrettikten sonra dayanamaz duruma geldik. En sonunda yiyemiyeceğim bir şey temin ettim. Tam bir lokma alacağım sırada, o zâtın evindeki yemek aklıma geldi. Kendi kendime; "Bu, o zâtın mahcûb olmasına sebep oluşumun cezâsıdır." dedim. Derhâl tövbe edip geri döndüm ve o zâttan özür diledim."

Kendisi şöyle anlatır: "Horasanlı bir genç, hacılara yoldaşlık ediyordu. Şirâz'a gelince hastalandı. Yanımızda sâlih bir zât ile hanımı vardı. O genci, bakmaları için onların evine gönderdim. O zât, bir gün ansızın geldi.Rengi değişmişti. Bana; "Allahü teâlâ ecrini yükseltsin. O genç vefât etti." deyince, ben; "Senin rengin niye böyle değişti?" diye sordum. "Genç dün gece bize, benim yanımdan ayrılmayınız. Bu gece benim işim tamamdır." dedi. Ben de evde bulunan yakınıma; "Gecenin ilk yarısı sen başında bekle, gecenin ikinci yarısı ben bekleyeyim." dedim. Nöbet sırası bana geldiğinde seher vaktine kadar gencin durumunu kontrol ettim. Birara uyuya kalmışım. Âniden bir ses; "Uyuyor musun? Halbuki Allahü teâlâ senin evine, akıl almaz şeyler göndermiştir." dedi. Titreyerek uyandım. Evimde bir takım sesler ve muazzam nûrânî bir aydınlık vardı. O genç, son nefesini vermek üzereydi. Elini ayağını uzattım. Genç, rûhunu teslim etti." diye anlattı. Bunun üzerine o zâta; "Bunları kimseye söyleme." dedim. Sonra techiz ve defin işleriyle uğraştık."

Şöyle naklederler: "Bir gün iki kişi uzak bir yerden İbn-i Hafîf'i ziyâret için dergâhına geldiler. Dergâhda bulamayınca nerede olduğunu sorup, Adudüddevle'nin sarayına gittiğini öğrendiler. Böyle bir evliyânın sultanların sarayında ne işi var? Ne yazık ki, bu zât hakkındaki kanâatımız çok iyi idi." dedikten sonra; "Çarşıyı şöyle bir dolaşalım." diye gittiler. Çarşıya vardıklarında, yırtık elbiselerini diktirmek için bir terziye gittiler. O sırada terzinin makası kaybolmuştu. Onlara, siz çaldınız dedi. Daha sonra onları zâbıtaya teslim etti. Adudüddevlenin sarayına getirdi. Ellerinin kesilmesi için Adudüddevle emir verdi. Fakat orada bulunan İbn-i Hafîf, bunlar o işi yapmamıştır, diyerek onları kurtardı ve o zâtlara dönerek; "Sizin kanâatiniz doğrudur. Fakat benim saraya gelmem, böyle işler içindir." dedi. O iki zât, sonra İbn-i Hafîf'in talebesi oldular.

Ebû Abdullah Muhammed bin Ber'a hazretleri diyor ki: Babam ile Mekke'de parasız kaldık. Ebû Abdullah bin Hafîf de yanımızdaydı. Güç hâl ile Medîne'ye geldik. Ben çocuktum, acıktım diyerek ağlardım. Babamı çok üzdüm. Babam dayanamadı. Hücre-i seâdete gelip; "Yâ Resûlallah! Bu gece sana misâfiriz." dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra ağladı. Gözünü açıp; "Resûlullah elime para verdi." dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem sadaka verdik. Rahatça Şirâz'daki evimize geldik.

Kendisi rüyâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla beni uyandırdılar. Kendisine bakınca; "Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu öğrenir, sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir kimseye vermediği bir azap ile cezâlandırır." buyurdular.

Vefât etmeden önce on yedi gün hiçbir şey yemedi. Ağzından misk gibi güzel bir koku yayılıyordu. Huzûrunda bulunanlar; "Böylesine güzel kokuya hiç rastlamadık." dediler.

Ahmed bin Muhammed şöyle anlatmıştır: Bir defâsında kulunç hastalığına yakalanmıştım. Sıhhatime kavuşmak için tabiblere gidip ilac aldım. Ne kadar uğraştıysam hastalıktan bir türlü kurtulamadım. Bir gece rüyâmda İbn-iHafîf hazretlerini gördüm. Bana; "Sana ne oldu?" diye sorunca; "Bu hastalık beni âciz bıraktı. Tabibler de çâre bulamadı." dedim. Bunun üzerine; "Üzülme. Yarın o hastalıktan kurtulacaksın. Artık acı çekmeyeceksin." buyurdu. Uyanınca, üzerimde hastalıktan eser kalmamıştı. Tam sıhhate kavuştum."

İbn-i Hafîf'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; "Eğer Allahü teâlânın katında, bütün dünyânın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirlere bir yudum su vermezdi." buyurdu.

İbn-i Hafîf buyurdu ki: "Nefsin kırılması, Allahü teâlânın dînine hizmet etmek ile olur."

"Dört şey talebeye zarûrî lâzımdır: "Birincisi; bir binek hayvanıdır, bu sabırdır. İbâdetlere yönelmede, günahlardan sakınmakta ve musîbetlere tahammülde ona binilir. İkincisi; oturup rahat edebileceği ve korunup barınacağı bir evdir, bu akıldır. Onunla şeytanın vesvesesinden ve nefsin helâk edici muhâlefetinden korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beğeneceği güzel bir elbisedir, bu hayâdır. Bununla kötü iş ve sözlerden korunulmuş olur ve nefsi terbiye etmek mümkün olur. Dördüncüsü; aydınlatıcı bir kandildir, bu da faydalı ilimdir. Bu, talebeyi doğru yolda hidâyet nûruna ulaştırır."

"İnsanlara vasiyetim, şu altı şeyi muhâfaza etmeleridir: Birincisi; ahdi (anlaşmayı) muhâfaza etmektir. Ahde uymamak alçaklıktır. İkincisi; söz verince tutmaktır. Üçüncüsü; Allahü teâlâdan gelen bütün belâ ve musîbetleri, nefsine lâzım bilip tahammül etmektir. Dördüncüsü; her hâlde ve her durumda, Allahü teâlâyı unutmamak ve O'na ibâdet etmektir. Beşincisi; fakirliğine sabredip, gizlemektir. Altıncısı; Allah yolunda, O'na kulluk etmek için bulunmaktır."

"Sâlih bir insana en zararlı şey, nefsine kolaylık göstermesidir."

"Takvâ, seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şeyden uzaklaşmandır."

"Tevekkül; olan şey ile yetinmek ve olmayan şeye râzı olmaktır."

"Kalbin olgunlaşması, Allahü teâlânın zikri ile olur."

"Îmân, Allahü teâlânın gayba âit bildirdiği bütün şeyleri, kalbin tasdîk etmesidir."

"Tasavvuf, Allahü teâlâya giden yolu bulmaktır."

"Riyâzet, nefsi hizmetle kırıp, Allahü teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine mâni olmaktır."

"Kul, ancak dünyâdan yüz çevirmekle Allahü teâlâya ulaşır."

İbn-i Hafîf hazretlerinin talebelerine yaptığı vasiyeti şöyledir: "Bir hocaya talebe olmaya karar vermiş bir kimse, bildireceğimiz hasletlere uyarsa ve onları muhâfaza ederse, nefsin isteklerinden kurtulup, kulluk vazifesini tam yaparak Allahü teâlâya kavuşur. Bu da Allahü teâlânın ihsânı ve muvaffak kılması ile mümkündür. Bu hasletler yirmi beş tâne olup şunlardır:

İlk haslet nedâmettir. Yâni, gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine pişmân olup, Allah ve kul haklarından borcu olanlara ödeyip tövbe etmek.

İkincisi; kullanacağı faydalı ilimleri öğrenmek.

Üçüncüsü; sükût, halvet ve zikre devamdır. Sükût (susmak), nefsin konuşmasını (vesveseyi) önler. Halvet (yalnızlık), hislerin dağılmamasını sağlar. Zikir, kalbin tasfiyesini (saflaşmasını, temizliğini) temin eder.

Dördüncüsü; ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını düşünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek.

Beşincisi; her işine, meşveret etmeden (danışmadan) başlamamaktır. Böylece, işin bozuk ve kötü olmasından korunur.

Altıncısı; bir din kardeşi ile birlikte bulunup, vesveselerden kurtulmak gerekir.

Yedincisi; her işinde ve sözünde doğru olmaktır.

Sekizincisi; mîde ve dili korumaktır. Çünkü, talebe şehvet sevgisine mübtelâ olursa, günleri gaflet ve tenbellik ile geçer. Böylece, Allahü teâlâya ulaşmaktan mahrûm kalır. Dil konuşmaya meylederse, gönlü zikre alışmaz. Zîrâ dilin günahı (isyânı) diğer bütün günahlardan daha çoktur.

Dokuzuncusu; bütün âzâlar ile, içten ve dıştan edebli olmaktır. Susmalı ve ancak lüzum olunca konuşmalıdır.

Onuncusu; üç şeye riâyet etmelidir: İlki, çok acıkmayınca yememelidir. İkincisi, çok susamadıkça su içmemelidir. Böylece uyku basmasından korunulmuş olur. Üçüncüsü, çok uyku bastırmadıkça uyumamalıdır.

On birincisi; kadınlarla sohbet etmekten ve bilhassa şehvet uyanmasına sebeb olacak yerlerde onlarla berâber bulunmaktan sakınmalıdır. Ancak böyle yapmakla nefsin ve şeytanın şerrinden korunabilirsin.

On ikincisi; lüzumsuz veya zararlı yerlere bakmaktan gözü korumaktır. Hadîs-i şerîfte; "Müslümanların odalarına, gizlice ve kötü gözle bakanlar münâfıktır." buyrulmuştur.

On üçüncüsü, yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlı abdestli bulunmaktır. Bunun faydaları çok olup, bundan gâfil olmamak lâzımdır.

On dördüncüsü; zarûret hâli hâriç, gaflet ehli, yâni Allahü teâlâyı hatırlamıyanlar ile berâber bulunmamalıdır ki, onların gafletleri bulaşmasın.

On beşincisi; sâliha bir hâtun bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte acele edin ki, akıllarınız bununla meşgûl olup Allahü teâlâdan uzaklaşmayasınız.

On altıncısı; boş sözleri dinlemekten sakınmalıdır. Kalbin fesat ve dağınıklığı, çoğu zaman bundan doğar. Boş sözleri çok dinleyenin, dünya sevgisine mübtelâ olup, helâk olmasından korkulur.

On yedincisi; "Şöyle yapsaydım, böyle olurdu. Şöyle yapmasaydım, böyle olmazdı..." gibi sözlerden sakınmalıdır. Bunlar münâfıkların sözlerindendir. "Hakkın dilediği oldu, dilemediği olmadı. Takdir ettiği olacak. SâdeceAllah bize kâfidir. O ne iyi vekildir." diye söylemelidir.

On sekizincisi; kaçınılmaz durumlar hâriç, bozuk fırkalar ve bid'at ehli ile münâzara etmemelidir. Bunların îtikâdlarını değiştirmeleri, normal olarak mümkün değildir. İlmi ve aklı az olan biri, bu münâzara yüzünden sapıtabilir.

On dokuzuncusu; kimseyi azarlamamalıdır. Çünkü Hak yolun tâliplerine bu iş yakışmaz. İnsanlara Allah için iyi davranılırsa, insanın tabiatı iyi ahlâklara alışır ve gadablardan yâni olur olmaz şeylere kızmaktan kurtulur.

Yirmincisi; nefsin vesveseye kapılıp, kendisini başkalarından hayırlı (daha iyi) veya başkalarının bilmediğini biliyor olarak görmesini önlemelidir. Böylece nefsin, işlerin en hayırlı olanları ile meşgûl olması sağlanır.

Yirmi birincisi; kibirden sakınmalıdır. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya başkalarını aşağı görmektir. Çok büyük bir kusurdur.

Yirmi ikincisi; ucubdan (kendini beğenmekten) sakınmalıdır. Ucbun alâmeti; kendini, kendi aklını ve fikrini beğenip, kimseden nasîhat kabûl etmemektir. Ucub sâhibi, çok bildiğini sandığından çok yanılır.

Yirmi üçüncüsü; hasetten sakınmalıdır. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânın bir kuluna verdiği nîmetlerin, o kuldan gitmesini istemektir.

Yirmi dördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyı unutturacak hiçbir şeyle meşgûl etmemelidir.

Yirmi beşincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ sevgisini kalbinden uzaklaştırmaktır."

İbn-i Hafîf hazretleri buyurdu ki: "Akıllı insan, önce îtikâdını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz kılar. İbâdetini güzel yapar ve âhiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir.

İlkönce tevhide, yâni Allahü teâlânın birliğine ve şerîki (ortağı) olmadığına inanmaktır. İnanır ki: Allahü teâlâ birdir. Fakat bu birlik rakam cinsinden değildir. O birdir, fakat diğer şeyler (mahlûk olan varlıklar) gibi değildir. Yarattıklarından hiçbirine benzemez. Mülkünde hiçbir şey O'nun zıddı değildir. Yarattıklarının hiçbiri O'nun aynı değildir. Cisim ve cismânî değildir. Hiçbir hâdis (sonradan, yoktan var olanlar) veya hâdise O'nu kaplayamaz ve kaplayamayacaktır. Eşyâya hulûl etmez. Eşyâ da O'na hulûl edemez. Olmuş ve olacak her şeyi bilir. Henüz olmamış bir şeyin, nasıl olacağını bilir. Öncelik, sonralık ve zaman, mekân mahlûklar içindir. O, zamansız ve mekânsızdır.

Allahü teâlâ vardır. O, alîmdir (bilici), mâlûm (bilinmiş) değildir. O, kâdirdir (gücü yeten), makdûr (güç yetirilen) değildir. O her şeyi görür, kendisi görülmez. RızıklarıO verir. Yaratandır, yaratılmış değildir.

Allahü teâlâ, ilim sıfatı ile âlimdir. Kudret sıfatı ile kâdirdir. O'nun isim ve sıfatları mahlûk değildir. Kıyâmet gününde müminler Allah'ı göreceklerdir. İnsan, amelleri sâyesinde değil, yalnız Allah'ın ihsânı ve takdiri ile Cennet'e girecektir."

İbn-i Hafîf'in yazdığı kitapların bâzıları şunlardır: El-İstizkâr, El-Fusûl fil-Usûl, El-Münkatiîn, Kitâb-ül-Lübs-il-Murakkât, Kitâb-ül-İ'âne, El-Mi'râc, Kitâb-ül-İ'tikâd, El-İktisâd, El-Levâmî, El-Müfredât, Kitâb-ül-Belvâ, El-Enbiyâ, Ma'rifet-üz-Zevâl, El-Meşâyih, Şerh-ül-Fedâil.

NİÇİN SEVİYORMUŞ?

Şöyle anlatılır: İbn-i Hafîf'in iki talebesi vardı. Bunlardan birinin ismiAhmed-i Mih, diğerininki Ahmed-i Kih idi. İbn-iHafîf daha çok Ahmed-i Kih'i severdi. Sohbetine katılanlar bunu kıskanmışlardı. Bu durumu öğrenen İbn-iHafîf, Ahmed-i Kih'in daha üstün olduğunu onlara göstermek istedi.Dergâhın kapısının önünde bir deve uyuyordu. İbn-i Hafîf "Ey Ahmed-i Mih! Şu deveyi dergâhın damına çıkar" deyince,Ahmed-i Mih; "Hocam deve dama nasıl çıkarılır?" dedi. İbn-i Hafîf "O hâlde bırak kalsın." deyip, diğer talebesine "Ey Ahmed-i Kih! Şu deveyi dama çıkar." buyurdu. Bunun üzerine Ahmed-i Kih, peki efendim diyerek hemen dışarı çıktı ve iki elini devenin altına sokarak kaldırmaya çalıştı, fakat kaldıramadı. İbn-i Hafîf; "Ey Ahmed-i Kih, iş tamam olmuş ve hâlin öğrenilmiştir." deyip, sohbetinde bulunanlara dönerek; "Ahmed-i Kih, Ahmed-i Mih'den daha iyi hareket etti, emre itâat etti ve îtiraz etmedi. Bu iş yapılır veya yapılmaz diye mütâlaa yapmadı. Ahmed-i Mih ise, uzun uzadıya deliller getirmek istedi ve münâkaşaya tutuştu. Zâhir hâlden bâtın hâl açıkça anlaşılır." dedi.

DELİLİNİZ NEDİR?

Kendisi anlatır: "Ebü'l-Abbâs bin Süreyc'in huzûrunda fıkıh dersi öğreniyorduk: "Allah sevgisi farz mıdır, yoksa farz değil midir?" diye sordu. "Farzdır." diye cevap verdik. İbn-i Süreyc; "Delîliniz nedir?" diye sorunca; "Tevbe sûresi 24. âyetinde Allahü teâlânın meâlen: "Ey Resûlüm, o hicreti terk edenlere de ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, akrabâlarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın azâbı gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." buyurduğu delîlimizdir. Allahü teâlâ burada, kendi sevgisini ve Habîbinin sevgisini diğer sevgilere üstün kıldı. Kendi sevgisine ve Resûlünün sevgisine ortak bir sevgiye karşı azap vâd etti. Allahü teâlânın azâbı, ancak farzı terk etmek üzerinedir." diye cevap verdik. Ayrıca; "Resûlullah'ın sevgisi de farzdır. Bunun delîli de, Resûlullah efendimizin şu hadîs-i şerîfidir: "Sizden birisi beni kendi nefsinden, âilesinden, malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil îmân etmiş olmaz." buyruldu." dedik.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ KAVVÂM

Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ebû Bekr bin Kavvâm bin Ali'dir. 1188 (H.584) senesinde Meşhed-i Sıffîn'de doğdu. Limni şehrine giderek orada ilim öğrendi. İbn-i Kavvâm ismiyle meşhûr oldu. İbn-i Kavvâm, âlim, zâhid, güzel ahlâklı, edepli, verâ, takvâ, tevâzu ve hayâ sâhibi bir zâttı. 1259 (H.65 senesi Receb ayının altısına rastlıyan Pazartesi günü, Haleb'e yakın olan Alem köyünde vefât etti. O köye defnedildi. Vasıyeti gereği, on iki sene sonra Şam'da Kâsiyûn Dağındaki kabristana nakledilip oraya defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir. Torunu Muhammed bin Ömer, İbn-i Kavvâm'ın kerâmetlerini anlatan bir kitap yazdı.

Kendisi şöyle anlatır: "Edeb ve tasavvuf yolunu öğrenmeye başladığımız zaman, beni bir takım hâller kapladı. Bunları hocama haber verince, beni konuşmaktan men ediyordu. Yanında bir kamçı vardı. Bana; "Bu mevzuda konuştuğun zaman, seni bu kamçı ile döverim." buyurdu. Hocam bana, devamlı hayırlı amel işlemeyi emrediyor ve; "Sahib olduğun bu hâllerin hiç birine rağbet etme." diyordu. Hocamın yanında bulunduğum müddetçe buyurduğu gibi davrandım. Bâzı geceler hocamın yanında kalıyordum. Âmâ bir annem vardı ve benden başka hizmet edecek kimsesi yoktu. Bir akşam hocamdan, annemin yanına gitmek için izin istedim. Bana izin verdi ve; "Bu gece, sana hayret verici bir iş olacak. Sakın ondan korkma." buyurdu. Yolda giderken birden semâ tarafından bir ses duydum. Başımı kaldırdım, baktığımda, zincir şeklinde bir nûr vardı. Bu nûr sırtıma dokundu. Sırtımda soğukluğunu hissettim. Sonra hocamın yanına dönerek, olup biteni anlattım. Hocam; "Elhamdülillah!" dedi ve beni alnımdan öptü. Sonra; "Yavrum, senin üzerindeki nîmet tamâm oldu. Bu nûr silsilesinin ne olduğunu biliyor musun?" buyurdu. Ben "Hayır!" cevâbını verdim. Bunun üzerine; "Bu nurdan zincir, Resûlullah efendimizin sünnetidir." buyurdu. Bu hâdiseden sonra hocam, daha önce bana yasakladığı hâllerle ilgili hususta konuşmama izin verdi."

Yine kendisi anlatır: "Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve; "Kalk yâ Ebâ Bekr!" dedi. Kalkıp onu tâkib ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Resûlullah efendimizin huzûruna götürdü. Resûl-i ekremin huzûrunda; hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali de vardı. Selâm verdim. Onlar selâmıma cevap verdiler. Sonra Resûlullah efendimiz; "Ey Ebû Bekr binKavvâm!" buyurunca; ben de; "Emret yâ Resûlallah!" dedim. Buyurdu ki: "Allahü teâlâ seni, velî, dost kullarından eyledi. Kendi nefsin için neyi istiyorsan onu seç." Allahü teâlâ, o anda beni cevap vermeye muvaffak kıldı ve; "Yâ Resûlallah! Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi seçiyorum." dedim. O anda şöyle diyen bir ses işittim: "Öyleyse sana dünyâda yiyeceğin gıdâdan âhiretin sâhibinin elinden (yâni Resûlullah'tan) gelenden başka bir şey vermeyeceğiz." Resûlullah efendimiz bana; "Ey Ebû Bekr bin Kavvâm! Bize namaz kıldır." buyurdu. Resûlullah'ın, Eshâbının ve birçok velînin hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum. Kendi kendime; "İçinde Resûlullah'ın bulunduğu bir cemâatin önüne nasıl geçerim." diye düşündüm. Resûl-i ekrem buyurdu ki: "Öne geç. Zîrâ senin öne geçmende vilâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir imâm olursun." Resûlullah efendimizin emri üzerine, öne geçip iki rek'at namaz kıldırdım. İlk rek'atta Fâtiha'dan sonra Kevser sûresini, ikinci rek'atta Fâtiha'dan sonra İhlâs sûresini okudum."

Beldenin tüccarlarından biri anlatır: "Amcamla berâber Haleb'e gitmiştik. Daha gençtim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; "İç!" dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâm'ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! "Kalk ve buradan çık!" dedi.Yüksekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; "Bunu kim yaptı?" diye sordu. Ben de olup biteni anlatınca, amcam; "Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd olsun." dedi."

Ebü'l-Mecd bin Ebû Senâ şöyle anlatır: "Bir gün Ebû Bekr bin Kavvâm'ın yanındaydım. O anda Necmüddîn Bâderânî Bağdât'tan gelmişti. Halîfe onu kâdılığa tâyin etmişti. Ebû Bekr bin Kavvâm'ın yanına geldi ve ona; "Halîfe beni Bağdât kâdılığına tâyin etti. Ben ise kadılığı istemiyorum." dedi. Ebû Bekr bin Kavvâm, Necmüddîn Bâderânî'ye; "Kalbini ferah tut. Sen orada hüküm vermeyeceksin." buyurdu. Aynen Ebû Bekr bin Kavvâm'ın dediği gibi oldu."

Torunu şöyle anlatır: Bir gün dedem İbn-i Kavvâm hanımına; "Senin oğlun falan yere gitmiş. Fakat eşkıyâlar onu ve arkadaşlarını yakalamışlar." dedi. Bunun üzerine hanımı ağlamaya başladı ve; "Eşkıyâlar benim oğlumu ve arkadaşlarını öldürürler." dedi. İbn-i Kavvâm ona; "Hayır, o eşkıyâlar onların canlarına zarar veremeyecekler. Ancak mallarını ellerinden alacaklar ve Allahü teâlânın izni ile yarın falan saatte buraya gelecekler." dedi. Sabah olunca İbn-i Kavvâm'ın dediği saatte, oğlu ve arkadaşları köye geldiler. Onlara, yolda eşkıyânın ne yaptığını sordular. Onlar da, İbn-i Kavvâm'ın dediğinin aynısını anlattılar. Ben o sırada altı yaşındaydım ve 1258 senesi idi."

Mikdâd bin Hâmid bin Havle şöyle anlatır: "Bâlis beldesinde Zübeyde Kanalı denilen bir kanal vardı. O kanal, Fırat Nehrinden Bâlis beldesine kadar suyun gelmesini sağlardı. O beldenin halkı kanalın suyundan çok faydalanırdı. Bir süre sonra kanal tıkandı, senelerce tıkalı kaldı. Bâlis beldesinin halkı çok susuzluk çekti. Sonunda kanalın açılması için Sultan MelikNâsır'a mürâcaat ettiler. Sultan Melik, kanalın açılması ve temizlenmesi için emir verdi. Fakat yarısına gelmeden çok masraflı olduğu için, Sultan Melik, kanalın temizlenme işini bıraktırdı. Bir süre sonra İbn-i Kavvâm, bu kanalın açılmasının lâzım olduğunu görerek, talebeleriyle birlikte Fırat Nehrinin kenarına gitti. Bir yer göstererek:"İşte kanalın başı burasıdır." dedi ve kendisi de kanal açma işinde çalışmaya başladı. Bu durumdan haberdâr olan halk, Allah rızâsı için çalışmak üzere oraya geldiler. Bir gün kanal açma çalışmalarını sürdürürken, şimşek çakıp gök gürledi. Arkasından iri tâneli dolu yağmaya başladı. Bunun üzerine talebelerinden biri, "Efendim! Bu havada çalışılmaz." dedi. İbn-i Kavvâm talebesine; "Çalışınız ve kalbinizi ferah tutun." buyurdu. Sonra buluta işâret etti ve; "Allahü teâlânın izni ile sağa sola dağıl! Allahü teâlânın bereketi sende olsun." dedi. Bulut sağa sola dağılıp güneş açtı. Oradakiler çalışmalarına devâm ettiler. Beldeye su gelinceye kadar, böyle soğuk hava bir daha olmadı. Kanal temizleme çalışmaları İbn-i Kavvâm'ın gayret ve bereketiyle kısa sürede tamamlandı. O kanala, "Şeyh Ebû Bekr Kanalı" denildi.

Yine bir gün Ebû Bekr binKavvâm'ın yanındaydım. Orada bulunanlardan birisi; "Mütemekkin (şânı şerefi yüksek) insanın alâmeti nedir?" diye sordu. İbn-i Kavvâm'ın yanında çeşit çeşit meyvelerin bulunduğu bir tabak vardı. Suâli sorana dönerek; "Mütemekkin o kimsedir ki, şu tabağa işâret ettiği an, içinde ne varsa harekete başlar." buyurdu. Bizler tabağın içindeki meyvelerin İbn-i Kavvâm'ın işâreti ile hareket etmeye başladığını gördük."

Ebû Abdullah anlatır: "Emîr Ehderî bir gün babama şöyle diyordu: Şarka giderken, Melik Kâmil ile berâberdim. Bâlis şehrine gelince, Fahrüddîn Osman ile berâber İbn-i Kavvâm'ı ziyârete gittik. İbn-i Kavvâm, talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Biraz sonra bir asker gelip; "Efendim! Bizim bir katırımız ve üzerinde beş bin dirhem para vardı. Onu kaybettik. Bir hayli aramamıza rağmen, bulamadık. Sizden yardım istemeye geldik." dedi. Ebû Bekr bin Kavvam askere; "Otur!" buyurdu ve; "Allahü teâlânın izni ile inşâallah katırın kapımızın önüne gelecektir, o zaman hayvanını alır gidersin." dedi. Bir süre sonra İbn-i Kavvâm kalktı ve kapıya doğru gitti. Dışarıda bir katırın durduğunu gördük. Sâhibi katırı alıp gitti. Biz de sultânın yanına geri döndük. Gördüklerimizin hepsini sultâna anlattık. Sultan onunla görüşmek istedi. Fakat İbn-i Kavvâm'ın bulunduğu beldeye giremiyordu. Onu kendi tarafına çağırmak için Fahrüddîn Osman'ı gönderdi. Fahrüddîn Osman da, İbn-i Kavvâm'a; "Efendim! Sultan sizinle görüşmek istiyor. Fakat bu beldeye girmesine müsâade edilmiyor. Sultan, "Acabâ Şeyh hazretleri bize gelebilir mi? diye soruyor." dedi. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm; "Senin, melikinin yanından ayrılıp, Rum melikinin yanına gitmen olur mu?" diye sorunca, Fahrüddîn Osman; "Hayır!" cevâbını verdi. O da; "Aynen, bizim de dostlarımızı bırakıp onun yanına gitmemiz uygun değildir" buyurdu ve dâveti kabûl etmedi."

Şemseddîn Hâbûrî şöyle anlatır: "Halep'teki NizâmiyyeMedresesinde okurken, orada bulunanlara Ebû Bekr bin Kavvâm'ı çok medh ederdim. Bâzı fıkıh âlimleri; "O mübârek zâtı gidip görelim. Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilminden bâzı şeyler sorup istifâde edelim." dediler. Bunun üzerine ben, onlarla birlikte Bâlis'e gitmek için yola çıkacağım sırada, bir talebe geldi ve bana; "Ebû Bekr bin Kavvâm sizi çağırıyor." dedi. Ben ona, İbn-i Kavvâm'ın nerede olduğunu sordum. O da; "Ebû Feth'in dergâhında." dedi. Ben, onu görmek isteyenleri de yanıma alarak, Ebû Feth'in dergâhına onunla görüşmeye gittim. İbn-i Kavvâm'ın huzûruna girince, fıkıh âlimlerini göstererek; "Bunların burada ne işi var?" dedi. Ben de; "Sizi ziyâret etmek ve bâzı suâller sormak için geldiler." dedim. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm onların hepsine birer birer baktı. Çok heybetli gözüktüğünden, hiçbirinin konuşmaya cesâreti kalmadı. İbn-i Kavvâm her birinin yüzüne bakarak; "Niçin konuşmuyorsunuz? Niçin suâl sormuyorsunuz?" dedi. Bu soruyu birkaç kere tekrarladığı hâlde, hiç biri suâl sormaya cesâret edemedi. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm, sırayla herbirine; "Senin suâlin şu idi, cevâbı da şudur" diyerek, hepsinin suâllerini cevaplandırdı. Bunu gören fıkıh âlimlerinin hepsi tövbe ve istigfâr ettiler."

İbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî anlatır: "Babam Şam'da vefât ettiği zaman, talebeleri bana; "Sen, SeyyidAhmed hazretlerinden icâzet, diploma getirmeden babanın yerine geçemezsin." dediler. Bunun üzerine, Seyyid Ahmed'den icâzet almak için Betâih'e gitmek üzere yola çıktım. Bâlis, yolumun üzerindeydi. Bâlis'e geldiğimde, Ebû Bekr bin Kavvâm'ı ziyâret ettim. Bana izzet ve ikrâmda bulundu ve nereden geldiğimi ve niçin Betâih'e gideceğimi sordu. Sonra; "Oradaki SeyyidAhmed'den icâzeti kolayca alırsın." dedi. Ben tekrar yola koyuldum. Betâih'e vardığım zaman, Seyyid Ahmed'in huzûruna çıktım. Durumu anlattım. Bana zorluk çıkarmadan, icâzetnâme ile bir de seccâde verdi. Şam'a geri dönerken, yolda kalbim İbn-i Kavvâm'ın sevgisi ile doldu. Kendi kendime; "Gidip Ebû Bekr binKavvâm'a talebe olayım." diye düşünerek, icâzetnâmemi nehire attım ve doğruca onun dergâhına çıktım. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; "Yâ İbrâhim, sen benim talebemsin." buyurdu. Orada bulunanlar sebebini sordular. O da; "Yüzüne bakın." deyince, hepsi benim yüzüme baktılar. "Ne görüyorsunuz?" diye sorunca; "İki gözünün arasında hilâlden bir nûr görüyoruz." dediler. Bunun üzerine o; "O nûr, benim talebelerimin işâretidir." buyurdu. Bundan sonra ona bağlı bir talebe oldum ve ondan ders aldım.

Bir zaman sonra Irak taraflarına gitmek için İbn-i Kavvâm'dan izin istedim. İzin verdiler ve üzerime bir hil'at giydirerek; "Bununla oturduğun zaman, sana gelen kimse bunun sebebi ile sana bağlanır ve sana hizmet eder." dedi. Hocamın söylediği gibi oldu. Kiminle karşılaştıysam, bana hizmette bulundu. Bir gün Bağdât'a gittim ve bâzı yerlere uğradım. Orada bulunan herkes, bana hizmet etmek için yarıştılar. Bir gün beni bir yere dâvet ettiler. Orada bir Türk ayağa kalkarak; "Arkadaşlar, ben bu zâtın üzerindeki gibi hil'at görmedim." dedi. Ben de; "O, hocamın hediyesidir." deyince, oradakiler; "Allahü teâlânın ve onun gibilerin bereketi, bizlerin üzerine olsun." dediler."

İsmâil bin Sâlim şöyle anlatır: "Bizim bir mikdar koyunumuz vardı. Koyunlarımızı, bir çoban her sabah otlatmaya götürür, akşamları geri getirirdi. Bir gün yine koyunları otlatmak için götürdü. Fakat akşam olunca koyunları getirmedi. Merak içinde kaldık. Doğruca İbn-i Kavvâm'a gittim. Beni görünce, daha bir şey demeden: "Koyunların mı kayboldu?" diye sordu. Ben de; "Evet!" dedim. Bunun üzerine; "Senin koyunlarını on iki kişi aldı. Sizin çobanı falan yerde bağladılar. Şimdi onlar falan yerde uyuyorlar. Çünkü, Allahü teâlâya onlara derin bir uyku vermesi için duâ ettim. Koyunlarınızdan biri de yavruladı, şu anda yavrusunu emziriyor." dedi. Hemen İbn-i Kavvâm'ın dediği yere gittik. Her şeyin, anlattığı gibi olduğunu gördük."

Feleküddîn bin Huzeyme şöyle anlatır: "Bağdât'ın düşman eline geçtiği sene, ben Şam'daydım. Âilem ise Bağdât'ta kalmıştı. Onların durumlarını çok merak ettiğim için, Bağdât'a gitmek üzere yola çıktım. Bâlis'den geçerken, İbn-i Kavvâm hazretlerini ziyâret ettim ve durumu ona anlattım. Bana; "Senin hanımın ve çocuklarının hepsi sağdır. Fakat kardeşin öldürülmüştür. Hanımına bir kimse hizmet ediyor. Onun eşkali şöyle şöyledir. Hanımın falan sokak üzerinde, bahçesinde ağaçlar olan bir evdedir." dedi. Ben bunları işitince, rahatladım ve yola çıktım. Bağdât'a girince, hiç kimseye sormadan doğruca İbn-i Kavvâm'ın târif ettiği yere gittim. Gerçekten söylediği gibi, hanımımın bulunduğu evin bahçesinde çeşitli ağaçlar vardı."

İmâm Muhyiddîn bin Nehhâs anlatır: Bir zamanlar, Ebû Bekr bin Kavvâm, Türey'den köyüne gider gelirdi. Köyde küçük bir mescid vardı. O mescidde okunan ezânı ve ikâmeti kimse işitmezdi. Ben, evde kendi kendime; "Köyün güneyine bir câmi yaptırayım." diye düşündüm. Mescide gidince, İbn-i Kavvâm'ın yanına oturdum. Birden İbn-i Kavvâm bana dönerek; "Yâ Muhyiddîn! Sen neden büyük bir câmi yapmıyorsun?" diye sordu. Ben de; "Efendim! Ben böyle bir şey yapmayı düşünüyorum." dedim. O da bana; "Câmiyi binâ etmek istediğin yeri bana göstermeden câmiyi yapma." dedi.

Birlikte câmi yaptırmak istediğim yere gittik. Orada biraz durduktan sonra bana dönerek; "Burada bir ev varmış, o ev yıkılmış ve içindekiler toprağa gark olmuştur." dedi. Bunun üzerine, oraya câmi yapmaktan vaz geçtim. Bir süre sonra, başka bir iş için orayı eştim. Gerçekten bir ev enkâzı çıktı. İçinde, toplu hâlde ölüler vardı.

Ali bin Saîd Zûreyzir şöyle anlatır: Ebû Bekr bin Kavvâm'dan ilim öğrenmeye başladığım zaman çok gençtim. Bir gün Kudüs'e gitmek istedim. Hocam Ebû Bekr'den izin istedim, vermedi. Sonra; "Evlâdım! Çok gençsin, başına bir şey gelebilir." dediyse de, ben çok ısrar edince, izin verdiler. Giderken de bana; "Benim himmetim senin üzerinedir. Seni demir kafes gibi muhafaza ederim. Şam'ın Kureyş köyüne vardığında, orada bulunan Ali bin Cemel ismindeki zâtı ziyâret et. Çünkü o, Allahü teâlanın evliyâsındandır." dedi. Ben de; "Başüstüne!" deyip yola koyuldum.

Kureyş köyüne vardığım zaman, o zâtın evini sordum. Kapıyı çocuklarından biri açtı ve; "Yâ Ali! İçeri gir. Babam bize, bugün Ali isminde, Ebû Bekr bin kavvâm'ın bir talebesi gelecek diye haber verdi." dedi. Ben evde yokken gelirse, onu içeri alın, beni beklesin." dedi. Ben de, misâfir odasında Ali bin Cemel'i beklemeye başladım. Ali bin Cemel gelince benimle müsâfeha etti ve; "Biraz önce hocan geldi ve seni bize tavsiye etti. Himmetinin senin üzerinde olduğunu söyledi." dedi. Geceyi orada geçirdim.

Ertesi gün tekrar yola çıktım. Kudüs'e yaklaştığım sırada, gölgelik altında oturan bir kişi gördüm ve selâm verdim. Selâmımı aldı ve; "Ey genç! Benim yanıma gel, sabahtan beri seni bekliyorum." dedi. Onun kötü niyetli bir kişi olacağını düşünerek yanına gitmekten çekindim. Bunu fark edince; "Yâ Ali! Hocan Ebû Bekr bin Kavvâm yanıma gelerek, seni bana tavsiye etti." dedi. Bunun üzerine onunla berâber evine gittik. Birlikte yemek yedik. Namaz vakti gelince; "Gel, Harem'de namaz kılalım." dedi. Mescid-i Harem'de vakit namazlarını kılıp eve geri döndük. O zât sabaha kadar namaz kıldı.

Sonraki gün ben, İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyâret için onun yanından ayrıldım. İbrâhim aleyhisselâmın kabri şerîflerine yaklaşırken, karşıma dört soyguncu çıktı, onlardan korktum. O anda yanımda beyaz elbiseli bir kişi belirdi ve; "Sen yoluna devâm et!" dedi. Onların arasından geçerek yoluma devâm ettim. Bana hiçbir şey yapamadılar. İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyâret ettim ve orada çok duâda bulundum.

Sonra hocamın yanına döndüm. Denildi ki: "Evliyâ, seni huzûruna getiren, ondan ayrı olduğun zaman koruyan, ahlâkı ile senin ahlâkını, edebi ile senin edebini güzelleştirendir." Hocamın huzûruna girince, bana yolculuğum boyunca, olanların hepsini anlattı ve; "O beyaz elbiseli zât olmasaydı, soyguncular senin elbiselerini bile alacaklardı." dedi. Ben o beyaz elbiseli zâtın hocam olduğunu anladım.

Zekîyyüddîn Ebû Bekr bin Eyyûb şöyle anlatır: "MoğollarBağdât'ı istilâ ettikleri zaman, amcam ile Halep'teydik. Amcam, Ebû Bekr bin Kavvâm'ın talebelerindendi.Beni Bâlis'e, İbn-i Kavvâm'ın yanına gönderdi ve; "Sen Ebû Bekr bin Kavvâm'ı hiç görmedin, hem onu ziyâret et, hem de Bağdât'taki akrabâlarımız ve mallarımız ne hâldedir? Oğlum Hüseyin ne hâldedir? diye sor." dedi. Bâlis'e varıp huzûruna girince, bana; "Sen, Ebû Bekr bin Eyyûb musun?" deyince; "Evet!" cevabını verdim. Sonra; "Seni amcan gönderdi. Bağdât'taki akrabâlarının, oğlu Hüseyin'in ve mallarının durumunun ne olduğunu soruyor değil mi?" dedi. Ben, "Evet!" dedim. Bunun üzerine; "Akrabâlarından bâzıları esir düştü. Bâzıları sağ sâlim evlerinde. Bütün malları kapının altındaki kuyuya gömüldüğü için, Moğollar mallarını gasb edememişler. Oğlu Hüseyin ise onların elinde esirdir." dedi. Bağdât'a gidip gitmeme hakkında hiçbir şey söylemedi. Sonra bana; "Sen Şatîbeyt sarayını tanır mısın?" diye sorunca, "Evet tanırım. Fakat hiç içine girmedim." dedim. Bunun üzerine; "Şu andaMoğollar o sarayın mallarını talan ediyorlar." dedi. Ben hemen târihi, saati ve günü bir yere not ettim.

Halep'te sevdiğim genç ve güzel bir kadın vardı. Bir gün onunla tenhâ yerde buluştuk. Beni kendi nefsi için istedi. Fakat reddettim. Bunun üzerine bana bir yüzük verdi. Ben de o yüzüğü parmağıma taktım. Bunu Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu. Ebû Bekr bin Kavvâm'ın yanından vedâlaşıp ayrılırken, elimi tuttu. Sonra; "Bu yüzük kimindir?" diye suâl etti. Ben utancımdan cevap veremedim. Bana; "Tövbe et oğlum, tövbe et!" buyurdu. Ben de tövbe edip Halep'e varınca, o kadınla bir daha görüşmedim.

Bir süre sonra Bağdât'a gittim. Akrabâlarımızın durumunun Ebû Bekr hazretlerinin söylediği gibi olduğunu gördüm. Amcamın oğlu Moğolların elinde esirdi. Orada birisine, sarayın Moğollar tarafından yağma edildiği günü ve saati sordum. O da; "Şu gün, şu saatte sarayı yağmaladılar." dedi. Ben de not ettiğim gün ve saatlere baktım. Ebû Bekr bin Kavvâm'ın söylediği saat ve gün olduğunu gördüm.

İbrâhim bin Ebû Tâlib Betâihî anlatır: Bir gün Ebû Bekr bin Kavvâm'ı ziyâret etmek için yola çıktım. Yolda bir kervana rastladım ve onlarla arkadaş oldum. Yol boyunca, içkiden ve içki meclislerinden bahsettiler. Bâlis'e varıp Ebû Bekr bin Kavvâm'ın huzûruna girdim. Beni görünce; "Hayırdır yâ İbrâhim bu hâlin nedir?" dedi. Ben de; "Benim hâlim nasıldır efendim?" dedim. O zaman; "Elinde içki ve âletleri var" deyince, ben de; "Yolda gelirken bir kervandakilerle yol arkadaşlığı yaptım. Onlar devamlı içkiden bahsetmişlerdi. Demek ki konuşmaları bana da tesir etmiş." dedim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Kavvâm; "Evlâdım, iyi kimselerle bulun. Kötü kimselerden elinden geldiği kadar uzak dur. Çünkü onlarla sohbet, dünyâ ve âhirette yüz karasıdır." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ MUHAYRIZ



Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli. Künyesi Ebû Muhayrız el-Mekkî'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 717 (H.99) senesinde vefat etti. Kudüs'te yaşamış olup, zamânında Şam âlimi olarak meşhûr olmuştur. Ebû Mahzûre'den, Saîd-ül-Hudrî'den, hazret-i Muâviye'den, Ubâde bin Sâmit'ten, Abdullah bin Sa'dî'den ve daha birçok âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etmiştir. Rivâyetleri Kutüb-i-Sitte denilen meşhur hadîs kitaplarında yer almıştır.

Abdullah bin Muhayrız'dan; Abdülmelik bin Ebî Mahzûre, Abdülaziz binAbdülmelik, Muhammed bin Yahyâ, Mekhül eş-Şâmî, Büsr bin Abdullah Hadramî, Hâlid bin Düreyk, Ebû Bekr bin Hafs ve diğer hadîs âlimleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Evzâî selef içinde onu beş meşhur âlimden biri saymış faziletini zikretmiştir. Recâ bin Hayve, Medîneliler İbn-i Ömer'in ilimdeki yüksek derecesi ile iftihar ederlerdi. Biz de, Şam'da İbn-i Muhayrız ile iftihar ederdik demiştir.

İbn-i Muhayrız son derece sabırlı ve mütevâzî bir zât idi. O, kendisinin dîn-i İslâmı yaşamadaki gayreti ve takvâsı için birşey verilmesini istemezdi. Tanındığı zaman oradan uzaklaşırdı. Bu hâli de Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân hâline tam uygun idi ki, onlar kendilerini tanıyıp Eshâb'dan oldukları için normal fiyatından çok tenzilât yapanlardan birşey satın almazlardı. Ahmed bin Hanbel, İsmâil bin İbrâhim'den rivâyetle Recâ' bin Ebû Seleme diyor ki: İbn-i Muhayrız elbise almak için bir manifaturacının dükkânına girdi. Orada olan birisi manifaturacıya; "Sen bu zâtı tanıyor musun? Bu zât İbn-i Muhayrız'dır." dedi. İbn-iMuhayrız hemen kalktı ve; "Biz paramızla bir şey almaya geldik, dînimizle değil." diyerek oradan ayrıldı.

Buyurdu ki: "İpek elbise giymek suretiyle haram işlemektense; vücûdumun her yerinin alaca (cilt hastalığı) olmasını daha çok severim."

Hanımının dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: "Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum" dedi. Bunun üzerine İbn-i Muhayrız; "Nefsimi temize çıkarmaktan Allahü teâlâya sığınırım" dedi. Bundan sonra Mısır kumaşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye başladı.

Allah korkusundan beti benzi sararmış bir halde; "Ey Allah'ım, benzim senin korkundan sararıp solmuş ve rengini kaybetmiş bir hale gelecek şekilde korkmayı nasip etmeni istiyorum." diye duâ eder ve ağlardı. İnsanların iki yüzlü olmasına, nefislerinin arzuları peşinden koşmalarına çok üzülür ve bu şekilde onların hâlini şöyle açıklardı: "Eğer sizler iyi güzel şeyleriniz olduğu zaman insanlara gösteriş yapar, öğünür, onu parmağınızla gösterir ve beğenmiyecekleri bir şey olduğu zaman da gizlerseniz; Allahü teâlâ böyle olanları kıyâmet günü Cehennem'e atar ve onu yalancı diye adlandırır."

İbn-i Muhayrız dedi ki: Peygamberimizin Eshâbından Fudale İbn-i Ubeyd ile görüştüm. Nasihat istedim: "Eğer bu üç haslet sende bulunursa Allahü teâlâ bu hasletlerle sana iyilikler ihsân eder. Bu üç haslet, bilmediğini öğren, dinlemesini bil, kendini ziyâret etmeyeni ziyâret et" buyurdu.

Anne babaya çok hürmet edilmesini emir ve tavsiye buyurur, onlara hürmetsizlik edilmesini istemezdi. "Kim anne ve babasının önünde yürürse, haklarına riayet etmemiş olur. Ancak anne ve babasının yolu üzerindeki ezâ ve cefâ veren bir şeyi almak için öne geçmesinde bir mahzur yoktur. Kim anne ve babasını ismiyle veya lakabıyla çağırırsa edebsizlik etmiş olur. Ancak babacığım, anneciğim diye söylemesi müstesnâdır."

İbn-i Muhayrız vefât ettiği zaman Recâ' bin Hayve şöyle dedi: "Allahü teâlâya yemin ederim ki İbn-i Muhayrız'ın yaşamasını bulunduğu beldedeki insanlar için bir emân olarak sayıyordum." Çünkü Allahü teâlânın sevgili kullarının bulunduğu yere toplu belâ gelmez. Bunu Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde haber vermektedir.

İbn-i Muhayrız, insanların ahde vefâ göstermelerini isterdi ki kendisi buna son derece dikkat ederdi. Mûsâ bin Ukbe diyor ki: İbn-i Muhayrız ile Remle'deki bir cenâzede berâber bulundum. Şöyle diyordu: "Anladım ki içlerinden birisi vefât ettiği zaman müslümanlar: "Bizleri İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun" derler. Sonra bunu unuturlar. Ne ölümü ne de bu söyledikleri sözlerini hatırlarına getirirler." Buyurdu ki: "Mescidde üç kelâm hâriç her türlü kelâmı konuşmak câiz değildir. Bunlar; namaz kılanın kelâmı, zikredenin kelâmı, Allahü teâlânın dînini öğreten veya ondan birşey soranın kelâmı."

Birçok zühd ve verâ sâhibi zât İbn-i Muhayrız hazretlerini görünce kendilerini onun yanında çok küçük görürlerdi. Buyurdu ki: "Hayırlı şeyler gördüğünüz zaman Allahü teâlâya hamd ediniz. Bir münker gördüğünüz zaman hemen hiç vakit kaybetmedenAllahü teâlâdan bu belânın ümmet-i Muhammed'den kaldırılmasını isteyiniz."

Buyurdu ki: "Biz ameli ilimden daha efdal görürüz. Fakat bugün ilme, amelden çok daha fazla ihtiyacımız var. (Çünkü ilim unutuldu)."

İbn-i Muhayrız yedi günde bir Kur'ân-ı kerîmi hatmederdi. İbn-i Muhayrız'da çok az kimselerde bulunan iki haslet vardı. Birincisi, bir yerde doğru olan ortaya çıkınca artık orada konuşmazdı. İkincisi ise yapmış olduğu iyilik ve ibâdetleri çok gizler kimseye belli etmezdi. İbn-i Muhayrız son derece vefâ sahibi olup, dostlarını her işlerinde gözetir onlara yardım ederdi. O kökü Cennet'te olan cömertlik ağacına yapışmış, Allahü teâlânın beğendiği kadar çok cömertti.

UYUMA!

Bulunduğu beldenin tüccarlarından biri şöyle anlatır: "Bâlis şehrinden Hama şehrine gitmek için yola çıktık. Bize yolun tehlikeli olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Kavvâm hazretlerine gittik. Ona; "Efendim, Hama şehrine gideceğiz. Fakat yolun tehlikeli olduğu söylendi. Bizi yalnız bırakmayıp, duâ etmenizi diliyoruz." deyince, Ebû Bekr bin Kavvâm; "İnşâallah" buyurdu. Biz yola çıktık. Ben hayvan üzerindeydim. Hama'ya yaklaştığımız sırada beni uyku bastırdı. Tam uyuyacağım sırada yanımdaki zât elini omuzuma koyup; "Biz uyumadık ve sizi koruduk. Şimdi sen de uyuma!" buyurdu. Ben gözlerimi açınca, konuşan zâtın Ebû Bekr bin Kavvâm olduğunu gördüm. Sonra bana selâm verdi ve berâber yola devâm ettik. Hama'ya girdiğimizde yanımızdan ayrıldı."

BEN NASIL KONUŞURUM

Şemseddîn Hâbûrî şöyle anlatır: "Bir gün İbn-i Kavvâm'ın ziyâretine gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime; "Ebû Bekr bin Kavvâm'ın yanına vardığım zaman, ona rûhun ne olduğunu sorayım." diye düşündüm. Yanına girince; Ebû Bekr bin Kavvâm sohbet etmeye başladı. Çok heybetli olduğu için, heybetinden ona ne soracağımı unuttum. Daha sonra İbn-i Kavvâm'ın yanından ayrıldım ve tam sefere çıkacağım zaman, Ebû Bekr bin Kavvâm'ın bir talebesi benim yanıma gelerek; "Hocamız seninle konuşmak ister." dedi. Yanına varınca bana; "Yâ Ahmed sen Kur'ân-ı kerîmi okudun mu? diye sorunca; "Evet efendim, okudum." dedim. Bunun üzerine bana; "Ey evlâdım! İsrâ sûresi 85. âyet-i kerîmesini oku." deyince, âyet-i kerîmeyi okudum. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ meâlen; "(Ey Resûlüm) bir de sana rûhtan (rûhun hakîkatından) soruyorlar. De ki: Rûh, Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir." buyuruyor. Sonra bana dönerek; "Evlâdım! Bak, Resûlullah efendimizin konuşmadığı rûh hakkında ben nasıl konuşurum?" buyurdu."

VESİLE EDEREK

İsmâil bin Ebû Hasan şöyle anlatır: "Bir sene, annem ve babamla hacca gitmek için yola çıktık. Hicâz topraklarına girdiğimiz zaman, önce Mekke'ye ulaşalım diye gece de yol alıyorduk. Annem ve babam hayvan üstündeydi. Ben ise onların arkasında yaya yürüyordum. Bir ara, kulunç hastalığım olduğu için şiddetli bir sancı tuttu. "Bir kenara çekilip biraz istirahat edeyim sonra anne ve babama yetişirim." dedim. Sonra uzanıp yattım. Uyandığımda bir de ne göreyim, güneş doğmuş. Onların ne tarafa gittiklerini anlayamadım. Onların benden başka hizmetini görecek kimse yoktu. Üzüntümden ağlamaya başladım. Bu sırada; "Sen Ebû Bekr binKavvâm'ın talebelerinden değil misin?" diye bir ses duydum. Ben de; "Evet, onun talebelerindenim." dedim. Bunun üzerine o ses; "Onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yardım iste." dedi.Ben de hocamı vesîle ederek Hak teâlâya yalvarmaya başladım. Vallahi daha duâmı bitirmemiştim. İbn-i Kavvâm hazretlerinin yanı başımda olduğunu gördüm. Bana; "Niçin ağlıyorsun? Ağlanacak ne var ki?" deyip, elimden tutarak hızlı bir şekilde beni anne ve babamın yanına ulaştırdı. Yanlarına vardığımda, benim için ağladıklarını gördüm. Onlara başımdan geçenleri bir bir anlattım."

KERÂMETİ İNKÂR

Bir gün Ebû Bekr bin Kavvâm'ın bulunduğu yerde bir kişi vefât etti. Cenâze namazında, o beldenin ileri gelenleri de bulundu. Cenâze defnedilirken; vâli, kâdı ve imâm bir tarafa oturdular. Ebû Bekr bin Kavvâm ve talebeleri bir tarafa oturdular. Vâli ve kâdı, evliyânın kerâmetleri hakkında konuştular. Evliyânın kerâmetleri için, hakîkat olmadığını söylediler. İmâm ise, sâlih bir kimse olduğu için, o konuda hiçbir şey söylemedi. Defin işi bittikten sonra, orada bulunanlar Ebû Bekr bin Kavvâm'ın yanına gelip selâm verdiler. O da, imâma dönüp; "Ya imâm! Senin selâmına cevap vermem." dedi. O da sebebini sorunca; "Çünkü sen, evliyâ hakkında gıybeti reddetmedin ve onlara mâni olmadın." buyurdu. Sonra kâdı ve vâlinin bulunduğu yere gitti ve onlara; "Siz evliyânın kerâmetlerini mi inkâr edersiniz? Sizin ayaklarınızın altında ne olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar, ne olduğunu sordular. Ebû Bekr bin Kavvâm da; "Sizin ayaklarınızın altında bir mağara var. İçinde bir kimse ile hanımı medfundur. Onlar şimdi kalkacak ve benimle konuşacaktır. Bu kişi, bundan bin sene evvel bu beldelerin meliki idi. Kendisi, hanımıyla birlikte bir sedirin üzerinde oturmaktadır." dedi. Sonra kimsenin gitmesine izin vermedi ve orayı kazmalarını emretti. Kazılan yerde her şeyin İbn-i Kavvâm'ın söylediği gibi olduğunu gördüler.

Bu olaydan sonra, vâli ve kâdı, evliyânın kerâmetlerini inkâr etmedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ NÜCEYD


Onuncu yüzyılda yaşamış büyük velîlerden. İsmi İsmâil bin Nüceyd bin Ahmed bin Yûsuf es-Sülemî. Künyesi Ebû Amr'dır. Ebû Abdurrahmân es-Sülemî'nin dedesidir. İbn-i Nüceyd diye meşhûr olmuştur. Doğum târihi belli değildir. Nişâburludur. 976 (H.366) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Nişâbur'da doğup yaşayanEbû Amr bin Nüceyd, küçük yaştan îtibâren âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini görüp feyz aldı ve sohbetlerinden istifâde etti. Ebû Osman el-Hîrî hazretlerine talebe olup, hizmet ve sohbetinde bulundu. Bir ara Ebû Osman el-Hîrî'nin sohbetlerinden uzaklaştı. Bu hâli kendisi şöyle anlattı:

İlk defâ Ebû Osman Hîrî'nin meclisinde tövbe ettim. Bir süre sonra tekrar günâh işlemeye başlayınca, sohbetlerini terk ettim. Bu zâtı ne zaman görsem, utancımdan kaçardım. Fakat bir gün beni görünce; "Yavrucuğum, günahsız ve temiz olduğun sürece düşmanlarınla oturma. Çünkü düşman sendeki kusuru görür ve bundan dolayı sevinir. Buna da sen üzülürsün. Günah işlemen gerekiyorsa, gene bizim yanımıza gel, biz sana katlanırız. Böylece düşmanın istediği duruma düşmüş ve onu sevindirmiş olmazsın." deyince, günah işlemekten vazgeçtim ve samîmî bir şekilde tövbe ettim.

Ebû Osman el-Hîrî hazretlerinin hizmet ve sohbetinde olgunlaşıp kemâle gelen İbn-i Nüceyd, yüksek haller ve kerâmetler sâhibi bir velî oldu. Pekçok hadîs-i şerîf ezberleyip rivâyet etti.Amellerinde sâdeceAllahü teâlânın rızâsına kavuşmayı gâye edindi. Riyâdan ve gösterişten uzak, sâde bir hayat yaşamaya çalıştı.

İbn-i Nüceyd, Ebû Amr Züccâcî'ye; "Farz namazlarda ilk tekbiri getirirken neden hâlin değişiyor?" diye sordu. Züccâcî şöyle cevap verdi: "Bir farza sıdk ve doğrulukla başlamamak husûsunda korkuyorum. Bir kimse "Allahü ekber" (Allah en büyüktür) der de kalbinde O'ndan büyük bir şey bulunursa veya ömür boyunca O'ndan başka birinin yüceliğini ve büyüklüğünü kabûl ederse, kendini kendi diliyle yalanlamış olur."

Ebû Osman el-Hîrî hazretlerinin en son vefât eden talebesi olan Ebû Amr bin Nüceyd sohbetleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâ ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için gayret etti. İnsanların hayırlı işler yapmasını ve iyi kimselerle berâber bulunmasını tavsiye etti.

Bu hususta buyurdu ki: "Allahü teâlâ bir kuluna hayır murâd ederse, ona sâlih ve ihtiyar zâtlara hizmet etmeyi, onların istedikleri işleri yapmayı, hayır yollarına girmeyi ve bu hayırları görmeyi nasîb eder."

"Kula lâzım olan şey, sünnete uygun olarak kulluğa yapışmak ve bu yolda yürümektir."

"Faydasız ilim, sâhibine faydadan çok zarar verir."

"Tasavvuf nedir?" diye soran birisine buyurdu ki: "Tasavvuf, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta sabr etmektir."

Nefsinin arzularına muhâlefet eden İbn-i Nüceyd hazretleri; "Bir kimsenin gözünde nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir."

"Bana nasîhat et." diyen birisine; "İlim ile meşgûl ol. Bütün müslümanlara hürmet et. Günlerini boş geçirme. İnsanların arasında garib ol. İlim ve müslümanlara hürmet ile meşgûl olman, Allahü teâlânın emirlerinden sana bir hissedir."

Çeşitli zamanlarındaki nasîhatlerinde buyurdu ki:

"Kim bir şeyin ona faydalı veya zararlı olduğunu bilmezse, cehâletini ortaya koyar."

"Halkın karşısındaki îtibar ve mevkiini bir tarafa atıverenin, dünyâdan ve dünyâ ehlinden yüz çevirmesi gâyet kolay olur."

"İnsanı terbiye etmek, ona ihsânda bulunmaktan daha hayırlıdır."

"Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri gelir. Eğer kul, emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanırsa, emirlerini hafif görmez."

Âlimlere ve velîlere karşı çok saygı duyardı. Şah Şûcâ Kirmânî hakkında şöyle buyurdu:

Şah Şucâ Kirmânî'nin hatâ etmeyen keskin bir firaseti vardı. Şöyle derdi: "Harama bakmaktan gözü muhâfaza edenin, kendini nefsânî arzulara kapılmaktan koruyanın devamlı murâkabe ile bâtınını, kalbini sünnete tâbi olarak zâhirini îmâr edenin ve helâl lokma yemeyi alışkanlık hâline getirenin firâseti şaşmaz. Firâseti tam isâbet kaydeder."

İbn-i Nüceyd hazretleri ince bir düşünce tarzına sâhipti. Naklederler ki: Ebû Kâsım Nasrâbâdî onunla birlikte Semâ meclisindeydi. Ebû Kâsım Nasrâbâdî'ye; "Bu Semâı neye göre dinliyorsun?" diye sordu. Ebû Kâsım; "Oturup gıybet yapmaktan ve bunu dinlemektense semâ dinlemek daha iyidir." cevabını verdi. Bunun üzerine İbn-i Nüceyd hazretleri; "Semâ esnâsında yapmama gücüne sâhib olduğun bir hareket senden sâdır olsa, yüz yıl gıybet etmek ondan iyidir." buyurarak semânın uygun olmadığını bildirdi.

Allahü teâlâdan, O'nun rızâsından başka bir şey istemeyeceğim diye söz vermiş ve ahdine kırk yıl sâdık kalmıştı. Evli bir kızı vardı. Bu kızı hastalanmıştı. Doktorlar tedâvisinden âciz kalmışlardı. Bir gece dâmâdı hanımına; "Sendeki bu derdin devâsı babandadır." dedi. Hanımı; "Nasıl?" diye sordu. "Baban kırk yıldır Allahü teâlâya rızâsından başka bir şey istemeyeceğine dâir söz vermiştir. Şâyet ahdini bozup duâ edecek olursa, Hak teâlâ sana şifâ verir." dedi. Kadın gece yarısı babasının yolunu tuttu.

İbn-i Nüceyd hazretleri gece vakti kızını görünce; "Yavrum! Bu vakitte senin buraya gelmene sebep nedir?" dedi. Kızı; "Senin gibi bir babam var. Allah'ın dînindeki hüznün fazîletini senden dinleyeyim diye geldim. Ayrıca yaşamak ve Allahü teâlâyı zikretmek istiyorum. Hak teâlânın hastalığıma şifâ vermesi için duâ etmeni arzû ediyorum." dedi. İbn-i Nüceyd hazretleri; "Ahdi bozmak câiz değildir. Sen eğer bugün ölmezsen, yarın öleceksin. Ölecek olanın ölmesi iyidir. Babasının ciğerpâresi buradan uzaklaş, beni günaha sokma. Şâyet senin için ahdimi bozarsam, sen iyi bir evlâd olmazsın." dedi. Kızı; "O halde vedâlaşalım, zîrâ bana öyle geliyor ki, ecelim yakındır. Bu hastalıktan kurtulamayacağım." dedi. İbn-i Nüceyd buyurdu ki: "Gelir cenâze namazını kılarım." Bunun üzerine kızı babasına vedâ edip ayrıldı. Evine varıncaya kadar hastalığı iyileşip sıhhatine kavuştu. Hattâ babasının vefâtından sonra kırk sene daha yaşadı.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren İbn-i Nüceyd hazretleri, hac vazîfesini yerine getirmek üzere gittiği Mekke-i mükerremede 976 (H.366) senesinde vefât etti. Orada defnedildi
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ SEMMÂK

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Sabih, künyesi Ebü'l-Abbâs'tır. İbn-i Semmâk lakabı ile meşhur oldu. Kûfelidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 799 (H.183) senesi Kûfe'de vefât etti.

İbn-i Semmâk, zamânının önde gelen âlimlerinden ilim ve edeb öğrendi. Hişam bin Urve, A'meş ve başkalarından hadîs dinledi ve bu ilimde mütehassıs oldu. Ahmed bin Hanbel hazretleri kendisinden hadîs rivâyetinde bulundu. Ma'rûf-u Kerhî hazretleri talebelerinin önde gelenlerindendir.

İbn-i Semmâk hazretleri bir ara Bağdât'a gelip Halîfe Hârûn Reşîd ile görüştü ve ona nasîhatlarda bulundu. Bir gün; "Ey müminlerin emîri! Senin Allahü teâlânın huzûrunda bir yerin vardır. Ancak ilâhî huzurda duruşun bittikten sonra Cennet'e veya Cehennem'e gideceksin. Acaba senin yerin hangisi olacak?" buyurdu. Hârûn Reşîd bu sözleri duyunca kendini tutamayıp ağlamaya başladı.

İbn-i Semmâk hazretleri ömrünü Kûfe'de geçirdi. Hikmetli söz ve nasîhatleriyle meşhur oldu.

İbn-i Semmâk, bildiklerini, öğrendiklerini yerine getiren Allah'ın sevgili bir kuluydu. Bir vâzında; "İçinizde Allahü teâlâyı hatırlatan fakat kendileri unutan pekçok kimseler vardır. Yine öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın yasak, haram kıldığı şeylere karşı cüretkâr olup, haram işledikleri halde, başkalarını Allahü teâlâya yaklaştırmaya çalışırlar. Yine sizden öyleleri vardır ki, kendileri Allahü teâlâdan kaçtıkları halde, insanları Hakk'a çağırırlar." diyerek, ilmiyle âmil olmayan, bildikleriyle amel etmeyen ve gaflet içinde kalanların hâlini dile getirdi.

İbn-i Semmâk hazretleri zamânın ileri gelen devlet adamlarına nasîhat eder, mektuplar gönderirdi. Muhammed bin Hasan, Rukbe'ye vâli tâyin edilmişti. Ona yazdığı mektupta: "Her hâlinde takvâ üzere ol, haramlardan sakın, Allahü teâlânın nîmetlerine şükret ve O'ndan kork. Nîmete şükretmek; günâh işlememekle olur. Muhakkak her nîmette bir delil, hüccet ve mesûliyet vardır. Hüccet, delil, o nîmetin Allahü teâlâ tarafından verilmiş olmasıdır. Mesûliyetine gelince; o, nîmet olduğu halde günah işlememektir. Allahü teâlâ sana âfiyet versin. İşlediğin günahları ve yaptığın kusurları affetsin." buyurdu.

Muhammed bin el-Yemân anlatır: Bağdâtlı arkadaşlarımdan birisi, İbn-i Semmâk hazretlerine mektup yazıp, dünyâyı kendisine anlatmasını istedi. Cevabında; "Allahü teâlâ dünyâyı şehvetlerle ve âfetlerle doldurdu, helâlleri güçlüklerle, haramları da mesûliyetlerle birleştirdi. Helâller için hesâba çekeceğini, haramlar için azâb edeceğini bildirdi. Vesselâm." yazarak gönderdi.

Söylenilen söze çok dikkat edilmesini herkese söylerdi ve "Sen, duyduğunu başkalarına söyleyenden daha çok, gizler görünenden kork. Çünkü böyle kimseye, insanlar yalan yakıştıramazlar daha çok inanırlar. Sizden biriniz bâzan kendisine itimâd eden birine bir söz söyler, o da onu yayar, bu yüzden ülkeler harâb olur." buyurarak gıybet edilmemesini ve az konuşmayı, sırrını hiç kimseye söylememeyi tavsiye ederdi.

"Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennem'den kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu, oyun ve eğlencedir." ve "Ölüm meleği yastığının dibinde durduğu halde uyuyup gaflete dalan kimseye çok şaşılır." sözleriyle âhireti unutup gaflette olan insanlara duyduğu hayreti bildirmiştir. Her şeyden evvel farzları yapıp haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmayı söyler, nâfilelerle uğraşılacak zaman olmadığını bildirir; "Zarûrî din bilgilerini alıp, faydasız şeyleri terk etmek, akıl sâhiplerinin işidir." buyururdu.

"Allahü teâlâ dünyâyı lezzetlerle ve âfetlerle doldurdu. Helâlleri güçlüklerle, haramları da mesûliyetlerle berâber kıldı." Yine; "İnsanlar üç kısımdır: Birincileri, günahkârlar sınıfı olup, günahlarına tövbe edip bir daha günahlara dönmek istemeyenlerdir. Bunlar iyidir. Makbûldür. İkincileri, günah işlerler, sonra tekrar tekrar günah işlerler, sonra üzülürler, sonra yine günah işlerler, sonra da ağlarlar. Bunların kurtulması umulur. Fakat helâk da olabilirler. Üçüncüleri, günah işlerlerken pişman olmazlar, pişman olurlar üzülmezler ve yine günah işlerler ağlamazlar. Bunlar Cennet yolundan Cehennem yoluna sapmış olanlardır." buyurdu.

Yine; "İnsan günahlardan sakındığı kadar, Allahü teâlâyı tanır." buyurarak Allahü teâlâyı tanıyan kimsenin günah işlemeyeceğini bildirmiştir.

Ömründe hiç evlenmedi. Kendisine; "Niçin evlenmiyorsunuz?" diye sorduklarında; "Ben bir şeytanla başa çıkamıyorum. İki şeytanla nasıl baş edebilirim?" buyurdu. "Nasıl?" dediklerinde; "Benim bir şeytanım var. Evlenince bir de evlendiğim kadının şeytanı buna eklenecek. Ben bu iki şeytanla nasıl baş ederim?" buyurdu.

Bir gün kendisine amelsiz ilimden sordular, O; "Amelsiz ilim peşinde koşanın misâli şeytandır. Kendisini makam, mevki arzusuna kaptıranın misâlî Firavun'dur. Yâni makam korkusundan îmân etmemiştir." sözleriyle amelsiz ilim sâhiplerini ve makam, mevki peşinde koşanların hâlini haber verdi.

Riyâkar kimse hakkında da; "İlim ve amel sahibi olduğu halde riyâkâr olan kimse, içinde gizlediğini (riyâyı) insanlara bildirseydi elbette insanlar ondan yüz çevirir ve akılsız olduğuna hükmederlerdi." buyurdu.

Muhammed bin Semmâk yaşayışı ve hikmetli sözleriyle, binlerce insanın Allahü teâlânın râzı olduğu yola kavuşmasına sebeb oldu. Hıristiyan bir genç iken, İbn-i Semmâk'tan işittiği sözlerden kalbinde îmân nûru parlayanMârûf-i Kerhî'yi, İmâm-ıAli Rızâ'ya götüren ve orada îmân etmesine sebeb olan İbn-i Semmâk hazretleridir.

Allahü teâlâya itâat edenleri çok severdi. Bu sebeple vefâtından az önce; "Yâ Rabbî! Âsî olduğum zamanlarda bile sana itâat edenleri sevdiğimi bilirsin. Benim itâatkâr kullarına olan bu sevgimi isyân ve günahlarıma keffâret say." buyurdu.

ALLAHÜ TEÂLÂ METH EDİYOR

İbn-i Semmâk hazretleri bir ara Hârûn Reşîd'in bulunduğu bir meclise geldi. Eshâb-ı kirâmı (aleyhimürrıdvân) ve hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve Osman'ı (radıyallahü anhüm) şu sözlerle medh etti: "Allahü teâlâya hamd olsun, Resûlullah efendimize salât ve selâm olsun. Sonradan gelenlerden, yâni Eshâb-ı kirâmdan olmayanlardan bin tânesi, Eshâb-ı kirâmdan en aşağıda olanın derecesine yaklaşamaz. Onlar Allahü teâlânın azâbından emîn oldular. Babalarımız ve dedelerimiz de îmân edip, kılıç korkusundan emîn oldular. Yâ Ebâ Bekr! Sen Allahü teâlâya kulluk ve itâatte öyle bir dereceye ulaştın ki, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde seni medhü senâ ediyor. Yâ Ömer! Sen bir halîfe, emîr değil, müslümanların babasısın. Yâ Osman! Sen mazlûmsun ve günahsız olarak şehîd edilip defnedildin. Sen olgunluk yaşında idin. Ama küçük bir çocuk gibi (günahsız) vefât ettin." buyurdu.

BİR BARDAK SU

İbn-i Semmâk, Abbâsî halîfelerinden birinin huzûruna girdi.Halîfe bu sırada su içiyordu.Halîfe, İbn-i Semmâk'a; "Bana nasîhat et." dedi. İbn-i Semmâk; "Susuzluktan ölecek bir halde olsan ve seni ölümden kurtaracak suyu bütün servetin karşılığında verecek olsalar ne yapardın?" diye sordu. Halîfe: "Bütün servetimi verir suyu alırdım." deyince İbn-i Semmâk; "O halde, bir bardak su kadar kıymeti olan servetinle niçin öğünüp duruyorsun?" dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ ÜSTÂD-ÜL-A'ZAM

Yemen'in meşhûr velîlerinden. İsmi Abdullah bin Alevî ibni Üstad-ül-A'zam olup seyyiddir. 1240 (H.63 senesinde doğdu. 1330 (H.731)'da vefât etti.

Babasından ve dedesi Üstaz-ül-A'zam'dan ilim, edep ve İslâm ahlâkını öğrendi. Ayrıca zamânının meşhûr âlimlerinden de ilim tahsil etti. Fıkıh ilmini Ahmed bin Abdurrahmân bin Alevî'den, Şeyh-i kebîr Abdullah bin İbrâhimBakşîr'den öğrendi. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini bilhassa babasından ve zamanının seçkin âlimlerinden olan dedesinden gördü. Bu ilimlerde iyice yetişip icâzet aldı. İlimde yüksek derecelere ulaştı. Tasavvufta da kemâle erip fazîletli bir zât oldu. İlim ve fazîlette zamânının en meşhûr âlimiydi. Bulunduğu memleketin her yerinde tanındı.

Daha sonra Terîm'den Yemen'e gidip Ehûr şehrindeAmr bin Meymûn'dan da ilim öğrendi. Buradan hacca gitti. Medîne'ye gidip Peygamber efendimizin türbesini ziyâret etti. Bir sene Medîne'de kaldıktan sonra, Mekke'ye gidip sekiz sene kaldı. İlmî mütâlaalar ile ve ilim öğretmekle meşgûl oldu. Mekke ve Medîne'de çok tanınıp sevildiğinden, kendisine İmâm-ül-Harameyn lakabı verildi. Çok zekî ve münâzara kâbiliyeti yüksekti. Çok ibâdet eder, devamlı oruç tutar ve az uyurdu. Mekke'deyken âdeti şöyleydi:Sabah namazı vaktinde sükûnet ve vakar içindeMescid-i harâma gider, Kâbe yanında sabah namazını kılardı. Namazdan sonra kuşluk vaktine kadar Kur'ân-ı kerîm okurdu. Sonra kuşluk namazını kılardı. Yatsı namazı vaktine kadar Mescid-i Harâmda kalır, yatsı namazını da kılıp ayrılırdı. Mekke'de bulunduğu sırada, Hadramevt'in ileri gelenleri bir mektup yazıp kardeşi Ali bin Alevî ile Mekke'ye gönderdiler. Kendisine çok ihtiyaçları olduğunu, ilminden istifâde edilmesi için memleketine dönmesini istediler. Bunun üzerineMekke'den ayrılıp Yemen'e Zebîd şehrine gitti. Bu sırada pekçok âkil, fâzıl ve meşhûr kimselerle görüşüp istifâde etti. Karşılıklı ilim alış verişi yaptılar. Daha sonra Terîm şehrine gitti ve oradaki âlimlerle ilmî mütâlaalarda bulundu. Buradan Ehûr şehrine geçip şeyhi Ömer bin Meymûn'u ziyâret etmek istedi. Ancak oraya vardığı gün hocası vefât etti.Cenâzesini yıkayıp, kefenledi ve defnettiler. Bu hocası vefât edeceği sırada talebeleri yanına toplanıp kendisinden sonra kimi halîfe bırakacağını sordular. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Ben ölünce beni yıkayıp kefenleyiniz. Bu sırada sizin yanınıza şöyle şöyle vasıfları bulunan bir kimse gelecek işte o kimse benden sonra yerime geçecek kimsedir." diye İbn-i Üstâd-ül-A'zam'ı târif etti.

Onu gördüklerinde hocalarının târif ettiği zât olduğunu anladılar ve yapılan vasiyeti kendisine bildirdiler. Kendisinin orada kalması ve insanlara rehberlik yapması için ısrar ettiler. Tevâzu gösterip istemedi. Bunun üzerine hocasının oğlu vasiyeti bildirip babasının hırkasını ona giydirdi. Bundan sonra insanlara rehberlik edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Ayrıca Şâfiî mezhebi fıkhı dersleri verdi. Pekçok talebe yetiştirdi. Başta Ali, Muhammed, Ahmed adındaki üç oğlu, kardeşinin oğlu Muhammed Ebû Bekr ve Alevî, amca oğulları Ahmed ve Allâme Muhammed bin Alevî, hocasının oğlu Şeyh Abdullah Fakîh Ahmed bin Abdurrahmân, Şeyh Ali bin Sülem, Fadl bin Muhammed, Şeyh Abdullah bin Fakîh Fadl, Ârif-i Billah Muhammed bin Ebî Bekr bin Abbâd, Şeyh Muhammed bin Ali bin Şuayb el-Ensârî ve daha pekçok kimse onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemâle ermiştir.

Derslerinde, sohbetlerinde ve münâsebetlerinde dâimâ insanlara faydalı olmuş, onların saâdete kavuşması için çalışmıştır. Huzûruna gelenlerden müşkülü, sıkıntısı olanlar onun bereketli nazarlarıyla sıkıntılarından kurtulurlardı.

Tevâzûda, alçak gönüllülükte emsâline az rastlanırdı. Büyük-küçük herkese mütevâzî davranırdı. Kendisini asla büyük görmezdi. Dünyâya hiç düşkünlük göstermezdi. Gariplere, fakirlere, yetimlere çok yardım ederdi. Cömertliği şaşılacak derecedeydi. Muhtaçlar için husûsî bir yardım müessesesi kurmuştu. Komşuları ve yaşadığı beldenin insanları onun çok iyilik ve yardımını gördüler. İnsanlara hem dîn-i İslâmı anlatarak mânen ve ihtiyaçlarını karşılamak sûretiyle de madden yardımcı olurdu. Yaşadığı Terîm şehrinde kendisini tanıyan tanımayan herkese yardımı ulaşırdı. Benî Alevî Mescidi için bir hurma bahçesi, arâziler ve su kuyusu, çeşmeler vakfetti. Bunların gelirleri, mescidin bakımı ve misâfirleri barındırmak için harcanırdı. Yine vefât edenlere kabir hazırlanması, bebeklere süt verilmesi için vakıflar kurdu. Yaptığı hizmetler o kadar genişledi ve insanlara faydalı oldu ki, o zaman sultanlar bile böylesini yapamazdı.

Menâkıb-ı Benî Alevî kitabında, Târih-i Basît ve Vasît kitaplarında zikredilen menkıbelerinden bir kısmı şöyledir:

Bir gün İbn-i Üstâd-ül-A'zam Abdullah hazretlerinin yanına fakirlerden bir bölük kimse geldi. Karınları açtı. Abdullah hazretleri, İbn-i Nâfi' isimli hizmetçisine; "Filan ambara git! Oradan bu fakirler için hurma getir! Karınlarını doyursunlar." buyurdu. Hizmetçi o ambarın boş olduğunu gâyet iyi bildiğinden, "O ambar boş." dedi. O zât, aynı emri tekrarlayınca, hizmetçi, ambarı boşalttıklarını, içinde hiçbir şey kalmadığını, tamâmen boş olduğunu bildirdi. O yine; "Sen ambara git! Orada hurma bulursun." deyince, hizmetçi gitti.Hakîkaten orada hurma bulunduğunu gördü ve alıp getirdi. Fakirler o hurmaları yiyip karınlarını doyurdular.

Ahmed bin Nu'mân isminde bir kimsenin bir hayvanı vardı. Hayvanı satmak üzere pazara giderken, kendi kendine; "Bu hayvanı şu kadar fiyata satabilirsem, aldığım ücretin şu kadar mikdârını Abdullah bin Alevî hazretlerine hediye edeceğim." diye niyet etti. Pazara vardı. Hayvanını kolaylıkla ve arzû ettiği fiyata sattı. Sonra, Abdullah binAlevî hazretlerinin bulunduğu Terîm beldesine döndü. Fakat yolda yaptığı niyeti, sadaka vermeyi unutmuştu.Abdullah bin Alevî bunu yanına çağırıp, o niyetini hatırlattı. O kimse çok hayret etti. Bu niyetini hiç kimseye söylememişti. Bunun, o zâtın bir kerâmeti olduğunu anlıyarak nezrini, adağını yerine getirdi.

Bir defâsında iki kişi, birlikte Abdullah bin Alevî hazretlerinin ziyâretine geldiler. Yolda birisi, Abdullah hazretlerinin yanına vardıklarında kendisine hurma, diğeri ise ekmek verilmesini arzu etti. Yanına vardıklarında her ikisine de arzu ettikleri şeyleri ikrâm etti.

Hizmetçilerinden birisi şöyle anlatır: "Bir defâ kendisi ile berâber bir sefere çıktık. Bir yere vardığımızda bana, yüksekçe bir yere çıkıp, uzaktaFîl beldesinde bulunan Şeyh Ömer isimli bir zâtı çağırmamı söyleyince, emrettiği gibi yaptım. Üçüncü defâ seslendiğimde, o zâtın; "Lebbeyk, buyurun efendim!" diye cevap verdiğini işittim. Aradaki mesâfe çok uzaktı. Abdullah hazretlerinin çağırdığını söyledim. Biraz sonra çıka geldi. Sür'atle geldiği için, çok terlemiş ve terden elbisesi ıslanmıştı. Berâberce oturup sohbete başladılar. Öyle derin mânâlı konuşuyorlardı ki, ben yanlarında bulunup kendilerini dinlediğim hâlde bir şey anlayamadım. Bu hâlde akşam namazı vakti oldu. Namazdan sonra vedâlaştılar. Şeyh Ömer memleketine gitti. Abdullah bin Alevî, kendisi hayatta olduğu müddetçe bu hâli hiç kimseye haber vermememi emretti. Ben de bu kerâmetini, onun sağlığında hiç kimseye söylemedim. Vefâtından sonra anlattım.

Yine talebelerinden Müflih el-Hamîdî anlatır: Yolculuğa çıkmıştım. Yolda eşkıyâlar önümü kestiler. Beni öldürmek ve malımı almak istiyorlardı. Hocam Abdullah bin Alevî hazretlerinden yardım istedim. Onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ ettim. Tam bu sırada, bir kişinin; "Abdullah bin Alevî geliyor." dediğini işittim. Bu sözü duyan şakîlerin her biri bir tarafa dağıldı. Bana hiçbir zarar veremediler.

Abdullah bin Alevî hazretlerinin talebelerinden birisi, bir yerde zirâat yapıp ekin ekmişti. Onun ekin ektiği bölgede, iki grup arasında muhârebe oldu. Muhârebede gâlip gelenler, orada bulunan ekinlerin kendilerine geçtiğini, dolayısıyla oradaki mahsûlü kendilerinin hasad edeceklerini bildirdiler. Ekinlerin sâhibi olan talebe, hocası hürmetine Allahü teâlâya duâ etti. O kimseler ekinleri biçip, hasad etmek için tarlaya geldiklerinde, ekinlerin hasad edilmiş olduğunu görüp, üzüntüyle geri döndüler. Sonra fakirlerden biri gidip baktı. Ekinin hasad edilmemiş olduğunu gördü ve bunu onlara haber verdi. Geri dönüp baktıklarında, yine gördüler ki, ekin hasad edilmiş, kaldırılmış. Anladılar ki, bu mahsûl korunmakta, muhâfaza edilmektedir. Bunu anladıktan sonra, o tarladaki mahsûl ile uğraşmaktan vaz geçtiler.

İbn-i Üstâd ül-A'zam Abdullah bin Alevî hazretleri vefât ettikten sonra, cenâzesi yıkanıp, gasl edildi. Artan suyu talebelerinden bâzısı aldı. Bu sudan hangi yaraya sürseler, Allahü teâlanın izni ile o yara iyileşirdi.

TÖVBEYE SADÂKAT

Abdullah bin Alevî hazretleri, bir zaman Mekke-i mükerremede şarab içen bir kimseyle karşılaştı. Böyle mübârek bir yerde, böyle çirkin bir günâhın işlenmesini hoş karşılamadı. O kimse, Abdullah binAlevî hazretlerine:

"Ben terzilik yapıyorum. Şarap içmeye öyle alışmışım ki, onu içmesem sanatımı, işimi yürütemiyorum. İçmezsem, çalışamıyorum. Her ne kadar bırakmak istesem de, bırakamıyorum. Bunu bırakırsam, işimi devâm ettiremem." dedi.Abdullah hazretleri; "Şayet Allahü teâlâ, sana içki içmeden de mesleğini devâm ettirmeni nasîb ederse, içki içmeye tekrar dönmeyeceğine dâir bana söz ver!" dedi. O kimse de "Peki!" deyince, Abdullah hazretleri, Allahü teâlâya duâ edip, bu kimseye tövbe etmeyi nasîb etmesi ve tövbesini kabûl etmesi için yalvardı. O kimse içkiyi terk etti. İşini, içkisiz de yapabildiğini anladı. Önceki hâline tövbe etti ve tövbesini bozmadı. Abdullah bin Alevî hazretlerinin delâleti ile tövbesinde öyle bir sadâkat gösterdi ki; sâlihlerden kıymetli bir zât oldu. Bu hâdiseden bir müddet sonra, Abdullah bin Alevî, rüyâsında bir münâdînin, bu kimsenin ismini söyleyerek; "Filân kimse için, filân yerde bir kabir kazınız! Kim onun cenâze namazında bulunursa, Allahü teâlâ onu magfiret eder." diye nidâ ettiğini gördü. Uyandığında, hemen o kimsenin hâlini sordu. Vefât ettiğini bildirdiler. Bildirilen yere kabri kazıldı. Abdullah bin Alevî cenâze namazını kıldırdı. Oraya defnettiler.

BİZİMLE BERÂBERDİ

Abdullah bin Alevî hazretleri, her sene haccederdi. Bunu evliyâdan çok kimse haber vermiştir. İnsanlar onu, memleketi olanTerîm beldesinde zannederler, fakat o hac zamanı hacılar arasında bulunurdu. Bir sene talebelerinden Müflih bin Abdullah hacca gitmeye niyet etti. Gidip, hocasıAbdullah bin Alevî hazretlerinden izin istedi. O da! "Minâ'ya vardığın zaman, filân oğlu filânı sor. Bizim selâmımızı söyle, o sana istediğin konuda yardım eder." buyurdu.Müflih bin Abdullah diyor ki: "Minâ'ya vardığımda, o kimseyi buldum. Bana çok yardımda bulundu. Hocamdan suâl etti. Ben de, şu anda Terîm beldesinde bulunduğunu, hâlinin iyi olduğunu söyledim. O kimse hayret etti. "Daha dün, bizimle beraber Arafât'ta vakfe yaptı. Şimdi nasıl Terîm'de olur?" dedi. Benim ihtiyaçlarımı giderdi. Ben Terîm'e döndüğüm zaman, hocamın yanına gittim. Haccımı tebrik etti. Ben de; "Asıl ben sizin haccınızı tebrîk ederim." deyip, şâhid olduğum durumu anlattım. "Sen bunu gizli tut! Ama senin arzun da hâsıl oldu. Orada sıkıntı çekmedin." buyurdu. Ben bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğunu anladım ve kendisini hayatta iken bunu kimseye anlatmadım.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBN-İ VEFÂ (Ali bin Muhammed)

Evliyânın meşhûrlarından. İsmiAli, babasınınki Muhammed'dir. Nisbeleri El-Kuraşî, El-Ensârî olup, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. İbn-i Vefâ ismiyle meşhûr olmuştur. Tefsîr, fıkıh, tasavvuf ve edebiyât ilimlerinde âlim olup, velî bir zâttı. 1358 (H.759) senesinde Kâhire'de doğdu. 1404 (H.807) de Ravda'da vefât etti.

İbn-i Vefâ daha küçük yaşta babasını kaybetti. Babası vefât etmeden önce, oğlu İbn-i Vefâ'yı ve diğer oğlu Ahmed'i, dostlarından sâlih bir zât olan Şemseddîn Muhammed Zeyle'î'ye bıraktı. Bu zât, İbn-i Vefâ'yı ve kardeşini büyütüp, terbiye etti. Fıkıh ilmi öğrenmelerini sağladı. İki kardeş, en iyi şekilde tahsîl görüp, güzel ahlâklı yetiştiler.

İbn-i Vefâ on yedi yaşına geldiğinde, evliyânın meşhûrlarından olan babası Muhammed Vefâ'nın yerine irşâd, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren, insanlara doğru yolu anlatma makâmına oturdu. Kısa zamanda babası gibi meşhûr olup sevildi. Talebeleri ve sevenleri günden güne arttı. Sohbetleri herkes tarafından anlaşılacak şekilde tatlı ve tesirliydi. Çok zarîf ve güzel giyinir, yaşayışı ve ahlâkı ile insanlara örnek olurdu. Mâlikî mezhebinden ve Şâzilî tarîkatındandı. İmâm-ı Şa'rânî onun hakkında; "Evliyânın sözlerini duydum ve eserlerini çok okudum. Ondan daha âlimi ve sözlerinden daha delîllisini, sağlamını görmedim." buyurmuştur.

İbn-i Vefâ, geceleyin evinden çıkıp, Ravda denilen yere giderdi. Şehirden çıkarken sur kapılarına yaklaşınca kapılar onun kerâmetiyle açılıp, sonra kapanırdı.Şehrin vâlisi, bir gece şehri dolaşırken kapıların açık olduğunu görerek nöbetçiye; "Neden açık!" diye sordu.Nöbetçi; "İbn-i Vefâ hazretleri çıkmak için gelince, kapılara işâret ediyor, kapılar da açılıyor." dedi. Vâli durumu öğrenince onun büyüklüğünü anlayıp sevenlerden oldu.

İbn-i Vefâ hacca gitmişti. Bu sırada susuzluk başgösterdi. Hacılar susuzluktan telef olmak üzereydiler. Bunun üzerine İbn-i Vefâ'ya gelip durumu anlattılar. O da; "Yâ Rabbî! Susuzlara kereminle, lütfunla su ihsân eyle." diye başlayan bir şiir okuyup, duâ etti. Duâsı üzerine bolca yağmur yağdı. Su ihtiyâcı karşılandı.

İbn-i Vefâ'nın ikâmet ettiği ev, sultanların makâmı gibiydi. Vezîr İbn-i Zeytün onun bu hâlini ayıplar, kendi kendine; "Dünyâ ehline hiçbir şey bırakmadı." derdi. İbn-i Vefâ bu sözü işitince; "Dünyânın belâ ve musîbetini, âhiretin de azâbını, dünyâya düşkün olanlara bıraktık." demişti.

İbn-i Vefâ'nın kıymetli eserleri ve şiirleri vardır. Vasiyetleri birkaç cild kitap hâlindedir. Kendisine ilâhî feyz geldiği zaman üç gün içinde bir kaç cild tutan vasiyetlerini yazmıştır. Bu vasiyetlerinden bâzı bölümler şöyledir:

"Dünyâ dertlerine tutulmuş din kardeşini tedbirsizlikle suçlayıp, kınama. Çünkü o, ya mazlumdur; Allahü teâlâ sonunda onu kurtaracaktır veya günah işlemiştir, başına gelen musîbetler günâhına keffârettir. Yâhut daAllahü teâlâ, yüksek derecelere ve makamlara ulaştırmak için onu dünyâ dertlerine mübtelâ kılmıştır."

"Devamlı elde kalmayacak olan bir şeyin varlığı ile övünmek ve kendi başına da gelebilecek bir şeyden dolayı başkasını ayıplamak ahmaklıktır. Çünkü pek iyi bilirsin ki, başkasının başına gelen senin, senin başına gelen şey de başkasına revâ görülebilir. Bunu iyi düşün!"

"Dünyânın zevkleri ve lezzetleri boştur. Bunlara kavuşmak için dînini dünyâya değişenler, dîninden tâviz verenler, rüşvet vererek çerçöp satın almaya çalışmış sayılırlar. Hazret-i Ömer bir gün yanındaki eshâbı ile giderken, onları görüp çöplüğün yanında uzun müddet eğledi. Kokusundan rahatsız olup; "Bizi neden burada eğliyorsunuz?" dediklerinde, hazret-i Ömer çöplüğü göstererek; "İnsanların kavga ederek elde etmek istedikleri dünyâ (yâni haram ve mekruhlar) işte budur." buyurdu."

"Dîni dünyâ isteklerine âlet eden, herkesin îmânını bozan kötü din adamı İblîs'ten daha zararlıdır. Çünkü, Şeytan vesvese verdiği için, mümin bir kimse onun düşman olduğunu bilir. İblîs'in isyân etmiş, sapıtmış bir düşman olduğunu aslâ unutmaz. İblîs'e uyduğu takdirde âsî bir kul olacağını anlar, günâhına derhâl tövbe eder. Rabbinden af diler. Kötü din adamı olan ulemâ-i sû' ise, hak ile bâtılı karıştırarak, hevâ ve heveslerine, nefslerinin arzusuna göre hüküm verirler. Böylece doğru yoldan ayrılırlar. Kendilerine uyanların da yaptıkları boşa gider. İyilik yaptıklarını zannettikleri hâlde dalâlete düşerler. Kötü din adamlarından Allah'a sığın ve onlarla bir arada bulunmaktan sakın! Sâdık, iyi ve sağlam din âlimleriyle birlikte bulun."

"Bütün hâllerinde, sana yardımcı olacak ve kemâle götürecek arkadaşı seç."

"Devamlı tâat üzere olmayı sağlayan îtikâd olan Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulun."

"Başkasının sözlerini ve hâllerini iyiye tevil etmek mümkün ise, kötü tevil yapmayacak ve hücûm edenlerin hücûmunu delîlsiz kabûl etmeyecek kadar hüsn-i zan ve iyi düşünce sâhibi ol."

"Allahü teâlânın merhameti vardır diyerek isyâna kalkışma, kahrından da korkarak ümitsizliğe düşme."

"Bir zâlime kalben meyleden kimseyi fitne ateşi sarar. Böyle kimse, ancak Allahü teâlânın yardımı ile kurtulur."

"Sakın Allahü teâlânın lütfuna mazhâr olmuş ve senden üstün kılınmış bir kimseye hased etme. Çünkü hasedin sebebiyle Allahü teâlânın gazabına uğrayabilirsin. Çehren değişip, kötü âkıbetlere düşebilirsin. Nitekim Âdem aleyhisselâma hased edip, böbürlenerek secde etmeyen iblîs, mel'ûn oldu. İblîs'in bu hâlinde senin için bir ihtar vardır. Şöyle ki: Hakk'a dâvet eden gerçek bir rehber gördüğün zaman, sakın ona hased etme ve ona itâat etmekten kaçınma, ona uy! Böyle yapmadığın takdirde, menfi hareketin, sendeki râzı olunulan güzel sıfatların tamâmen silinip, gazabı celb eden kötü sıfatlara düşmene yol açar. Fakat Ehl-i sünnet îtikâdında olan, yetişmiş ve yetiştirebilen bir hidayet rehberine tâbi olman, senin şeytânî sûretini melek sûretine çevirir. O zaman gerçek kulluk zirvesine doğru yükselmeğe başlarsın."

"Mârifet ve hakkı tanıma nisbetinde muhabbet, muhabbet nisbetinde de yakınlık olur."

"Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun kalbini, râzı olduğu kullarının sevgisiyle doldurur."

"Allahü teâlâ kimin kalbini kendi sevgisi ile doldurursa, onun kalbi başka bir şeyle meşgûl olmaz. Çünkü o, görünüşte halkla, iç hali ile de Allahü teâlâ iledir."

İbn-i Vefâ'nın yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

1) El-Bahis alel-Hâlis fî Ahvâl-il-Havâs, 2) Tefsîr-ül-Kur'ân, 3) Şiirlerinin toplandığı Dîvan'ı, 4) Mefâtih'-ül-Hazâin-ül-Âliyye, 5) Müveşşihât, 6) Kitâb-ül-Vasâyâ.

ZENGİN SUFÎLER

İbn-i Vefâ hazretlerine, Şâziliyye tarîkatının mensuplarının güzel elbise giymelerinin ve lezzetli yiyecekler yemelerinin sebebi sorulup, Selef-i sâlihîn böyle giyinip, böyle yemezdi dediklerinde; "Onların güzel elbise giyinmelerinin sebebi, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere râzı olup göstermek için ve insanlara zengin görünmek içindi. O zamanda insanların bir kısmının eski giyinmeleri, halkın elinde olanlara bakıp, fakir ve muhtaç durumda olduklarını göstermek içindi. Fakat Selef-i sâlihîn eski elbise giyip, lezzetli yiyeceklere düşkünlük göstermediler. Onların zamânında gaflet içindeki insanlar, dünyâlık kazanmak için hırsla çalışıyorlardı ve görünüşlerini süslemeye gayret ediyorlardı. Ellerindeki dünyâlıkla servetle iftihâr ediyorlardı. Selef-i sâlihîn zamanlarındakiler, gaflet ehline muhâlefet ettiler. Eski elbise giydiler, yavan yediler. Böylece gaflet ehline uymaktan sakındılar. Ama Şâziliyye tarîkatı mensupları, zamanlarındaki fakirlerin hâllerine baktılar. Onlar, zenginlerin kendilerine acıyıp yardım etmeleri ve böylece dünyâlığa kavuşmak için eski elbise giyiyorlardı. İşte, Şâziliyye tarîkatı mensupları da, dünyâya düşkünlük gösteren o fakirlere muhâlefet göstererek, yeni ve güzel elbiseler giydiler. Halka zengin gözüktüler." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBRÂHİM BİN ALİ EL-A'ZEB

Evliyânın büyüklerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Künyesi Ebû İshâk ve Ebû Muhammed olup, lakabı Şemsüddîn'dir. 1162 (H.557) senesinde doğdu. 1213 (H.610) senesinde Ümm-i Ubeyde köyünde vefât etti. Baba ve dedesinin bulunduğu türbeye defnedildi.

İbrâhim bin Ali doğunca, babası ona Abdurrahmân ismini koydu. Babası, o gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûl-i ekrem, oğluna İbrâhim adını koymasını ve künyesinin de, Ebû Muhammed olmasını emretti. O da bu emri hemen yerine getirdi.

Ebû Muhammed İbrâhim önce amcasından Kur'ân-ı kerîm öğrendi. Babasından, amcasından, Ebü'l-Feth el-Bettâ'dan ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi ve Hanbelî mezhebinin inceliklerini öğrendi. Mukâyeseli hukûku ise Ebü'l-Feth İbn-i Menâ'dan tahsil etti. Bunun yanındaKâdı'l-Kudât İbn-üş-Şehrazûrî'nin derslerine devâm etti. İlimde çok yüksek bilgilere sâhib oldu. Çeşitli konularda fetvâ verdi. 1207 (H.604) senesinde, Bâb-ün-Nevâ'ya kâdı tâyin edildi. Derb-i Iyâr Medresesinde ders verdi.

Ebû Muhammed İbrâhim, ârif ve kâmil bir zâttı. Tasavvuf ilmini, Sultân-ül-Evliyâ adıyla bilinen dedesi Ahmed bin Ebi'l-Hasan er-Rıfâî'den öğrendi.

Ebü'l-Meâli Âmir bin Mes'ûd el-Irâkî bir gün Ebû Muhammed İbrâhim'in huzûruna gitti. Acem memleketlerine gideceğini bildirip, duâsını istedi. O zaman; "Yolculuk sırasında herhangi bir sıkıntıya düşersen, ismimi söyleyerek yardım iste."buyurdu. Nihâyet vedâ edip yola koyuldu. Horasan taraflarında kâfileyi eşkıyâlar bastı ve mallarını aldılar. O zaman Ebû Muhammed hazretlerinin buyurduğu söz aklına geldi. Fakat yanındakilerden çekinip onun ismini söyleyemedi. Zîrâ onlar, bunun mânâsını anlayacak durumda değildiler. O mübârek zâtın ismini kalbinden geçirdi. O anda, Ebû Muhammed İbrâhim'i elinde âsasıyla karşısındaki dağın üzerinde gördü. Elindeki âsasıyla malları alan haydutlara bir takım işâretler yapıyordu. Çok geçmeden o kişiler malları getirip teslim ettiler ve "Buralardan hiç bir zarar ve ziyân görmeden gidebilirsiniz. Çünkü size izin vardır." dediler. Sebebini sorduklarında; "Şu dağın tepesinde sizden aldığımız malları geri vermemizi emreden birini gördük. Onun heybet ve azametinden güç ve kuvvetimiz kalmadı. Ona muhâlefet etmekten çok çekindik ve korktuk. Bu yüzden mallarınızı eksiksiz geri getirdik." dediler.

Ebû Muhammed İbrâhim buyurdu ki: "Cehennem'den en çok korkan kimse,Cehennem'e girmiş, orada Allahü teâlânın dilediği kadar kalmış, sonra oradan çıktığını kendinde hissetmiş ve o hâli yaşamış kimsedir."

O İSTESE DE İSTEMESE DE

Meâli bin Hilâl el-Abedânî, Ebû Muhammed İbrâhim hazretlerinin; "Bizim gelmesini arzû ettiklerimiz, ancak bizi ziyâret edebilir." buyurduğunu duydu ve içinden; "İstese de istemese de ben onu ziyâret ederim." diye geçirdi. Onun ikâmet ettiği yere doğru yola çıktı. Oraya yaklaştığında, büyük bir arslana rastladı. Arslan, üzerine hücûm etti. Korkuyla geri döndü. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde ne kadar gitmek istedi ise, o arslan hep karşısına çıktı. Hâlbuki ondan başka herkes rahatça gidiyordu. Hiçbirine arslanın zararı dokunmuyordu.

Bu hâle şaşırdı ve meseleyi bâzılarına anlattı. Aklına gelenleri de söyledi. Ona; "Bu arslanın sana yol vermemesi, o büyük zâtın sözüne küçük bir îtirâzın sebebiyledir." dediler. Bunun üzerine istigfâr okuyup, hâlis bir niyetle tövbe etti. Tövbekâr olarak yola çıkıp, Ebû Muhammed İbrâhim'in yanına gitti. Arslan da kalkıp onun yanına geldi. Ebû Muhammed İbrâhim, arslanla şakalaştılar ve ona dönerek; "Hoş geldin, ey tövbekâr kişi!" buyurdular. O da hemen ellerine sarılıp öptü ve af diledi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBRÂHİM DESÛKÎ

Mısır'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, İbrâhim bin Ebü'l-Mecîd, lakabı Burhâneddîn'dir. Seyyiddir. 1235 (H.633) senesinde Mısır'da Nil Nehri batısında Desûk köyünde doğdu. 1277 (H.676) târihinde vefât etti.

Seyyid İbrâhim Desûkî doğduktan bir gün sonraydı. Halk, o gün Ramazân-ı şerîf olup olmadığı husûsunda tereddüde düştü. Hilâlin görünüp görünmediği husûsunda, Muhammed bin Hârûn hazretlerine gidildi. O da keşf yoluyla SeyyidBurhâneddîn'in doğduğunu anlayıp, gelenlere; "Dün gece mübârek bir çocuk dünyâya geldi. Gidin, onun süt emip emmediğine bakın." buyurdu. Annesi, evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Feth Vâsıtî'nin kızı Seyyide Fâtıma Hanıma sorulduğunda, çocuğu için; "Bugün fecr vaktinden beri hiç emmedi." dedi. Durum Muhammed bin Hârûn'a bildirildiğinde; "Seyyide Fâtıma Hanım üzülmesin. Akşam olunca çocuğu emer. Ramazân-ı şerîfin birinci günü olduğu için emmemiştir." buyurdu. Böylece Ramazana girildiği anlaşıldı.

Seyyid İbrâhim anlatır: "Hem babamın sulbünde, hem de annemin rahmindeyken, Allahü teâlâ bana pekçok lütuf ve ihsânlarda bulundu. Doğduğum zaman hilâlin göründüğü daha anlaşılmamışken, o gün Ramazân'ın başladığını insanlara müjdeledim. Bu benim dünyâya gelişimin ilk kerâmetiydi.Altı yaşıma gelince, Allahü teâlâ, bana yüce âlemdeki şeyleri gösterdi. Sekiz yaşımda, Levh-i mahfûzu ve onda olan şeyleri müşâhede edip gördüm. Dokuz yaşımda, semâ ve onda olan şeylerin sırrını çözdüm. Fakat asıl olanlar, on dört yaşımdayken oldu. Bunlar, Rabbimin bana sonsuz ihsânlarından birkaçıdır. Bunlardan dolayı Allahü teâlâya hamd ederim."

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Desûkî; Necmüddîn Mahmûd İsfehânî'den ilim öğrendi ve feyzlerinden istifâde etti. Ayrıca Abdürrazzâk hazretlerinin de teveccühlerine kavuştu. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinden de ilim öğrendi. Abdüsselâm bin Meşiş hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ettiği gibi, Peygamber efendimizin rûhâniyetlerinden de vâsıtasız olarak feyz aldı. Pekçok âlim, velî ve kâdı, onun talebesiydi. Arapça, Farsça, Süryânice, İbrânice ve diğer dillerle konuşurdu. Derin ilme sâhip evliyâdandı.

Bir gün Seyyid İbrâhim Desûkî'yi imtihân etmek niyetiyle, yedi kişi yola çıktı. Desûk nahiyesi yakınlarına geldiklerinde İbrâhim Desûkî, talebelerinden birini bunlara gönderdi. Talebe, kendisini Seyyid İbrâhim Desûkî'nin gönderdiğini, geri dönmelerini istediğini bildirdi. İmtihan için gelenler biraz tereddüd ettiler. O anda kendilerini bir sahrada buldular. Uzun müddet burada perişan bir halde kaldılar. Yiyecek bir şey bulamayıp ot yediler. Üzerlerindeki elbiseleri eskidi. Lime lime olup dökülmeye başladı. Büyük bir zâtı imtihân etmek isteği ile bu hâle geldiklerini anlayıp, tövbe ettiler. Onların bu hallerine vâkıf olan Seyyid İbrâhim, talebesini tekrar onların yanına gönderdi. Talebe onlara; "Artık buradan gidiniz!" dedi. O kişiler etraflarına bakınırken, bir anda kendilerini İbrâhim Desûkî hazretlerinin huzûrunda buldular. Seyyid hazretleri onlara; "Haydi hazırladığınız suâlleri söyleyin!" buyurdu. Onlar da; "Efendim, biz bir kabahat işledik. Bundan çok üzgünüz, affınızı ve bizi talebeliğe kabûl etmenizi istiyoruz." dediler. Seyyid İbrâhim Desûkî de bunları affedip, talebeliğe kabûl etti.

İbrâhim Desûkî hazretleri, birkaç talebesini alış-veriş için şehre gönderdi. Şehirde talebeler, bir iftirâya uğrayıp, zâlim bir vâli tarafından zindana atıldılar. Hallerini mektupla hocalarına bildirdiler. Seyyid İbrâhim Desûkî hazretleri, vâliye şu satırları yazıp gönderdi:

Gece okları ulaşır hedefe,
Atılırsa huşû yayları ile.

Menzile kavuşmak için erler kalkar,
Rükû ile berâber secdeyi uzatırlar.

Ellerini açıp Allah'a,
Gönülden ederler duâ,

Ok yaydan çıkınca,
Zırh bile etmez fayda.

Mektup vâliye ulaşınca, vâli, arkadaşlarını topladı. "Şunlara bakın hele, hocaları bana bir mektup göndermiş." dedi ve ağır hakâretlerde bulunup, mektuptaki şiiri okumaya başladı. Tam (Ok yaydan çıkınca) mısrasına gelince, bir ok gelip, vâlinin göğsüne saplandı ve oracıkta öldü.Vâlinin adamları, korku içinde mazlumları alelacele salıverdiler.

İbrâhim Desûkî hazretleri ömrünü hep İslâm dînine hizmet etmekle geçirdi. İnsanların doğru yola kavuşması için çok gayret gösterdi. Geceleri uyumaz, sabahlara kadar ibâdet eder, cenâb-ı Hakk'a kırık bir kalp ile yalvarırdı. Gündüzleri talebelerine ders verirdi. Sünnet olduğu için öğleden önce bir mikdâr uyuyup kaylûle yapardı. Hikmetli sözleri pek çoktur. Oğlu kendisinden nasîhat istedikte; "Ey gözümün nûru evlâdım. Önce içindeki nefs denilen ejderi öldür! Yüzünü toprağa sür! Hatâ ve isyânını kabûl ve îtirâf et ve işlediğin hatâ dolu ibâdetlerinin yüzüne çarpılmasından kork!" buyurdu.

Sevdiklerine kalp temizliğinin önemini anlatırdı. Bu hususta; "Allahü teâlâ, kullarının kalbine nazar eder. O halde ey insanlar! Kalplerinizi çok temiz tutunuz! Onu cilâlandırınız! Güzel ve parlak ediniz! Orada yalnız ihlâs ve doğruluk bulunsun!" buyururdu.

Talebesi olmak isteyen birine; "Ey oğlum, tövbe etmek istersen, bu hususta lâübâli olma. Tövbeyi oyuncak sanma, yalnız dil ile "Tövbe ettim yâ Rabbî!" demek yetmez, hem dil ile tövbe etmeli, hem de haramları ve yasak olan şeyleri yapmamalıdır. Tövbe nasıl olur bilir misin? Kulun, kalbini Allah'dan başka bir şey ile meşgûl etmemesi, tövbe etmesi ile olur. Bu hâsıl olursa, tövbe makbuldür." buyurdu.

"Ey talebelerim! Bizim yolumuzun esâsı, zarûrî olan ile yetinmektir. Sonsuz saâdeti arzu ediyorsanız, Allahü teâlâdan başkasına muhtac olmamayı beğeniniz.

Yine talebelerine; "Hak teâlâ neyi emir buyurmuşsa onu işlemenizi, neden nehy etmişse yasak etmişse ondan kaçınmanızı istiyorum."

"İlim, kulluğun gerçek mânâsını anlamak veHakk'a tam kulluk etmek içindir."

"Gıybet; yalancıların meyvesi, fâsıkların ziyâfeti, kadınların sakızıdır." buyurdu.

Kendisine Allahü teâlânın sevdiği kimselerden soruldukta; "Cenâb-ı Hak şu kimseleri sever: İffetli ve kalbi temiz olanı, elini fenâlıktan men edeni, dilini gıybetten ve lüzumsuz sözden koruyanı, edep yerine sâhib olanı, iyilik, ikrâm ve ihsâna koşanı, dâimâ Allahü teâlâyı hatırlayanı, affetmeyi seveni." buyurdu.

Hoca hakkı soruldukta; "Talebe, hocasından müsâade almadan konuşmamalıdır. Eğer hocası orada hazır değilse, manevî olarak ondan izin istemelidir. Zîrâ her bakımdan rehberi olan hocası, talebesinin bu gibi şeylere riâyet ettiğini gördüğünde onu çok sever, kısa zamanda hedefe ulaştırır." buyurdu.

Bir talebesi kendisinden nasîhat istedi. O zaman; "Uygun olmayan yerlere gitmekten çok sakın, oralara girip çıkanlara da dikkat et. Müslüman kardeşinden yersiz bir şey görürsen, ona iyi muâmele etmeye gayret et, iyi geçin. Onun durumuna düşmekten pek sakın. Senin en iyi, en yakın dostun; özü, sözü doğru olandır. O böyle kaldığı müddetçe, onu koru." buyurdu.

"Allahü teâlâya muhabbet edip, muhabbete vesîle olursan, yerdekiler ve göktekiler de sana muhabbet eder. Allahü teâlâya itâat et ki, yerdekiler ve göktekiler de sana muhabbet etsin. Allahü teâlâya itâat et ki, insanlar ve cinler de sana itâat etsin. Cenab-ı Hakk'a muhabbet ve itâat edene, Allahü teâlâ ikrâmlarda, ihsânlarda bulunur. Denizler onun için donup, sular ona yol olur. Hava emrine âmâde olur." buyurdu.

Ömrünün sonlarına doğru, talebelerinin büyüklerinden birine; "Ezher Câmiinde ders vermekle meşgûl bulunan kardeşim Mûsâ Desûkî'ye git. Selâmımı söyle ve zâhirinden önce bâtınını, kalbini temizlesin. Gurûr, kibir, hased, ucb gibi bütün kötü huylardan kalbini muhafaza etsin." buyurdu. Talebe derhâl yola çıkıp, hocasının emrini kardeşine ulaştırdı. Kardeşi o anda ders veriyordu.Dersini yarıda bırakıp, süratle İbrâhim Desûkî hazretlerine gitti. Fakat ağabeyinin, seccade üzerinde Allahü teâlânın rahmetine kavuştuğunu gördü.

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn hazretleri, kıymetli eserler yazmıştır. Bunların en meşhûru El-Hakâik adlı kitabıdır.

YOKSA PİŞMAN OLURSUNUZ

Son günlerinde talebelerine; "Ey evlatlarım! Ömrünüz her geçen gün azalmakta, eceliniz yaklaşmaktadır. Bir gün bu üzerinde yaşadığınız dünyâ dürülecek, kıyâmet kopacaktır. Hergün amel defterinizi hayırlı işlerle doldurmaya bakınız. Böyle yapanlara müjdeler olsun. Amel defterlerini, yasaklardan kaçmayarak günahlarla dolduranlara da yazıklar olsun. Vakitlerinizi isrâf etmeyiniz. Zamanlarınızı boşa geçirmeyip değerlendiriniz. Yoksa pişmân olursunuz. Duânızın kabûl olmasını istiyorsanız, helâlden yiyiniz ve müslüman kardeşlerinizin hakkında yersiz söz etmekten dilinizi tutunuz." nasîhati oldu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBRÂHİM BİN EDHEM


Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H.96) te Belh şehrinde doğup, 779 (H.162)da Şam'da vefât etti. İsmi, İbrâhim bin Edhem bin Mansûr, künyesi Ebû İshâk'tır. Nesebi hazret-i Ömer'e dayanır. Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râi ve Şeyh Mansûr Selâmi'nin sohbetinde bulunup, VeyselKarânî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir.

Bağdât, Şâm veHicaz'da meşhûr oldu.Üç kıtanın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı A'zam hazretlerinin sohbetleriyle olgunlaştı. Dinde fakih ve müctehid oldu. Rumlarla yapılan cihadlara katıldı. Arap lisânını çok fasîh konuşurdu.

Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Saîd bin Mezbân, Mukatil bin Süleymân ve Süfyân-ı Sevrî'den, Sevrî de kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Evzâî, Şakîk-i Belhî, İbrâhim bin Beşar, kendisinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. Nesâî, Dâre Kutnî, İmâm-ı Buhârî onun sika, güvenilir bir râvi olduğunu bildirmişlerdir. Buhârî "Edeb", Tirmizî "Tahâret" kısmında kendisinden rivâyette bulunmuşlardır.

Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. KendisiŞehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı severdi.Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı.Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir.Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır.

Tâcını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:

Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı.Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan sallanıyordu. seslendi: "Kim o?" Damdaki, "Tanıdık biriyim, devemi kaybettim onu arıyorum" dedi. İbrâhim Edhem, "Hey şaşkın, ne diye damda arıyorsun? Damda deve mi olur?" deyince, damdaki zât, "Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?" dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.

Başka bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zat çıkageldi. Ne askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var? deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta İbrâhim Edhem sordu: "Ne istiyorsun?" O zât, "Bu handa konaklamak istiyorum." dedi. İbrâhim Edhem; "Burası han değil, benim sarayımdır." diye cevap verdi. O zât, "O halde bu saray bundan evvel kimindi?" diye sorunca, İbrâhim Edhem; "Pederimindi!" dedi. Gelen zât; "Ondan evvel kimindi?" diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem; "Filân zâtın!" dedi. O zât; "Ondan evvel kimindi?" diye sorduğunda, İbrâhim Edhem; "Filân oğlu filânın!" cevâbına, o zâtın; "Bunlara ne oldu?" suâline de İbrâhim Edhem; "Öldüler!" cevâbını verdi. Gelen heybetli kimse; "Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbâhim Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu; "Sen kimsin?" O zât da, "Ben Hızırım." dedi.

Bundan sonra İbrâhim Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı.Kalbindeki Allah aşkı fazlalaştı.

Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir:

Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; "Yâ İbrâhim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın!" diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiçbir kimseyi göremedi. "Allah lânet etsin! Bu İblis'tir!" dedi.Atını tekrar sürdü.Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık; "Ey İbrâhim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!" dendi.

Durup, sağına soluna baktı, hiçbir kimseyi göremedi: "Allahü teâlâ lânet etsin! Bu İblis'tir!" dedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri atının eyeri tarafından işitti ve durdu: "Âlemlerin Rabbinden bana bir ikaz geldi.Allahü teâlâya yemin ederim ki bu günden sonra Allah'a isyân etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor!" dedi. Bu hâdise üzerine pek fazla ağladı ve elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı.Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.

Merv şehrine doğru giderken yolda âmâ bir adamcağız bir köprüden geçiyordu. Gözleri görmediği için nehre tam düşerken, İbrâhim bin Edhem bunu gördü. Adamcağıza çok acıdı ve (Allahümmahfezhu= Ey Alah'ım. Onu muhâfaza et, koru!) diye duâ etti. Bunu söyleyince köprüden düşmekte olan âmâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta kaldı, düşmedi. Etrafta bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhim bin Edhem'in büyüklüğünü tasdik ettiler. Bundan sonra Nişâbur'a gitti. Hep nefsi ile meşgûl olmak, her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için, kendisine dünyâ meşgalelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Burada bulunan bir mağarada dokuz sene ibâdet etti. Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması icab etti.Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak sûretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapılmış olduğunu anladı. Allahü teâlâya hamd etti.

İbrâhim bin Edhem hazretleri, bu mağarada kalırken, insanlar onun hâlini anlamaya başladılar. Bu durumda, derhal mağarayı terk etti ve Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Sahrada giderken bir zât ile karşılaştı. O zât kendisine (İsm-i a'zam= Allahü teâlanın en büyük ismini) öğretti. Bununla Allahü teâlâya duâ etti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine; "Sana ism-i a'zam'ı öğreten kimse, İlyas aleyhisselâm idi." dedi ve çok sohbet ettiler. Daha sonra, İbrâhim bin Edhem'in Nişâbur'da ikâmet ettiği mağarayı ziyâret edenŞeyh Ebû Saîd isminde bir zât, hayret edip; "Sübhânallah! O ne mübârek bir zâtmış. Burada bulunması bereketiyle burası öyle güzel kokuyor ki, eğer mağarayı misk ile doldursalar öyle güzel kokmaz!" dedi.

Nakledildiğine göre İbrâhim bin Edhem Mekke-i Mükerremeye ulaşabilmek için sahrayı on dört senede kat edebildi. Bir müddet gidiyor, iki rekat namaz kılıyordu. Bu şekilde Mekke'ye ulaştı. Böyle bir zâtın gelmekte olduğunu, Harem-i şerîfte bulunan âlimler haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola çıktılar. Böyle zâtları karşılamak âdetleriydi. O ise, kimse beni tanımasın diye, bir kâfilenin önüne düşmüş geliyordu. Başka kimseler de kendisini karşılamak ve görmek istiyorlardı. Kâfilenin önünde bulunan İbrâhim bin Edhem'e yaklaşıp: "Acaba İbrâhim bin Edhem yaklaştı mı? Harem-i şerîfin âlimleri kendisini karşılamaya geliyorlar da..." dediler. O ise, "Bırakın o kötü kimseyi! Ondan ne istiyorsunuz?" buyurdu. O kimseler, İbrâhim bin Edhem'in ensesine bir tokat vurdular ve;"Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü diyebilirsin. Böyle söylemekle asıl sen kötü oluyorsun." dediler. İbrâhim bin Edhem de; "İşte ben de aynı şeyi söylüyorum." buyurdu.

Onlar ayrılıp gittikten sonra kendi nefsine şöyle diyordu: "Sen ne kadar ahmaksın ve cüretlisin. Mekke âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu ediyorsun? Halbuki onlar mübârek ve muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye sen nasıl cesâret edebiliyorsun? Ama sen -tokat vurulmakla- sana asıl lâyık olana kavuştun." Nitekim kendisini tanıyıp özür dilediler. Burada kısa zamanda kendisine eş-dost buldu. Çalışıp-kazanarak, alın teri ile nafakasını temin ederdi.

Nakledildiğine göre, memleketinden (Belh'ten) ayrıldığında geride süt emen bir oğlu kalmıştı. Çocuk büyüdü. Zengin oldu. Vâlidesine, babasını sordu. O da, "Baban kayboldu. Mekke'de bulunduğuna dâir bâzı haberler var." dedi. Oğlu; "Anneciğim, ben gidip, babamı bulmaya çalışacağım ve hizmetinde bulunacağım." dedi. Her tarafa haber gönderip, bu sene hacca gitmek isteyenlerin kendisine gelmelerini, masraflarını kendisinin karşılayacağını bildirdi. Bunun üzerine kendisine dört bin kişi geldi. Hepsinin masraflarını karşılayıp, hem haccetme, hem de babasına kavuşmak arzusuyla yola çıktı. Kâbe-i muazzamaya varınca, orada hırka giymiş, yamalı elbiseli kimseler gördü ve onlara babasını sordu. Onlar; "O bizim hocamızdır, Mekke dışından, sırtında odun getirip, satar, parası ile de ekmek alıp bize verir." dediler. Genç sahraya çıktı. Bir ihtiyarın ağır odun yüklenmiş olarak geldiğini gördü. Kendisini tâkib etti. O, pazara gidip odunları sattı. Parası ile ekmek alıp dostlarına ikrâm etti. Onlar ekmek yerken, o da namaz kılıyordu. Dostlarıyla birlikte tavaf yaparlarken, güzel yüzlü bir genç karşısına gelip durdu. İbrâhim bin Edhem ona bakıyordu. Tavafı bitirdikten sonra; "O gence bu kadar dikkatle bakmanızın hikmetini anlayamadık." dediler. Buyurdu ki: "Ben, Belh'ten ayrılırken süt emme çağında bir çocuğum kalmıştı. Bu genç odur." O genç, "Babam benden kaçar." endişesiyle, kendisini belli etmiyor, fakat her gün gelip babasını seyrediyordu. İbrâhim bin Edhem bir gün, dostlarından birini alıp, Belh'ten gelen hacı kâfilesinin yanına gitti. Atlastan bir çadır ortasında bir kürsü olduğunu ve oğlunun o kürsüde oturup Kur'ân-ı kerîm okuduğunu gördü. Genç; "Her halde, mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir belâ ve imtihândır." (Tegâbün sûresi:15) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyordu. Bunu duyunca geri dönüp gitti.Yanındaki dostu, gencin yanına gitti. Kur'ân-ı kerîm okuması bittikten sonra gence; "Nerelisin?" dedi. O da "Belhliyim." deyince, "Kimin oğlusun?" dedi. O da; "İbrâhim bin Edhem'in oğluyum. Onu ilk defâ dün gördüm. Ama o muydu, değil miydi, iyice bilemiyorum. Benden uzaklaşır korkusuyla kendisine de soramadım." dedi. Gelen zât; "Gelin sizi onun yanına götüreyim." dedi. Bundan sonra berâberce İbrâhim bin Edhem'in yanına geldiler. Genç, babasını görünce kendinden geçecek şekilde ağladı. Kendine geldiğinde babasına selâm verdi. Babası selâmını alıp, bağrına bastı ve; "Hangi dindensin?" diye sordu. Genç;"İslâm dînindenim." dedi. İbrâhim bin Edhem; "Elhamdülillah!Kur'ân-ı kerîmi de biliyorsun. Peki ilim de tahsil ettin mi?" buyurdu. Oğlu; "Evet!" deyince, o yine hamdetti. Oğlunu yanına alıp ellerini semâya çevirdi. "Yâ Rabbî! İmdâdıma yetiş!" diye yalvarmaya başladı. Bunu gören yakınları; "Yâ İbrâhim, ne oldu, niçin yalvarıyorsun?" diye sordular. Onlara; "Oğlumu bağrıma basınca şefkati ve sevgisi kalbimde kaynadı. Bunun üzerine bir nidâ geldi: "Yâ İbrâhim! Beni sevdiğini iddiâ ediyorsun. Fakat benimle berâber başkalarını da seviyorsun. Dostluğumuza ortak katıyorsun. Bir kalpte iki sevgi olur mu? Bu dostluğa sığar mı?" Bunu işitince duâ edip; "İzzet, ikrâm sâhibi olan Allah'ım! İmdâdıma yetiş! Eğer oğlumun muhabbeti, beni, senin sevginden alıkoyacaksa, ya benim, yâhut da onun canını al, diye duâ ettim. Duâm hemen kabûl oldu. Oğlum kucağımda can verdi." dedi.

Buyurdu ki: "Lokmayı helâlden temin edebilmek için uğraşmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir. Çünkü her şeyin başı helâl lokmadır."

Kendisi işçi olarak çalışır, o gün kazandığı ile yiyecek şeyler alıp dostlarına ikrâm ederdi. Bir defâsında eve geç kaldı. Yol da uzundu. Arkadaşları; "O gecikti. Bâri biz yiyecek ne varsa onları yiyip uyuyalım, beklemiyelim." dediler. Nitekim yemeklerini yediler, yatsı namazlarını da kıldıktan sonra yatıp uyudular. İbrâhim bin Edhem gelince onların uyuduğunu gördü ve bir şey yemeden aç olarak yattıklarını düşünüp çok üzüldü. "Getirdiğim unu yoğurayım, bir şeyler pişireyim de uyandıkları zaman yesinler ve yarın oruca niyyet edebilsinler" diye çok uğraşıp, bir şeyler hazırladı. Arkadaşları uyandıkları vakit, onun kendileri için ne sıkıntılara katlandığını görünce, ne yaptığını sordular. O olanları anlattı. Bunun üzerine birbirlerine, "Bakın! O bizim için ne fedâkârlıklara katlanıyor, bizim hakkımızda ne kadar iyi düşünüyor. Fakat biz onu yemeğe beklemiyoruz." deyip, Onun kıymetini daha iyi anladılar ve özür dilediler.

Recâ bin Hayve şöyle anlatıyor: "İbrâhim ile beraber bir gemiye binmiştik. Bir anda gökyüzü karardı. Çok şiddetli bir fırtına başladı. Kendi kendime; "Vah, vah. Gemi batacak galiba." dedim. O sırada; "Hiç korkma! İbrâhim bin Edhem sizinle beraberdir, bir şey olmaz." diyen bir ses duydum. Ondan sonra fırtınanın şiddeti kesildi, selâmetle yolumuza devam ettik."

Bir defâsında gemiye binmişti. Abasını üzerine çekip istirahate çekildi. Biraz gidince fırtına başladı. Herkes korkup, gemi batacak endişesi ile telâşlandılar. İbrâhim bin Edhem ise, abasının altında istirahatine devâm etti. Gemidekiler kendisine;"Ne kaygısız kimsesin. Herkes can derdinde. Sen ise rahatça yatıyorsun. Bu ne haldir?" dediler. O, gâyet sâkin olarak kalktı ve; "Yâ Rabbî! Bizlere rahmetini göster." diye duâ etti. Bundan sonra fırtına sâkinleşti. Gemide bulunanlar rahatladılar.

Bir gün bir sarhoşun yanından geçiyordu. Ağzı bulaşmış, yerde yatar gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve; "Allahü teâlânın isminin anıldığı bir ağzı böyle bulaşmış berbat halde bırakmak hürmetsizlik olur." buyurdu. Sarhoş kendine gelince İbrâhim Edhem hazretlerinin yaptığını ve söylediği sözü bildirdiler. O kimse tövbe etti ve sâlihlerden oldu. Sonra İbrâhim Edhem hazretlerine rüyâsında; "Sen bizim için onun ağzını yıkadın. Biz de senin kalbini temizledik." buyurdular.

İbrâhim bin Edhem, sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve tekrar sarkıttı. Bu çekişinde, altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardığında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. "Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum. İhsân et" diye yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.

Yolda bir taş gördü. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıydı. Çevirdi; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okudu ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." dedi ve ağladı.

İbrâhim bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda, ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı.

Kendisi anlattı: Bağ sâhibi bir gün gelip bana; "Tatlı nar getir." dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine; "Tatlı nar getir." dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sâhibi, "Sübhanallah! Bunca zamandır burada bekçisin, narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun!" dedi. Ben de; "Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?" diye cevap verdim. Bağ sâhibi, "Sendeki bu hâle bakınca İbrâhim bin Edhem'sin diyeceğim geliyor." dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen oradan ayrılıp gittim.

Huzeyfe-i Mer'aşî, İbrâhim bin Edhem'e hizmet ederdi.Sebebini sorduklarında şöyle anlattı: "Mekke'ye giderken çok acıkmıştık. Kûfe'ye gelince, açlıktan yürüyemez oldum. "Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?" dedi. "Evet!" dedim. Hokka, kalem, kağıt istedi. Bulup getirdim. "Bismillâhirrahmânirrahim. Herşeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi veren sensin. Sana her an hamd ve şükr eder, Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum." yazıp, bana verdi ve; "Dışarı git veAllahü teâlâdan başka kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın adama bu kâğıdı ver." dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kağıdı ona verdim. Okudu, ağlamaya başladı. "Bunu kim yazdı?" dedi. "Câmide birisi" dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde altmış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etraftakilere sordum. Nasranîdir (yâni hıristiyandır) dediler. İbrâhim bin Edhem'e bunları anlattım. "Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir." buyurdu. Az zaman sonra nasrânî, İbrâhim bin Edhem'in huzûruna geldi. "Bu yazıyı yazan siz misiniz?" dedi. "Evet!" cevâbını alınca; "Çok düşündüm, böyle bir yazıyı yazanın Allah'a olan tevekkülü, ancak hak olan bir dinde olur. Bu parayı verdiğim kimseyi tâkib ederek huzûrunuza geldim. Bana İslâmiyeti anlatır mısınız?" diyerek, kelime-i şehadeti söyledi ve müslüman oldu."

Bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa." buyurdu. O kimse;"Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah buyurdular.

Birisiyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam edip, zaman gelip ayrılmaları icâb edince, arkadaşı: "Uzun zaman arkadaşlık ettik bir ayıbımı gördünse söyle bir daha yapmayayım." dedi. İbrâhim bin Edhem cevâbında: "Kardeşim sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâima sevgi gözü ile baktım. Onun için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan başkalarına sor." buyurdular.

Kendisine; "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem; "Korktum, eğer O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da diyemem." buyurdu.

Vefât ettiği gün; "Yer yüzünün emânı ölmüştür." diye gizliden bir ses duyuldu. Bunu herkes işitti. Fakat mânâsını anlayamadılar. Acaba ne olacak diye merak ettiler. Ne zaman ki İbrâhim binEdhem'in vefât haberi duyuldu, herkes bu sözün İbrâhim bin Edhem için olduğunu o zaman anladılar.

Buyurdular ki: "Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir."

"İşittiğime göre, kıyâmet günü insan, daha çok utansın diye tanıdıklarının yanında hesâba çekilir."

"İlmi, amel için öğreniniz. Çokları bunda yanıldı. İlimleri dağlar gibi büyüdü, amelleri ise zerre gibi küçüldü."

"Borcu olan kimse, borcunu ödemedikçe, yağlı ve sirkeli taam yememelidir."

Her zaman şöyle duâ ederdi: "Yâ Rabbî! Beni günah alçaklığından, sana tâat ve ibâdet lezzetine ulaştır."

HİÇ UYUMAZDI

Ramazân-ı şerîfte ekin biçer, aldığı ücreti muhtaç olanlara verirdi. Gece sabaha kadar ibâdet eder, hiç uyumazdı. "Hiç uyumadan nasıl durabiliyorsunuz?" diyenlere; "Nasıl uyuyabilirim ki, ağlamaktan bir an kesilemiyorum. Bu halde gözüme uyku girmesi mümkün müdür?" derdi. Namazını bitirdikten sonra ellerini yüzüne kapar; "Yaptığım ibâdet doğru ve makbûl olmaz da, eski bir paçavra gibi yüzüme çarparlar diye çok korkuyorum." buyururdu.

Bir defasında, ıssız bir yerde, harâbe bir binâda şiddetli soğuk ve ayazın olduğu bir gece, üç kişi ibadet ediyorlardı. Arkadaşları uyuduktan sonra İbrâhim bin Edhem kalkıp, sabaha kadar kapıda bekledi. "Niye böyle yaptın?" dediklerinde; "Arkadaşlarım uyurken bir tehlike meydana gelirse, onu ben karşılayayım. Arkadaşlarım üzülmesinler diye böyle yaptım." buyurdu. Bir defâsında sefere çıkmıştı.Azığı bitti; "Benim yüzümden bir kardeşim sıkıntıya, zahmete girmesin." düşüncesiyle uzun müddet kimseden bir şey istemedi.

GÖNÜL HUZÛRU İLE İBÂDET

İbrâhim bin Edhem buyurdu ki: "Bir gece Mescid-i Aksâ'da kalmak istedim. Câmi vazifelilerinin beni görmemeleri için içeride bulunan hasırların arasına gizlendim. Görünce içeride kalmama izin vermezlerdi. Gece, geç vakit olunca kapı açıldı ve içeriye tanımadığım bir zât girdi. Yanında derviş kıyâfetli kırk kişi daha vardı. O yaşlı zât mihrâba geçti, iki rekat namaz kıldıktan sonra öbürlerine döndü. İçlerinden biri; "Bu gece, burada tanımadığımız, bizden olmayan biri var." dedi. Mihrâbda bulunan, tebessüm etti ve"Evet İbrâhim bin Edhem var, kırk gündür kalb huzûru ile ibâdet yapamamaktadır." dedi. Bunları duyunca ben açığa çıktım. Mihrâbda bulunana; "Evet doğru söylüyorsunuz. Lütfen bunun sebebini de bildiriniz." dedim. O zât şöyle anlattı: "Filân zaman Basra'da hurma satın almıştın. Bu sırada yere bir hurma tanesi düştü. Sen o hurmayı kendi hakkın zannederek aldığın hurmaların içine koydun. Onu yediğin için kırk gündür ibâdetlerinden tad alamıyorsun."dedi.

Ertesi gün hurmayı satın aldığım zâtın yanına gittim. Olanları anlatıp kendisinden helâllık diledim. O da hakkını helâl etti ve; "Mâdem ki bu iş bu kadar hassastır. O halde ben şimdiden sonra hurma satmayı bıraktım." dedi. Sonra dükkânını kapattı. Vakitlerini ibâdetle geçirmeye başladı, nihâyet o da Allahü teâlânın sevgililerinden oldu.

DAHA NE İSTERLER

Kendisine şöyle sordular: Allahü teâlâ; "Ey kullarım, benden isteyiniz, kabûl ederim, veririm." (Mü'min sûresi: 60) buyuruyor. Halbuki istiyoruz vermiyor? Cevâben buyurdular ki: "Allahü teâlâyı çağırırsınız O'na itâat etmezsiniz. Kur'ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerinden faydalanırsınız. O'na şükretmezsiniz. Cennet'in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem'i âsiler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız.Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Duâlarının neticesi, yalnız bu olursa yetmez mi."

İŞTE GERÇEK SULTANLIK

İbrâhim bin Edhem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini dikiyordu. Memleketin vâlisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Edhem hazretlerinin başında durdu. Vâli onu seyrederken şöyle düşündü: "Bak şu dünün hükümdârına! Böyle yapmakla eline ne geçti?" İbrâhim bin Edhem vâlinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı.Sonra; "Balıklar iğnemi getirin." deyince, bir balık, ağzında İbrâhim Edhem'in denize attığı iğneyi getirdi. İbrâhim bin Edhem iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra vâliye döndü: "Elime bu iğne geçti!" buyurdu. "Yâni; ben Allahü teâlâdan gayri olanları bırakıp, bütün varlığımla O'na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerâmeti verdi!" demek istedi.

NASÎHATLERİN ÖZÜ

Kendisinden bir zât nasîhat istediğinde buyurdu ki:

Altı şeyi kabûl edip yaparsan, hiçbir işin sana zarar vermez. Dünyâda ve âhirette rahat edersin. O altı şey şunlardır:

1. Günah yapacağın zaman Allahü teâlânın sana verdiği rızkı yeme.

2. O'na âsî olmak istersen, O'nun mülkünden çık. Mülkünde olup da ona isyân etmek uygun olur mu?

3. O'na isyân etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma. Görmediği yerde yap. O'nun mülkünde olup, verdiği rızkı yiyip, gördüğü yerde günah yapmak uygun değildir.

4. Can alıcı melek, rûhunu almaya geldiği zaman tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Şimdi kudretin var, güç kuvvetin yerinde iken tövbe et. Tövbe edilecek zaman bu zamandır. Zîrâ ölüm çok âni gelir.

5. Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek, suâl için geldiklerinde, onları kov seni imtihân etmesinler. Soran kimse; "Buna imkân yoktur." dedi. İbrâhim Edhem buyurdu ki; "Öyle ise şimdiden onlara cevap hazırla."

6. Kıyâmet günü Allahü teâlâ; "Günâhı olanlar Cehennem'e gitsin." diye emir edince ben gitmem de. Soran kimse dedi ki: "Bu sözümü dinlemezler." Nasîhatları dinleyen kimse tövbe etti ve ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi.

HELAL LOKMA

İbrâhim bin Edhem hazretleri helal lokma yemeye çok dikkat eder ve herkese tavsiye buyururlardı. Bir gün kendisine falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor, kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip üç gün misâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşırıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helâldan değildi. "Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytandandır." deyip, genci evine dâvet etti. Kendi lokmalarından bir tane yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhim'e sorup; "Bana ne yaptın?" deyince; "Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helâl yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı." dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBRÂHİM EFENDİ (Aşçı Dede)


Erzincan velîlerinden. İsmi İbrâhim bin Halil bin Muhammed Ali Bey'dir. 1828 (H.1244) senesinde İstanbul'da Kandilli'de doğdu. Bir hac seferinde Medîne'de vefât ettiği ve orada defnedildiği nakledilmiştir. Babası Muhammed Ali Ağadır. Dedesi Kastamonulu Uzun Halil Ağa demekle meşhûr bir zât olup, yeniçeri devrinde Anadolu Hisarında köy ağası gibi hatırı sayılır bir ağa idi. Babası beş yaşında iken yetim kalmış, amcasının yanında büyümüştür. Annesi Çerkeşoğulları denilen bir âileden HasanAğanın kızı Behiye Hanımdır. İbrâhim Efendiden önce bir kız çocukları doğmuş ve küçük yaşta vefât etmiştir.

Babası yeniçeri başçavuşu olup, Rusya muhârebesinde iken İbrâhim Efendi doğmuş, babasına müjdelenmiştir. İbrâhim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvufta Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sonaErzincan'a gidip Hacı Fehmi Erzincânî hazretlerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun sohbetlerinde kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede rûznâmeci olarak vazîfe yaptı.

Hocasını tanıdığı ve tasavvufta kemâle erip yükseldiği yer olması sebebiyle Kûy-i Cânân-ı Hakîkî diye vasfettiği Erzincan'a gitmek için İstanbul'dan gemi ile yola çıkıp Trabzon'a oradan da Erzincan'a geçti.

Şöyle anlatır: "Ben bilmezdim. Fakat Kûy-i Cânân-ı Hakîkî Erzincan imiş. Altı-yedi gün gâyet hoş bir yolculuktan sonra bir sabah vakti dağ üzerinde iken Erzincan Ovası göründü. Ova gözüme o kadar hoş gözüktüğünden, elimde olmadan meâlen; "Bunlar Adn Cennetleridir. Oraya devamlı kalıcılar olarak giriniz." buyrulan âyet-i kerîmeyi okudum. Bu sırada yanımda bulunan yol arkadaşım İsmâil Ağa yüzüme bakıp neden bu âyet-i kerîmeyi okuduğumu sordu. İçimden geldi deyince, benim tarîkat ehli bir kimse olduğumu anlayıp; "Niçin söylemezsiniz, ben de tarîkat ehliyim." dedi. Hangi tarîkatten olduğunu sorunca, "Hâlidiyye" dedi. SonraErzincan'da bu tarîkatın çok yaygın olduğunu söyledi. Bu sırada ben Mevlevî tarîkatında idim.

Daha sonra Erzincan Ovasına indik. Oradan Erzincan'a bir günlük yolumuz daha vardı. Ova o kadar hoşuma gitti ki, hayretimi yol arkadaşım İsmâil Ağaya söyledim. Erzincan daha güzeldir, dedi. "Zâhiri de bâtını da mâmur." sözünden; bu beldenin hem zâhiri hem de bâtını mâmur bir belde olduğunu anladım. İçimden; "Bu beldede elbette büyük ve mübârek bir zât olmalı. Çünkü insana pek hoş geliyor, bambaşka bir haz veriyor." diye düşündüm. Hatırladığıma göre 1853 (H.1270) senesinde Receb ayında Erzincan'a ulaştık.

Yolculuğumuz sırasında İsmâil Efendiye Erzincan'da velîlerden kimler vardır, diye sordum. "Hacı Fehmi Efendi vardır. Büyük bir zâttır. Hâlidiyye yolu halîfelerindendir. Şeyh Vehbi Hayyât'ın (Terzi Baba) halîfesidir. Hani Erzincan'a girerken kabristanda gördüğümüz türbe var ya işte o türbe Şeyh Vehbi Hayyât hazretlerinin türbesidir." deyince, ben Fehmi Efendiyi daha görmeden ona âşık oldum. İsmâil Efendi bana dedi ki: "Bu sözleri söyleyince yüzünün rengi değişti. Bambaşka birisi oldunuz." Ben ise; "Gönlümde bambaşka bir tecelli hâsıl oldu. Fehmi Efendinin aşkının ateşi üzerimde görülmeye başladı. Amanİsmâil Efendi! Bu Cumâ günü ziyâretine gidip ayağının toprağına yüz sürelim." dedim. "Baş üstüne." deyip, evine gitti. Bunun üzerine benim içime bir başka aşk ateşi düştü ki, öncekinden daha tatlı ve tesirli idi. Cumâ gününün gelmesini iple çekiyordum. Yemekten içmekten kesildim. Annem; "Sende bir efkâr var! Oğlum bu hal nedir?" diye sordu. "Hiçbir şey değil birkaç gündür vücûdumda kırıklık hâli var." diyerek cevap verdim.

Cumâ günü gelince, gusül abdesti alıp temiz elbiselerimi giydim. İsmâil Ağa, berâber câmiye gitmek için yanıma gelip; "Bugün güveği gibi giyinmişsin." deyince; "Evet öyledir. İnşâallah Fehmi Efendinin dâmâdı olacağım." dedim.

Câmiye vardığımızda daha kimse gelmemişti. Müezzin Kur'ân-ı kerîm okuyordu. İlk safa oturduk. Cemâat yavaş yavaş toplanıyordu. Etrâfıma bakınırken sanki bir ses kulağıma arkana dön bak der gibi oldu. Dönüp baktığımda bir zâtı oturuyor gördüm. Kalbimde şimşek çakar gibi bir hâl oldu. Bir hareket ve âzâlarımda bir titreme meydana geldi. Bu zâtın Hacı Fehmi Efendi olduğunu hissedip yanımda oturan İsmâil Efendiye yavaşça; "Arkamızda bir zât oturuyor. Fehmi Efendi bu zât mıdır?" diye sordum. Bakıp; "İşte odur." deyince, bende öyle bir heyecan meydana geldi ki, anlatmak mümkün değil. Öyle mânevî bir hâle girdim ki, koca câmi sanki bana dar geldi. Dönüp mübârek yüzüne bakamıyordum. Bakmadan da edemiyordum. Izdırabımdan terlemeye başladım. İsmâilAğa; "Çok muzdarip oldun sebebi nedir?" dedi. "Arkamda oldukları için muzdarip olduğumu söyleyince; "Hazret-i Şeyh hoş görür. Böyle şeyleri aramaz, üzülme." dedi. Halbuki benim ızdırabım başka bir sebepten ileri geliyordu.

Nihâyet ezân okundu. Namaz için kalktık, artık mübârek yüzünü görmek mümkündü. Ama başımı nasıl çevirip de bakabilirdim. Edebimden dönüp bakamadım. Namazdan sonra içimden bir âh çektim. İsmâil Ağa bana; "Sen bu hâl ile nasıl evlerine gidebileceksin?" deyince, artık ister istemez gideceğiz, dedim. "Fazla oturmayalım. Hizmetçiye de tenbih edelim bizim için tütün çubuğu da doldurmasın." dedim. İsmâil Ağa; "Hazret-i şeyhin âdeti öyle değil muhakkak çubuk doldurtur." dedi. Ben içeri girerken hizmetçiye içerde benim için sakın çubuk doldurma diye tenbih ettim.

Nihâyet İsmâil Ağa önde ben de arkasında uzun bir merdivenden çıktık. Oturdukları oda uzun bir oda olup, odada İbrâhim Paşa ve dört beş kişi daha misâfir vardı. İsmâil Efendi odaya önce girdi. Fehmi Efendinin huzûruna girince, mübârek yüzüne baktım. Uzun boylu, ince zayıf yapılı, buğday benizli, yüzünde nûr parlıyordu. Elini öpmek istediğimde âdeti olmadığından ve tevâzu gösterip öptürmek istemediler. Öpmek nasîb oldu. İsmâil Efendi; "Rûznâmeci efendidir." diyerek beni tanıttı. "Mâşâallah bârekallah." buyurdular. Sonra karşısına oturmamı emretti. Huzûrunda edeple oturdum, göz ucuyla yüzüne baktım. Hâlimi hatırımı sordu. Başım önüme eğik olduğu halde cevap veriyordum. Çok sıkıldığımdan terledim. Sıkıldığımı anlayıp bana bir şey söylemeyip diğer misâfirler ile konuştu. Bir müddet sohbetinde kaldıktan sonra müsâde istedik. Ayrılırken elini öpmek istedim, elini yukarı kaldırıp öptürmek istemedi. Fakat elimi biraz sıktılar. Âh âh milyonlarca âh! Hani "Hayâli cihan değer" diye bir söz vardır. İşte şimdi o hatıralarımın hayâli cihan değer. İşte bunları yazıp anlatırken o hayâl hâsıl oldu. Ağla gözlerim ağla! Hocam Fehmi Efendinin ayrılık derdiyle ağla! Huzûrundan ayrılırken müsâfeha edip elimi sıktıkları sırada kalbime şöyle yerleştirdiler ki: "Sen bizimsin, üzülme, mahzun olma!" İşte o andaki sevincim sevdiğine kavuşan kimsenin sevinci gibi pek ziyade oldu. Kan ter içinde huzûrundan ayrılıp dışarı çıktım. Huzûrunda bana nasîb olan mânevî hâli İsmâil Efendiye açmadım. Bir nazarlarıyla aşk-ı hakîkiye kavuşturdular.

İsmâil Ağa bana; "Artık bugün senin bayramındır. Abdüssamed Efendinin ziyâretine de gidelim." dedi. "O zât kimdir?" diye sorunca; "Terzi Baba'nın dâmâdıdır. Hem Terzi Baba'nın evini de görmüş olursun." dedi. Doğruca oraya gittik. Evi, Câmi-i kebîrin yakınında idi. Beş-altı merdiven basamağı çıktıktan sonra, büyük bir odada idiler. O beldenin âdeti üzere odada bir de ocak vardı. Orayı görünce, içimden aynen İstanbul'daki Merkez Efendinin çilehânesine benziyor düşüncesi geçti.

Abdüssamed Efendi bir köşede oturuyordu. Leblebici Baba da yanındaydı. Başka misâfirler de vardı. Huzûruna girince, elini öpmek istedim, öptürmediler. Karşılarına oturdum. Fakat Hacı Fehmi Efendinin huzûrundaki gibi fazla hicap duymadım. Hürmet ve saygı göstererek konuşuyordum. İsmâil Efendi bu fakiri tanıtınca, memnun oldu. Abdüssamed Efendi konuşurken gözlerini yumuyor arasıra açıp tekrar kapatıyordu. Leblebici Baba ise siyah bir aba giyinmiş elindeki tesbihini çekiyordu. Huzurda bulunanlar edeple oturuyorlardı. Bir müddet sohbetten sonra müsâde alıp ayrıldık. Sonra İsmâil Efendi ile bizim eve gittik. Bu zâtların hayatlarından ve menkıbelerinden anlatmasını istedim.

İsmâil Efendi, MuhammedVehbi Hayyât hazretlerinin hayâtını uzun uzadıya anlatıp sözünü bitirdi fakat bu fakirin de işini bitirdi. Yâni gönlüm tamâmiyle Vehbi Hayyât hazretlerine meyl ve muhabbet ederek gece gündüz âh u figânım arttı. Ertesi günü vazîfe yerime gittim. Bedenen vazîfe mahallim olan yerdeyim, fakat aklım, rûhum MuhammedVehbi Efendideydi. Olup bitenleri vazîfe arkadaşım Şerif Efendiye anlattım. Bana; "İsmâil Efendinin nakl ve hikâyesinin hepsi doğrudur. Bu işler yakında olduğuna göre bu durumları bilenler çoktur. Hem de Hoca Fehmi Efendinin, Şeyh Hayyât hazretlerinin halîfesi olup, "Vehbi Efendinin makâmının Hacı Fehmi Efendiye ihsân olunduğunda dahi aslâ şüphe yoktur." dedi. İşte şimdi baştan başa ateş saçağı sardı. Fakat henüz yalnız olarak Fehmi Efendinin huzûruna gitmeye kuvvet ve cesâretim yoktu. Bu sebeple İsmâil Efendiye bir kere daha gidelim dedim. Bunun üzerine bir sabah gittik. Önceki gibi Hacı Fehmi Efendinin yine ellerini öptük. Sonra, içimden Hacı Fehmi Efendiye karşı çekingenlik hâlim gidip, bir ferahlık geldi. Bir ara kendisine baktığımda Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o anda elimde olmayarak içimden bir aşk deryâsı zuhûr edip, iki gözümün pınarından yaş geldi.Hele ki kendimi zabtederek sırrımı, içimde olanları dışarı vurmadım. Biraz sonra İsmâil Efendinin işâreti ile izin isteyip huzurdan ayrıldık. İsmâil Efendiye; "Benzeri cihana gelmemiş bir Yûsuf'a insan nasıl alâka, ilgi gösterirse, işte, şâhid ve bilmiş olun ki, Fehmi Efendi hazretlerine de öyle âşık oldum. Eğer bu aşk daha ilerlerse, bil ki, kalemi (rûznâmecilik vazîfesini) çoluk çocuğumu terk eder, onun kapısında hizmetkâr olurum." dedim. İsmâil Efendi; "Bu hususta korkum yoktur. Çünkü Hacı Fehmi Efendi hazretlerinin mânevî kuvvet ve kudretlerini iyi bildiğim için, sizi bu duruma varmaya bırakmazlar." dedi.

On beş-yirmi gün sonra İsmâil Efendiyi çağırıp, Fehmi Efendi ve daha başkalarını bir akşam yemeğine dâvet etmek istiyorum. Aceb Fehmi Efendi kabûl ederler mi?" dedim. "Kabûl ederler." dedi. İsmâi Efendi ile berâber huzûruna varıp arz ettik. Kabûl buyurdular. Oradan Abdüssamed Efendi, Leblebici Baba, Hacı Hafız Efendi, AbdülbâkiBaba ve diğer ihvâna giderek hepsini dâvet ettim. Ertesi günü akşam yemeğine teşrif ettiler. Yemekten sonra sohbet başladı. Fakir de şöyle bir köşede ayakkabılık tarafında oturdu. O âna kadar az çok ehl-i tarik ile muhabbetimiz olmuş ise de onların birisinden işittiğim bâzı sözler fakiri o kadar benden aldı ki, doğrusu aklım ve fikrim başka bir çeşit oldu. Abdüssamed Efendi beni kasdederek buyurdular ki:

"Rûznâmeci Efendiyi kimseye vermem. Benim olsun." dedi. Vehbi Hayyât Efendinin dâmâdı olduğu için FehmiEfendi ona çok hürmet gösterirdi. Buyurdular ki; "Rûznâmeci duâcınız, buna fevkalâde teşekkür eder. Siz kabûl buyurursanız." dediler. Hepsinin ellerini teker teker öptüm. İşte o dâvet sâyesinde biraz onlara alıştım. Fakat yine yüzlerine bakamazdım. Önüme bakarak gâyet edepli arzederdim. Ertesi gün Abdüssamed Efendi hazretlerine gittim. Merhamet ve lütuflarının çokluğundan bana zikr yapmayı ve daha başka şeyleri öğretip, teveccüh buyurdular. Bu sırada kalbim harekete geldi. Fakat bir başka âleme girdim. Başka bir renge boyandım.

Oradan Fehmi Efendinin yanına geldim. Onlar da gâyet memnun olup duâ buyurdular. İşte elden geldiği ve gücüm yettiği kadar zikr ile meşgûl oldum. İçimizdeki muhabbet git-gide artıyordu. Hacı Fehmi Efendinin yanında bir köşede boynumu eğip zikr ile meşgûl oldum.

Hacı Fehmi Efendinin âdetleri üzere yanlarında dâimâ Muhammediyye kitabını okuturlardı. Erzurumlu bir derviş olan İsmâil Efendi vardı. Sesi gâyet güzeldi. Muhammediyye'yi ona okuturlardı. Orada bulunanların hepsi gözlerini yumup murâkabe hâlinde dinlerlerdi. Kendileri de murâkabeye dalar bu âlemden çıkardı. Muhammediyye'yi bir saat kadar okuturdu. Muhammediyye okunması tamam olunca, herkes donmuş kalmış gibi olurlar, sonra kendilerine gelirlerdi. Fakir, Hacı Fehmi Efendinin himmetiyle az zamanda hayli terakkî edip ilerleyerek, nice senelik müridler, talebeler gibi oldum.

Hacı Fehmi Efendi, kendisine talebe olmaya gelenler için; "Benim gibi zavallı birinin dervişi mi olur. Biz kendimiz dervişiz. Ancak ihvân-ı din gelip, gönüller böyle arzu ediyor. Fakir de elinden tutup hocam VehbiHayyât hazretlerinin sürüsüne katıyorum. Yalnız fakirin hizmeti dışarıda kalan koyunları birer birer hazret-i Hayyât'ın sürüsüne katmaktır. Oradan ötesine karışmam. O sürünün çobanı vardır. Benim işim onlara teslimdir." buyururlardı.

İbrâhim Efendi, hocası Hacı Fehmi Efendinin ve onun hocası Vehbi Hayyât'ın (TerziBaba'nın) hayâtını ve kendi hayâtını anlatan üç ciltlik bir eser yazmıştır. Büyük ciltler hâlinde olan bu hâtırâtında ayrıca tasavvufa âit çok kıymetli bilgiler, hocalarının sohbetleri yer almıştır. Kendi hayâtını uzunca anlattığı bu eseri çok kıymetli bir eser olup, tasavvufta ilerlemek, yetişmek isteyenler için çok güzel misâller ve faydalı bilgiler yazmıştır. Bu eserinden başka İsmâil Hakkı Bursevî hazretlerinin Rûhul-ül-Beyân Tefsîri'ndeki Fârisî şiirleri tercüme etmiş ve bu tercümenin sonuna Fârisî kâideleri anlatan bir risâle eklemiştir. Risâle-iTercümet-ül-Hakâyık adlı bir eseri vardır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBRÂHİM EFENDİ (Mevlânâ Seyyid İbrâhim)


On beş ve on altıncı asırlarda Anadolu'da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Seyyid İbrâhim bin Muhammed bin Hüseyin bin Ali el-Horasânî olup, Mevlânâ Seyyid İbrâhim adı ile tanınır. Ayrıca Emîr Efendi diye de bilinir. BabasıHorasan diyârının ileri gelenlerinden Sadrüddîn Muhammed isminde bir zât olup, Anadolu'ya gelerek, Amasya yakınında bulunan Yenice ismindeki köyde yerleşmişti. O köyde bulunan büyük bir zâviyede talebe okuturdu. İbrâhim Efendi bu köyde dünyâya geldi.Doğum târihi bilinmemektedir.

Seyyid İbrâhim'in babası Muhammed Efendi, kerâmet sâhibi, çok yüksek bir velî idi. Rivâyet edilir ki, ömrünün sonlarına doğru Seyyid Muhammed Efendinin gözleri zayıflayıp, görme hassası kaybolmuştu. Birgün, o zaman daha genç yaşta bulunan oğlu Seyyid İbrâhim ile berâber otururlarken, birden oğluna hitâben; "Ey gözümün nûru evlâdım. Başını açma. Çünkü hava soğuktur. Üşürsün." dedi. O da çok hayret edip; "Babacığım, sen göremezdin, benim başımın açık olduğunu nasıl bildin?" diye merakla suâl edince, babası şöyle cevap verdi: "Evlâdım, seni görmek arzum o kadar şiddetlendi ki, gözümü açıp seni bana göstermesi için, cânu gönülden Allahü teâlâya duâ ettim. O da bu duâmı kabûl edip, seni bana gösterdi. Şimdi yine gözüm perdelidir, yâni kapalıdır. Göremiyorum."

Muhammed bin Hüseyin, o zamanlar Amasya'da vâliydi. Şehzâde Bâyezîd Han ile çok iyi görüşüp sohbet ederlerdi. Aralarında baba-oğul gibi münâsebet vardı.Bâyezîd Han ona ismiyle değil. "Baba" diye hitâb eder, başka zamanlarda da yine bu şekilde bahsederdi. Her zaman onun duâsını isterdi.

Yine Seyyid İbrâhim'in babasına âid olan bir menkıbe şöyledir: Sadrüddîn Muhammed bin Hüseyin, bir gün Şehzâde Bâyezîd Han ile sohbet ederlerken, bir ara ona, ava çıkmak husûsunda aşırı davranmamasını, hattâ ava hiç çıkmamasını tavsiye etmişti. Bâyezîd Han bu söze uyarak birkaç gün ava gitmedi ise de, yine bir gün av için hazırlanıp, avlanma yerine gitti. Av esnâsında Şehzâde'nin hizmetçileri ve maiyetindekiler, buldukları av hayvanını onun bulunduğu tarafa doğru sürerlerdi. Böylece o da, önüne gelen avı kolayca avlayıverirdi. Bu avda da, güzel bir ceylanı Şehzâde'nin bulunduğu yere sürdüler. Şehzâde tam okunu atıp ceylanı avlayacaktı ki, birden vazgeçti. Onu vurmadı. Şehzâde'nin bu hâli orada bulunanları hayrette bıraktı. Bu garib hâlin sebebi kendisinden suâl edildiğinde, şöyle cevap verdi: "Tam ceylanı avlayacağım sırada gördüm ki, babam (Şehzâde Bâyezîd, Muhammed bin Hüseyin'den hep "Babam" diye bahsederdi) güzel bir ceylanın sırtına binmiş bana doğru geliyor ve; "Ben seni avdan men etmemiş miydim?" diyordu. Onun bu sözü bana çok tesir etti. Ben o korku ile avlanmaktan vazgeçtim."

İlk tahsîlini babasının huzûrunda yapan Seyyid İbrâhim, bundan sonra ilim öğrenmek maksadıyla Bursa'ya gitti.Orada; Şeyh Sinânüddîn, Hasan Samsûnî ve Hocazâde gibi meşhûr âlimlerin derslerinde ilim öğrenip yetişti. Zamanın âlimlerinden oldu.

Bir ara,Karamanlı vezîr Mehmed Paşa tarafından, oğlunun tâlim ve terbiyesi için tâyin olundu. Bundan sonra Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında Sultan Bâyezîd'in oğlu Şehzâde Korkut'un hocalığına memur oldu.

Merzifon, Karahisar ve diğer bâzı şehirlerde müderrislik yaptıktan sonra, Amasya'da Sultan Bâyezîd Medresesine müderris oldu. Bundan sonra da Amasya kadılığına tâyin edildi. Sultan Bâyezîd Hanın saltanâtının son zamanlarında emekli oldu. Kardeşleri Hüseyin ve Abdâh efendiler de âlim ve velî olup, Amasya'da Bâyezîd Medresesinde müderris idiler.

Yavuz Sultan Selîm Han, İstanbul'da Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinin yakınında bir ev satın alıp, Seyyid İbrâhim'e hediye etmişti. O da emekliliğinden sonra İstanbul'a gelerek bu eve yerleşti ve vefâtına kadar ikâmet etti. Vefâtından evvel, kendisinden sonra bu evi, Ebû Eyyûb Medresesi müderrislerine mahsus olmak üzere vakfetti.

Seyyid İbrâhim hazretleri, gâyet uzun boylu, gür sakallı, heybetli bir zâttı. Güzel ahlâklıydı. Diğer velîler gibi, o da az yemek, az uyumak ve az konuşmak kaidesine tam uygun yaşardı. Hiçbir zaman yatakta yatarak uyuduğu görülmezdi. Oturarak bir mikdâr uyuyup, uyku ihtiyâcını giderirdi. Çok kerâmetleri görülmüştür.

Devâmlı olarak ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı, başka hiçbir şey ile alâkadar olmamayı tercih etti. Bu sebepten hiç evlenmedi.

Seyyid İbrâhim, bu hâdiseden sonra insanlarla münâsebetten yüz çevirip, gösterişten, bozuk niyetten uzak bir şekilde, hâlis bir kalb ile Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmeye başladı. Hâl ve gidişâtında; sâlih, doğruluk, iffet ve takvâ üzere ve dînimizin emirlerine tam uymakta son derece titiz olup, zühd ve verâ sâhibi pek yüksek bir zât idi.

Hem anne, hem de baba tarafından asâlet sâhibi temiz âilelere mensûb, çok edepli, aklı ve zekâsı fevkalâde olan bir kimseydi. Dünyâya düşkün olmaması o dereceydi ki, onun yanında altın ile saksı parçası bir idi. Dünyâlık şeylerden eline geçenlerin, kendisine zarûrî kısmını bırakıp, fazlasını ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Bir ân Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Hizmetçileri dâhil, hiçbir zaman hiçbir kimseye şu işi şöyle yap diye emr etmez, zarûrî lâzım olursa, yine emretmeyip îmâ yoluyla bildirirdi. Meselâ su kabını boş görse, hizmetçisine bunu doldur demez; "Bunu yapan kimse su koymak için yapmıştır." derdi.

Allah rızâsı için çok ibâdet edenlere mahsus nûrlar, Seyyid İbrâhim'in yüzünde gün ışığı misâli parlardı. İnsanlarla konuşmasında ender rastlanan bir husûsiyete sâhib idi. Sözde ve fiilde, büyükler ile küçükleri bir tutar, küçükleri de büyükler gibi vakarla, ağırbaşlılıkla karşılardı. Bu da tevazuunun çokluğundandı. Beş vakit namazı câmide cemâatle kılar, akşam ile yatsı arası mescidde bulunup, ibâdet ile meşgûl olurdu.

İnsanın anlatmaktan âciz kaldığı güzel sıfatları ve fazîletleri yanında, hüsn-i hatta(güzel yazı yazmakta) da mehâret ve ihtisas sâhibi idi. Birçok mûteber eseri, kendi hattı (yazısı) ile yeniden yazmıştır.

Ömrünün sonlarına doğru gözlerinin görme hassası gidip, iki gözü de görmez olmuştu. Bir ilâç yapılıp, Allahü teâlânın izni ile bir gözü açıldı. Ömrünün sonuna kadar, o bir tek gözü ile yetindi. Hiçbir zaman dünyâya rağbet gözüyle bakmadı.

Osmanlı âlimlerindenTaşköprüzâde diye tanınan Ahmed bin Mustafa, Şakâyik-ı Nu'mâniyye isimli meşhûr eserinde, Seyyid İbrâhim'i anlatırken buyuruyor ki: "Ölüm hastalığında Seyyid İbrâhim'i ziyârete gittim. Vefâtı yaklaşmıştı. Geldiğimi anlayınca gözünü açıp; "Hak teâlâ hazretleri çok kerîm ve latîftir. O'nun, târif ve tavsîfin çok üstünde, hadsiz ve hesapsız olan lütuf ve keremi bana müşâhede olundu." buyurdu. Bundan sonra yine kendinden geçip gözlerini kapadı. Yanından ayrıldığım gece vefât ettiğini öğrendim."

Ömrünün sonlarına doğru rahatsızlandı. Hastalığı sırasında hep, Allahü teâlânın yüce ismini tekrarlıyordu. 1528 (H.935) senesinde vefât etti. Vefâtında yaşının doksanı geçmiş olduğu rivâyet edilmektedir. Cenâzesi,Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin câmiine yakın bir yerde defnolundu."

ACABA DİLİ DÖNER Mİ?

Zamânında bulunan haddini bilmez bir kimse, Seyyid İbrâhim'e dil uzatıp gıybetini yapar, hakkında uygun olmayan şeyler söylerdi. Bu kimsenin yaptıkları, söyledikleri, defâlarca Seyyid İbrâhim'e haber verildiği hâlde, o bir cevap vermeyip hep sükût eder ve sabrederdi.

Yine birgün o kimsenin, haddi aşarak ve daha da ileri giderek söylediklerini kendisine haber verdiler. Önceki söyledikleri yara olarak kalbinde durduğu ve hiçbir şey söylemeyip hep sabrettiği hâlde, bu defâ çok üzülüp gayrete gelerek; "Acabâ şu anda lisânı (dili) döner, hareket eder mi ki?" dedi. Mübârek gönlü çok incinip, o kimseye; "Dili kurusun." diye bedduâ etti. O gece, o kimsenin dili tutuldu ve ölünceye kadar hiç konuşamadı. O kimsenin bu acıklı halini görenler, Allahü teâlânın velî kullarına dil uzatmanın, karşı gelmenin ve edebsizce sözler söylemenin ne kadar tehlikeli olduğunu ve ne ağır belâ ve musîbetlere uğranacağını anladılar.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
İBRÂHİM GÜLŞENÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Muhammed bin İbrâhim bin Şehâbeddîn bin Aydoğmuş bin Gündoğmuş bin Oğuz Atâ'dır. Lakabı Gülşenî olup, 1426 (H.830)da Âzerbaycan'da doğdu. 1534 (H.940) senesinde Mısır'da vefât etti.

Babası Emîr Muhammed, asîl bir Türk âilesindendir. Emîr Muhammed vefât ettiğinde İbrâhim'in yaşı küçüktü. Amcası SeyyidAli onun terbiyesi ve eğitimi ile meşgûl oldu. Değerli hocalara göndererek ilim tahsîline gayret etti. Çok zekî ve kâbiliyetli olan İbrâhim, kısa zamanda akranları arasında en ileri dereceye kavuştu. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde âlim oldu. Bilgisini daha da arttırmak için, o zamânın ilim, irfân merkezi olan Semerkand'a gitmek üzere yola çıktı. Yorucu yolculuklardan sonra Tebrîz'e ulaştı. Sultan Uzun Hasan'ın Kâdı'l-kudâtı Mevlânâ Hasan ile sohbet etti. Mevlânâ Hasan, İbrâhim'in âlim ve fazîletli biri olduğunu anlayınca, ona çok hürmet göstererek; "Tebriz'de kalırsanız, size maddî mânevî her türlü kolaylığı sağlar, hizmetinizi görmekle şerefleniriz." dedi. İbrâhim de kabûl edince, durumu Sultan Uzun Hasan'a bildirdi. Sultan ona, dîvân-ı hümâyûnunda nişancılık vazîfesi verdi. Böylece devlet hizmeti görmeye başladı. Fakat İbrâhim'in niyeti ve yaratılışı bu işe uygun değildi. Bu işe bir türlü ısınamadı. Haramlardan kaçmak, şüpheli korkusuyla mübahları dahi terk etmek bu işte olamıyordu. Arzusuna uygun yaşayabilmek için, SeyyidYahyâ Şirvânî'nin halîfesi Dede Ömer Rûşenî'nin hizmetine girerek, talebesi oldu. Her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Nefsini terbiyeye çalıştı ve çok uğraştı. İsteklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsine muhâlefet etti. Bu gayreti sebebiyle, cenâb-ı Hak pekçok ihsânlarda bulundu. Kalp gözü açıldı. Kısa zamanda Ömer Rûşenî hazretlerinden icâzet, diploma almakla şereflendi.Hocası, Dede Ömer Rûşenî'nin kendisine Gülşenî diye hitâb etmesi üzerine, lakabı Gülşenî kaldı ve bu lakapla tanındı. İbrâhim Gülşenî hazretleri bundan sonra Tebriz'deki medresede ders vermeye başladı.

İbrâhim Gülşenî'nin Allahü teâlânın emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmaktaki gayreti pek ziyâdeydi. Dünyâya zerre kadar meyletmez, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Allahü teâlâya olan korkusundan günlerce yemek yemek aklına gelmezdi. Eline geçen malları fakirlere dağıtır, kendisi kimseden bir şey kabûl etmezdi.

İnsanlara öyle tatlı, hoş, yumuşak davranırdı ki, dost-düşman herkes onu takdîr ederdi. Müslümanlar onun huzûruna geldikleri gibi, kâfirler bile İbrâhim Gülşenî'nin alçak gönüllülüğünü görüp seve seve müslüman olurlardı. Sultan Uzun Hasan da İbrâhim Gülşenî'yi sever, hürmet ederdi. Sultan bir gece acâyib bir rüyâ gördü.Rüyâsında iri yarı siyah bir kimse, kendisini öldürmek kastıyla, elinde kılıç saldırdı. Öldürülme korkusundayken, İbrâhim Gülşenî hazretleri talebeleriyle geldi.Talebelerinin her birinin eline altın kılıç verdi. İbrâhim Gülşenî'nin talebeleri, o siyah kimseye kılıçlarını vurup, parça parça ettiler. Sultan ertesi gün İbrâhim Gülşenî'yi sarayına dâvet etti.Hürmet ve saygı gösterdi. İzzet ve ikrâmda bulundu. Ancak daha rüyâsını anlatmaya fırsat bulamadan, İbrâhim Gülşenî hazretleri rüyânın tâbirini söyledi. "Sadaka belâyı giderir, ömrü uzatır." buyurdu. Bu hâli gören Sultânın, İbrâhim Gülşenî'ye îtimâd ve bağlılığı arttı.

Bir gün Şehzâdelerden biri, düşman olduğu birisinin zarar görmesini istedi.Bu niyet ile İbrâhim Gülşenî'ye gelip, o zâtın zarar görmesi için yazı yazmasını istedi. İbrâhim Gülşenî de; "İşi Hak teâlâya havâle etmek iyidir. Kin tutarak, öfkelenerek bir müslümana zarar vermeye kalkmak, hattâ uğradığı bir zarara sevinmek câiz değildir." buyurdu.

İbrâhim Gülşenî'den bu yazıyı alamayacağını anlayan şehzâde atına bindi, başka birinden böyle bir yazı almak kasdıyla yola çıktı. Yolda at şahlanarak, iki ayağı üzerine doğruldu. Şehzâde, atın arkasına düştü ve kendinden geçip bayıldı. Görenler yetişip, bu hâliyle evine getirdiler. Şehzâde ayılıp kendine gelince; "İbrâhim Gülşenî'ye gidin, ben tövbe ettim, pişmân oldum. Beni affetsin." diye haber gönderdi. İyi olup ayağa kalkınca, hemen İbrâhim Gülşenî'nin yanına gitti. Huzûrlarında tekrar tövbe etti ve Sâdık talebelerinden oldu.

Sultan Hasan, oğlu Halil'i iyi bir idâreci olabilmesi için Fars vilâyetine vâli tâyin etti. Halil gittiği vilâyette halka zulüm etmeye başladı. Zulmünden bıkan halk, durumu Sultana anlattı. Sultan, buna çok üzülüp, İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Hasan'ı huzûruna istedi. Sonra; "Oğlum Halil zulme başlamış. Yazdıracağım emri ona götürüp, insanların içinde korkmadan okuyun." dedi. SultanHasan'ın hanımı, durumu acele oğluna bildirdi. Halil haberi alınca, yollara adamlarını koyup; "Gelenleri yakalayıp derhal huzûruma getirin." diye emir verdi. Bu sırada İbrâhim Gülşenî ile Kâdı Hasan yola çıkmışlardı. O yere yaklaştıklarında, Halîl'in adamları onları yakalayıp vâlinin huzûruna çıkardılar. Halîl, İbrâhim Gülşenî'ye hürmet eder görünmeye çalıştı. Herkesin bulunduğu bir sırada İbrâhim Gülşenî'ye: "Efendim! Tebrîz'den çıkalı kaç gün oldu?" diye sordu. O da; "On yedi gün" deyince, Halîl alay ederek; "Efendim! Tebrîz'den buraya bir ayda ancak gelinir. Hele bu kış mevsiminde yollar buzlu ve karlıdır. Daha uzun zamanda gelmek gerekmez mi?" deyip, inanmadı. İbrâhim Gülşenî hazretleri; "Biz ömrümüzde hiç yalan söylemedik. Yalan söyleyeni de sevmeyiz. Fakat şunu iyi biliniz ki, Allahü teâlânın sevdiği kulların himmeti dağları eritir. Bizim bir aylık yolu on yedi günde gelmemiz şaşılacak şey değildir ki... İnanmıyorsanız işte mektup. Bugünkü târihe, bir de mektuptaki târihe bakınız." buyurdu. Bu hal karşısında, duraklayan Halîl, mektubu aldı ve yanındaki dîvân beyine verdi. Târihi okudular, tam on yedi gün olduğunu gördüler. Mahcûb olan Halîl; "Efendim! Bu, sizin kerâmetinizden başka bir şey değildir." dedi. İbrâhim Gülşenî de; "Mâdemki evliyânın tasarruf etme gücüne inanıyorsunuz, öyle ise babanıza karşı gelmemelisiniz." Eğer bozuk niyetinizi düzeltmezseniz, sizi bu gece cezâlandırırız." dedi. O sırada Vâli Halîl; "Yarın İbrâhim Gülşenî'yi öldürteyim." diye düşünüyordu. O gece rüyâsında, İbrâhim Gülşenî'nin kendi boğazını sıkarak; "Bre zâlim! Yaptığın zulümler yetmez mi ki, cenâb-ı Hakk'ın hâlis kullarına da kötülük düşünürsün?" dedi. Halîl boğulacak gibi oldu. Yattığı yerde ellerini kaldırarak tövbe etti. Uyandığında ter içinde kalmış, çok korkmuştu. Yatağından kalkıp düşünmeye başladı. İbrâhim Gülşenî, o gece Kâdıasker Alâyi'nin evinde misâfirdi. Gece yarısı olunca, ev sâhibini uyandırdı ve; "Haydi Vâli Halîl'in konağına gidelim." buyurdu. Gece yarısıHalîl'in konağına girdiler. Yattığı yerin kapısına gelince, yüksek sesle; "Ey Halîl! Tövbe ettin mi, yoksa hâlâ beni öldürme fikrinde misin?" dedi. Vâli Halîl, ağlıyarak kapıdan çıktı ve İbrâhim Gülşenî'ye; "Efendim! Yaptıklarıma pişmân oldum. Tövbe ettim. Yalvarıyorum bana duâ buyurunuz. Bundan sonra hiç kimseye zulüm etmiyeceğim." dedi.

Sultan Hasan'ın devlet adamlarından ikisi, İbrâhim Gülşenî'yi ziyârete geldiler. Gelenler daha söze başlamadan, birisine; "Senin bu gece niyet ettiğin şey makbûldür. Fakat buradaki malından değil, köyden gelecek olandan ver. Kendi yerine gönderdiğin vekilin sâlih bir kimsedir. İnşâallah senin için hac eder. Yalnız ücretini bol ver." dedi. Diğerine de; "Niçin sabah gusl edip tövbe etmedin? Burada oturma. Git, çabuk gusl abdesti al gel." buyurdu. Meğer, o iki kimsenin birisi yerine hacca vekil gönderecekmiş. Düşündüğü bir kimsenin bu işi yapıp yapamayacağı hakkında tereddüd ediyordu. Vereceği paranın helâlden olup olmadığında da şüphesi vardı.

Devlet adamı, İbâhim Gülşenî hazretlerinden bu kerâmetleri görünce, hemen Sultan Hasan'a gitti. Olanları anlattı. Sultan, İbrâhim Gülşenî'nin büyüklüğünü daha iyi anladı ve onu memnun etmek için Kâdı Hasan'ı çağırdı. "Git, İbrâhim Gülşenî'yi ziyâret et. Bizden selâm söyle. Bizi duâdan eksik etmesin." diyerek pekçok hediyeler gönderdi. Kâdı Hasan, İbrâhim Gülşenî'nin huzûruna gidip, selâmı söyledi ve hediyeleri arz eyledi. Selâmı alan İbrâhim Gülşenî, hediyeleri kabûl etmedi. Kâdı hediyeyi mutlaka vermek için zorlayıp duruyordu. Bu ısrar karşısında İbrâhim Gülşenî; "Kâdı Efendi! Bana hediyeyi vermek için uğraşıp duracağına, acele evine git, kitapların yanıyor!" buyurdu. Kâdı süratle evine vardı ve mangaldan sıçrayan ateşin kütüphânesini yakmaya başladığını gördü. Eğer yetişmese, kitaplarının hepsi ve evi yanacaktı. İbrâhim Gülşenî'nin bu kerâmetini de görünce, ona olan yakınlığı ve bağlılığı bir kat daha arttı. Bu arada gusl için gönderdiği kimse abdest alıp geldi. İbrâhim Gülşenî ona tövbe ettirdi. Tövbeden sonra o kimse velîlik hallerine kavuştu.

Babası Uzun Hasan ve kardeşi Halîl'in ölümünden sonra tahta çıkan SultanYâkûb da İbrâhim Gülşenî'ye izzet ve îtibâr gösterdi. Onun için Tebriz'de bir zâviye inşâ ettirdi. Fakat İbrâhim Gülşenî bu zâviyede irşâd, insanlara hak ve hakikatı anlatma vazîfesine uzun süre devâm edemedi.

Erdebil Hânedânına mensup Safevî Eshâb-ı kirâm düşmanları, Tebriz'deki Ehl-i sünnet müslümanları ortadan kaldırmak ve İbrâhim Gülşenî'ye zulmetmek için harekete geçtiler. Ateşe tapan mecûsîler ile birleşerek, Tebrîz'i işgâl ettiler. Her tarafı yakıp yıktılar. Önlerine gelen genç, yaşlı, kadın, erkek demeden herkesi öldürmeğe başladılar. İbrâhim Gülşenî hazretleri bu fitneden kurtulmak için hicrete karar verdi. Mâcerâlı bir yolculuktan sonra oğlu Ahmed Hayâlî ile Diyarbakır'a ulaştı İbrâhim Gülşenî'ye, şehrin hâkimi, Âmir Bey ile kardeşi Kayıtmaz Bey son derece hürmet gösterdiler. İzzet ve ikrâmlarda bulundular. Fakat orada fazla kalmayıp, yollarına devâm ederek Mısır'a ulaştılar.

İbrâhim Gülşenî'nin hocası Ömer Rûşenî hazretlerinin talebelerinden Tîmûrtaş ileŞâhin efendiler de daha önce Mısır'a gelip yerleşmişlerdi.Mısır halkı onlara değer veriyor, saygı ve hürmette kusûr etmiyorlardı. İbrâhim Gülşenî'nin Mısır'a gelmesini halk büyük bir sevinçle karşıladı. Kâdı'l-kudât Abdülberr bin Şahna, Tîmûrtaş ve Şâhin efendilerin ricâsı üzerine Kubbet-ül-Mustafâ denilen yerde yerleşti. İnsanlara nasîhate, ibâdetleri yapmanın, haramlardan kaçmanın fazîletini anlatmaya başladı. Kısa zamanda Sultan Gavrî başta olmak üzere herkes onu çok sevdi. Onun kalblere şifâ olan sözlerini hep dinlemek, hiç kaçırmamak için huzûrunda bulunmaya gayret ettiler. Gelenlerin çok olması üzerine, hükümdâr ona, Müeyyediye'de bir medrese yaptırdı. İbrâhim Gülşenî oraya giderek, insanlara Ehl-i sünnet îtikâdını ve Gülşeniyye yolunu anlatmaya başladı.

Bu arada Memlûklerin Safevîleri desteklemesi yüzünden Osmanlılarla arası açılmıştı.Sultan Gavri, İbrâhim Gülşenî hazrelerinin karşı çıkmasına rağmen, devlet adamlarının ısrarı üzerine, Yavuz Sultan Selîm üzerine yürüdü. Ancak yapılan savaşta hayâtını kaybetti. Onun yerine tahta çıkan Tomanbay, İbrâhim Gülşenî'ye gelip duâ istirhâm eyledi. Şeyh dedi ki: "Siz duâya kâbiliyet ve istidâd hâsıl eyleyin ki duâ size ulaşsın. Sultanların duâya istidâdı adâlettir. Ol dahi Allahü teâlânın kitâbı ile hüküm vermektir. Her kim Allahü teâlânın emri üzere hüküm etmez ise zâlimdir. Sultanım! Eğer makâm-ı selâmette olmak istersen, Selîm'e tâbi olasın." Bu nasîhatlere rağmen Tomanbay Ridâniye'de Yavuz'un karşısına çıktı. Bozguna uğradı, sonra yakalanarak îdâm edildi.

Sultan Selîm Han böylece Mısır'ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu:

Azîzim hayr-ı makdem ömrümün vârı safâ geldin.
Keremler eyledin gönlümün sultânı safâ geldin.

diyerek karşıladı.Yavuz Sultan Selîm Han da bu büyük âlime çok gönülden hürmet gösterdi. Pekçok yeniçeri ve sipâhi sohbetiyle şereflendi, duâsını alarak feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştılar.

Mısır'da İbrâhim Gülşenî hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamânın sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Hana erişti. Sultan Süleymân Han, onu İstanbul'a dâvet eyledi. İstanbul'a gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikrâmlarda bulundu. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüz dört yaşlarındaydı. Gözlerinde bir rahatsızlık hissediyordu. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâha arz eyledi.Sultan da Kehhâlbaşı'na (Sürmecibaşına) emrederek, gerekli ihtimâmı göstermesini emretti. Kehhâlbaşı, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebeb oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmiinde halka vâz ve nasîhat etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim Gülşenî'ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdir ettiler. Bir müddet İstanbul'da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâhtan izin alarak tekrar Mısır'a döndü.

İbrâhim Gülşenî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî'si tipinde, ona eş olarak, kırk gün içinde kırk bin beytlik Farsça bir mesnevî yazdı. Ma'nevî ismini verdiği bu kitabı çok kıymetlidir.

Talebelerine daha çok Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'si ile kendisinin Mâ'nevî isimli eserinden okuturdu. Nitekim şöyle denilmiştir:

Gülşenî dervişi güldür, goncalardır Mevlevî,
Bülbül-i Şeydâ okur geh Mesnevî, geh Ma'nevî.

İbrâhim Gülşenî hazretleri 1534 (H.940) senesi Şevvâl ayının dokuzuncu gününde, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Yerine oğlu Ahmed Hayâlî geçerek, Gülşenî yolunu devâm ettirmeye çalıştı.

İbrâhim Gülşenî vefât ettiği gün, Münteci Muhammed Efendinin evinin önündeki bir servi ağacı yere devrildi. Muhammed Efendi; "Bu hayra alâmet değil." deyip, duâ almak niyetiyle İbrâhim Gülşenî'nin evine doğru gitti. Eve vardığı zaman, vefât ettiğini öğrendi. Evinin önünde bir servi ağacının devrildiğini, Gülşenî'nin oğlu Ahmed'e anlattı. Orada bulunanlar hayret ettiler. Çünkü, yakınları tabut yapmak için her tarafa servi ağacı aramağa çıkmışlardı.

Orada bulunanlar: "Biz servi ağacı bulmağa etrâfa adam göndermiştik. Meğer sizin servinizin düşmesi İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tabutu içinmiş." dediler. Bana teselli geldi. O serviden tahta biçtirerek, tabut yaptırıp getirdim. Onunla defn ettiler. Yıkarken etrâfa çok güzel, misk gibi bir koku yayıldı... Bu kokuyu, orada bulunan herkes hissetti.

İbrâhim Gülşenî'nin oğlu Ahmed Hayâlî, babasından otuz yedi sene sonra vefât etti. İbrâhim Gülşenî'nin türbesine defnedildi. Kabri kazılırken etrâfa öyle güzel bir koku yayıldı ki, orada hazır olanlar bu kokunun Cennet kokusu olduğunu ve İbrâhim Gülşenî'nin kabrinden geldiğini anladılar. Sandukayı kaldırıp, toprağı kazmaya başladılar. Aşağı inildikçe koku arttı. Kokukun İbrâhim Gülşenî'nin mübârek kabrinden geldiği âşikâr oldu.

Kabre inen şöyle anlattı: "Merâk ederek İbrâhim Gülşenî'nin kabrini açtım. Aradan otuz yedi sene geçmesine rağmen, kefeninde leke bile yoktu. Mübârek başına doğru bakarak hürmetle selâm verdim. Kabirden şöyle cevap verdi: "Aleyke selâmullah yâ İbni!" Tahammül edemeyip, elimde olmayarak diz çöktüm. Yanımda ŞeyhAli'nin lalası vardı. O, korkudan yukarı çıktı. Ben Ahmed Hayâlî'nin cesedini kabre koydum. Üzerimdeki bütün yorgunluk ve korku gitti."

İbrâhim Gülşenî hazretlerinin Mâ'nevî isimli mesnevîsinden başka, Arabî, Fârisî ve Türkçe Dîvânları da vardır. Mâ'nevî'nin bir kısmını, talebelerinden Muhammed Fenâî Efendi Türkçeye tercüme etmiştir.

BESMELENİN FAZÎLETİ

İbrâhim Gülşenî, bir gün talebeleriyle sohbet ediyordu. Bir ara talebeler; "Efendim! Allahü teâlânın ihsânı ile kabirdeki ölülerin azabda veya nîmet içinde oldukları bilinebilir mi? Duâ ederek azabda olanın azâbı kaldırılır mı?" diye sordular. İbrâhim Gülşenî de: "Allahü teâlânın sevdiklerinden biri bir kabre uğradığında, kabirdekinin azab içinde olduğunu gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra, tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre teveccüh ettiğinde, azâbın kaldırılmış olduğunu gördü.Hayret ederek düşünceye daldı. O sırada kendisine bir hitâb geldi. Deniyordu ki: "Bu kabirde yatan kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk Besmeleyi öğrenince, Besmelenin hürmetine babasının azâbı kaldırıldı."

Yine bunun gibi şâhid olduğum bir hâdise de şöyledir: Kâdı Îsâ'nın hocası Fahreddîn vefât etmişti. Kâdı Îsâ, teveccüh edince, hocasının azabda olduğunu anladı ve gelip bana durumu söyledi. Kâdı Îsâ'ya dedim ki: "Hocanın sende hakkı var. Hocan için sadaka ver, Kur'ân-ı kerîm okut ve rûhuna hediye eyle." Kâdı Îsâ denilenleri yaptı. Fukarâya yemek yedirdi. Sevâbını hocasının rûhuna hediye etti. O gece Kâdı Îsâ rüyâsında hocasını gördü.Azap melekleri tekrar azab için gelmişlerdi. Tam o anda onu bir nûr kapladı. Bunu gören melekler, hemen oradan ayrıldılar. Ertesi günü rüyâsını bize tâbir ettirmek için geldi. Biz de; "Okuduğun Kur'ân-ı kerîm ve yaptığın hayır hasenât ona nûr oldu ve azabdan kurtuldu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm nûrdur." dedik.
 
Üst Alt