Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (G)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GAMRÎ


Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebî fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer bin Ahmed el-Vâsıtî el-Gamrî el-Mahallî, künyesi Ebû Abdullah, lakabı ise Şemsüddîn'dir. 1384 (H.786) senesinde Mısır'ın Gamr bölgesinde doğdu. 1445 (H.849) senesi Şâbân ayının sonlarında Mahallet-ül-Kübrâ denilen yerde vefât etti. Yaptırdığı câminin yanına defnedildi.

Gamrî, doğduğu yerde ilim öğrenmeye başladı. Fakîh Ahmed ed-Demsîsî'den Kur'ân-ı kerîmi öğrendi ve ezberledi. Et-Tenbîh adlı eseri okudu. Memleketindeki diğer âlimlerin de sohbetlerinde ve derslerinde bulunan Gamrî, ilim öğrenmek için Kâhire'de Câmi'ul-Ezher Üniversitesine girdi. Bu arada fıkıh ilmini öğrendi. El-Mardinî'nin derslerini tâkib etti. Sonra yalnızlığı seçip, ibâdetle meşgûl oldu.Tasavvuf erbâbı ile görüştü. Ömer el-Vefâî Ahmed ez-Zâhid'in sohbetlerinde bulunarak kemâle erdi. Sonra hocaları onu, insanlara ilim öğretmekle görevlendirdiler.

Gamrî, birçok beldeleri dolaştı. Buralarda insanlara vâz ve nasîhatlerde bulundu. Mahallet-ül-kübrâ denilen yerdeki Şemsiyye Medresesini genişlettirdi ve sağlam bir medrese hâline getirdi. Ayrıca oraya bir de câmi yaptırdı.Bu medrese ve câmide ders verdi, hutbe okudu ve vâz ve nasîhatte bulundu. Bölge halkı ondan çok istifâde etti. Kâhire'deki birçok câminin tâmirine vesîle oldu. Hocası Ahmed ez-Zâhid de onun yaptırdığı imâretlerde ders verdi. Gamrî'nin ismi, her tarafa yayıldı. Birçok ilim tâlibi, ders almak için yanına geldiler. Tâmir ettirdiği câmilerin yanlarına dergâhlar yaptırdı. Buralar, Kur'ân-ı kerîm okunan, sohbet edilen, ibâdet yapılan yerler oldu.

Gamrî çok kere hacca gitti. Bir süre Mekke-i mükerremede kaldı. Beyt-ül-Makdîs'i ziyâret etti.Ehl-i sünnet îtikâdında olup, bid'atten uzak duran ve şiddetle sakınan bir zât idi. Dünyâ malına düşkün değildi. Kendisine getirilen hediyeleri fakirlere dağıtırdı.

Gamrî'nin birçok kerâmetleri görüldü. Bir gece hırsızlar, Gamrî'yi öldürmek için dergâha gelip kapıyı kırdılar. Gamrî yanında bulunan talebelerine ve sevdiklerine; "Onları ben karşılayacağım. Hiç biriniz çıkmasın!" buyurdu. Dışarı çıkıp hırsızlara doğru bir nazar etti. O esnâda hepsi feryâd ederek silâhlarını attılar ve tövbe ettiler.

Dergâhta kandillerin yakılması unutulduğu zaman, Gamrî kandillere eliyle işâret eder, kandiller yanmaya başlardı. Kerâmetlerini gören birçok kişi, kendinden geçti. Şeyh Zekeriyyâ onun yedi iklimdeki her şeye vâkıf olduğunu bildirdi.

Muhammed Gamrî, talebelerini; ihtiyârlar, orta yaşlılar ve gençler olmak üzere üç gruba ayırmıştı. Her grubun yeri ayrıydı. Bu gruplar birbirlerinin yerine gitmezdi. Sâdece Cumâ namazına giderlerken bir araya gelirlerdi. Bu arada bir hafta boyunca öğrendiklerini müzâkere ederlerdi. Muhammed Gamrî, kendisine talebe olmak isteyeni, kendi başına sormadan iş yapmıyacağına dâir söz aldıktan sonra talebeliğe kabûl ederdi. Bundan sonra talebe her işinde, her hareketinde tamâmen hocasına tâbi olurdu. Kendi istek ve arzuları kalmaz, hocasının dediklerine uygun yaşardı.

Gamrî, birçok eser yazmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) El-Kavâid-üs-Sûfiyye, 2) El-Hükm-ül-Meşrût fî Beyân-iş-Şürût, 3) Menh-ul-Minne fit-Telebbüsî bis-Sünne (dört cild), 4) El-Vasıyyet-ül-Câmia, 5) Mehâsin-ül-Hisâl fî Beyâni Vücûh-il-Helâl, 6) En-Nusratü fî Ahkâm-il-Fıtrati,

HATÂLI İŞ

Sultan Çakmak, Saîd beldesinin emîri Kalak bin Ömer'i görevden aldığı gibi, zincire vurdurarak huzûruna getirtti. O esnâda yolda, Muhammed Gamrî'nin talebelerinden biri, Saîd denilen yerde şalgam satıyordu. Hayvanı kaydı ve yere yıkıldı. O da; "Ey hocam Muhammed Gamrî! Bana yardım et!" diye seslendi. Zincirlerle bağlı olan İbn-i Ömer bu sözü duyunca; "Bu yardım istediğin zât kimdir?" diye talebeye sordu.Talebe de; "Bu zât benim hocamdır." dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer; "Ben de Muhammed Gamrî'ye sığınıyorum." dedi.

Muhammed Gamrî, dergâhında olduğu hâlde, İbn-i Ömer'in sözünü işitti. Hemen üç talebesini yanına alarak Kâhire'ye gitti. İbn-i Ömer'i zincirlerle bağlı gördü. Yanındaki talebesi İbn-i Nahhal'e; "Sen saraya git. Sultan, İbn-i Ömer'e şiddet gösterip, öldürülmesini emrettiği zaman, şehâdet parmağını baş parmağının üzerine koy. Bunu yaptığın zaman, orada bulunanların nefesleri tıkanır. Sultan da boğulacak hâle gelecektir." dedi.

İbn-i Nahhal, saraya gittiğinde, MuhammedGamrî'nin dediği gibi oldu. Bunun üzerine İbn-i Nahhal, şehâdet parmağını baş parmağının üzerine koydu ve bastırdı. O anda sultan dâhil, orada bulunanlar nefes darlığından kustular. Sultan, yaptığı işte bir hatâ olduğunu anlayıp, İbn-i Ömer'in bırakılmasını ve ona hediyeler verilmesini emretti. Bunun üzerine İbn-i Nahhal, hemen oradan ayrılıp durumu hocasına bildirdi. Muhammed Gamrî de; "Bizim isteğimiz yerini bulmuştur." dedi. İbn-i Ömer'e bu durum, kimse tarafından bildirilmedi. Muhammed Gamrî dergâhına döndü ve berâberinde götürdüğü talebelerine:

"Bu işi Allahü teâlâ için yaptım ve ben ölünceye kadar kimseye söylemenize izin vermiyorum." dedi.

1) Mu'cem-ül-Müellifin; c.11, s.77
2) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.8, s.238
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.265
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.195
5) El-A'lâm; c.6, s.315
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.162
7) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.176, 674,
Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.87
9) Brockelmann; Gal-2; s.147 Sup-2, s.150
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.31
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GARİP HÂFIZ


Anadolu'da yetişen velîlerden. 1903 (H.1321) senesinde Erzurum'un Cedid mahallesinde doğdu. İsmi, İbrâhim Hakkı'dır. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin neslindendir. Anne tarafından dedesi HacıMâhir Efendi, Rıfâî tarîkatı şeyhiydi.

Garip Hâfız, küçük yaşta her bahar annesi ile birlikte dayısının yanına Erciş kasabasına giderdi. Buraya yakın olan Tortum Şelâlesi kıyısında akranları ile oynardı. Bir gün yine şelâlenin kıyısında oynarken, bir bektaşî dedesi gelerek, çocuklara; "Buradan aşağı atlayabilir misiniz?" diye sordu. O zamanlar beş yaşında olan Garip Hâfız; "Ben atlarım." diyerek yukarıdan şelâlenin döküldüğü yere atladı. Allahü teâlânın yardımı ile suya değmesi ile top gibi sıçrayarak kenara düşmesi bir oldu. Şelâlenin yanındaki keçi yolundan yukarı çıktı. Hâdise karşısında dehşete kapılan bektâşi dedesi korkusundan hızla uzaklaşıp gitti.

Garip Hâfız, Erzurum'da Mustafa Niyâzi Efendiden Kur'ân-ı kerîm dersi aldı ve ezberledi. Hacı Ahmed Efendiden hat sanatını öğrendi. Kur'ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Mustafa Niyâzi Efendi, GaripHâfız'ı talebeliğe kabûl etmeden önce istihâreye yatmasını ve rüyâda ne gördüğünü söylemesini istedi. Rüyâsında hocası Mustafa Niyâzî Efendi elinden tutarak câmiye götürdü. Câminin içerisinde on iki âlim yarım dâire, halka kurup oturmuşlardı. Mustafa Niyâzi Efendi câmideki âlimlere; "Efendiler bu çocuk kırâat ilmini öğrenmekte talebe olmak ister. Ne buyurursunuz?" diye sordu. Onlar; "Oku Hâfız! Oku!" dedi. Ertesi gün Garip Hâfız rüyâsını Mustafa Niyâzi Efendiye anlattı ve ona talebe olarak kırâat ilmini öğrendi. On iki yaşına geldiğinde annesini kaybeden Garip Hâfız, Erzurum'dan Sivas'a gitti. Burada Kazancızâde Emin Edip Efendinin sohbetlerine devâm etti ve ondan feyz aldı. Sivas Dâr-ül-muallimîn okulunda Arapça ve Kur'ân-ı kerîm hocalığı yaptı.

Sivas'tan Merzifon'un Gümüş kasabasına gelerek Halîliye Medresesinde ders vermeye başlayan Garip Hâfız, senelerce güzel ahlâkı müslümanlara öğretti. Garip Hâfız; çok kibar, nâzik ve yumuşak idi. Kimseyi katiyen incitmezdi. Birisinin hatâsını görse onu başka yollardan duyurur; "Sen böyle yapıyorsun." diyerek yüzüne vurmazdı. İbâdetlerini çok gizli yapardı. Dikkati çeken her şeyden sakınırdı. Son derece edepli, hayâ sâhibiydi. Sohbetlerinde kimseyi sıkmazdı. Bütün hayâtını diz üstü oturmakla geçirdi. Sohbetine gelenler ne murâd ederlerse, sormadan cevâb alırlardı.

Hazret-i Muâviye efendimize buğzeden üç kişi Gümüş'te sohbetine geldi. "Efendi! Muâviye hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Garip Hâfız; "Hazret-i Muâviye sahâbedendir. Sevenler selâmettedir. Aleyhinde bulunanlar azaptadır. O, sahâbenin büyüklerindendir. Resûlullah efendimizin hadîsleri ile övülmüştür. İmâm-ı Hüseyin efendimizin şehâdetine sebeb olan Yezid dahi son nefesinde îmânını muhâfaza edebildi ise, onun hakkında bile kötü söylemek tehlikelidir." buyurdu.

Garip Hâfız'ın ziyâretine gelen bir zât; "Hoca Efendi! Ben de sizin gibi olmak istiyorum." deyince;

"Pazarda satılsa otuza kırka
Ben de alırım vücûduma öyle bir hırka."

cevâbını verdi.

Taşovalı Kadir Hâfız bir gün iki arkadaşı ile ziyâretine geldi ve; "Efendim! "Nefsini tanıyan, Rabbini tanır." hadîs-i şerîfi üzerine sohbet buyurursanız, memnun oluruz." dedi. Garip Hâfız; "Evlâdım! Bu makam çok yüksek bir makamdır. Siz şerîatin emirleri ile iktifâ edin. Basamak basamak çıkın bu makâma." dedikten sonra şu beyitleri okudu:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişâh saraya konmaz, hâne mamûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür-nûr olmadan
"Mûtû kable en temûtû" sırrına mazhar olan
Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan
Biz ricâlız, gelmişiz kim gör ezelden tâ-ebed.
İçmişiz aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan
Bir acîb aşka düşmüş yanar şems-i müdâm
Hakka makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan.

Daha sonra; "Bâzıları, kendisi bu halde, bu makamda olmadıkları halde, buralardan söz ederler. İnsana faydalı olan iki türlü ilim vardır. Biri ilm-i diyânet, diğeri ilm-i tebâbettir." dedikten sonra Kadir Hâfız'a dönerek; "Sen o gün görürsün, o vakitte dağların paramparça olduğunu." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. O zât içinden; "Ben nefsden sual arzettim. Efendi bana dağların yıkılacağından bahsetti." diye geçirirken, Garip Hâfız; "Nefs dağı, görmüş olduğun dağlardan kavidir, kuvvetlidir. Nefs dağlarının parçalanması ile dosta kavuşma yolları açılır." buyurdu.

Garip Hâfız, ömrünün sonlarına doğru Merzifon'a yerleşti. İlim öğretmeye burada da devâm etti. 1976 (H.1396) senesinde Ankara'da vefât eden Garip Hâfız, Gümüş'de Halîliye Medresesine defnedildi. Vefâtında mezarının üzerine türbe yapılmamasını vasiyet etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GAVSÎ AHMED DEDE


On yedinci yüzyıl Anadolu velîlerinden. İsmi Ahmed, mahlası Gavsî'dir. Gavsî Ahmed Dede diye meşhur olmuştur. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu olanMevleviyye'ye mensuptur. Gelibolulu Yazıcızâdeler sülâlesindendir. Büyük velî Ahmed-i Bîcân hazretlerinin torunlarındandır. Doğum târihi belli değildir. İstanbul'da doğmuştur. 1697 (H.1109) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Galata Mevlevîhânesi bahçesindedir.

Âlim ve asîl bir âileye mensûb olan Gavsî Ahmed Dede, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Zamânının usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip icâzet, diploma aldı. Selânik kâdısı İmâmzâde'nin yanında nâiblik yaptı. Bu vazîfeyi adâletle yürüttü. Bu sırada kalbine düşen bir aşk ateşi ile tasavvufa ve tasavvuf ehline karşı büyük alâka duydu. Dünyâ makam ve zevklerini terk edip, bir gönül ehlinin eteğinden yapışmaya karar verdi.Bir Allah adamına talebe olmak niyetiyle Selânik'ten ayrılıp Bursa'ya geldi. Bursa Mevlevîhânesi Şeyhi olan Sâlih Dede Efendiye talebe oldu. Onun hizmet ve sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Dört sene müddetle Sâlih Dede Efendinin hizmetinde kaldı. Zâten ilimde yüksek bir âlim olan Gavsî Dede, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi bir velî oldu. Hocasının emir ve tavsiyesi üzerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin memleketi olan Konya'ya gitti. Uzun müddet Konya'da kalıp Mevlevî dergâhının usûlüne göre hırka giydi. Talebe yetiştirmek ve mevlevî dervişlerinin ihtiyaçlarını temin etmek için çalıştı. On altı sene müddetle değişik memleketlere seyâhat edip insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunup, istifâde etti. Bu sırada Horasan'a kadar gittiği, kaynaklarda bildirilmektedir.

Gavsî Ahmed Dede, hocası Sâlih Dede Efendinin vefâtından sonra İstanbul'a geldi. Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Ârızî Dedenin yanında Mesnevîhân yâni Mesnevî okuyucusu oldu. Bu sırada birçok nât-ı şerîfler yanında, tasavvufî şiirler söyledi. Yazdığı şiirleri Ârizî Dedeye okuyunca, Ârizî Dede ona teberrüken Gavsî mahlasını verdi. Bundan sonra Gavsî diye meşhur oldu. Bu vazîfeye devâm ederken aldığı mânevî bir işâret üzerine Fâtih'te SultanSelîm Câmii yakınındaki evinde inzivâya çekildi. İbâdet ve Allahü teâlânın ismini anıp zikirle meşgul oldu. Kasımpaşa Şeyhi Seyyid Halil Dede Efendiyle zaman zaman görüşüp sohbette bulundu. Seyyid Halil Dede'nin teşvikiyle Mevlevîhâne şeyhliğini istemek üzereEdirne'de bulunan pâdişâhın huzûruna gitmeye karar verdi. Bu yolculuğa çıkmadan önce Mevlânâ Dergâhı şeyhi Çelebi Efendi tarafından kendisinin Galata Mevlevîhânesi Postnişînliğine tâyin edildiği bildirildi. Fakat Gavsî Ahmed Dede kendisinin bu vazîfeyle vazîfelendirilmesini pâdişâha arz etmek üzere Edirne'ye gitti. Pâdişâha durumu arz edip konuyla ilgili berâtını alarak İstanbul'a döndü. Yirmi bir sene bu makamda kalıp insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Nâyî Osman Dedenin kayınpederi olan Gavsî Ahmed Dede, Galata Mevlevîhânesi şeyhi olarak vazîfe yaptığı sırada 1697 (H.1109) senesinde vefât etti.Vazîfe yaptığı Galata Mevlevîhânesi bahçesine defnedildi.

Ârifâne şiirleri bulunan Gavsî Ahmed Dedenin Dîvân'ı vardır.

DÂVETE İCÂBET

Galata Mevlevîhânesi şeyhliği sırasında Halvetiyye yolu büyüklerinden Muhammed Nasûhî Üsküdârî hazretleri ile görüşüp sohbette bulundu. Muhammed Nasûhî hazretleri, Üsküdar'da yaptırdığı dergâhın açılışı sırasında Gavsî Ahmed Dedeyi de dâvet etti.

Gavsî Ahmed Dede, dâveti kabûl etti. Fakat Üsküdar'a gidecekleri gün sâhile vardıkları zaman hava rüzgarlı ve denizin dalgalı olduğunu gördüler. Bu sebeple kayıklar yolcu taşıyamıyorlardı. Bâzı kayıkları dalgalar deniz dışına atmış, bâzıları da dalgalar arasında bir o tarafa bir bu tarafa yatıyordu. Gavsî Ahmed Dedenin yanında bulunan bâzı kimseler bu fırtınalı havada yola çıkılamayacağını söylediler. Halbuki Gavsî Dede, verdiğimiz sözde durmalıyız ve Üsküdar'a gitmeliyiz diyordu. Gavsî Dedenin büyük bir velî olduğunu bilen bâzı arkadaşları ise, ona teslim olup gitmek istiyorlardı. O sırada deniz üzerinde bir gemi peyda oldu. Gavsî Dede ve onun büyüklüğünü bilen talebeleri hemen gemiye bindiler. Gavsî Dedenin büyük bir velî olduğunu bilmeyenler ise tereddüd ettiler. Fakat diğerleri binince onlar da bindiler. Deniz bir müddet durgunlaştı. Allahü teâlâya tevekkül edip gemiye binen Gavsî Dede, yanındakilerle birlikte sağ ve sâlim Üsküdar'a ulaştı.

Allahü teâlâ Gavsî Dedeye verdiği sözde durmak istemesi, kendisine tam tevekkül ile bağlı olması sebebiyle kerâmet olarak bu hâli ihsân etti. Gavsî Dedenin büyüklüğünü bilmeyen diğer dervişleri de onun büyüklüğünü anladılar. Gavsî Dede, Nasûhî Muhammed Efendinin dâvetine icâbet edip, dergâhının açılışında bulundu. Onunla uzun sohbet edip biribirlerinden istifâde ettiler.

1) Selîm Tezkiresi; s.494
2) Vekâyiü'l-Füdelâ; c.2, s.198
3) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; c.5, s.144
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.101
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GAVS-ÜL-MEMDÛH


Osmanlılar zamânındaAnadolu'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi Mahmûd, babasınınki Abdürrahmân'dır. 1760 (H.1174) senesinde Tillo'da doğdu. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunlarından olan Mahmûd bin Abdürrahmân, büyük âlim olup İbrâhim Hakkı Erzurûmî'nin talebesidir. Gavs-ül-Memdûh ismi ile şöhret buldu. Pekçok kimsenin hidâyete kavuşup Allahü teâlânın sevdiği kullar arasına girmelerine vesîle oldu.

Küçük yaşta, İbrâhim Hakkı Hazretlerinden ilim ve mârifet öğrenmeye başladı.Keskin bir zekâya sâhib olan Gavs-ül-Memdûh, ısrarlı ve düzenli bir çalışma ile, kısa zamanda hocasından tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamânın matematik, edebiyât, astronomi ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim oldu. Ayrıca kalb ilimlerini de tahsîl ederek, mârifetullah sâhibi olan velîler arasına girdi.

Gavs-ül-Memdûh, talebe arkadaşlarıyla zaman zaman hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin yanında, Tillo'nun Cebel-i Re's-il-Kuvâ ismindeki tepesine çıkarlardı. İbrâhim Hakkı hazretleri talebelerine; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." dedi. İbrâhim Hakkı, bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd idi. Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin de adı Mahmûd. Her biriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâhib olup; "Memdûh" lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe istifâde için gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp, herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra içlerinden ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme." buyurdu. Bu müjdeye çok sevinen Gavs-ül-Memdûh, hocası sağ olduğu müddet içinde bunu kimseye söylemedi.

Gavs-ül-Memdûh, hocasının sık sık iltifâtlarına mazhar olur, "Bârekallahü fîke yâ Memdûh" (Allahü teâlâ sana bereketini ihsân etsin) duâsını almakla şereflenirdi. Gecesini gündüzüne katarak hocasının hizmetinde bulunur, ona hizmeti büyük nîmet bilirdi. Onun huzûrunda lüzumsuz hiç konuşmaz, ancak sorulan bir suâle kısa ve öz cevap verirdi. Yüksek edeb sâhibi olup, arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Yumuşak huyu ile herkesin dikkatini çeker, aklının kemâlini ve edebini takdir etmeyen kalmazdı. onun sohbetine kavuşan, tatlı sözlerine kendini kaptırır, ondan ayrılmak istemezdi.

Gavs-ül-Memdûh, yirmi yaşına girdiğinde, amcası Şeyh Mustafa'nın kızı Zemzem-il Hassa ile evlendi. Bu hanım da Allahü teâlânın rızâsına kavuşan kadın velîlerdendi.

Gavs-ül-Memdûh, hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtından sonra, yerine geçip, talebe okutmaya başladı. Her geçen gün talebesi ve ziyâretçileri çoğaldı. Öyle ki, artık dergâha sığmaz hâle geldi. Bâzan günde bin beş yüz kişiden fazla ziyâretçi gelirdi. Bu izdihâmın kalkması için hocasının işâret buyurduğu Re's-il-Kuvâ Dağının bir tepesine büyük bir dergâh ve yanına ev yaptırdı. Burada insanlara feyz ve bereketler yağdırıp, hidâyete kavuşmalarına sebeb oldu.

Gavs-ül-Memdûh'un torunu ve talebelerinden Halîl Efendi bir gün mübârek hocasının hizmetiyle şerefleniyordu. İçeri tanımadığı birisi girerek, Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin elini öpmeye başladı. Sonra hürmetle; "Muhterem efendim! Tâ Sivas'tan sırf size teşekkür edip, müstecâb ve makbûl duâlarınızı almak için geldim. Çünkü hayâtımı kurtardınız. Eğer müsadeniz olursa hâdiseyi anlatayım." dedi. Gavs-ül-Memdûh da gülümseyerek müsâade etti. O kimse başından geçen hâdiseyi şöyle anlattı:

"Bir deniz yolculuğuna çıkmıştım. Gemimiz bir müddet yol aldıktan sonra, şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Koskoca dalgalar gemiye çarptıkça, gemi bir sağa bir sola yatıyor, tahtaları gıcırdayarak kırılmamak için direniyordu. Gemidekiler, kurtulmak için duâ ediyor, kurbanlar adıyordu. Nihâyet dalgaların şiddetine dayanamayan gemimiz battı. Hepimiz suyun üzerinde durabilmek için çabalıyorduk. Yüzmek için uğraşırken aklıma âniden zât-ı âliniz geldi ve; "İmdât yâ Gavs-ül-Memdûh hazretleri!.." diye yardım istedim. O anda önümde geniş bir tahta belirdi. Ona yapışarak su üzerinde kalabildim. Uzun uğraşmalardan sonra sâhile çıktım, fakat açlıktan ve yorgunluktan hâlsiz düşmüştüm. Gözümün önünü görecek durumum yoktu. Birden nûr yüzlü bir kimsenin, bana, içinde ekmek ve peynir bulunan bir paket uzattığını gördüm. Verilenleri yemek için çabalarken o mübârek zât oradan kayboldu. Yemin ederek söylüyorum ki, benim denizde boğulmaktan ve açlıktan ölmekten kurtulmama sebeb olan sizden başkası değildi."

Gavs-ül-Memdûh'un akrabâlarından Ali Efendi birkaç arkadaşıyla hacca gitmişti. Dönüşte Lazkiye civârına geldiklerinde yiyecekleri bitti. Lazkiye'ye giderek orayı idâre eden Osmanlı paşasına durumu anlattılar ve yardım talebinde bulundular. Onların Tillolu olduğunu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Yeğeni olduğunu söyledi. Paşa buna çok sevindi ve hocalarının evsâfını sordu. O da tek tek anlattı. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna oldukça şaşırdı. Acabâ paşa, hocamı nereden tanıyordu? Dayanamayıp sordu. Paşa da cevap olarak şöyle anlattı:

Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir almıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı, gerek silâh, gerekse asker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransızların üzerine yürüyerek gâlip gelmemizi emretti. Başüstüne, diyerek tekrar asker topladım. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere namazlarını geçirmemeleri için tekrâr tekrâr tenbih ettim. Sonra helallaşmalarını, âmirlerine mutlak itaat edip zamanın velîlerinden imdâd istemelerini söyledim. Böylece maddî ve mânevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sabahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakk'a çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamânın Gavs'ından da yardım istedim.Fecr vaktinde askerimi uyandırdım. Ezân-ı Muhammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerimle helâllaştım. Güneş doğarken, karşı tepede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; "Allah Allah!.." nidâlarıyla hücûma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çarpışmaya döndü. Her iki tarafın da bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücûm ettiğini gördük. Bu gelen nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli görünüyordu. Elinde kılıcı ile; "Allahü Ekber" nidâlarıyla hücûm üzerine hücûm tâzeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyecana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbirimiz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş koparıyorduk.

Bizim bu ânî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya başladılar. Peşlerine düştük, pek çoğunu öldürdük, bir kısmını esir aldık. Pek azı kaçabilmişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti. Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Nihâyet geldiklerinde esiri yere bıraktı ve; "Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtıyordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!" buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; "Canım size fedâ olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?" diye sordum. "Tillolu Memdûh'um." diyerek atını mahmuzladı. Önce şâha kalkan at, hızla yanımızdan uzaklaştı.

O günden beri bu zâtı tanıyan biriyle karşılaşmak içinAllahü teâlâya duâlar ettim. Nihâyet kabûl olmuş. Sizinle görüşmek, ondan haber almak devletine kavuştum. Lütfen Tillo'ya vardığınızda, benim yerime mübârek ellerinden öp, selâm ve hürmetlerimi bildir. Kıyâmet günü bize şefâat etmesini istirhâm ettiğimi de bildir.

Paşanın anlattıklarını heyecanla dinlediler. Sonra onlara çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. İhtiyaçlarını giderdi. Sonra yola koyuldular. Tillo'ya geldiklerinde Ali Efendi doğruca Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin huzûruna gidip durumu anlattı. Selâmını söyledi. "Ve aleyküm selâm. Paşa doğru söylemiş." diyerek, Allahü teâlânın kendisi için ihsân ettiği bu nîmete şükretti.

Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin akrabâlarından Molla Hâmid, yaya olarak Erzurum'a gidiyordu. Bir gece Çakmak isimli bir köyde, Yûsuf Efendi isminde iyiliksever birisine misâfir olmuştu. Nereden gelip nereye gittiğini, kim olduğunu sordu. Gavs-ül-Memdûh'un akrabâsı ve Tillolu olduğunu söyledi. Gavs-ul-Memdûh'un ismini işiten Yûsuf Efendi birden heyecanlandı ve başından geçen şu hâdiseyi anlattı: "Birisi bana bir iftirâ atarak hapsettirmişti. Hiçbir suçum olmadığı hâlde verilen cezâya üzülmüştüm. Oradan kurtulmak için nice çâreler düşündüm, plânlar kurdum. Fakat hiçbirinden netîce alıp, hapisten kurtulamadım. Bir gece iki rekat namaz kılıp Allahü teâlâya gözyaşları arasında kurtulmam için duâ ettim. O duâdan sonra hâtırıma cenâb-ı Hakkın velî kulları geldi. Onlar, darda kalanlara yardım eder düşüncesiyle; "Ey zamânımızın Gavs-ı âzamı! Ne olur buradan kurtulmam için himmet buyurunuz, istirhâm ediyorum." diyerek, imdâd istemeye başladım. Bu şekilde geç saatlere kadar hep Allahü teâlânın sevdiği kullarını yardıma çağırdım. Derken uyumuşum. Birisinin müşfik ve heybetli sesiyle uyandım. "Yûsuf Efendi! Haydi kalk" diyordu. Kalktım Başucumda herbirinin yüzü nûr gibi parlayan üç kişi duruyordu. "Kimsiniz? Ne için geldiniz?" der gibi yüzlerine bakınca, içlerinden biri; "Sen bizi imdâda çağırmamış mıydın? İşte geldik" buyurdu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Fakat kapılar kilitliydi, üstelik nöbetçiler sabahlara kadar kapı önlerinde gezinip duruyorlardı. Nasıl çıkıp gidecektim. Daha böyle düşünceler aklımdan geçerken o heybetli zât tekrar; "Vesveseyi bırak, cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. Yürüyerek evine git." buyurdu. "İsm-i âliniz nedir?" diye arz ettiğimde de; "Tillolu Memdûh'um. Allahü teâlâ darda kalan kullarına yardım etmekle bizi vazifelendirdi." deyip bir anda gözden kayboldular. Korka korka kapıya vardım. Koluna bastığımda, kapı açılıverdi. Nöbetçi oturmuş uyukluyordu. Kaçırılmayacak bir fırsattı. Süratle yanından uzaklaştım. Sevincimden kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Hapishâneden çıktıktan sonra sanki arkamdan beni çağıracaklarmış gibi korkuyla sık sık arkama bakıyordum. Nihâyet eve vardım. Ertesi günlerde beni hiç arayan soran olmadı. Böylece Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin himmeti, bereketi ve yardımıyla kurtuldum."

1847 (H.1263) senesinde Tillo'da hastalanan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, talebe, akrabâ, ahbapları ve çocukları ile helâllaştı. Bir Pazartesi günü öğleye doğru Kelime-i tevhîd söyleyerek vefât etti.Cenâzesini, yerine bıraktığı oğlu İbrâhim yıkadı ve namazını kıldırıp kalabalık bir grup ile Tillo'da defnetti.Mübârek kabri, âşıkları tarafından ziyâret edilmekte, onun feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır.

HAYIRDIR İNŞÂALLAH

Gavs-ül-Memdûh, bir gece rüyâda Mûsâ Kâzım hazretlerinin kendisine; "Ey Memdûh, kalk! Kalb gözünün açılacağı, ilâhî tecellîlerin zâhir olacağı zaman yaklaştı." müjdesini aldı. "Hayırdır inşâallah." diyerek yatağından fırlayan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, ilâhî bir cezbeye kapıldı. O anda bütün vücûdunda şiddetli bir harâret meydana geldi. O günden sonra şiddetli kış günlerinde bile dışarda durduğu hâlde harâreti sönmedi. Bu rüyâdan sonra, daha önce konuşmadığı lisânlarla Allahü teâlânın izniyle konuşup, o dillerde şiirler, kasîdeler söyledi.

Ondan sonraki üç senede, üzerindeki bu harâret hâli kalkıp yerini tam tersine bir soğukluk hâli aldı. Öyle ki soğuktan durmadan titrerdi. Dördüncü senede bu hâlden kurtulup, normale döndü. Bundan sonra artık talebe okutmaya devâm etti.

ALAY ETMENİN CEZÂSI

Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da; "Gitmedim efendim" deyince; "Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına; "O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Doğu tarafına bak!" buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu. Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu. O da; "Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu. Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;

"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu. Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.

Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; "Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı. Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.

1) Kenz-ül-Fütûh fî Menâkıb ve Ahvâl-il-Gavs-il-Memdûh.
2) Tillo Evliyâları; s.119
3) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.18, s.21
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GAZÂLÎ


Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Muhammed; künyesi, Ebû Hâmid; lakabı Hüccetü'l-İslâm ve Zeynüddîn'dir. Tûsî ve Gazâlî diye de meşhûr olmuştur. 1058 (H.450) senesinde İran'ın Tûs şehrinde doğdu. 1111 (H.505) senesinde Tûs'ta vefât etti. Kabri Taberân denilen yerdedir.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin babası fakir ve sâlih bir zâttı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder, hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasîhatını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim bir evlât vermesini yalvararak isterdi. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl edip, Muhammed ve Ahmed isminde iki oğul ihsân etti. Yün eğirip Tûs şehrindeki dükkanında satan bu sâlih zât, vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî'yi ve diğer oğlu Ahmed Gazâlî'yi hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden bir arkadaşına bıraktı. Bir mikdâr mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki: "Ben kendim, âlim olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardımcı olmanızdır. Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsîline sarf edersin!"

Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babalarının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, yetişip olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; "Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim, param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çâreyi diğer ilim talebeleri gibi medreseye devâm etmenizde görüyorum." dedi. Bunun üzerine iki kardeş doğru söze uyup, medreseye gittiler.

Çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl eden Muhammed Gazâlî, fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müddet sonra Cürcân'a giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilî'den ders alıp, ilim okudu. Üç sene kadar Cürcân'da ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olanTûs'a dönmek üzere yola çıktı. Yolculuk sırasında, katıldığı kervanın önünü yol kesiciler çevirdi. Kervanda bulunan kıymetli şeyleri aldıkları gibi, ilim tahsîlinden dönen Muhammed Gazâlî'nin üç sene boyunca tuttuğu notları ve kitaplarını da aldılar.

Muhammed Gazâlî hazretleri, yol kesicilerin arkasından gidip kitaplarını ve notlarını vermeleri için yalvardı. "Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin." dedi. Eşkıyâ çetesinin reisi; "Nedir onlar? Nasıl şeylerdir?" dedi. MuhammedGazâlî hazretleri; "Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim. Gurbetlere gittim. Benim öğrendiğim bilgiler o notların içindedir." dedi. Eşkıyâ reisi küçümser bir ifâdeyle gülerek; "Sen onları bildiğini nasıl iddia ediyorsun. Biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun." dedi ve ders notlarını geri verdi.Zâten ilim âşığı olan Muhammed Gazâlî eşkıyâ reisinin sözlerinin de tesirinde kalarak kendi kendine; "Allahü teâlâ yol kesiciyi beni îkaz için o şekilde söyletti." dedi.

Tûs'a gelince, üç yıl bütün gayretiyle çalışarak Cürcân'da tuttuğu notların hepsini ezberledi. O hâle geldi ki, yol kesiciler o notların hepsini alsa ona zararı olmazdı.

Memleketinde bulunduğu üç sene içinde âlim zâtların derslerine ve ilim meclislerine devâm etti. Zaman zaman büyük velî Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra zamânının büyük ilim ve kültür merkezi olan Nişâbur'a gitti. Büyük âlim İmâmü'l-Haremeyn Ebü'l-Meâlî el-Cüveynî'nin ders halkasına devâm etti. Ondaki üstün zekâ ve kâbiliyet ile çalışkanlığını gören hocası, büyük alâka gösterdi. Burada usûl-i hadîs, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, İslâm hukûku ve münâzara ilimlerini öğrendi. Bu hocasından başka, Ebû Hâmid er-Razekânî, Ebü'l-Hüseyin el-Mervezî, Ebû Nasr el-İsmâilî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimlerinden ders okudu. Nişâbûr'da tahsîlini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olanSelçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâm-ül-Mülk'ün dâveti üzerine Bağdât'a gitti.

Nizâm-ül-Mülk'ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamânın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî'nin ilminin derinliğine ve meseleleri îzâh etmekteki üstün kâbiliyetine hayran kaldıklarını îtirâf ettiler. Üstün vasıflarından dolayı hem âlimler, hem de halk tarafından çok sevildi. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi yanında, en zor, en ince mevzûları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve izâh etme kâbiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişan ve mağlûb oldular.

Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî'nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu vezîri Nizâm-ül-Mülk, onu Nizâmiye Medresesi (Üniversite)nin Başmüderrisliğine, şimdiki tâbiriyle Rektörlüğüne tâyin etti. Bu medresenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî, üç yüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Bunlardan başka, pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Mensûr Muhammed, Muhammed bin Es'ad et-Tûsî, Ebü'l-Hasan el-Belensî, Ebû AbdullahCümert el-Hüseynî talebelerinin meşhûrlarındandır.

Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı Gazâlî, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Medresesinde bulunduğu yıllarda, Kitâb-ül-Basît fil-Fürû', Kitâb-ül-Vasît, el-Vecîz, Meâhiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.

Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitâbü Fedâih-il-Bâtıniyye ve Fedâil-il-Müstehzeriyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan veLatin filozoflarının kitaplarının aslı üzerinde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnâsında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül-Felâsife kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı.

O sırada dünyânın tepsi gibi düz oduğunu iddiâ eden ve bu tür saçmalıkları ilim adı altında insanlara vermeye çalışan Avrupalı filozofların bu fikirlerinin yanlışlıklarını ortaya koydu. Dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın temizlendiğini, safranın, lenfin ve zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını, bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde mikdârlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında olduğu gibi anlattı. Bu bilgileri kuvvetli delillerle isbât ederekAvrupalıların bilmedikleri doğru bilgileri kitaplarında yazdı.

İmâm-ı Gazâlî'nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve îtikâdlarına felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bâzı kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân da odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi, îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî, filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olamaz. İslâm âlimi olur. İslâm dîninde, felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır.

Bağdât'ta bulunduğu sırada ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kardeşi AhmedGazâlî'yi yerine vekil bırakarak uzun bir seyahatte bulunmak üzere Bağdât'tan ayrıldı. Şam'a giderek velîlerle görüştü ve sohbet etti. Tasavvuf büyüklerinin kitaplarını okudu onlardan rivayet edilen sözleri ve hallerini inceledi.

İnsanlardan tamâmen uzaklaşarak halvet, yalnız kalmak; uzlet, insanlardan uzaklaşmak; mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak sûretiyle nefsinin tezkiyesi ve ahlâkının mükemmelleşmesiyle meşgûl oldu. İhyâu Ulûmi'd-Dîn adlı meşhûr eserini yazdı.

Sonra Kudüs'e gitti. Bu sırada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı Mufassıl-ül-Hilâf, Cevâb-ül-Mesâil ve Allahü teâlânın isimlerini (Esmâ-i hüsnâyı) anlatan El-Maksad-ül-Esma adlı eserini yazdı. Kudüs'te bir müddet kaldıktan sonra, hacca gitti. Haccı müteâkiben Bağdât'a döndü. Nizâmiye Medresesinde Şam'da yazdığı İhyâ'sını kalabalık bir talebe topluluğuna ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayâtı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs'a ve Nişâbur'a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı Ed-Derc-ül-Merkûn kitabı ile El-Kıstâs-ül-Müstekîm, Faysal-üt-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasîhat-ül-Mülûk ve Et-Tibr-ül-Mesbûk adlı kıymetli eserlerini yazdı.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerine; "Bağdât'ta, pekçok ilim talebesi varken, orada ilim neşretmekten, öğretmekten niçin vaz geçtiğinizi kimse bilemiyor ve bu kadar uzun zamandan sonra Nişâbûr'a dönmenizin sebebini kimse anlayamıyor!" dediklerinde bu hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

"Ben şer'î ve aklî ilimlere bu kadar alışkanlık peydâ edip, her ikisinde de inceleme ve araştırma yaptım. O esnâda bulunduğum yolda, bende; Allahü teâlâya, nübüvvete ve âhiret gününe yakînî bir îmân hâsıl oldu. Îmânın bu üç aslı ile kalbim çok kuvvetlendi. Ayrıca takvâ sâhibi olmak nefsin isteklerini bırakmak ve bütün dünyevî arzuları terk etmeden âhiret saâdetine kavuşmanın imkânsız olduğunu anladım. Hepsinin başı dünyâ alâka ve bağlarını kalbten tamâmen kesmek ve bu dâr-ı gurûrdan, aldanma yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, ona muhabbet köklerini, gönül bahçesinden söküp atarak, âhirete dönmek ve azîmet etmek ve cenâb-ı Hakk'a tam gayret ile dönüp tövbe eylemektir. Bu da, emelleri kısmak, makamı, malı ve parayı terk etmek, meşgûliyeti, tutulma ve insanlarla beraber bulunmayı bırakmanın yanında, kalbin içinde sekîne ve karar hâsıl olmadan tamam olmaz.

Sonra ben hâllerimi düşündüm. Çeşitli bağ ve tutulmalar içine battığımı gördüm. Her tarafımı kuşatmışlar. Amellerimi gözümün önüne getirince; hepsinin üstün ve güzelinin ilim öğretmek olduğunu anladım. Öğretmek istediğim ilimlerin, bilgilerin çoğu, önemsiz olup, âhiret için faydasızdırlar.

Sonra ilimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allah rızâsı için olmayıp, belki makam sevdâsı ve şöhretle berâber karışık buldum. Böylece yakînen helâk sâhilinde olduğumu anladım. Eğer hâllerimi düzeltmekle uğraşmazsam helâk olur, kendime kötülük ve zarar ederim. Bir müddet böyle düşündüm durdum. Fakat henüz karar veremedim. Bâzan Bağdât'tan ayrılmaya, içinde bulunduğum hâlleri bırakmaya karar verir, bir gün azîmet yolunu seçer, ayağımı ileri atar, bâzan biraz daha durayım deyip, adımımı geri alırdım. Bir sabah olmazdı ki, âhireti istemede sıdk ve rağbet üzere bulunayım da, ona nefsin istekleri ve dünyâ arzusu askerleri saldırıp, akşam olunca beni uzaklaştırmasınlar. Düşüncemi değiştirmesinler.

Bir hadde geldi ki, dünyâ arzuları beni, zincirden bağlar ile, kendilerine çeker ve bu mânânın hâsıl olması için zorlarlardı. Îmân sözcüsü de seslenip: "Hadi, çabuk ol! Ömründen çok az kaldı. Önünde ise, uzun bir yolculuk var. Kazandığın, elde ettiğin ilmin hepsi, riyâ ve aldatmadır. Eğer sen, şimdi âhiret için hazırlanmaz, o sonsuz âlem için azık bulundurmazsan, ne zaman yapacaksın? Şimdi alâkaları kesmez, engelleri kaldırmazsan ne zaman keseceksin ve kaldıracaksın?" derdi.

O zaman kalbimde bir rağbet peydâ olup, dünyâ ve ehlinden kaçmak, onlardan uzaklaşmak için kesin karar verirdim. Sonra şeytan, aldatma ve hîle yoluna başvurup: "Bu düşündüğün hâl, çabuk geçici bir şeydir. Sakın bu yola gitme. Zîrâ sen bu görüşü kabûl ve karar verip, bu büyük makâmı terk edersen ve eziyetli olmayan izzet ve şânı bırakıp gidersen, hasımlarla münâzaradan hâsıl olan zevk ve safâdan geçersen, nefsin yine sana gâlib olur. Bu sefer ondan kurtulmaya uğraşırsın. Hâlbuki o zaman bir daha dönemezsin, bî çâre ve dermansız kalırsın." derdi.

İşte nefsin ve şeytanın bâtılı hak gösteren bu aldatma ve hîleleri sebebi ile, ben de, dünyâ arzuları ve âhiret isteği arasında tereddüt ve hayret vâdisinde altı ay kadar şaşkın, inler ve ağlar hâlde kaldım. Bu zaman 1093 (H.486) yılının Receb ayında son buldu. Nihâyet aynı ayın sonunda işim ihtiyâr ve irâdeden geçip, ânîden Allahü teâlâ, dilime susmak kilidi vurup, mühürledi. Dilim söylemez, kalbim ise çok muzdarib oldu. Kendimi çok zorladım, gayrete getirmeğe çalıştım. Huzûrumda bulunan üç yüz ilim talebesinin gönlünü almak, hatırlarını şen etmek, bu vesîle ile bir gün ders vermek için kendimi zorladım. Dilimde söyleyecek kuvvet, bir kelime telaffuz edecek güç bulamadım. Bu dil tutulması, kalbime öyle bir üzüntü ve elem verdi ki, arzu ve isteğim kalmadı. Hazmım kesildi. Ne bir lokma çiğneyip yutabilir, ne de bir damla su içebilirdim. Böyle devâm edip, kuvvetten düştüm. Zayıfladım. Hattâ doktorlar hayâtımdan ümid kestiler. Bana ilâç vermekten imtinâ edip, bu böyle bir durumdur ki, kalbe indi. Ondan uzuvlara sirâyet edip, mizâcını bozdu. İlâç kabûl etmez, iyileşmez. Ancak kalbini mühim işlerden rahata kavuşturur, her şeyden temizlerse, belki iyileşir dediler.

Bundan sonra, ben aczimi anladım ve gördüm. Yalvararak ve sızlıyarak Allahü teâlâya sığındım. Çâresi olmayan hasta gibi yanarak ve inliyerek duâ ettim. Nihâyet Neml sûresi altmış ikinci âyetinde meâlen; "Muztar olan (sıkıntıya düşen) kimse duâ ettiği zaman onun duâsını kabûl edip fenâlığı kaldıran..." buyrulduğu gibi, Allahü teâlâ duâmı kabûl edip, kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal ve makam arzusunu kaldırdı. Hepsinden yüz çevirip, çocuklarımdan, dostlarımdan, vatanımdan ve eshâbımdan ayrılmayı bana kolay eyledi. Derhal içimden Şam tarafına gitmek arzusu geldi. Ama görünüşte hacca gideceğim dedim. Halîfenin ve eshâbımın, maksadımın Şam'da kalmak ve bu sebeble onlardan ayrılmak isteğimi bilmelerini istemedim. Sonra bir daha dönmemek niyeti ile Bağdât'tan çıktım. Fakat düşüncemi gizliyor, aksini bildiriyordum. Bunun için çeşit çeşit ifâde ve izâh yollarına başvuruyordum. Onlar ise benimle alay ediyor, beni cevr-ü cefâ oklarına hedef tutuyorlardı. Sanki içlerinde, benim o tür safâ ve zevkten yüz çevirmem ve dünyâlıklardan kesilmek istememin bir din işi ve yakîn sebebi olduğunu uygun görecek bir kimse yoktu. Onlara göre, benim bulunduğum müderrislik rütbesi, yüksek bir din mevkii olup, ilimlerinin bütünü buraya kavuşabilmek içindi.

Sonra genel vaziyetten maksadın ne olduğunu tâyin konusunda ihtilâf edip, Bağdât'tan uzak olanlar vâli ve hükümdârlardan bir şey olduğunu sanarak utandı ve orada duramadı dediler. Ama Bağdât'a ve oradaki devlet adamlarına yakın olanlar, devlet adamlarının bu bağlılıklarını, gitmemem için bana yalvarmalarını, beni zorlamalarını, iltifât ve alçak gönüllülüklerini ve benim onlardan yüz çevirmemi, sözlerine iltifât etmeyip, söyledikleri sözlere, okşayıcı ifâdeleri kabûl etmediğimi bilirlerdi. Onlar, bu semâvî bir iştir ki, âlimlere ve müslümanlara bir nazar değmesi sonucudur derlerdi.

Nihâyet Bağdât'tan ayrıldım. Yanımda olan malı dağıtmaya başladım. Kendime yetecek ve çocuklarıma kâfi gelecek kadar yanımda bulundurdum. Onda da şöyle bir ruhsat yolu buldum ki, Irak malı, müslümanların işlerini görmek için vakıf olunmuştur. Bunun için dünyâda âile nafakası için, bundan almaktan daha sâlih ve temiz bir mal bulamadım. Şam bölgesine gidip, Şam şehrinde iki sene kadar kaldım. Orada bir meşgalem yoktu. Ancak uzlet, halvet, mücâhede, riyâzet, nefsin tezkiyesi, ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgûl oldum. Bütün bunları tasavvuf ehlinin ilminden öğrendiğim şekilde yaptığım gibi, Allah kelime-i celâlini zikr ile, kalbin tasfiyesi ve hâllere kavuşmakla uğraştım.

Böylece o büyükler yolunun ilim ve amel olmadan tamamlanamayacağını yakînen anladım. Onların ilimlerinin hâsılı, nefsin geçitlerini ve tehlikelerini aşmak ve kötü ahlâktan temizlenip, kötü sıfatlarının kökünü söküp atmaktır. Bununla kalbi Allah'tan başkasına tutulmaktan korumak ve Allahü teâlânın zikri ile süsleyip O'na kavuşmaktır. O zaman bana ilim, amelden kolay geldi. O büyüklerin ilimlerini kitaplarından tahsîl ve onları mütâlaa ile tamamlamaya koyuldum. Meselâ Ebû Tâlib-iMekkî'nin Kût-ül-Kulûb kitabını ve Hâris-i Muhâsibî'nin kitaplarını; Cüneyd-i Bağdâdî'nin, Şiblî'nin, Bâyezîd-i Bistâmî'nin ve başka meşâyıhın (kuddise sirruhum) sözlerini ve onlardan rivâyet edilen yazı ve haberleri mütâlaa eyledim. Herbirinin ilimlerinin maksadlarına muttali oldum. Onların yolundan öğrenerek ve dinliyerek, tahsîli mümkün olanı tahsîl ettim. Onların seçilmişlerinin seçilmişlerine mahsûs olan ilimlere kavuşmanın, öğrenmek ve okumakla mümkün olmadığını anladım.

Bir müddet Şam Mescidinde îtikâf eyledim. Uzun günlerde minâresine çıkıp, kapısını üstüme kapadım. Orada durdum. Sonra hac farîzasını edâ için Beyt-ül-harama gidip, Mekke ve Medîne'nin bereketi ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâreti ile O'ndan imdâd ve yardım istemek arzu ve şevkim harekete geldi. Gittikçe arttı.

Hazret-i Halîlürrahmân'ın (aleyhisselâm) ziyâretinden sonra, Hicaz'a doğru yola çıktım. Mekke-i mükerremeye gidip hac ibâdetimi yerine getirdikten ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâretle şereflendikten sonra beni, bâzı arzu ve insanlarla, çocukların ve âilemin istemesi vatanıma çekti. Böylece vatanıma döndüm. Tabîatim bu dönüşten son derece uzak ve benim îtikâdım üzere bu görüş gâyet yanlış olduğu hâlde, vatanıma kavuştuktan sonra, orada da uzlete çekildim. Zikr ile kalbin tasfiyesine olan aşırı bağlılığımdan, hep uzlet istiyordum. Lâkin günlük olaylar ve çoluk-çocuğun geçim durumu ve hâl darlığı kalbimin safâsına mâni olup, maksudun yüzü bulutlandı ve halvetin safâsı bulandı. Sonra safa hâli verecek neticeler ele geçmez oldu. Ancak arasıra bir mikdâr safâ hâsıl olup, yine örtülürdü. Lâkin böyleyken yine kesmeyi tamâ etmeyip, bâzan bir zuhûrat engel, bâzan o mertebelere dönmek vâki olurdu. O yıl bu şekilde geçti. O halvetler esnâsında hâsıl olan hâlleri saymak mümkün değildir. Faydası olur ümidi ile bir iki şey bildirelim:

Ben ilm-i yakîn ile bildim ki, Allahü teâlâya kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk, onların sîret ve ahlâkları, en doğru yol, onların yolu, en güzel ve en olgun ahlâk, onların ahlâk ve âdetleridir. Belki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sâhiplerinin hakîmâne buluşları ve İslâmiyetin esrârını bilen fukahâ ve ulemânın ilimleri toplanıp bir araya gelse, onların sîret ve ahlâkından birini tahvîl edemez, değiştiremez, ondan hayırlı ve üstün olana çevirmeyi düşünseler, çâre ve yol bulamazlar. Zîrâ onların zâhir ve bâtınında olan bütün hareket ve hareketsizlikler peygamberlik kandilinden alınmıştır. Yeryüzünde ise, peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr yoktur ki, âleme ışık saçsın ve daha çok parlasın.

Velhâsıl aklı olan kimse, tasavvuf hakkında ne söyliyebilir ki, tasavvuf ehlinin kalbi, Allah'tan başka her şeyden temizlenmek ve başlangıcı, her an Allahü teâlânın zikrine dalmak; nihâyeti ise, büsbütün fenâ fillah olmaktır. Bunun bile son olması, ihtiyârı altında bulunan mertebeye nisbetledir. Keşf mertebesi ve onun evveliyâtındandır. Gerçekte ise bu fenâ makâmı tasavvufun başlangıcıdır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh da: Fenâ fillâh, bu yolda ilk adımdır buyuruyor.) Ondan önceki hâller, sâlik için sülûk yolunda dehliz, aralık gibidir. Yâni vâsıtadırlar. Tasavvufun ilk hâlleri, keşif ve müşâhedenin zuhûra gelmesidir. Hattâ bu keşif ve müşâhede sâhibleri, uyanıkken, melekleri ve peygamberlerin ruhlarını müşâhede ederler. Onların sesini duyarlar, fayda ve hakîkat iktibâs ederler. Sonra o hâl, sûret ve misâllerin müşâhedesinden, başka derecelere yükselir ki, o makam kelimelerle anlatılamaz. Bahsedilirse, sarîh hatâ görünür ve ondan sakınmak mümkün olmaz.

Bu bildirilen hâlleri zevk yolu ile tatmak saâdetine kavuşamayıp, şevk sâhibi olmayan, peygamberlik mertebesinin hakîkatının yalnız ismini anlar.

1105 (H.499) senesinde Bağdât'tan tekrar ayrılan ve uzletle insanlardan uzak kalma müddeti on bir sene süren İmâm-ı Gazâlî hazretleri Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a gitmek üzereyken şöyle buyurdu:

Yakînen biliyorum ki, her ne kadar görünüşte ilme ve onun yayılmasına dönmüşsem de, yine hakîkatta dönmüş değilim. Zîrâ rücû' etmek, dönmek, ilk hâllere avdet etmektir. Ben o zaman da bir ilim neşreder, yayardım. Hattâ onunla makam ve devlet sâhibi olmak, dünyâlık ve başkanlık elde etmek isterdim. Bütün insanları söz ve hareketlerimle ona çağırırdım. Ama şimdi, bir ilme dâvet ederim ki, onunla mevki, makam ve mal terk olunur. Sevab kazanılır. Haşmet ve makâmın derecelerinin düşüklüğü bilinir. Hâlâ niyetim ve kastım budur. Allahü teâlâ benim bu niyetimi bilicidir. Maksadım dâimâ nefsimi ve başkalarını ıslâh eylemektir. Lâkin o maksada kavuşacağımı bilemem. Hele yakînî îmân ile inanmış ve kalbin müşâhedesi ile iyice anlamışımdır ki, her ferdde olan hareket ve kuvvet, Allahü teâlânın ihsânı iledir. Benim her hareketim ve amelim O'ndandır. Allahü teâlâdan yalvararak, önce beni ıslâh eylemesini, sonra da benimle başkalarının ıslâhını isterim. Evvelâ bana hidâyet verip, sonra benimle başkalarına hidâyet versin. Bana hakkı, sûret-i hakta gösterip, tâbi olmak, uymak nasîb eylesin. Bâtılı, sûret-i bâtılda gösterip sakınmak müyesser eylesin. Âmin!".

İmâm-ı Gazâlî hazretleri zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminden de büyük nasîb almıştır. Onun tasavvufî yönünü anlatan kitaplar Silsile-i aliyye büyüklerinden Ebû Ali Fârmedî hazretlerine bağlı olduğunu yazmaktadırlar.

İlimde müctehid derecesinde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek bir velî olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, sözleriyle, halleriyle ve eserleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya çalıştı.

Ömrünün son yıllarını Tûs'ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri, insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Münkızü Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir El-Mustasfâ ve Selef-i sâlihîne (Ehl-i sünnet îtikâdına) tâbi olmayı anlatan İlcâm'ül-Avâm an İlm-il-Kelâm adlı eserlerini yazdı.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Sultan Sencer ile görüşmüş, ona mektup yazmış ve bizzât nasîhatta bulunmuştur. Ayrıca, Sultan Sencer'e Nasîhat adlı bir risâle yazmıştır.

Selçuklu sultanı olan Sultan Sencer; Ehl-i sünnet îtikâdında, dînine bağlı ve bid'atleri reddeden bir pâdişâhtı. Uzun müddet tahtta kalmış olup ilme ve ulemâya karşı çok hürmet eder, kendisi de ilimle meşgûl olurdu. O zamanın en meşhûr âlimi olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerine hased edenler, İmâm-ı A'zam'ın aleyhinde bulunuyor diye iftirâ ederek, Sultan Sencer'e şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî'yi yanına dâvet edip, görüşmek istediğini bildirdi. Durum İmâm-ı Gazâlî'ye iletilince bâzı mâzeretlerini bildirerek gitmedi. Sultan Sencer'e mâzeretini bildirmek ve nasîhat etmek üzere bir mektup gönderdi. Bu mektubun tercümesi şöyledir: Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâmı, İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın. Âhirette ona, yanında yeryüzü pâdişâhlığının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin.

Dünyâ pâdişâhlığı, nihâyet bütün dünyâya hâkim olmaktan ibârettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

Cenâb-ı Hakk'ın, âhirette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yer yüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip, mağrûr olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma.

Bu ebedî pâdişâhlığa (saâdete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdaldir." buyurdu. Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan daha çok muvaffakiyete fırsat olamaz! Zamânımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdal olacak dereceye varmıştır.

Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir. Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâkî kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâimâ göz önünde tutunuz.

Beni yanınıza dâvet etmiş bulunuyorsunuz. Benim hâlim şudur: Elli üç senelik bir ömür yaşamış bulunuyorum. Bunun kırk senesi, ilim öğrenmek ve öğretmekle geçti. Yirmi senem, Sultan-ı Şehîd'in (Melikşah'ın) saltanâtı zamânında geçti. Sultan Melikşah'tan İsfehan'da ve Bağdât'ta bulunduğum sıralarda pekçok iltifât ve ikrâm gördüm. Çok defâ mühim işlerde, Emîr-ül-müminîn ile onun arasında elçilik vazifesi yaptım. Din ilimlerinde, yedi yüz kitap yazmaya muvaffak oldum. Yâni dünyânın her türlü saâdetini gördüm. Fakat hepsini terk ettim. Bir müddet Beyt-i Mukaddes'te (Kudüs'te) kaldım. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın mübârek türbesinde ahdettim, bundan sonra hiçbir sultânın yanına gitmeyeceğim ve hiçbir sultândan en ufak bir şey kabûl etmeyeceğim. Münâzarayı terk edeceğim dedim. On iki seneden beri bu ahdimde durdum. Bu bakımdan, sultanlar beni bu hususta mâzûr gördüler.

Şimdi beni huzûrunuza çağırdığınıza dâir bir haber almış bulunuyorum. Emre itâat olsun diyerek, Mûsâ Rızâ hazretlerinin mübârek türbesine kadar geldim. İbrâhim aleyhisselâmın mübârek makâmında yaptığım ahdi bozmamak için, ordugâha kadar da geldim. Bu türbede, kabrin başucunda diyorum ki: "Ey Resûlullah'ın torunu, sen şefâatçi ol ki, Allahü teâlâ pâdişâh-ı İslâm'ı (Sultan Sencer'i), dünyâ sultanlığında babalarından daha ileri gitmeye muvaffak etsin. Âhiret sultanlığında, saâdetinde ise, Süleymân aleyhisselâmın derecesine eriştirsin. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın makâmında yapılan ahde hürmet etmesi için muvaffakiyet versin. Gönlünü Hakka çevirip, halkı bırakan bir kimsenin (İmâm-ı Gazâlî'nin) kalbini perişân eylemesin."

İnanıyorum ki, hakkınızda böyle duâ etmem, Hak teâlânın dergâhına yüz tutmam, resmî olarak yanınıza gelmemden daha faydalıdır. Eğer bunu kabûl etmeyip, gelmem için bir fermânınız olursa, emre itâatın lâzım olduğunu bildiğim için, ahdimi bozarak, fermânınızı kabûl etme yolunu seçerim.

Allahü teâlâ, dilinize ve gönlünüze öyle şeyler getirsin ki, bununla yarın âhirette utanmaktan muhafaza etsin... Vesselâm."

Bu mektup Sultan Sencer'e ulaşınca, mâdem ki Meşhed'e gelmiş, ordugâhımıza az bir mesâfe var. Oradan gelmek güç bir iş değildir diyerek, gelmesini istediğini bildirdi. Bunun üzerine İmâm-ı Gazâlî, Sultan Sencer'in yanına geldi.Huzûruna girince ayağa kalkıp, İmâm-ı Gazâlî'yi karşılayıp kucakladı. Sonra da kendi tahtına onu oturttu. Çok hürmet gösterdi. İmâm-ı Gazâlî oturduktan sonra, yanında bulunan bir talebesine, Kur'ân-ı kerîmden bir miktar oku buyurdu. Talebesi de meâlen; "Allah kuluna kâfi değil mi?" buyurulan, Zümer sûresi 36. âyetini okuyunca, İmâm-ı Gazâlî "Evet" dedi. Daha sonra söze başladı. Sultâna karşı şöyle konuştu:

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Kurtuluş ancak müttekîler, takvâ sâhibi olanlar içindir. Düşmanlık da ancak zâlimleredir. Mülk-i İslâm bâkî olsun. İslâm âlimlerinin âdeti şöyledir: İslâm meliklerinin huzûruna girdiklerinde; duâ, senâ, nasîhat ve bir ihtiyâcın giderilmesi husûsunda konuşma yaparlar.

Duâ hususunda evlâ olan, gece karanlıklarında Hak teâlâya gizlice münâcaat etmek, yalvarmaktır. Çünkü insanlar arasında yapılan duâlarda riyâ, gösteriş ihtimâli var. Hâlis olmayan böyle dualar, Hak teâlâ indinde müstecâb değildir. Bu huzûrda medh ve övgüde bulunmak da riyâkârlıktan uzak değildir. Yükseklik ve ışık bakımından, güneşin parmakla gösterilip, övülmeye ihtiyâcı yoktur. Güzellik kemâle ulaşınca, övenlerin pazarını bozar, bunların eli boş kalır.

Medih ve senâdan maksad ise bir işi yükseltmektir...

Bu dört husustan en mühim olan, nasîhat ve ihtiyâcı gidermektir.

Nasîhat berâtı, izni, Risâlet kaynağından alınan yüce bir mertebedir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Size iki vâiz (nasîhatçı) bıraktım, biri susar, biri konuşur. Susan nasîhatçı ölümdür. Konuşan ise Kur'ân'dır." Dikkat et, susan nasîhatçı ölüm, lisân-ı hâl ile ne söylüyor ve konuşan nasîhatçı ne söylüyor? Susarak, hâliyle nasîhat eden ölüm diyor ki:

Ben, her canlıyı pusuda beklemekteyim. Zamânı gelince âniden pusudan çıkıp yakalayıveririm. Eğer benim herkes için yapacağım muâmelenin bir benzerini görmek isteyen varsa; pâdişâhlar, kendilerinden önce gelip geçmiş pâdişâhlara, emîrler de, vefât etmiş geçip gitmiş emîrlere baksınlar. Melikşâh, Alparslan, Çağrı Bey toprak altından hâlleriyle şöyle nidâ ediyorlar:

"Ey Pâdişâh, ey gözümüzün nûru, bizim nerelere sevkedildiğimizi ve ne korkunç işler gördüğümüzü sakın unutma! Emrinde bulunanlardan biri aç iken, aslâ bir gece bile tok uyuma! Biri çıplak iken, sen istediğin gibi giyinme! Şöyle vasiyet ederler: Benden bir kelime kabûl et, bu; "La ilâhe illallah"dır. Bunu dâimâ dilinde tut, yalnız kaldığın zaman söylemeyi aslâ unutma. Asıl îmân, bunu söylemekle istikrâra kavuşur. Buyruldu ki: "Îmân, suyunu tâatdan alır. Kökü adâlet ile, devamı Hakkı zikretmek ile kâimdir." Bunların hepsini yapıp âhiret azâbından kurtulursan da, kıyâmette suâlden kurtulamazsın. Hadîs-i şerîfte; "Herbiriniz çobansınız ve herkes emri altında bulunanlardan mesûldür..." buyruldu.

Ey Pâdişâh! Hak teâlânın hak nîmetini edâ eyle ki, nîmet; doğru îmân, doğru îtikâd, güler yüz ve güzel ahlâktır ve iyi amellerdir. Bunlardan iyi amel işlemek senin elinde, diğerleri hediye-i ilâhîdir. Mâdem ki Allahü teâlâ bu nîmetleri sana ihsân etmiş, sen de dördüncüden, iyi amel etmekten kendini mahrûm etme ki, küfrân-ı nîmet etmiş olmayasın ve ey ayakta duran emîrler! (vezîrler, kumandanlar!) Eğer devletinizin mübârek ve dâimî olmasını istiyorsanız, nîmetin kadrini biliniz. Nîmeti, felâket ve bedbahtlıktan ayırd ediniz. Biliniz ki; sizin bu Horasan melîkinden başka, göklerin ve yerlerin mâliki olan başka bir pâdişâhınız vardır. Yarın kıyâmette, herkesi hesâba çekecek ve "Benim nîmetimin hakkını nasıl elde eylediniz, nasıl yerine getirdiniz?" buyuracak. Meliklerin kalbleri, Allahü teâlânın hazîneleridir. Rahmet, azâb ve cezâya dâir yeryüzünde her ne vukû bulsa, meliklerin gönülleri vâsıtasıyla olur. Allahü teâlâ, kendi hazînemi size emânet ettim. Sizin dilinizi o hazînenin kilidi yaptım, korudunuz mu? Yoksa emânete ihânet mi ettiniz? diye soracak. Hazîneye ihânette bulunan, bir mazlûmun hâlini pâdişâhtan gizliyendir.

Bir ihtiyâcın arz edilmesine gelince, benim bir umûmî, bir de husûsî olmak üzere iki hâcetim vardır. Umûmî olan şudur: Tûs ahâlisi sıkıntı içindedir. Soğuk ve susuzluktan mahsûller tamâmiyle mahvolmuştur. Onlara acı! Hak teâlâ da sana acısın. Açlık dert ve belâsıyla müminlerin boynu ve belleri kırıldı...

Husûsî hâcetim ise şudur: Ben, on iki seneden beri halktan uzaklaşmış, bir köşeye çekilmiştim. Sonra Fahr-ül-mülk, Nişâbûr Medresesi müderrisliğini kabûl etmem için ısrâr etti.Ben ona; "Bu zaman, benim sözlerimi kaldıramaz. Bu zamanda bir hak söz söyleyenin, kapı ve duvar bile aleyhine geçer." demiştim. Bugün ise iş o raddeye gelmiş ki, işitmiş olduğum sözleri rüyâda görseydim, karışık rüyâdır derdim. Bunların aklî ilimler ile alâkalı olanlarında eğer bir kimsenin îtirâzı varsa, buna şaşılmaz. Çünkü benim sözlerimde, herkesin anlayamayacağı gibi mânâlar çoktur. Bununla berâber ben, kime olursa olsun herhangi bir sözümü açıklayıp isbât edebilirim. Böylece meseleyi açıklığa kavuştururum. Bu gâyet kolaydır. Fakat, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin aleyhinde bulunmuşum diye söz söylüyorlarmış. İşte buna aslâ tahammül edemem. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben, Ebû Hanîfe'nin ümmet-i Muhammed arasında, fıkıh ilminin inceliklerinde ve mânâsında en büyük âlim olduğunu kesin olarak kabûl etmekteyim. Her kim ki, bu söylediğimin tersine bir sözüm olduğunu veya bir şey yazdığımı söylerse o yalancıdır.

Sizden şunu isterim ki; beni, Nişâbûr'da, Tûs'da ve diğer bütün şehirlerde ders verme işinden affediniz. Kendi hâlimde kalayım. Bu zaman, benim sözlerime tahammüllü değildir vesselâm."

Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini dikkatle dinledikten sonra şu cevâbı verdi: "Söylediğin bu sözleri duymak ve İmâm-ı A'zam hakkındaki güzel kanâatlerini, Irak ve Horasan âlimlerinin hepsinin duyması için, onları burada toplamamız lâzımdır. Büyük İslâm âlimleri hakkındaki kanâatinizi ve onlara olan hürmet ve sevginizi herkese duyurmak üzere, her tarafa dağıtmak için bu ifâdeleri yazmanızı istiyorum. Tedristen, ders verme işinden muaf tutulma arzuna gelince, bu mümkün değil. Fahr-ül-mülk, seni Nişâbûr müderrisliğine celb edebilmiştir. Biz, senin nâmına medreseler yaptıracağız. Bütün âlimler gelsinler, kendilerine kapalı kalan meseleleri öğrensinler, müşküllerini halletsinler."

Ancak İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün bundan sonraki son iki yılını, kendi memleketi Tûs'ta kitap yazmak, insanları irşâd etmek ve talebelere ders vermekle geçirdi.

Ömrünün son senelerinde memleketi olan Tûs'da bulunduğu sırada insanlara nasihatı sırasında buyurdu ki:

Bir kimsenin dünyâ ticâreti, âhiret ticâretine mâni olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhiret ise, altından kupa gibidir, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ ticâretinin âhirete yaraması için veCehennem'e sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhiretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır. Dînini kayırmak isteyenler yedi şeye dikkat etmelidir:

1. Her sabah şöyle niyet etmeli; "Kendimin, evlâd ve âilemin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtâc bırakmamak, Allahü teâlâya râhat ve temiz ibâdet edebilmek, âhiret yolunda yürüyebilmek için, vâzifeme gidiyorum." demelidir. O gün müslümanlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i mârûf, nehy-i münker yapmayı, kalbinden geçirmelidir. Namazda kusûr edenlere, günah işliyenlere, emr-i mârûf yapmalı, onlara göz yummamalıdır. Böyle niyet eden bir tüccâr, bir memur, bir öğretmen, bir hâkim ve bir subay, vazîfesini yaptığı kadar, hep sevap kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyâda kazandığı şeyler de, fazladan kârıdır.

2. En az, binlerce insan çalışmayacak olursa, kendisinin bir gün bile yaşayamayacağını düşünmelidir. Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikçi ve daha nice sanatkârlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtaçtır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu dünyâda herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her müslüman böyle düşünmelidir. Vazîfesine başlarken, müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara faydalı olan bir meslek, bir sanat seçmektir. Yâni, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, müslümanlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyf, oyun ve benzerlerine, sanat dense de ve haram işleyenlere sanatkâr ismi verilse de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hattâ, haram olmıyan, mübah olan, fakat insanlara lüzûmlu olmayan sanatları seçmemelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; "En iyi ticâret, bezzâzlıktır, kumaş satmaktır.En iyi sanat, terziliktir."

3. Dünyâ işleri, âhiret için çalışmaya mâni olmamalıdır. Âhiret için ticâret yeri câmilerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Münâfikûn sûresi, 9. âyetinde meâlen; "Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı hatırlamanıza mâni olmasın!" buyuruyor. Halîfe Ömer radıyallahü anh buyurdu ki; "Ey tüccârlar! Önce âhiret rızkını kazanın! Sonra dünyâ rızkına çalışın!" Ticaretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhiret için çalışır, Kur'ân-ı kerîm okur, ders dinler, tövbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Kelle kebâbı, sabah çorbası gibi şeyleri çocuklar ve zimmîler satardı. Çünkü, müslümanlar, sabah, akşam câmilerde bulunurdu. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar."

Yine buyurdu ki; "Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, (giden meleklere), kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları affettim buyurur."

Müslüman tüccârlar, sanat sâhipleri, gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmiye koşmalıdır. Büyüklerimiz; "Ticâretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebeb olmaz" (Nûr sûresi: 27) âyet-i kerîmesine mânâ verirken diyor ki: Demirciler vardı. Demir döğerken, ezân okununca, çekici kaldırmışken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunduysa, o hâlde bırakıp, cemâate koşarlardı.

4. Çarşıda, işte Allahü teâlâyı zikr, tesbîh etmeli, her ân O'nu hatırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyâyı verse, bir daha eline geçiremez. Gâfiller arasındaki zikrin sevâbı çok olur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Çarşıya girerken, la ilâhe illallahü, vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey'in kadîr, diyen kimseye, iki milyon sevâb yazılır." Cüneyd-i Bağdâdî "kuddise sirruh" buyurdu ki: "Pazarda çok kimse vardır ki, sûfîler halkasında oturanlardan daha kıymetlidirler." Bir kerre de buyurdu ki: "Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda her gün üç yüz rekat namaz kılmakta ve otuz bin tesbîh okumaktadır." Bâzısı demiştir ki, bu kimse, kendisidir.

Hulâsa, dîne, ibâdetine yardım niyeti ile dünyâya çalışanlara, hep böyle sevap vardır. Yalnız para kazanıp, dünyâ malı toplamak için çalışanlar, sevaptan mahrûm kalır. Hattâ bunlar, câmide, namazdayken de, kalpleri dükkânın hesâbındadır. Fikirleri dağınıktır.

5. Dünyâ işlerine çok düşkün olmamalıdır. Sabah namazı kılmadan ve kitap okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeyi âdet edinmelidir. İhtiyâcı kadar dünyâlık kazanınca, âhireti kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünkü, âhiret hayâtı sonsuzdur ve ona ihtiyaç daha çoktur ve âhiret ticâretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin hocası Hammâd, ticâret yapardı.Baş örtüsü satardı. Her gün, iki habbe kazanınca eşyâyı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden bâzısı dükkâna, haftada iki gün giderdi.Bir kısmı da, Cumâ'dan başka her gün gider, öğle namazında geri dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alış veriş ederdi.Hepsi ihtiyâcı kadar kazanınca câmiye gider, ibâdetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı.

6. Şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zâten, âsî, fâsık olur. Kalbine sıkıntı getiren şüpheliyi almamalıdır. Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında haram şey satanlarla alış veriş etmemelidir. Zâlimlere, fâsıklara veresiye satmamalıdır. Çünkü, öldükleri zaman üzülür. Hâlbuki, zâlimler (yâni müslümanlara ve İslâmiyete eli, dili ve kalemi ile zarar verenler) öldüğü zaman üzülmek günahtır. Onlara yardım etmek câiz değildir. Velhâsıl, herkesle muâmele etmemelidir. Doğru insan aramalıdır.

7. Alış veriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesâb etmelidir. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı, dedi. Önüme elli bin sahife koydular. Yâ Rabbî! Bu sahifeler kimlerindir, dedim. Elli bin kişi ile alış-veriş yapmışsın. Her sahife, bunların birisi ile olan muâmeleni göstermektedir, dediler. Baktım, her sayfada bir kimse ile olan muâmelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir ve hiçbir şeyin yardımı olmıyacaktır."

Âhiretin dünyâdan daha iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini de yapabilir. Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı fakîr yapar. Sonsuz saâdete, ebedî rahatlığa sebeb olacak, birkaç senelik fakîrliğe elbette katlanılır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey kazanmak için, fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara; bir rütbeye, dereceye yükselmek için de nice mahrûmiyetlere katlanıyor. Hâlbuki, ölüm gelince, bütün kazançlar elden çıkmakta, çalışıp çabalamaları boşuna gitmektedir.

Kendisi haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınan İmâm-ı Gazâlî hazretleri helâl kazanmanın önemiyle ilgili olarak buyurdu ki: Helâl kazanabilmek için, önce helâli öğrenmek lazımdır. Helâl ve haram meydandadır. İkisi arasında şüpheli olanları tanımak güçtür. Şüphelilerden sakınmayan, harama düşer.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Mü'minûn sûresi, elli ikinci âyetinde meâlen buyuruyor ki: "Ey Peygamberlerim! (salevâtullahi aleyhim ecma'în) Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!" İşte, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bunun için; "Helâl kazanmak her müslümana farzdır." buyurdu ve yine buyurdu ki: "Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir."

(Dünyâlık kazanmak için çalışmak günâh değildir. Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günahtır.) Sa'd bin Ebî Vakkâs radıyallahü anh dedi ki: "Yâ Resûlallah!(sallallahü aleyhi ve sellem) Duâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabûl etsin!" Cevâbında buyurdular ki: "Dua kabûl olmak için, helâl lokma yiyiniz!" Peygamber efendimiz diğer hadîs-i şerîlerinde şöyle buyurmuştur:

"Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur?"

"Haram yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz." (Yâni sevâbına kavuşamazlar.)

"On liralık elbisenin, bir lirası haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz."

"Haram ile beslenen vücûdun ateşte yanması daha iyidir."

"Malın helâlden mi, haramdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehennem'e, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımayacaktır."

"İbâdet on kısımdır, dokuzu helâl kazanmaktır."

"Helâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günahsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar."

"Allahü teâlâ buyuruyor ki, haramdan kaçınanlara hesâb sormaya utanırım."

"Bir dirhem fâiz (almak ve vermek), otuz zinâdan daha günahtır."

"Haram maldan verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa Cehennem'e gidinceye kadar, ona yolluk olur."

Ebû Bekr radıyallahü anh, hizmetçisinin getirdiği sütü içti. Sonra helâlden olmadığını anlayınca, parmağını boğazına sokarak kay etti, kustu. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra; "Yâ Rabbî! Elimden geleni yaptım. Mîdemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım." diye yalvardı. Ömer radıyallahü anh da, Beyt-ül-mala âit zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı. Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ buyuruyor ki: "Kanbur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça, kabûl edilmez, faydası olmaz." Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Haram para ile sadaka veren, câmi yaptıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkıyan kimseye benzer ki, daha çok pislenir." Yahyâ bin Muâz buyuruyor ki: "Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır." Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî buyuruyor ki: "Hakîkî îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek." Büyükler buyuruyor ki: "Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir." Abdullah ibni Mübârek buyuruyor ki: "Şüpheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekten daha çok severim." Sehl bin Abdullah Tüsterî buyuruyor ki: "Haram yiyenlerin yedi azâsı, istese de, istemese de günah işler.

Helâl yiyenlerin âzâsı, ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir." Helâl kazanmanın ehemmiyetini gösteren daha nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, verâ sâhipleri haramdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Vüheyb ibni Verd idi ki, nereden geldiğini anlamadan bir şey yemezdi. Bir gün annesi, buna bir bardak süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış, dedi.Müslümanların hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi.Annesi, oğlum, Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. O'na günah işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfî'ye (kuddise sirruh), ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, "Herkesin yediği yerden. Ama, yiyip de gülen ile yiyip de ağlayan arasında çok fark vardır." buyurdu.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri nefsin istediklerini yapmaz, istemediklerini yapardı. İnsanlara nefis muhâsebesi yapmaları gerektiğini bildirirdi. Her gün yaptığı işler sebebiyle kendini hesâba çekerdi.

Nefsine şöyle hitâb ederdi:

Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var. Ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, îdâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence ile geçiren kâtile benzer. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem'den biri, seni beklemektedir.Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, îmânsızsın! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, O'nun görmesine ehemmiyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Hizmetçin sana itâat etmezse, ona nasıl kızarsın!O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmayacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer O'nun azâbını hafif görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeyecek sanıyorsan, Kur'ân-ı kerîme ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âyetinde meâlen; "Günah işleyen, cezâsını çekecektir." buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyâda, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmeyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıktan kurtulmak için, bir yahûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin. İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce, sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!

Kışın muhtâç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennem'in zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhiret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhiret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara elbise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni O'nun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın O'na ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yediği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmet ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennet'e ve Cehennem'e inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız!İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı say ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil!

Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmin.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerine senelerce hizmet edip, tam ve geniş ilim öğrenen talebelerinden biri, birgün kendi kendine düşünüp: Senelerce zahmet çekip çok şey öğrendim. Bu kadar çok ilimden bana en lüzûmlu ve faydalısı acabâ hangisidir? Âhirette imdâdıma yetişecek, mezarda dünyâ dostlarım beni yalnız bırakıp gittikleri zaman, bana arkadaş olacak, mezardan kalkınca, ananın evlâdından, kardeşin kardeşinden, dünyâdaki dostların birbirlerinden kaçıp, herkes başının çâresini aradığı vakit beni kurtaracak olan acabâ hangisidir? Dünyâda, âhirette faydası olmayan acabâ hangileridir? Bilsem de bunlardan uzaklaşsam. Çünkü, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem;

"Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan korkmayan kalpten ve dünyâya doymıyan nefisten ve Allah için ağlamayan gözden ve kabûle lâyık olmayan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun." buyurmuştur, diye uzun zaman düşündükten sonra, anlamak için hocası olan Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî'ye (Allahü teâlâ, onun kabrini nûr ile doldursun) mektup yazdı. Bununla berâber birkaç zaman hayırlı duâ etmesini yalvardı ve bana kısa, açık ve faydalı cevap veriniz de, her sabah okuyup, ona göre hareket edeyim, dedi.

Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, şu cevâbı yazıp gönderdi:

"Ey sevgili oğlum ve sâdık dostum! Allahü teâlâ, sana uzun ömürler verip, ömrünü ibâdetle ve O'nun gösterdiği yolda gitmekle geçirmek nasîb eylesin! Bütün nasîhatler Peygamberimiz Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemden alınmıştır. O'ndan gelmeyen nasîhatler faydasızdır. Dünyâya yayılmış olan bu nasîhatlerden, birisini bile almadın ise, senelerce yanımda niçin kaldın ve niçin okudun?

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâya yayılan nasîhatlerinden biri şudur: "Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazab ve azâb edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası dokunmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzûmsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişmân olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun hayırlı işleri, yâni sevapları, kötü işlerinden, yâni günahlarından ziyâde olmadı ise, Cehennem'e hazırlansın."

Bu hadîs-i şerîfin mânâsını iyi anlayanlara, bu nasîhat yetişir.

Ameli, ibâdeti elden bırakma! Kalbe âit hâlleri ve bilgileri unutma! Yâni hareketlerin ilme, hâllerin de, tasavvufa uygun olsun!

İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu sana bir misâl ile anlatayım: Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sâhibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz. Diğer bir misâl, bir tabîb hastalansa, hastalığını teşhis edip ilâcını da bilse ve bu ilâç hakîkaten o hastalığa çok iyi gelse, ilâcı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu iyi edemeyeceğini pekâlâ bilirsin.

Bir insan ne kadar ilim edinse, ne kadar kitap okusa, bildiklerini yapmadıkça faydası yoktur.

İyi bil ki, çalışmayınca, din yolunda yürümedikçe sevap kazanamazsın! Benî-İsrâil'den birisi senelerce ibâdet etmişti. Allahü teâlâ, bunun ibâdetlerini meleklere göstermek istedi. Yanına bir melek gönderip şöyle sordurdu: Daha ne kadar ibâdet edeceksin? Cennetlik olmadın mı? Cevâbında dedi ki: Benim vazîfem kulluk yapmaktır. Emir sâhibi O'dur. Melek bu cevâbı işitince: "Yâ Rabbî, sen her şeyi bilirsin. O kulunun cevâbını da duydun." dedi. Cenâb-ı Hak; "O kulum, alçaklığı ile aşağılığı ile berâber bizden yüzünü çevirmiyor, biz de ihsân ve merhamet sâhibi olduğumuzdan, elbette onu bırakmayız. Ey meleklerim! Şâhid olunuz, onu affettim." buyurdu.

İlim öğrenmek ve kitap okumak için çok gecelerini fedâ ettin ve çok tatlı uykularını kendine haram eyledin. Bilmem ki, niçin kendini bu kadar harâb ettin? İlim öğrenmekten maksadın eğer dünyâ menfaatlerini toplamak, şöhret, mevki sâhibi olmak ve müslümanlara büyüklük göstermekse, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azâba sürüklemişsin! Yok eğer maksadın İslâmiyete ve Muhammed aleyhisselâmın dînine yardım etmek ve ahlâkını temizlemek ve nefsini kırmaksa, sana müjdeler olsun! Kendine ne güzel ve ebedî istikbâl hazırlamışsın. İstikbâl, saâdet-i ebediyyeye kavuşmaktır.

Nasîhatlerin hülâsası, özü, Allahü teâlâya kulluk ve itâat etmenin ne demek olduğunu bildirmektir. Tâat demek ve ibâdet demek, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demektir. Yâni, bütün sözlerini ve hareketlerini O'nun emir ve nehylerine uydurmak demektir. Yâni her söylediğin ve her yaptığın, söylememen ve yapmaman, hep, O'nun emri ile olmaktır. Şunu iyi bil ki, ibâdet şeklinde yaptığın işler, eğer O'nun emrine göre değilse, ibâdet olmaz, belki günah olur. Eğer namaz ve oruç da olsa, böyledir. Nitekim, Ramazan Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her dört günü oruç tutmanın günah ve isyân olduğunu biliyorsun. Hâlbuki, oruç bir ibâdettir. Fakat, emir ile olmadığından günah oldu. Bunun gibi, başkasından zorla alınan elbise içinde veya böyle bir yerde namaz kılmak da günahtır. Hâlbuki namaz bir ibâdettir. Fakat, emirle olmayınca isyân oluyor. Bunlar gibi, bir kimsenin, nikâhlı hanımı ile her türlü oyun ve latîfeler yapması ibâdettir, yâni sevaptır. Bunun sevâbı hadîs-i şerîf ile bildirilmektedir. Hâlbuki yapılan şey oyun ve eğlencedir. Fakat emirle olduğundan sevaptır. Şu halde, ibâdet demek, yalnız namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmiyetin emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca, ibâdet olurlar.

O hâlde, bütün sözlerini ve bütün hareketlerini İslâmiyete uydur!Çünkü, kim olursa olsun, İslâmiyete uymayan ilimler ve çalışmalar, doğru yoldan sapmaktır ve Allahü teâlâdan uzaklaşmaya sebeb olur. Peygamber efendimiz bunun için, eskiden kalma ilimleri ve âdetleri neshetti, değiştirdi. O hâlde, İslâmiyetin müsâadesi olmadan ağzını açmamak lâzımdır ve iyi bil ki, senin öğrendiğin ilimlerle Allah yolunda gidilemez. Şunu da bil ki, bu yol, kendilerine sûfî, yâni tarîkatçi ismini vererek, tarîkat büyüklerinin yolunda olduklarını iddiâ eden câhillerin, mânâlarını anlamadıkları, İslâmiyete uymayan sözleriyle de gidilemez. Bu yolda ancak, nefisle mücâdele edenler gidebilir. Nefsin arzularını, şehvetlerini İslâmiyetin dışına taşırmamak lâzımdır. Laf ile gidilmez. İslâmiyette yeri olmayan sözler ve ilimler ve şehvet ile karışmış gâfil kalb, şekâvet ve felâket alâmetleridir.

Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri 1111 (H.505) senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi.Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: "Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun." dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler.

Vefâtı, Tûs'ta ve duyulduğu İslâm ülkelerinde büyük bir acı uyandırdı. İlim, irfan ehli ve halk onu kaybettiklerine günlerce yanıp, ağladılar. Birçok edîb, âlim ve ârif, ölümüne mersiyeler yazdı. Çünkü öyle bir kimse vefât etmişti ki, yerinin doldurulması çok güçtü.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc'ın koymasını vasiyet etmişti. Şeyh, bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler; "Size ne oldu? Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim!" dediler. Cevap vermedi. Isrâr ettiler, gene cevap vermedi. Yemîn vererek tekrar ısrârla sorulunca, o da mecbur kalarak şunları anlattı:

"Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî hazretlerini mezarın içine koydum. Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. Muhammed Gazâlî'nin elini, Seyyid-ül-mürselin Muhammed Mustafâ'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) eline koy. Ben denileni yaptım. İşte, mazardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin."

"Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup güzel ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî'de eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişler ve netice olarak İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etmeyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddididir. Vazifesi; din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmektir.

Hocası İmâm-ül-Harameyn el-Cüveynî şöyle der: "Gazâlî, ilimde büyük bir denizdir." Talebesi, Muhammed bin Yahyâ da; "İmâm-ı Gazâlî, ikinci İmâm-ı Şâfiî'dir." demiştir.

Es'ad Mîhenî de şöyle der "Gazâlî'nin ilmi ve üstünlüğü, kolay kolay anlaşılmaz. Bunu ancak, onun derecesinde olanlar veya onun aklının kemâline yaklaşabilenler anlar."

Ebû Zeyd Endülüsî yine şöyle anlatmıştır:

Bir defâsında rüyâmda gördüm ki, İmâm-ı Gazâlî, bir hınzırın (domuzun) boynuna zincir takmış çekip götürüyordu.

"Bunu neden böyle gezdiriyorsun?" dedim.

"Bu öyle betbaht bir kimsedir ki, zulmete dalmıştır. Bize dil uzatanların hâli ve cezâsı budur." buyurdu.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün bana bir taş lâzım oldu. Dışarı çıkıp almak için hangi taşa elimi uzatsam, taş altın veya cevher oluyordu. Baktım, elimi uzattığım her taş cevher oldu. Nihâyet bir taş bulamadan eve geri döndüm."

Eserleri: İmâm-ı Gazâlî, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslâm âlimidir. Eserlerinin sayısının bine ulaştığı, Mevdû'ât-ül-Ulûm kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400'ünün isimleri Şeyh Ebû İshâk Şîrâzî'nin Hazâin kitabında yazılıdır. Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P.Bouyges adlı müsteşrik, Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli kitabında, İmâm-ı Gazâlî'nin 404 kitabının ismini yazmıştır. Meşhûr müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litterature adlı eserinde, İmâm-ı Gazâlî'nin eserlerinden 75 tânesinin listesini vermiştir. 1959'da, dört Alman ordinaryüs profesörü, İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını okuyarak, İslâm dînine âşık olmuşlar ve İmâm'ın kitaplarını Almancaya çevirmişler ve İslâmiyeti kabûl etmişlerdir.

İslâm dünyâsının mâruz kaldığı Moğol felâketi esnâsında, yakıp yıkılan binlerce kütüphâne içinde, İmâm-ı Gazâlî'nin birçok eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten, bu güne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyâsı, bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.

Eserlerinden bir kısmı şunlardır:

1) İhyâu Ulûmid-Dîn, 2) Kimyâ-i Seâdet, 3) Vasît, 4) Basît, 5) Vecîz, 6) Hulâsâ, 7) Erbeîn, El-Maksad-ül-Esnâ, 9) Mustasfâ (Usûl-i fıkha dâirdir.), 10) Bidâyet-ül-Hidâye, 11) Tahsin-ül-Meâhiz, 12) El-Münkızü Aniddalâl, 13) Şifâ-ül-Celil fî Beyâni Meslek-üt-Ta'lil, 14) El-İktisâd fil-İ'tikâd, 15) Mi'yâr-ün-Nazar, 16) Mehakk-ün-Nazar (Mahall-ün-Nazar), 17) Beyân-ül-Kavleyn, 1 Mişkât-ül-Envâr, 19) El-Müstazhirî (Bâtınîlere reddiyedir.), 20) Tehâfüt-ül-Felâsife, 21) El-Makâsıd fî Beyâni İ'tikâd-ül-Evâil (Makâsıd-ül-Felâsife), 22) İlcâm-ül-Avâm an İlm-il-Kelâm, 23) El-Gâyet-ül-Kusvâ, 24) Cevâhir-ül-Kur'ân, 25) Beyânü Fedâih-il-İmâmiyye, 26) Gavr-üd-Devr (Gâyet-ül-Gavr fî Dirâyet-üt-Devr), 27) Dürret-ül-Fâhire (Kıyâmet ve Âhiret adıyla İhlâs Holding A.Ş. yayınladı.) 2 Er-Risâlet-ül-Kudsiyye, 29) Fetâvâ, 30) Mîzân-ül-Amel, 31) Kavâsım-ül-Bâtıniyye (Bâtınîlere reddiyedir.), 32) Hakîkât-ür-Rûh, 33) Kitâbü Esrârı Muâmelât-id-Dîn, 34) Akîdet-ül-Misbâh, 35) El-Minhâc-ül-A'lâ, 36) Ahlâk-ül-Envâr, 37) El-Mi'râc, 3 Hüccet-ül-Hak, 39) Tenbîh-ül-Gâfilîn, 40) Kıstâs-ül-Müstekîm, 41) Hülâsât-üt-Tasnîf fit-Tasavvuf, 42) Acâib-ül-Mahlûkât (İlcâm-ül-Avâm, el-Münkızü Aniddalâl ve Kimyâ-i Seâdet kitapları İhlâs A.Ş. tarafından bastırılmıştır.), 43) El-İmlâ fir-Reddî Alel-İhyâ. Bu eseri, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserini tenkid etmeye kalkışanlara cevap olarak yazmıştır.

Eyyühelveled kitabı Arapçadır. Farsça tercümesi, Bursa'da Orhan Câmii Kütüphânesinde mevcuttur. Bu kitap, 1945'te kurulmuş olan Milletlerarası İlim Yayma Teşkilâtı (UNESCO) tarafından 1951'de Fransızca, İngilizce ve İspanyolcaya tercüme edilerek hepsi basılmıştır. Türkçesi Hak Sözün Vesikaları adlı kitabın içinde bir bölüm olarak İhlâs A.Ş. tarafından yayınlanmıştır.

EY MUSTAFÂ ÜZÜLME

Seyyid Mustafâ Bekri anlatır: "Ben, Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî'nin hizmetkârı, temizleyicisiydim. Her akşam Resûlullah efendimizi rüyâda görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi yapmışım, diye sevinirdim. Bir akşam Resûlullah efendimizi ağlarken gördüm ve çok üzüldüm. Resûlullah efendimiz bana dönerek buyurdu ki: "Ey Mustafâ, sen üzülme! Hizmetinde bir kusûr işlemedin. Benim ümmetimin âlimlerinden, benim ismimi taşıyan birisi vefât etti."

Sonra öğrendik ki, o gün İmâm-ı Gazâlî hazretleri vefât etmiş.

RÜYÂDA YENEN SOPA

Batıda Ebü'l-Hasan ibni Harezhem adında bir imâm vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca beğenmeyip onu yakmayı emretti. Halkın elinde bulunanları da toplayıp bir Cumâ günü yakılmasını kararlaştırdılar. O Cumâ gecesinde Ebü'l-Hasan rüyâsında: Kendi ders okuttuğu câminin kapısından içeri girdi. Bir de ne görsün; câminin içinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve yanında Ebû Bekr radıyallahü anh ve Ömer radıyallahü anh oturuyorlardı. İmâm-ı Gazâlî de orada ayakta duruyordu ve elinde İhyâ kitabını tutup: "Ey Allah'ın Resûlü! Şu kimse benim hasmımdır." deyip, sonra dizleri üzerine çöktü. İhyâ kitabını Resûlullah'a verip: "Yâ Resûlallah, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete uymayan, esâsa muhâlif bir yanlışlık varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim. Eğer sizin bildirdiğiniz dîne uygunsa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin." dedi. Bunun üzerine Resûlullah, İhyâ kitabını baştan sona kadar inceledi ve; "Vallahi bu elbette güzel bir kitaptır." buyurdu, sonra onu hazret-i Ebû Bekr'e ve hazret-i Ömer'e verdiler. Onlar da inceleyerek, bu kitap elbette güzeldir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah:

"Adı geçen Ebü'l-Hasan'ın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun." buyurdu. Beşinci sopadan sonra hazret-i Ebû Bekr; "Yâ Resûlallah böyle yapması yine senin sünnetini tâzim içindi. Fakat yanıldı." dedi. İmâm-ı Gazâlî de affetti.

Ebü'l-Hasan uyanınca gördüklerini talebelerine anlattı. Tövbe etti.Bir ay, rüyâsında yediği sopaların acısından rahatsız oldu, canı yandı. Sonra geçti, fakat ölünceye kadar sopaların izi sırtında görüldü. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GÖNCÜZÂDE KÂSIM EFENDİ


Kayseri velîlerinden. 1761 (H.1175) yılında Kayseri'de doğdu. 1842 (H.125 yılında yine orada vefât etti.

Babası Göncüzâde Mehmed Efendidir. İlk tahsilden sonra bir müddetAnkaralı Sarı Abdullah Efendi ile Akşehirli Osman Efendinin derslerine devâm etti. Sonra büyük âlim Ebü's-Saîd Mehmed Hâdimizâde Mehmed Emîn Efendinin sohbetlerine katıldı. Uzun yıllar onun derslerine ve hizmetine devâm ederek 1797'de icâzet, diploma aldı. Fazîlet sâhibi ilimde eşsiz bir zât oldu. Hocasının isteği üzerine Kayseri'de ilim öğretmeye başlayınca, ders halkası bir anda yüzlerce talebe ile doldu. Şöhreti kısa bir süre içinde bütün Anadolu şehirlerine yayıldı. Âlimler arasında "Kâsım Allâme" ünvânıyla şöhret kazandı.

Şeyh İbrâhim Tennûrî Câmii şerîfinin Şeyhlik kürsüsü ile Hatiplik vazîfesi Kâsım Efendiye verildi. Şeyh Kâsım Efendi bundan sonra bütün vakitlerini kâh câmide, kâh câminin karşısında bulunan evinde olmak üzere İslâmiyeti anlatmak, ilim öğretmek vâz ü nasîhat etmekle geçirdi. Kırk altı sene bu hizmetleri yerine getirebilmek için canla başla çalıştı. Pekçok âlim yetiştirdi. Beş yüzü aşkın talebesine icâzet, dîni yayması için izin verdi. Bunlardan pekçoğu sâhib olduğu ilim dalında en yüksek zirveye çıktı. Nitekim ondan icâzet alan Hacı Torun Efendi, tefsîr ilminde en ileri dereceye çıkmıştı.

Göncüzâde Kâsım Efendi, halîm selîm, alçak gönüllü bir zâttı. Dünyâya hiç değer vermezdi. Haramlara düşme korkusu ile şüphelilerden çok sakınırdı. Çok ibâdet ve zikrederdi. 1842 (H.125 târihinde vefât eden Göncüzâde Kâsım Efendi, Kayseri'de Hunad Câmii-i şerîfi içindeki husûsî kabrine defnedildi. Kabrinin baş tarafındaki mermer kitâbede şu beyitler yazılıdır:

Hazret-i Kâsım Efendi ki odur bahr-i ulûm
Kâm alırdı der-i fazlında sıgâr ile kibâr

Seyyid-i Cürcânî'ye hem Sa'd-i Teftazânî'ye
Olmuş idi sânî her vech ile ol devlet-şi'âr

Nice bin tüllâba tahkîk-i fünûn-ı ilm ile
Neşr-i feyz eylerken oldu âzim-i Dârü'l-karâr

Târîhi üçler çıkıp etdi hesâbı Hayretâ
Göçdi bir allâme-i âlem ferîd-i rûz-gâr.

Mânâsı:

İlimler denizi olan Kâsım Efendinin fazîlet kapısında, küçükler, büyükler maksatlarına erişirlerdi.

O devletli her yönden Seyyid Şerîf Cürcânî ve Sâdeddîn Teftâzânî'ye halef olmuştu.

Kaç bin talebeye ilim fenlerinin gerçeklerini ortaya koymak sûretiyle feyiz yayarken, dâimî kalacağı eve gitti.

Ey Hayret! Üçler çıkıp târihi hesapladılar Dünyânın en büyük âlimi, zamânın eşsiz kişisi göçtü.

Göncüzâde Kâsım Efendinin pekçok eseri arasında en önemlileri: Er-Risâletü'l-Hücceti fi'l-Mantık ve Şerhü Enmuzeci'l-Ulûm'dur.

1) Meşhûr Mutasavvıflar; s.242, 244
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GÖZÜKIZIL MEHMED BABA


Gaziantep velîlerinden. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Cıncıkçı Mağarası denilen yerde münzevî, herkesten uzak, yalnız bir hayat sürdü. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. On dokuzuncu asırda yaşamıştır. Kabri Gaziantep'tedir.

Halktan birisi arkadaşları ile konuşurken hacca gideceğini söyledi.Arkadaşı ise gidemeyeceğini ileri sürdü. Bunun üzerine; "Gitmezsem karım benden boş olsun." dedi. Hac zamânı bâzı sebeplerden dolayı o zât yola çıkamadı. Arefe gününe bir gün kala hanımı; "Aramızda artık nikah kalmadı." diye adamı eve almadı. Ne yapacağını şaşıran adamcağız, bir dostuna danıştı. O da; "Gözükızıl MehmedBaba'ya git. O, derdine bir çâre bulur." dedi.

Bunun üzerine, gidip hâlini Gözükızıl Mehmed Baba'ya anlattı. O da yüzünü kıbleye çevirip; "Seni Şam'da bir demirciye yollayacağım, o seni Mekke'ye götürür. Bana oradan ne hediye verirlerse onu da birlikte getir." dedi. Adam gözünü kapattı. Gözükızıl eliyle itti. Gözünü açtığında kendini Şam'da târif edilen demircinin dükkanında buldu. Durumu demirciye anlattı. Demirci de; "Seni Medîne'de bir fırıncıya yollayacağım. O seni Arafat'a götürür." dedi. Gözünü yummasını söyleyip eli ile itince, adam kendini Medîne'de buldu. Fırıncının yardımı ile Arafat'a çıktı. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra fırıncının târifi üzerine Zemzem kuyusunun yanındaki zâtı buldu. Bu zât; "Gözükızıl'a söyle neden doğrudan doğruya göndermiyor da vâsıtalı yolluyor." dedikten sonra Gözükızıl'a verilmek üzere bir kefen ve bir kap zemzem verdi. Hacıya gözlerini kapa deyince, o zât kendini Gaziantep'te buldu. Hacı hediyeleri Gözükızıl Mehmed Baba'ya verince; "Demek artık bize âhiret yolculuğu göründü. Kısa zaman sonra beni defnedersiniz." dedi. Hacı eve gidince hanımı yine içeri almadı. Durumu Gözükızıl'a anlatınca; "Kâdıya git. O senin meseleni çözer." dedi. O da hanımı ile kâdıya gitti. Kâdı nikahlarının devâm ettiğine dâir bir karar verdi. Ertesi gün Gözükızıl Mehmed Dede'nin yanına gittiklerinde vefât ettiğini gördüler ve bulunduğu yere defnettiler.

İŞTE BİZ BÖYLE NAMAZ KILARIZ

Gözükızıl Mehmedbaba bir Cumâ günü bir sokağın başında otururken minâreden ezânlar okunmaya başladı. Adamın biri; "Sen burada miskin miskin ne oturuyorsun. Namaza bile gitmezsin." diyerek ileri geri bâzı sözler sarf etti. Gözükızıl Mehmed Baba yerinden kalkarak adama bir tokat vurdu. Adam o anda kendini Mekke'de buldu. Mehmed Baba'nın Beytullah'da namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra birlikte dışarı çıktılar. Mehmed Baba bir tokat daha attı. Adam kendini Gözükızıl ile konuştuğu yerde buldu. Gözükızıl Mehmed Baba ona; "İşte biz böyle namaz kılarız." buyurdu.

1) GaziantepEvliyâları (C.Cahit Güzelbey); s.105
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
GULÂM MUHAMMED MA'SÛM


Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Muhammed Ma'sûm Fârûkî'nin torunlarından Şeyh Muhammed İsmâil'in ikinci oğludur. Doğum târihi belli değildir. 1748 (H.1161) senesinde doksan yaşını geçmiş olduğu hâlde, Ramazân-ı şerîf bayramı gecesi vefât etti. Tasavvufta pek yüksek derecede olup, Kutb-ül-aktâb idi. Tasavvufta yüksek derecelerden olan Kayyûmluk, gavslık ve kutbluk makamlarına sâhipti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu olması sebebiyle asâletten ve yüksek derecelerden pay almıştı.

Kutb-ül-aktâb ismi ile meşhûrdur. İmâm-ül-evliyâ da denir. Yıllar önce İmâm-ı Muhammed Ma'sûm Fârûkî, Kayyûm-ı zamân olan büyük oğlu Muhammed Sıbgatullah'a buyurmuştu ki:

"Senin neslinden çok yüksek bir oğul dünyâya gelecektir. İster oğlun, ister torunun olsun. O dünyâya gelince, onu beni temsil eden kimse biliniz ve benim ismimi veriniz. Çünkü Müceddidî ve Mâsûmî yolunun asâleten vârisi o olacaktır. Onun feyz ve bereketi kıyâmete kadar evlâd ve müntesiblerinde (onun yolunda bulunanlarda) devâm edecektir. Bu yolumuzu, o kuvvetlendirecek, başka bir îtibâr verecektir."

Daha dünyâya gelmeden önce hakkında bildirilen bu müjde; kendisinden yıllar sonra dünyâya gelecek olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'yi müjdeleyen, medheden Bâyezîd-i Bistâmî'nin müjdesine benzemektedir.

İlmi, babası Muhammed İsmâil'den öğrendi. Aklî ve naklî ilimlerde arkadaşları arasında birinci oldu. Yirmi yaşında tahsîli bitirip, dedesi Kayyûm-ı zamân Muhammed Sıbgatullah'ın huzûrunda, kalbe âit nûrları elde etmeye başladı. Kısa zamanda tasavvufda çok yüksek derecelere kavuştu. Kemal dereceye erişti ve yetiştirici hallere yükseldi. Yüksek dedesinden mutlak hilâfet aldı ve bu nurlu yolu cihâna yaymaya başladı. Çok kimse onun vâsıtasıyla yüksek mânevî derecelere kavuştu. Sohbetinde ve meclislerinde, binlerce talebe toplanırdı. Mirzâ Ömer Hân, HâceNizâm, Hâce Hudrî ve HâceHabîbullah talebelerinin önde gelenleridir. Bu dört talebesi vâsıtasıyla pekçok kimse tasavvufta yetişip, kemâle gelmiştir.

Gulâm Muhammed Ma'sûm' un talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Peşâver âlimlerinden biri, talebelerinden bir cemâatle birlikte Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleri ile ilmî münâzara yapmak üzere huzûruna gelmişti. Huzûruna girince, bütün ilmini birdenbire unutuverdi. Gulâm Muhammed Ma'sûm ona, talebelerin oturduğu yere geçmesini işâret etti.Tek kelime konuşamadı. Sonra meclisinden kalkıp gitti. Gulâm Muhammed Ma'sûm ile münâzaraya girmek için ilmin ince meselelerini yeniden öğrendi. Bir gün yine aynı niyetle huzûruna gitti. Fakat huzûruna girince, öğrendiklerini gene unuttu. Tekrar dönüp gitti. Üçüncü sefer tekrar hazırlanıp, kitaplarını da yanına alıp huzûruna gitti.Bu sefer de bildiklerini unuttu. Götürdüğü kitaplardan bir harfi bile okumaya kâdir olamadı, okumayı dahî unuttu. Bu durum karşısında talebeleri ile birlikte, Gulâm Muhammed Ma'sûm'un huzûrunda özür beyân edip af diledi. Kendisini de talebeliğe kabûl etmesini arz etti. Bundan sonra Gulâm Muhammed Ma'sûm o zâta; "Sen bize münâzara için gelirken, falan falan bahisleri ezberlemiştin. Bâzı sorular da hazırlamıştın. Bu soruların cevâbı şöyle şöyledir." buyurup, herbirini tek tek îzâh ederek cevap verdi. Sonra onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta yetiştirerek kemâle ulaştırdı ve icâzet, diploma verdi."

ARTIK OĞULLARIMDAN İSTEME

Umdet-ül-Makâmât kitâbının müellifi, Gulâm Muhammed Ma'sûm'un bir talebesinden naklen şöyle anlatmıştır: "Hocam Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretlerinin vefâtına yakın bir zamanda, ziyâretine gitmek üzere köyümden yola çıktım. Giderken iki rub'iyye (Hindistanda kullanılan para birimi) mikdârındaki parayı hocama vermeyi adamıştım. Yoldayken hocam bana rüyâmda;

"Yarın fıtr bayramı gecesidir. Kabrime gel orada bir kişi bulursun. Benim ona iki rub'iyye borcum vardı. Adadığın o iki rub'iyyeyi ona vererek borcunu öde" buyurdu. Yolculuğumu tamamlayıp hocamın şehrine girince, hocam Gulâm Muhammed Ma'sûm'un vefât ettiğini öğrendim. Hemen kabrine gidip ziyâret ettim. Kabrinin yanına varınca orada birisini gördüm. Bana dedi ki: "Bu zâtın bana iki rub'iyye borcu vardı, oğullarından isteyeceğim." Ben nezrettiğim iki rub'iyyeyi çıkarıp ona verdim. "Artık oğullarından isteme." dedim.

1) Umdet-ül-Makâmât; s.396
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.332
 
Üst Alt