Yüreklerin toplu attığı bir kardeşlik için Allah (cc) ve Rasûlü (sav)’nün ölçüleri mihrabımız olmalıdır:
Kur’ân, “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun,” yani, kalb ve kafanın bütün fonksiyonlarını icra ederek takva dairesine girin ve “Toptan Allah’ın (sağlam ve kopmaz, parçalanmaz ipi olan) Kur’ân’a sarılın; parça parça, fırka, fırka (bir araya gelmesi nâkabil kutuplar halinde) parçalanmayın..(Â. İmrân, 3/102-03) buyurmakta ve arkasından da, ‘emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker’den söz etmektedir. Kur’ân, “Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa gevşekliğe düşer, korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz gider” (Enfal, 8/46) demekte ve “Mü’- minler ancak kardeştir; kardeşlerinizin arasını ıslah edin”;(Hucurat, 49/10) devamında da, “Birbirinizi alaya ve hafife almayın, kınayıp ayıplamayın, birbirinize lâkaplar takmayın” dersini vermektedir. Yine Kur’ân,“(Habibim) Sen yeryüzünde bulunan herşeyi sarfetseydin, yine de onların kalblerini te’lif edemez (bir araya getiremez)din. Fakat Allah onların aralarını te’lif etti ” (Enfâl, 8/63) ayetiyle de kalbleri te’lifin kime ait olduğunu bildirmektedir.
Peygamber Efendimiz’in nurlu hayatında ve pratikte bu mes’elenin nasıl gerçekleştirildiğini siyer ve meğazi kitaplarında görüyoruz. Burada sadece bir-iki misalle iktifa edelim:
Buas vak’alarında Evs ve Hazrec birbirine düşmüş, bu iki kabile arasında kıran kırana mücadele yıllarca sürüp gitmiş ve bu yüzden de, ilerde İslâm’ın iki güçlü hâmisi olacak olan bu iki kabile, biribirinin adüvv-ü ekberi olmuştu. Hicretten sonra bu iki oymak, Efendimiz’in nurlu eliyle öyle birleşmiş, öyle kardeş olmuştu ki, malının yarısını, bahçesinin bir bölümünü, evinin bir odasını seve seve birbirlerine verebiliyor, birlikte ve omuz omuza savaşıp, icabında kardeşi uğrunda ölebiliyor, aç ve muhtaç mü’min kardeşi doysun diye kaşığını çorba tasına boş getirip götürüyor, bir sözle kardeşimi kırdım diye başını onun ayaklarının altına serip, “bas kardeşim ve beni affet” diyebiliyor ve muharebede ölüm anında, içi yanarken içeceği bir yudum suyu kardeşine havale edebiliyordu...
Evet, öyleyse birlik, beraberlik, ittifak, ittihad ve yüreklerin toplu attığı bir kardeşlik için, yüzlerce akıl, fikir ve felsefe yerine Allah ve Rasûlü’nün ölçüleri mihrabımız olmalıdır. Neden parça parçayız diye sorulacağına, parçalanmaya götüren söz ve davranışlardan ictinab etmeli ve birleşme tavsiyeleri yerine, birleşmeye götürücü söz ve davranışlar intihab edilmelidir. Bunun için de:
a) İrşad ve tebliğde bulunan, Din’e hizmet eden bütün mü’minler, bütün cemaatler alkışlanmalı ve haklarında dua edilmelidir; evet, Allah’ı ve Rasûlü’nü seven ve anlatan herkes, Allah ve Rasûlü’nden ötürü sevilip tebcil edilmeli, muhterem bilinmeli ve kendisine saygı duyulmalıdır. “Sadece benim yolum haktır” demeyip, başkalarına da hayat hakkı tanınmalıdır. Mü’min, “Benim meşrebim, usülüm haktır, hoştur, güzeldir, doğrudur, isabetlidir” diyebilir; ama “Sadece hak benim mesleğimdir, benim meşrebimdir” diyemez; başkalarının mesleğini butlana mahkûm etmeden, kendi meslek ve meşrebine “En güzel” diyebilir; kalb ve düşünce itibariyle güzelliği daha çok kendi mesleğine lâyık görebilir ve bu, gayet tabiîdir. Çünkü insan, yaptığı işi sevip benimsediği ölçüde başarılı olabilir ve netice alabilir.
Yalnız, başkalarını karalamak, onlara yanlış ve çirkin damgası vurmak yanlıştır. Sinesi vatan ve millet sevgisiyle çarpan herkesle oturup konuşmasını bilmeli, tenkid kapısının açılmasına fırsat vermeden herkese ta’zim ve tekrimde bulunmalı ve “güzel, güzel” diyerek, güzellere güzellikle mukabele menfezleri açık tutulmalıdır.
“Yalnızca benim mesleğim haktır, gayrısı batıldır” diyen kim olursa olsun, ciddi iftirak ve parçalanmalara yol açar. Bırakın meslek ve meşrebini, bir insanın elbisesini ve arabasını bile bu şekilde tenkid edip dursanız, o insanla aranızın açılması kaçınılmaz olur. Böyle basit mes’elelerde dahi insanın karşısındakine söz hakkı tanımaması, insanları birbirine düşürürken, pek çok insanın baş koyduğu ve hayatına gaye ittihaz ettiği usûl ve prensiplere çirkin ve bâtıl demenin vahdet ruhuna ne ölçüde zarar getireceğini ve ne tür uzaklaşmalara, hasımlaşmalara ve günahlara sebep olacağını varın siz düşünün..!
Mü’min, mesleğinin muhabbetiyle yaşamalı ve başkalarının hata ve kusurlarıyla meşgul olmamalıdır; başkalarını yıkmak, çürütmek ve kösteklemek yerine, varsa onların güzelliklerini sergilemelidir.
Başkalarının kusurlarıyla meşgul olan, kendi kusurlarını göremez ve kendi güzelliklerini de gösteremez. Ayrıca, basit bir kusur görüp de hemen tenkid etmenin aynısıyla mukabeleyi netice verdiği çok vâkîdir.
Başkasını çökertmek, yıkıp devirmek ve onun enkazı üzerinde ümran kurmaya çalışmak, Peygamber’in değil, Firavun’un mesleğidir. Efendimiz, hayatı boyunca yalnızca gönülleri tamir edip onları güzelliklerle doldurmak için çalışmış, şirk içindeki en azılı hasımlarını bile, şahsî hayatlarını mevzû edinip, çürütme gayreti göstermemiştir. Kendisine kılıç sallayan Halid için söylediği şu söz ne ma’nidardır: “Diyordum ki; nasıl oluyor da Halid gibi biri şirkte ısrar ediyor!..” Ashabından birkaç defa içki içen birisine yine Ashabından biri ağır bir söz söyleyince, “Sus, o Allah ve Rasulü’nü sever” diye mukabelede bulunmuştu. Aişe Validemiz’e iftira edip, mü’minleri birbirine katan en zararlı mahlûk ve münafıkların reisi olan zatın oğlu, “Bırak, babamın hakkından geleyim ya Rasûlellah!” dediğinde, verdiği cevap, “Muhammed, arkadaşlarını öldürtüyor dedirtmem” şeklinde olmuştu.. Yılların eritemediği Ebû Süfyan, Ebû Cehil oğlu İkrime, canı ciğeri amcası Hz. Hamza’nın vücudunu parçalayan Vahşi, Hind ve diğerleri için “Bugün size kınama yok” sözlerinde tezahür eden o geniş afv ve müsamaha, bizim için nurlu birer düstur olmalı değil midir?
Evet, bizim işimiz, gönülleri yıkmak değil, gönülleri yıkamaktır. İtab başkasına değil, nefsimizedir. Başkalarını kusurlarıyla yakalama değil, bilakis onları aklamadır. Başkalarının çirkinliklerini teşhir değil, kendi güzelliklerimizi neşretmek esastır. Düşmanlık düşmanlığa olmalı, mü’mine değil. İnsanlara sıfatlarına göre değer verilse bile, onların Allah indindeki hakiki kıymetini biz bilemeyiz. Öyleyse sînelerimizde, bilhassa gönüllere karşı ukdelerden temizlenmiş bir gönül taşımalıyız...
Düşmanlık etmek de, düşmanlığa maruz kalmak da, mü’mine yaraşır-yakışır şeylerden değildir. Evet, şefkat ve muhabbetin temsilcisi olması gereken mü’mine, adavet hiç mi hiç yakışmıyor. İlle de adavet etmek istiyorsak, mü’minlere değil, ruhlarımızı saran düşmanlık düşüncesine, kine, nefrete, imtizacsızlığa, kâfire, mülhide, îman ve Kur’ân düşmanlarına adavet etmeliyiz. Hal böyle iken, imanın, Kur’ân’ın binlerce, milyonlarca hasmını bir kenara bırakarak mü’minlere düşmanlık beslemeyi anlamak mümkün değildir.
Hem, bırakın mü’mine düşmanlığı, kâfire bile adavetimizde bir kıstas, bir ölçü olmalıdır. Bu ma’nâda adavetimiz, bizim için bir kamçı olacak, bir hırs ve aksiyon haline gelecek ve en bataklık sînelerde dahi gül bitirecek ve hayırlara vesile olacaktır.