Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tevhid ve Şirk - 2

Mehmet_Aydin

New member
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
16
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
49
Allahu Teala insanı eşrefi mahlûk, yani mahlûkatın içerisinde en üstün ve şerefli varlık olarak yaratmıştır. Ona başka hiçbir mahlûkata vermemiş olduğu akıl nimetini bahşetmiş ve buna binaen onu yapacağından sorumlu kılmıştır. Bu hususu Kur'an'ı Kerim'de Allah Subhanehu Teala şöyle buyurmaktadır:
"Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi." (Bakara:30)
Yeryüzünde Allah Subhanehu Teala'nın halifesi olan insan akıl nimetini kullanarak iman edenler safına girmiş olur ve bu şekilde ise hem dünyada hem de ahirette kurtulanlardan olacağını yine Allah Subhanehu Teala şu ifadelerle bizlere bildirmektedir:
" ...Allah'a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp salih amel işleyenler için Rableri katinda mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir." (Bakara:62)
Bir başka ayeti celilede şöyle buyrulmaktadır:
"İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler." (Bakara:277)
Ve buna benzer nice ayeti kerimede Allah Subhanehu Teala İman edip mümin olan her bir kişinin yapacağı salih amel karşılığında cennetini vaat etmiş bulunmaktadır.
Aynı zamanda bu eşsiz nimet olan imandan yoksun her insanı ise akıl nimetinden beri olan ve sadece insanların hizmetine sunulan hayvanlardan dahi daha aşağılarda olacağı bildirilmektedir:
"Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır." (A'raf:179)
Bir başka ayeti celilede ise Allah Subhanehu Teala imansız yani kafir olarak ölen insanlar için şu çok dehşet verici ifadeleri kullanmaktadır:
"Şüphe yok ki kafir olanlar, yer yüzündeki her şey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap vardır." (Maide:36)
Evet, bu kısa girişten sonra ele alacağımız konuları ana başlıklar halinde şu şekilde sıralıya biliriz:
  1. İman-Akide nedir?
  2. Amel-Şer'i hüküm nedir?
  3. İman ile amel arasındaki fark nedir?
  4. Küfür nedir ve kafir kime denir?
Gelelim birinci konumuza:
  1. İman-Akide nedir?
İmanın biri genel, diğeri özel olmak üzere iki anlamı vardır. İmanın genel yani sözlük anlamı, inanmak ve tasdik etmektir. ''İman'' kelimesinin bu manada olduğu ayetler vardır. Bu ayetlerden birisi, Yusuf suresindeki 17. ayet-i kerime'dir. Yusuf Aleyhi's-selam'ın kardeşleri, babaları Yakup Aleyhi's-selam'a gelerek:
''Ey babamız! Biz yarış yapıyorduk, Yusuf'u eşyamızın yanına bırakmıştık; bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğru söylüyorsak da sen bize iman etmezsin (yani inanmazsın) dediler." (Yusuf:17)
İşte bu âyet-i kerime'de "iman" bu genel anlamındadır.
İman sözcüğünün sözlük anlamı şu şekilde ifade edilmektedir:
Halil (Tertib-ul Ayn, s.56.), İbn-i Faris (Mekayis, c.1, s.133.) , İbn-i Esir (Nihaye, c.1, s.269.) ve İbn-i Menzur (Lisan-ul Arab, c.13, s.21.) gibi lügat bil*ginlerinin tariflerinden çıkarılan sonuca göre, "iman" korku an*lamındaki havf kelimesiyle zıd olan "emene" kökünden gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'den şu ayeti buna örnek olarak gösterebiliriz:
"... Korkularını emniyete tebdil eylemeyi vaadetmiştir..." (Nur:55) Ancak "İman" "ba", "ya", veya "lam" harfleriyle kullanıldığında tasdik, doğrulama anlamındadır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber de kendisine Rabbinden ineni doğrulamış, inanmıştır." (Bakara: 285)
Azduddin İyci (Şerh-u Mevakif, c.8, s.323.) ve Taftazani (Şerh-u Mekasid, s.56, 176) gibi mütekellimler "İman"ı tarif ederlerken tasdik (doğrulama) olarak yorumlamışlardır.
Yine alimlerden İbn-Bakillani der ki: ‘Lugatda iman, tasdiktir. Organların ve kalplerin fiileri değil'. (Kitab-ul İttisaf s.34)
İman'ın dinde ki özel anlamı, yani şer'i ıstılahta ise; Peygamberimizin Allah Subhanehu Teala tarafından getirdiği kesin olarak bilinen her şeyde onun doğruluğuna inanmak ve onu tasdik etmektir.
''Peygamber ve mü'minler ona Rabbinden indirilene inandı.'' (Bakara:285)
"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır." (Bakara:177)
"Yine onlar, sana indirilene ve senden önçe indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar." (Bakara:4)
Bu ve buna benzer birçok Ayet-i kerimelerdeki iman bu manadadır. İman deyince bu anlaşılmalıdır.
İman ne ile gerçekleşir? Şüphesiz inanma kalbin işidir. Dil ise kalpte var olan imanı ifade eder. İmanın kalp ile alakalı bir husus olduğunu bildiren birçok hadis ve ayet mevcuttur. Örneğin; Hucurat Suresinde Allah Subhanehu Teala şöyle buyurmaktadır:
''Bedeviler 'inandık dediler.' deki, 'siz iman etmediniz, ama 'islâm olduk' deyin. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi..." (Hucurat:14)
İmam Kurtubi El-Camiu li-Ahkami'l-Kuran adlı meşhur Kuran tefsirinde bu ayet ile alakalı şunları söylemektedir:
İbn Abbas dedi ki; Âyet-i kerime hicret etmeden önce "muhacir" adını al*mak isteyen bedevi Araplar hakkında inmiştir. Allah da onların bedevi araplara ait isim üzere bulunduklarını onlara "muhacirler" denilmeyeceğini bildirdi.
es-Süddî dedi ki: Bu âyet-i kerime el-Feth Sûresi'nde sözü edilen bedevi araplar hakkında inmiştir. Bunlar Muzeyne, Cuheyne, Eşlem, Gıfar, Dîl ve Eş-calılara mensub bedevi Araplardır. Malları ve canları güvenlik altında olsun*lar diye: iman ettik, demişlerdi. Medine'ye gelmeleri istenince geri durdular. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Özetle, âyet-i kerime bazı bedevi Araplar hakkında hususidir. Çünkü onlar arasından yüce Allah'ın da belirttiği üzere Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler de vardır. Yüce Allah'ın; "Fakat teslim olduk deyin" buyru*ğu, biz Öldürülmek ve çoluk çocuğumuz esir alınmak korkusuyla teslimiyet gösterdik, demektir. İşte bu münafıkların niteliğidir. Çünkü onlar kalpleri iman etmediği halde zahiren iman etmiş görünmekle, ölüm ve esaretten kurtuldu*lar. İmanın gerçeği kalb ile tasdiktir. İslâm Peygamber (sav)'in getirdikleri*ni zahiren kabul etmektir. Bu da kişinin kanını dökülmekten kurtarır.
Ömer ibn-ul Hattab'ın Cibril kıssası ile ilgili olarak rivayet ettiği Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in İslam'ın, imanın ve ihsanın ne olduğunu öğrettiği hadiste şu ifadelere yer verilmektedir:
‘...Bana imanın ne olduğundan haber ver.' Dedi ki: ‘İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Resullerine ve ahiret gününe inanmandır. Kadere, hayrının ve şerrinin Allah'tan geldiğine de inanmandır.' (Buhari, Muslim)
"İman, kalb ile bilmek (marifet), dil ile ikrar ve azalar ile amel etmektir." (İbn Mace c: 1 s: 112 (Kahraman Yay.) h. no: 65. Toshihiko İzutsu, İslam Düşüncesinde İman, 104-105.)
Alimler burada, bilgi ile alakalı, Arapça kullanımdaki iki kelimeyi inceleyerek bu sözü açıklamıştır: Birincisi (A-Li-Me) diğeri ise (A-Ra-Fe) fiilidir. Sözlük manalarına açıp baktığımızda bu kelimeler arasındaki fark hemen göze çarpar. Şöyle ki; (A-Li-Me) fiilinin manası "bilmek, tanımak (hakkında) bilgisi olmak"tır. (A-Ra-Fe) fiilinin ise bu manalara ilaveten "farkında (ŞUU-RUN-DA) olmak, keşfetmek, bir şeyi hak olarak bilmek, bir şeyin doğru olduğuna kanaat getirmek ve kabul etmek" gibi manaları da içerdiği görülür. İşte burada kalbî marifete "imandır" diyebiliriz. Ama bilgili olmak illa da iman sahibi olmayı gerektirir diye bir şey söylemek de doğru değildir. Nitekim Yahudiler Kur'ân'ın ifadesiyle Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in peygamber olduğunu kendi evlatlarının (kendilerine ait olduğunu) bildikleri gibi biliyorlardı ama yine de iman etmiyorlardı bk. Bakara 146: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler."
İşte, imanın kalb ile alakalı olduğunu bize bildiren daha birçok ayet ve hadis mevcuttur ileride bu konu hakkında bir kaç hususa daha değineceğiz. Bu deliller imanın kalple ilgili bir iş olduğunu bunun da tasdik ve itikad anlamına geldiğini göstermektedir.
İmanın bu genel tanımından sonra, akli iman ile nakli iman'ın ne olduğunu ve arasındaki farkın ne içerdiğine bir bakalım.
Akli İman bir insanın Müslüman olabilmesi için yerine getirmesi gereken en öncelikli bir konudur. Kelimeyi tevhidi incelediğimizde karşımıza şu gerçekler çıkmaktadır.
Şehadet ederim ki Allah'dan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu kulu ve resulüdür.
Evet, Kelimeyi tevhid'de kişiyi Müslüman yapan üç akli imanın hakikatini kısaca ele alalım.
1- Allah'a iman:
Allah Subhanehu Teala'ya iman akıl nimetini kullanarak maddenin, yani duyu organları ile hissedilen her şeyin aciz, sınırlı ve muhtaç oluşundan ve aynı zamanda sebep oluşundan dolayı, bir müsebbibe gerek duyulduğunu yani Allah Subhanehu Teala'nın varlığının vacibul vücud olduğuna kesin tasdiktir.
2- İki Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Allah Subhanehu Teala'nın kulu ve resulü olduğuna iman:
Yine aynı şekilde mümin olabilmek için bir resule kesinlikle gerek duyulduğunu ve kişilerin hayatta karşılaşacağı tüm sorunların ancak bu resul aracılığı ile çözüme kavuşturabileceğinden dolayı, Allah Subhanehu Teala'nın kelamı olan Kur'an'ı Kerime imanda akli imandır. İşte resule ihtiyaç akli bir imanın ürünü ve o resulün Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in olduğunu bize bildiren ise Kur'an'ı Kerim'dir.
İşte, bu üç konu akli iman'ın aslını teşkil etmektedir ve Kelimeyi tevhidi söyleyen her müminin aklen idrak edip, kanat getirmesi gereken bir imani husustur. Nitekim Allah Subhanehu Teala bu gerçeği Kur'an'ı Kerim'de bizlere birçok yerde hatırlatmaktadır. Buna bir örnek:
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır." (Bakara:164)
Birde nakli iman vardır ki; oda kişinin aklı ile tasavvur edemediği, yani madde ötesi olan, her şeyin nakil yani Kur'an ve Sünnet ile bildirilen, sübut ve delalet olarak kati olan her şeye iman etmektir. Örnek; Meleklere, Şeytana, Cennet ve Cehenneme ve bunun gibi birçok başka konuya nakli iman denir.
İşte, tüm bu söylenenlerden sonra akide yani imanı alimler şöyle özetlemiştir:
Akide; delile dayalı, vakıaya uygun kesin tasdiktir, iman etmektir. Akidede gerekli olan ise kesinliktir. (Takiyyuddin En-Nabhani Islam Şahsiyeti c.1)
Bu tarif üzerinde biraz durulması gerekiyor. Delil kesinliği ve vakıaya (fıtrata) uygun oluşu hakkında yine alimlerin sözlerinden anlayalım. Takiyyuddin En- Nabhani bu konu hakkında şunları söylemektedir:
Akli akide insan fıtratına uygun ise o, doğru bir akide, düşünme ve meyiller için, yani şahsiyetin oluşması için doğru bir esastır. Eğer insan fıtratına uygun değilse batıl bir akidedir ve batıl bir esastır.
Akidenin insan fıtratına uygun olması demek, insan fıtratında var olan acizliği ve düzen sahibi bir yaratıcıya muhtaçlığı kabul eder olması demektir. Diğer bir ifade ile dindarlık içgüdüsüne uygun olması demektir.
İslâm akidesi, insan fıtratında var olan tedeyyünü/dindarlığı kabul eden tek akli akidedir. Çünkü İslâm akidesinin dışındaki akideler, ya dindarlık içgüdüsüne uygunluğu akıl yerine vicdan yoluyla sağladığı için akli bir akide sayılmazlar. Veya akli bir akide olsa dahi insan fıtratında olanı kabul etmezler. Yani dindarlık içgüdüsüne uygun olmazlar. (Takiyyuddin En-Nabhani Islam Şahsiyeti c.1)
Akide'de delilin kesin yani kati oluşu ise bir çok delil'den dolayı iman'da şarttır. Bir haberin veya delilin kati oluşu o haberin ve delilin zandan arındırılmış olması demektir. Kısacası kati yani kesinliğin karşıtı zandır. Örneğin; kelimeyi tevhidin ilk şartı olan Allah'a iman bir mefhumdur. Mefhum ise; aklın vakıaya vermiş olduğu hükmün zandan arındırılmış şeklidir. Ve kişi sahip olmuş olduğu mefhumlara göre hareket eder. Kişi kaynar suyun kesin yakıcı bir şey olduğu konusunda bir mefhum sahibi ise, çayını yudumlarken bu mefhum doğrultusunda hareket eder. Aksi bir davranış, normal değildir ve davranış bozukluğu olarak nitelendirilir. İşte İman olgusu da bir mefhumdur ve kesinlik ifade etmesi gerekir. Bir mümin iman mefhumundan dolayı da normal şartlarda, onun gereği şekilde hareket eder.
Bur gerçeği Kur'an'ı Kerimde Allah Subhanehu Teala birçok ayeti kerimede burhan ve sultan lafızlarını kullanarak vurgulamaktadır. Ve yine aynı şekilde Allah Subhanehu Teala Kur'an'ı Kerimde zandan uzak durmamızı istemektedir. Bunları ifade eden ayeti kerimelere bakalım.
-Sultan ve Burhan ile alakalı ayetler:
"Yoksa O'ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: Haydi burhanınızı getirin!..." (Enbiya:24)
"Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak içi sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir sultan getirin!" (İbrahim:10)
"Her kim Allah'tan başka ilaha davet ederse, -ki bu hususla ilgili hiçbir burhanı yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kafirler iflah olmaz." (Mü'minun:117)
Ve bunun gibi nice ayetler bu konuya temas etmektedir. Bakınız: Neml 64, El-Kasas 75, Yusuf 40, Yunus 68.
-Zann ile alakalı ayetler:
"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." (Necm:23)
"Ve "Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük" demeleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler." (Nisa:157)
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler." (En'am:116)
Ve yine zann ile alakalı şu ayeti kerimelere bakabilirsiniz: Necm 27-28, Yunus 36, En'am 148, A'raf 71, Ali İmran 151


Devam edecek...

Kardeşiniz Mehmet Aydın
 

Mehmet_Aydin

New member
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
16
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
49
Tevhid ve Şirk - 2

2. Amel- Şeri Hüküm nedir?
Amel denirken akla ilk olarak kişinin davranışları, yani hal ve hareketleri gelmektedir. Kısacası kişinin beyni ve kalbi dışında gerçekleşen tüm fiiler, amel olarak nitelendirilebilir. Ve nitekim alimlerin bu konu hakkında çokça teferruatlı açıklamaları mevcut. Örneğin; alim Ata Ebu Raşta ile Takiyyuddin En- Nebhani Usul-ul fıkıhı şöyle tarif etmişlerdir:
Tafsili delillerden istinbat edilmiş ameli şer'i hükümlerin bilgisi üzerine bina edildiği kaidelerdir. (Takiyyuddin En-Nabhani Islam Şahsiyeti c.3/11, Ata Ebu Raşta et-teysir-ul Vusul ilal Usul 1/6)
Şer'i Hüküm ise şu şekilde tarif edilmektedir:
Şer'i hüküm ise; kulların fiilleri ile ilgili Şari'in/Şeriat Koyucunun hitabıdır. Bir başka anlatımla; insana ait fiillerden bir fiille veya insanın fiillerinden sayılan sıfatlardan bir sıfatla ilgili fikirlerdir. Kiralama, alışveriş, faiz, kefalet, vekâlet, namaz, halifenin ve Allah Subhenehû ve Teala'nın hadlerinin ikamesi, halifenin Müslüman olması, şahidin adil olması, halifenin erkek olması ve bunlara benzeyen şeylerin tamamı Şer'i hükümlerden sayılır. (Takiyyuddin En-Nabhani Islam Şahsiyeti c.1)
Bu tarifler özellikle Usul alimlerinin neredeyse tamamının eserlerinde mevcuttur. Usulu veya şer'i hükmü tarif ederken hep fiil ve amel vurgusu yapılmaktadır. Konumuzun ana meselesi Şer'i Hüküm ve Usul olmadığı için amel konusuyla alakalı bir kaç ayet örneği vererek üçüncü konumuza geçmek istiyorum. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
"Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkar ederse, bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir." (Ali-İmran:97)
"Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin." (Bakara:43)
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara:216)
Ve buna benzer onlarca ayet ve bir o kadarda hadis mevcuttur.

İman ile Amel arasındaki fark nedir?
Amel İmanın bir parçası mıdır? Konuyla ilgili ayetler incelendiğinde amelin, imanın bir parçası olmadığı, imanın dışında kaldığı sonucuna varmaktayız. Şöyle ki;
1- "Onlar ki inandılar (iman) ve iyi işler yaptılar (amel)..." (Bakara:277)
Burada iman ve amel kelimeleri arasında atıfta bulunulması, yani "ve" bağlacı ile birbirinden ayrılması, amelin imanın bir parçası olduğu görüşüne aykırıdır.
2- "İnanarak iyi işlerde bulunan..." (Taha:112.)
Burada "inanarak" cümlesi, hal cümlesidir. Yani hayırlı işlerde bulunan ve aynı zamanda mümin olan kimse kastedilmektedir. Bu ise salih amelle imanın farklı anlamlar içerdiğini ortaya koyar.
3- "Eğer müminlerden iki grup birbiriyle savaşırlarsa hemen aralarını bulun. Eğer biri ötekine saldırırsa o saldırganlarla, Allah'ın emrine itaat edinceye kadar savaşın..." ( Hucurat:9.)
Allah (c.c), bu ayette asi taifeye mümin nisbetini vermektedir. Zahiri anlamı şudur; onlara mümin denilmesi, onların baği, saldırgan olduğu zamana aittir. Yani sadece geçmişteki durumları için onlara mümin denilmemektedir.
4- "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun." (Tevbe:119)
Allah (c.c) bu ayette imanla vasıflananlara takvalı olmayı emretmektedir. Bu ise imanla takvasızlığın bir arada bulunabileceğine delalet eder. Aksi takdirde takva emri anlamsız ve kazanılmışı yeniden kazanma anlamına gelirdi.
5- "... Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve mukadder etmiştir..." (Mücadele:22.)
Bu ayet imanın merkezinin kalp olduğuna delalet eder. Başka bir ayette şöyle buyuruyor:
"...İman kalblerinize girmedi henüz ..." (Hucurat:14.)
Bazı ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde ameller imanın cüzü gibi gösterilmiştir. Mesela şu ayette olduğu gibi;
''Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir''. (Nisa:93)
''Zina eden kişi zina ettiği sıra mümin olduğu halde zina etmez. Hırsızlık yapan kişi hırsızlık ettiği sıra mümin olduğu halde hırsızlık etmez, içki içen kişi içki içtiği sıra mümin olduğu halde içki içmez.'' (Buhari, Esribe, 1)
Bunun için de Hariciler ve Mutezile bu ayet-i kerime ve hadis-i şerifleri delil göstererek, amelleri, imanın asıl cüzleri saymış ve iman ettiği halde imanının gereği olan davranışlarda bulunmayan, mesela namaz kılmayan, büyük günah işleyen kimse mümin değildir, demişlerdir. Buna ne diyeceğiz?
Evet, amelleri imanın asıl unsurları gösteren bu ve daha başka ayet-i kerime ve hadis-i şerifler vardır. Bununla beraber günah işleyen kimseye mümin denilebileceğini ve inkar olmadıkça imanın ortadan kalkmayacağını gösteren ayet ve hadisler de pek çoktur. Bu hususla alakalı şu ayeti gösterebiliriz:
''Ey müminler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki, Rabbiniz kötülüklerinizi örter ve sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.'' (Tahrim:8)
Bu ayette Allahu Teala günah işlemiş olanlara ''mümin'' diye hitap etmektedir. Eğer büyük günah işleyen kimse imanını yitirmiş olsaydı Allah Teala bu kimseye ''mümin'' diye hitab etmezdi.
Ebu Zer (r.a.) şöyle demiştir:
''Peygamberimize geldim. Üzerinde beyaz bir elbise olduğu halde uyuyordu. Döndüm, sonra yine geldim, uyanmıştı şöyle buyurdu:
''Lailahe illellah'' diyen ve bu inanç üzerine ölen hiç bir kimse yoktur ki, cennet'e girmesin.''
Ben; zina etse de hırsızlık etse de mi? dedim. O; Evet, zina etse de hırsızlık etse de girer, buyurdu. Ben tekrar; zina etse de hırsızlık etse de mi? dedim. Peygamberimiz; Evet, zina etse de hırsızlık etse de yine girer, buyurdu: Ben üçüncü defa; Ey Allah'ın Rasûlü, zina etse de hırsızlık etse de mi? dedim. Peygamberimiz; Evet, Ebû Zerr' in burnu toprağa sürülse ve böylece zelil ve hakir olsa da yine girer, buyurdu. (Buhari, Libas, 24; Müslim, iman, 40)
Bu âyet ve hadisler ve daha pek çokları günah işleyen kimsenin imandan çıkmadığını, ancak günahkâr olduğunu göstermektedir. Büyük günah hakkında ileride başka delillerde sunacağız.
Bu itibarla Mutezile ve Haricilerin görüşlerine delil gösterdikleri ayet ve hadislerin zahir manaları terkedilmiş ve ''olgun mümin değillerdir'' diye yorumlanmıştır. Bunun için de Peygamberimizden günümüze kadar bu böyle anlaşılmıştır.
Bu ayetlerden ve hadisi şeriflerden anlaşılacağı ve icmanın teyid ettiği üzere amel, imanın dışındadır ve imanın bir parçası değildir. Ulema, imanı ibadetlerin doğruluğunun şartı olarak görürler ve sünnet de bu görüşü teyid eder.
Kalbin imanın merkezi ve amelin, imanın bir parçası olmadığına dair görüşten maksat şu ki; kalbi tasdik, başlı başına insanın ahiretini kurtarmaya yeterli değildir. Kalbi tasdik sadece insanı kafirler zümresi dairesinden çıkarır, ama kurtaramaz; kurtuluşun başka şartları da vardır ki kitap ve sünnette zikredilmiştir. Bu görüş, insanın uhrevi kurtuluşunu sadece kalbi tasdik ve dille ikrarda görüp ameli gerekli bilmeyen Mürciye (Cebriye) fırkasının görüşünü batıl bilmektedir. Mürcie görüşü bazılarına göre, İslam ve Müslümanlar için en büyük tehlikeyi oluşturmuştur. Çünkü Mürciye'ye ait bu görüş, insanları ve özellikle genç nesli, davranışları yönünden tam bir sorumsuzluğa çekmekte; cehennem azabının sadece kafirler için vaat edildiğine, cehennem ateşinden kurtulmak için kalbi tasdik veya dille ikrarın yeterli olduğuna inanmaktadır.
İmam Şafii'ye göre, Allah (c.c) insanın batınını ölçü kılar ve kullar ise insanın zahirine hükmederler, dille ikrar tasdikin habercisidir ve bazen de böyle değildir.



Devam edecek...

Kardeşiniz Mehmet Aydın
 

Mehmet_Aydin

New member
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
16
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
49
Tevhid ve Şirk - 3

Tevhid ve Şirk - 3

4. Küfür nedir ve Kafir kime denir?
Bu konuyu daha net anlayabilmemiz için iman ile alakalı şu ayrıntıya girmemiz gerekmektedir. Resulü Ekrem (s.a.v.)'in Allahu Teala tarafından getirmiş olduğu şeylerin hepsine iman etmek farzdır. Bunlardan bazılarına iman edip bazılarını inkar etmek caiz değildir. Peygamber (s.a.v.)'in çeşitli dini öğretiler ve ahkam hakkında getirdikleri oldukça etraflı ve geniş olduğundan her ferdin bunların hepsi hakkında etraflıca bilgiye sahip olması ve tasdik etmesi mümkün değildir. Bunun için Resulullah (s.a.v.)'in getirdikleri ikiye ayrılır:
-Bir kısmı tevhid, mead (Allah'a ve ahiret gününe iman), namaz ve orucun farz oluşu gibi teferruatıyla malum olanlar,
-Bir kısmı ise kitap ve sünnette mevcut olup icmalen malum olanlardır. Tafsili (ayrıntıları) malum olanlara tafsili olarak iman, icmalen malum olanlara ise icmali (genel) olarak iman et*mek farzdır. Tafsili imanın gerekli olduğu yerler:
1- Allah (c.c)'ın varlığına, vahdaniyetine, ortak ve benzeri olmadığına iman.
2- Halketme ve icadetmede (yaratışta) tevhid. Yani alemde Allah'tan başka halıkın (yaratıcının) olmadığına inanmak.
3- Rububiyyette ve tedbirde tevhid. Yani alemde Allah'tan başka müdebbir (idare eden, yöneten, bütün yaratılmışları düzenle ve dengeyle idare eden ve birbirine yardımcı eden) olmayışına inanmak.
4- İbadette tevhid. Yani Allah'tan başka ibadet edilecek bir mabudun olmadığına inanmak.
5- Resul-i Ekrem (s.a.v.)'in nübüvvetine ve risaletinin evrenselliğine iman.
6- Mead ve ceza gününe iman. Mütekellimlerin çoğu bunda gaflete düşmüşlerdir. Hâlbuki Kur'an-ı Kerim'de meada iman, Allah'a imanla birlikte zikredilir.
"... Allah'a ve ahiret gününe (meada) gerçekten inanıyor*sanız..."(Nisa:59.)
İman, bu hususların hepsini tasdik etmekle gerçekleşir. Bunlar*dan herhangi birini inad ve şüpheyle inkar etmek insanı İslam dairesinden çıkarıp kafirler zümresine katar.
Elimizdeki kaynaklar Peygamber (s.a.v.) zamanında şahade*teyni ikrarın bu altı şehadeti kapsamı içerisine aldığına, şahade*teynle bu altı şahadetin kastedildiğine delalet etmektedir. Bundan dolayı teferruatla ilgili meseleler ve kelam ilminde incelenen çeşitli konuları, her ne kadar İslam'ın özüyle ilgili hususlar da olsa bunları teferruatıyla kalben tasdik farz değildir, icmalen -genel olarak- iman etmek yeterlidir. Örneğin; Kur'an'ın kadim veya hadis olduğuna inanmak veya Allah'ın sıfatlarının zatının aynısı mı yoksa zatına izafe ve zatından ayrı mı olduğu gibi kelamla ilgili konuları incelemek farz değildir. Mümin olan Al*lah'ın alim ve kadir olduğuna inanmalıdır.

Küfrün Tanımı:
Küfür, lügatta örtmek, gizli tutmak ve saklamak anlamındadır. Tohumu toprağa gömüp üzerini örttüğü için çiftçiye kafir denilir. Allah Teala Kur'an'da şöyle buyurur:
"... Bu tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider..." (Hadid:20.)
Küfrün ıstılah anlamı ise iman edilmesi farz olana iman etme*mektir. Bu husus ister tevhid, Resulullah (s.a.v.)'nın risaleti ve mead gibi tafsili imanla ilgili olsun ve ister teferruatla dair icmali imanla ilgili olsun aynıdır. İyci (El-Mevakif, s.388.), İbn-i Meysem Behrani (Kavaid'ul Meram, s.171.), Fazıl Mikdad (İrşad'ut Talibin, s.443.) gibi büyük alimler ve başkaları küfrü, Resul-i Ek*rem (s.a.v.) tarafından getirildiği malum olan şeyi inkar etmek olarak tanımlarlar.

İnsanı Küfre İten Sebepler:
1- Tafsili imanın farz olduğu hususları inkar etmek. Yaratanı veya zati tevhidin herhangi bir türünü, Resul-i Ekrem (s.a.v.)'in risaletini ve kıyamet gününü inkar etmek gibi. Bu hususları inkar eden veya kendini bu konuda cahilmiş gibi gösteren kişi kafirdir.
2- İslam'dan olduğunu kesin olarak bildiği bir hususu yalanla*mak ve inkar etmek. İnkar eden kimse ister yeni, ister eskiden beri Müslüman olsun farketmez.
3-İslam'ın zaruriyetinden (dinden olduğu apaçık bilinen) olduğunu bildiği hususu inkar etmesi kişinin küfrüne ve İslam'dan irtidat etmesine sebep olur.
Hz. Ali (r.a.) bazı rivayetlerde yer aldığına göre küfrü aşağıdaki bölümlere ayırmıştır.
1- Küfr-ü Cühud: Vahdaniyyet ve meadı inkâr. Zındıklar ve Dehriyye (Maddeciler) bu bölüm kapsamına girerler ve şöyle derler: "Bizi ancak madde yok eder." Bu bölüme giren kafirlerden bir kısmı ise marifet elde ettikten sonra tekzib ve inkarda bulunanlardır:
"Ne zamanki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı bir kitap (Kur'an) geldi, daha önce inkar edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri (Kur'an) kendilerine gelince onu inkar ettiler; Hay Allah'ın laneti inkarcıların üzerine olsun!" (Bakara:89.)
2- Küfr-ü Terk: Allah'ın emrettiğini terketme sebebiyle küfür: Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
"... Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?..." (Bakara:85.)
3- Küfr-ü Beraat:
"... Sonra da kıyamet gününde bir kısmınız, bir kısmınızı inkar edecek, bir kısmınız bir kısmınıza lanet okuyacak..." (Ankebut:25)
4- Küfr-ü Nimet:
"Ve Rabbiniz şöyle bildirmişti: Andoslun şükrederseniz, size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir." (İbrahim:7.)
5- Küfr-ü Mutlak: Küfür kelimesinin kayıtsız olarak nisbet verilebileceği durumlardır. (Meclisi, El Bihar, c.72, s.100.)
Küfür çeşitlerinin ne olduğunu bilmek için şu kaynaklarada bakılabilir. Medaricus Salikin İbn Kayyım el Cevziyye c.1 s.266-267 ve Kütübi Sitte c.15 s.145
Büyük günah hakkında ise alimlerin görüşleri şu şekildedir. Büyük günah mümini imandan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz. Ancak böyle bir mümin asi sayılır. Ameller imandan bir cüz (parça) değildir. Ancak işlenen günahı helâl saymak, onu hafife ve alaya almak, kesinlikle küfürdür.

Mu'tezile mezhebinin görüşü:
Büyük günah işleyen ne mümin, ne de kâfirdir. O fasıktır ve iki menzil arasındaki bir menzildedir. Bu mezhep, imanı kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve amellerin yapılması şeklinde tarif ettikleri için; büyük günah işleyenleri mümin kabûl etmemişlerdir. Ancak kâfir de kabul etmemişlerdir. Çünkü, Peygamber (s.a.v.) asrında ve takip eden dönemlerin hiçbirinde büyük günah işleyenlere, dinden çıkanlara verilen ölüm cezası verilmemiştir. Eğer kâfir olsalardı, imandan sonra küfre gitmenin cezası olarak öldürülmeleri gerekirdi. Bu yapılmamıştır, onun için bunlar iman ile küfür arasındadırlar. Bunlara "fâsık" denir.
Haricîlere göre: Büyük ve küçük günah işleyen kimse kâfir olur. İslâm'ın, yapılmasını emrettiği ameller imanın bir parçasıdır. Yani amel imandan bir cüz'dür.
Haricîlerden bir fırka olan el-Ezârika'nın görüşü:
Büyük günah işleyen kimse "müşrik"tir. Çünkü böyle kimse hem Allah için, hem de Allah'tan başkası için amel etmektedir. Yaptığı büyük günah ile Allah'tan başkasını (nefsini veyahut şeytanı) ona ortak koşmuştur.
Yukarda belirlenen bütün görüşler, sahiplerince bir takım delillere dayandırılmıştır. Biz ise en güvenilir olan, alimlerinin çoğunun icmaen delil olarak kabul ettiklerine bakacağız. Diğerleri için akaid kitaplarında geniş malumat verilmiştir; oraya bakılabilir.
1. Delil: İman, kalp ile tasdiktir. Mümin'in imandan çıkması için kalbindeki tasdikin değişmesi gerekir. Hangi beşerî zaaflardan kaynaklanırsa kaynaklansın, işlenen büyük günahlar, tasdiki değiştirecek mahiyette olmadığı sürece işleyenini imandan çıkarmaz. Kalpteki tasdiki değiştirme ise ancak yapılan günahı helâl sayarak veya o hükmü alaya alarak meydana gelir. Şer'i hükümlerle alay etmedikçe, hafife almadıkça ve helâlleri haram, haramları da helâl kabul etmedikçe; kalpteki tasdik değişmemiş olur. O değişmedikçe de kâfir olunmaz.
"Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğini affeder. " (Nisa:116) ayeti, ancak şirkin affedilmeyeceğini, diğer günahların ise -eğer Allah dilerse- affedebileceğini ifade etmektedir. Eğer büyük günahlar da küfür kabul edilseydi, ayetin ikinci bölümünde "ma dûne zâlik = bunun dışındakiler.." ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı.
2. Delil: "Asi" denilen büyük günah sahiplerinin gerçekte mümin olduklarını belirten birçok ayet vardır:
"Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları, şeytan işi pisliklerdir. "
(Mâide: 90)
"Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa.." (el-Hucurât:9)
"Ey iman edenler, yürekten, hâlis (samimi) bir tevbe ile tövbe ederek Allah'a dönün." (Tahrim: 8)
"Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. " (Bakara:178)
Ayetlerde görüldüğü gibi büyük günah işleyenlere "Ey inananlar" diye hitap edilmiştir.
3. Delil: Mümin bir kimse öldüğü zaman cenaze namazı kılınır ve Müslüman kabristanına defnedilir. Asr-ı saadetten bugüne kadar büyük günah işlemiş ve tövbe etmemiş olsa bile (gizli halleri Allah'a ait olmak üzere), ölen her Müslüman için, günahkâr veya günahsız ayrımı yapılmaksızın cenaze namazı kılınmış ve Müslüman kabristanına defnedilmiştir. Peygamber'in tatbikatı böyle olmuştur ve İslâm âlimleri bu konuda icmâ etmişlerdir.
"Kendisine emanet edilemeyen kimsenin imanı yoktur. "Zina eden kimse, mümin iken zina etmez, mümin iken hırsızlık yapmaz, mümin iken içki içmez... " (Buhârî, Mezalim 30; Müslim, İman 100,104; Ebû Davûd, Sünnet, 15; Tirmizî İman, 11).
Şeklinde varid olan hadisler, büyük günah işleyenlerin kâfir olduklarına delil değil; ancak imanlarının kâmil olmadığına delildir. Kâmil bir iman, büyük günahların işlenmesine engeldir. Direkt küfür (inkar) ibaresinin geçtiği şu hadiste buna örnek veriliyor:
"Kim bir kadına arkasından yaklaşırsa Muhammed'e indirileni inkar etmiş olur."
Diğer bir rivayette ise: Kim bir kahine veya bilgice müracaat eder ve onun dediğini tasdik ederse Allah'ın Muhammed'e indirdiğini inkar etmiş olur. (Tirmizi, Tahare, 102; İbn Mace, Tahare, 122; Müsned, c.2 s.408,476)
Alimlerin neredeyse ekseriyeti bu ve buna benzer hadisi şeriflerde gecen inkar ve küfür ibarelerinin irtidat eden kişiyi dinden çıkaran bir küfür olmadığını bilakis bunların küçük küfür olduğunu şöyle ele almaktadır:
Bütün günahlar küçük küfür nevi'dendir. (Medaricu's Salikin İbn Kayyım el-Cevziyye c.1 s.266)
Büyük günahın kişiyi dinden çıkarmayacağını söyleyen aslında bütün selefilerin, hatta vahabi mezhebinin dahi kurucusunun dayandığı alim İbn-i Teymiyye, bakınız Kitabul İman adlı kitabında neler söylemektedir:
Büyük günah işleyene gelince, o kafir sayılmaz, isyankar veya fasık sayılır.
... kalbinde imandan bir zerre bulunanın Cehennem'de ebedi kalmayacağında ittifak halindedir. (Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra-İmam İbni Teymiyye Hayatı-Fikirleri-Eserleri s.316)
Gelelim bu konu ile alakalı ileri sürülen meşhur ayeti kerimeye, yani Maide suresinin 44. ayeti celilesine. Orada Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide:44)
Gelelim alimlerin bu ayeti celile hakkındaki tefsirlerine:
İmam Kurtubi El-Camiu li-Ahkami'l-Kuran:
"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ ken*dileridir." Diğer âyetlerde de "zalimlerin, fasıkların ta kendileridir" dîye buyurulmaktadır. Bu âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nazil olmuştur. Bu da Müslim'in Sahih'inde el-Berâ yoluyla gelen hadiste sabit olmuştur ki, bu ha*dis daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Büyük çoğunluk da bu görüş*tedir. Müslüman ise, büyük günah işleyecek olsa dahi kâfir olmaz.
Âyet-i kerimede hazf edilmiş ifadelerin bulunduğu da söylenmiştir. Yani, kim Kur'ânı reddetmek suretiyle Hz. Rasulün de sözünü inkâr yoluyla Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyecek olursa, o kişi kâfirdir. Bunu, İbn Abbas ve Mü-cahid söylemiştir. Bu açıklamaya göre âyet umumidir.
İbn Mes'ud ve el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerime ister Müslüman, ister yahudi, ister katır olsun Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkes hakkında umumidir. Yani, bunun doğruluğuna inanarak ve bu şekilde hüküm ver*menin helal olduğuna kanaat getirerek...
Ancak, kendisinin haram işlediğine inanarak böyle bir iş yapan ise, Müslümanların fasıkları arasında yer alır. İşi de Allalı'a kalmıştır. Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse de ona mağfiret eder.
İbn Abbas da kendisinden nakledilen bir rivayete göre şöyle demektedir: Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyecek olursa o, kâfirlerin işine benze*yen bir iş yapmıştır.
Şöyle de denilmiştir: Yani, kim Allah'ın bütün indirdikleriyle hükmet*mezse, o kimse kâfirdir Ancak, tevhid İle hükmetmekle birlikte, şer'î bazı hü*kümler gereğince hükmetmeyen kimse, bu âyetin kapsamına girmez. Doğru olan birinci görüştür. (İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil'l-Kur'an, Buruc Yayınları: 6/243-245.)
İbn-i Kesir Tefsiri :
Abdullah İbn Abbas'dan : Bu ayette küfür, sizin anladığınız manada küfür değildir, dediği rivayet edilmiştir. Tavus da: Buradaki küfür, dinden çıkaran küfür değildir, demişti. (İbn- Kesir Tefsiri c.2 s.24 Sağlam Yayınevi)
Ebu Cafer Muhammmed b. Cerir et Taberi Tefsiri:
Tavus diyor ki: Bir kişi, Abdullah b. Abbas'tan, ‘Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler..' ayetlerini sordu ve dedi ki: ‘ Bir kimse bunu yaparsa kafir mi olur? ‘ Abudullah b. Abbas da dedi ki : ‘Onun bunu yapması kafirliktir. Fakat o kimse Allah'ı ahiret gününü, şunu vu şunu inkar eden kimse gibi değildir.
Abdullah b. Mesud nakledilen diğer bir görüşe göre ‘ Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendisidir.' Ayetindeki ‘Kafirler'den maksat, Allah'ın indirdiğini inkar ederek onun dışındaki şeylerle hüküm verenlerdir. Allah'ın indirdiğini, Allah tarafından olduğunu kabul ederek onun dışındaki şeylerle hüküm verenler ise zalimler ve fasıklardır. (Taberi Tefsiri c.3 s.308-309 Hisar Yayınevi)
İşte tüm bu açıklamalardan sonra kişi inkar etmedikçe, ki inkar'ın içerisine tercih ve hafife almada girer, dinden irtidat etmediği neredeyse alimlerin tamamının ittifaken kabul etmiş olduğu bir gerçektir.
Gelelim özellikle Hariciye görüşünü savunan mezheplerin ki günümüzde bu görüşü savunun Vahhabi mezhebi taraftarları da mevcut, çokça ileri sürdükleri tağut ile alakalı ayetlere. Örneğin;
"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor." (Nisa:60)
"Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip (inkar edip) Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir." (Bakara:256)
Bu ayetlerde geçen tağut nedir ve bir müminin tağuta karşı tutumu ne olmalıdır bunu kısaca ele alalım.
"Ta-ğa-ye", kökünden mübalağa tipiyle bir cins isimdir. ‘Sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta fazla ileri gitmek, hadde tecavüz etmek' manalarına gelir, mastarı ‘tuğyan'dır. Suyun yatağını aşıp taşması manasında Kuran'da Nuh tufanının anlatıldığı kıssada bu kelime şöyle kullanılır;
"Su tuğyan ettiğinde sizi akıp giden(gemi)de biz taşıdık." (Hakka:11)
Yine aynı surede, sanılandan, beklenilenden çok daha korkunç olan soğuk fırtınayla beraber gelen zelzele için de ‘tağiye' kelimesi kullanılmıştır;
"Semud'a gelince; onlar, şiddetli bir sarsıntıyla yok edildi." (Hakka:5)
Ayrıca "Sakın tartıda ölçüden şaşmayın" (Rahman:8) ayetinde de aynı kökten türeme fiil kullanılmıştır. Peygamberle alakalı olarak;
"Gözü kaymadı ve şaşmadı, and olsun, o Rabb'in en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü." (Necm:17-18) ayetinde aynı kökten ‘şaşmak, çevrilmek' manalarında kullanılmıştır. Kavramın bu manalarıyla o toplumun insanlarınca kullanıldığı ve herhangi bir şekilde haddi aşmayı içerdiği açıktır.
Bu şekli, İbnü Cerir et-Taberi şöyle tarif ediyor;
"Allah'a karşı isyankar olup, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapılıp mabut tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şeydir." Başka bir ifade ile "Başkaları üzerinde rabbleşip başkalarının dünya hayatını yönlendirip yeryüzünün rabbi kesilmeye çalışan ‘şey'lerdir."
Ve yine Bakara suresinin 256 ayetinin tefsirinde İmam Taberi tağut için şunları söylemektedir:
Ayette zikredilen ‘Tağut' kelimesinden maksat. Ömer b. el- Hattap, Mücahid, Şa'bi, Dehhak, Katade ve Süddiye göre Şeytan demektir ve Muhammede göre sihirbaz demektir ve Cabir b. Abdullaha göre Kahin demektir. Taberi, Tağut hakkında söylenecek en doğru görüşün, onun, Allaha karşı azgınlaşan ve Allahın dışında kendisine tapınılan şeydir, diyen görüş olduğunu söylemiştir. İsterse tağut, kendisine tapanları zorla taptırmış olsun, isterse onun zoru olmadan insanlar kendilerinden ona tapmış olsunlar. Bu nedenle, kendisine tapılan bu varlık Şeytan da olabilir Heykel de, put da yahut başka herhangi bir şeyde. ((Taberi Tefsiri c.2 s.115 Hisar Yayınevi)
Yine İbn-i Kesir ise bu ayet ve tağut hakkında şunları söylemektedir:
"Tağut'u inkar edip Allah'a inanan kimse" Yani kim, putlardan, eş ve ortak koşulanlardan, şeytanın çağırmış olduğu, Allah'tan başka tapılan her şeyden kendini sıyırıp uzaklaştırır, Allah'ın bir olduğuna inanıp sadece O'na ibadet eder ve O'ndan başka ilah bulunmadığına şehadet ederse "kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmılştır." Yani işini yoluna koymuştur, en güzel ve doğru yola girmiştir. Bu, sıkıca rabtedilme, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa benzetilmiştir. Sağlam Kulp: İmandır veya İslam'dır. ((İbn- Kesir Tefsiri c.1 s.213 Sağlam Yayınevi)
Tüm bu tefsirler ve bunun gibi onlarcası hep tağutun İslam karşıtı yani küfrü temsil eden her şeyin kapsadığını çok net bir şekilde dile getirmektedir. Özellikle Bakara suresinin 256 ayeti celilesinde geçen şu ibare "Tağut'u inkar edip Allah'a inanan kimse" yani tağut'un iman'ın, İslam'ın tam karşısında duran küfür olduğunu çok net bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla inkar edilmesi gerekir. Kimde onu inkar etmez ise küfürü inkar etmemiş olur ki, bu Allah muhafaza kişiyi dinden çıkarır. Şu durumda örneğin küfrü temsil eden demokrasi'yi, laikliği ve cumhuriyeti, yani tüm tağuti sistemleri, inkar etmediği müddetçe veya onlara iman ediği sürece irtidat söz konusudur. İşte bu gerçeği alim Abdulkadim Zellum yazmış olduğu şu eserinin başlığında da ne kadar net ifade edilmektedir: Demokrasi Küfür nizamıdır, onu almak, tatbik etmek ve ona davet etmek haramdır. Yani kim tağutu (tüm İslam dışı olan her şeyi) inkar ederde onunla amel ederse yapmış olduğumuz tüm mezkur delilerden ötürü halen Müslüman'dır, lakin çok büyük günah işlemiştir.
Son olarak ta tekfir hastalığının ne kadar kötü bir haslet olduğunu ele alarak yazımıza son vermek istiyorum:
Tekfir ıstılahta, bir Müslüman veya Müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nispet etmek; küfre girdiğini söylemektir. Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup Müslüman olabileceği gibi; Müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak Müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Hatta bir mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Haricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali'nin döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali'yi, Allah'ın hükmünü bırakarak beşerin hükmüne başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Haricî olarak adlandırılan bu gurubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilahare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima Müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir.
İşte, bu tekfir olgusunu Müslümanların gündemine koymaya çalışan tüm cemaat ve bu cemaatlere bağlı olan fertlerin, bilmeleri gereken şu gerçeği söyleyerek sözlerime son vermek istiyorum. Allah (c.c.)'hu hiç bir mümine çıkıp kişilerin hallerini araştırıp onları tekfir etmemizi istememiş, bilakis ümmetin hatta insanlığın kurtuluşu olacak olan Raşidi Hilafet Devletini kurup onunla insanlığa ilahi nur saçmamızı istemektedir. Bu ilahi görevi bizlere gösteren Allah'ın Resulü Muhammed (s.a.v.)'dir ve onu en güzel bir şekilde örnek kabul edip Halifeliğini yapmış olan Raşidi Halifelerdir. Yoksa bazıların örnek aldığı, dördüncü Raşidi Halife olan Ali (r.a.)'na karşı gelip hatta onu tekfir edip canına kast eden Hariceye mezhebi ve onun fitne yayan günümüzün modern uzantısı değil.
Allah'ım bizleri bu dava üzere şehit olmayı nasip eyle ve aramıza fitne sokmak isteyen hiç bir kimseye fırsat verme... Amin.

Kardeşiniz Mehmet Aydın
 

hakka davet

New member
Katılım
25 Eyl 2007
Mesajlar
153
Tepkime puanı
18
Puanları
0
Yaş
53
Tüm bu tefsirler ve bunun gibi onlarcası hep tağutun İslam karşıtı yani küfrü temsil eden her şeyin kapsadığını çok net bir şekilde dile getirmektedir. Özellikle Bakara suresinin 256 ayeti celilesinde geçen şu ibare "Tağut'u inkar edip Allah'a inanan kimse" yani tağut'un iman'ın, İslam'ın tam karşısında duran küfür olduğunu çok net bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla inkar edilmesi gerekir. Kimde onu inkar etmez ise küfürü inkar etmemiş olur ki, bu Allah muhafaza kişiyi dinden çıkarır. Şu durumda örneğin küfrü temsil eden demokrasi'yi, laikliği ve cumhuriyeti, yani tüm tağuti sistemleri, inkar etmediği müddetçe veya onlara iman ediği sürece irtidat söz konusudur.

İşte bu gerçeği alim Abdulkadim Zellum yazmış olduğu şu eserinin başlığında da ne kadar net ifade edilmektedir: Demokrasi Küfür nizamıdır, onu almak, tatbik etmek ve ona davet etmek haramdır. Yani kim tağutu (tüm İslam dışı olan her şeyi) inkar ederde onunla amel ederse yapmış olduğumuz tüm mezkur delilerden ötürü halen Müslüman'dır, lakin çok büyük günah işlemiştir.



Yukarıdaki parağrafta tağutu raddetmeyenlerin kafir olduğunu, hemen altındaki parağrafta ise günahkar olugunu beyan etmişsiniz tezatı izah edermisiniz?

İslam zahire göra hükmetmez mi? bir insan tağuttan yana tavır sergiliyor ona destek oluyorsa neyi reddetmiştir?

Adam öldürmek cinayettir, katl'dir, fakat adam öldürene katil diyemeyiz.
gayri meşru ilişki zina'dır, fakat işleyene zani diyemeyiz.
Bu küfürdür, ama buküfür ameli işleyene kafirsin diyemeyiz. anlamı çıkmaz mı izah edermisiniz?
 

Mehmet_Aydin

New member
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
16
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
49
Öncelikle hakka davet kardeşime teşekkür etmek istiyorum, yapmış olduğu inceleme ve tetkikden dolayı.

İlk olarak bir tezatın olmadığını ve herhalde yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Birde verilen örnekleri daha iyi anlaşılabilmesi için 3. konu olan iman ile amelin arasındaki fark adlı kısmı tekrar iyice araştırılması gerektiyi kanısındayım.

Hakka davet kardeşimiz demişki:
Adam öldürmek cinayettir, katl'dir, fakat adam öldürene katil diyemeyiz.
gayri meşru ilişki zina'dır, fakat işleyene zani diyemeyiz.
Bu küfürdür, ama buküfür ameli işleyene kafirsin diyemeyiz. anlamı çıkmaz mı izah edermisiniz?

İşte burada birtakım olgular bir biri ile karıştırılıyor. Katil, zani ve buna benzer tüm sıfatlar kişinin ameli ile alakalı birer sıfatlardır ve kişi bunu yaptığı taktirde, inkar ve red ( iman ile alakalı olgu) olmadığı müttetçe mürdet sıfatı ona giydirilmez. Yani kişi zina yapıyor olsun veya olmasın kişi zinanın haram olduğunu kabul etmediği taktirde o kişi mürdettir.

Yine aynı şekilde tağut diye nitelendirilen her şey, örneğin beşeri bir küfür nizamı olan demokratik bir recimde zina meşrudur denilmesi bir tağuti kanundur. Şu durumda kişi bu tağuti kanun olan zinayi ameli ile ifa eder ise, lakin o yapılmış zinanın haram olduğunu inkar etmediği taktirde kişi kesinkez mürted değildir. Yani kişi ameli ile dinden çıkmaz, kişi kalbinde bulunan imanını yitirmediği taktirde dinden çıkmaz. Şöylede denilmez, kişi kuranı kerimi yırtar onu helaya atar ise, ki bu bir ameldir, yinemi mürted değildir denilemez. Çünkü müslüman bu tür ameli yapmaz, o kuranı yırtan kişi kalbinde bulunan iman meyvesini yitirmiş, yani islamı inkar ettmiş bu amel ise onu teyyid ediyor denilir... Yani inkardan dolayı kafirdir.

Alim Abdulkadim Zellum ise işte bu gerçek ışığında şu başlık altında bir kitap yazmıştır, Demokrasi Küfür Nizamıdır. Onu Almak, Tatbik Etmek ve Ona Davet Etmek Haramdır, okumanı tavziye ederim.

Şuradan download yapabilirisin:
İslâmDevleti.org - Kitaplar

Şu durumda inşallah bir tezatın olmadığını izah edebilmişimdir inşallah...
 

hakka davet

New member
Katılım
25 Eyl 2007
Mesajlar
153
Tepkime puanı
18
Puanları
0
Yaş
53
Verdiğim örnekler sadece fiil- fail ilişkisini ortaya koymak içindi. Yoksa bir müslümanı işlediği günahı helal saymadığı müddetçe tekfir etmeyiz. Fakat küfrü mucib olan bir hadiseyi işleyenin de kafir olduğunu söylemek mecburiyetindeyiz. Onu uyarmamız ve bu durumdan onu kurtarmak için tebliğ yapmamız gerekir.

Şurası unutulmamalı ki;Küfür hadisesini meydana getiren şey dört kısma ayrılır:

1-)İtikattır:Bu İslam dininin hakkiyetine veya İslam dininde bizzaruri sabit ve itikadı vacip olan herhangi bir hükmün hilafına kalben itikad etmekten ibarettir. Allah’ın yasalarını kabul etmeyen insanların da kanun yapabileceğine itikat etmek gibi.

2-)Sözdür:Bu imana muhalif küfür sayılan bir sözü tav’an (isteyerek) telaffuz etmekten ibarettir.Bir şahsın dini İslam’dan çıktığını itiraf etmesi veya dini İslam’da itikat edilmesi zaruri olan bir şeyi lisanen inkar etmesi gibi. Buna elfazı küfür denir tarifi şöyledir;

“Dinimiz İslama göre (Şer’an) tazim ve saygı gösterilmesi lazım olan ve yine dinimizce mübarek, mukaddes ve değerli bulunan şeylerden birine, dinden düşmeye (çıkmaya) sebep teşkil eden sözleri reva görüp söylemeye küfür kelimesi (elfaz-ı küfür) denir.”

3-)Fiildir: Bu küfrü calip(kendi tarafına çekip getirici olan) herhangi bir harekette bulunmaktan ibarettir. Putlara ve şeyhlere secde etmek, haç takmak, zünhar bağlamak, Allah’ın yasalarını kabul etmeyen insanların kanun yapmalarını onaylamak veya sizin verdiğiniz örnekte olduğu gibi...(kişi kuranı kerimi yırtar onu helaya atar ise)

4-)Şektir: Bu İslam dininde katiyen sabit olup zarureti diniye namına olan ve meçhul kalması tasavvur olunmayan şeylerden herhangi birinde şüphe etmekten, acaba bu şöylemidir? Diye terettüd göstermekten ibarettir. Mesela melekler varmı yokmu, cennet ve cehennem varmı yokmu gibi...

Küfrü sadece bilmek yetmez ondan sakınıp korunmak gerekir.
 
Üst Alt