seyfullah putkýran
New member
- Katılım
- 30 Eyl 2005
- Mesajlar
- 5,807
- Tepkime puanı
- 205
- Puanları
- 0
- Yaş
- 40
- Konum
- Ruhlar Aleminden
- Web sitesi
- www.tevhidyolu.net
Tenasüh nedir ve müslümanlık inançlarına göre doğru mudur?
Nesih kökünden gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi mânâsınadır. Fransızlar, "metempsycose" derler. Bu anlayışa kâil olanlara göre, cesedler ruhların kalıpları gibidir; ervah kışla mâhiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de, daha başkalarına ve derken bir devr-i dâim içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.
En ibtidâî cemaatlar arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibariyle, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj'ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddi farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifâdelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.
Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezheb gibidir. Hususiyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine
bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede bir-kaç kişi biraraya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik'in fizik'e ve onun kanunlarına te'sirinden; hatta bir kısım ruhların îkaz ve irşadlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve sözedilir.
Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve parapsişik vakalarını anlatmaya akdarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.
Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot'un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, "Ovide'in" eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesned yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu "ruhlar seyr-ü seferi"nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. "Camkitinüma" Şârihinin beyânına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanâatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve ma'denlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Rûhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikâline "nesh", kendine münasib bir hayvan bedenine geçmesine "mesh", ot ve ağaçlara girmesine "resh", ma'denlere hülûluna ise "fesh" derler.
Bu anlayışda Âlem-şümûl bir ruh telâkkisinin kabûl edilmesinin te'siri var mıdır? Hülûl ve ittihadla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arzedeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh'un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlâd ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâh'a kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.
Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemeıi hemen bu sezilmektedir. Mısır'dan Hindistan'a ve oradaıi cja Yunanistan'a götürülen bu düşünce, bir tarafda filozöfların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönli'tnün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Kabbalistler &127;4&127; tarafından yahudîliğe ve yahudi ma'rifetiyle de az dahi olsa Hıristiyanlığa ve en nihayet Kelâmcılar'ın bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştınlmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi isbat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat'taki Niobe'nin mermer olmasını ve Hz. Lût'un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabûllenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve herşeye bir ruh kesip biçiyordu.
Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine ta'mimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.
Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis-mevzûu olduğunda şübhe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnedsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayât-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiç bir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.
Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiç bir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan rûhu'nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabûl edilen, hiçbir ruhdan da, O'nun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tesbit edildiği gösterilememiştir. Halbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski ma'lûmat ve müktesebâtın intikâli de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri birşey de bilmemekteyiz.
Tevrat'ta mevzû edilen Niobe'nin mermer ve Hz. Lût'un zevcesi Etidhe'nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsâmahalı davranıp böyle bir şeyi kabûl etsek bile, ruh kabzedilmiş, cesed ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei'nin, Vezüv'ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı, kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazâbın eserleri görülmektedir. ibret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.
Tenâsüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-ü seyahatından ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu itibariyle mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye, cesetleri de taş haline getirilmiştir.
Mısır'da, Yunan'da ve Ganj havzasında tenâsüh akidesi su-i istimal edilmiş bir âhiret inancına ve rûhun bekası arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne "Ahen-Aten"in Mısır'ında, ne de "Pythagore'un "Yunanistan"ında tahriflerin doğurduğu tenâsüh'ü kimse bilmiyordu. Aten'e göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle, semavî bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez rûhu yükseklerdeki "mahkeme-i kübra "ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele Osiris'in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh, şu şekilde hesap verir: "Huzuruna günahsız geldim, ve hayatımda rabbanîleri hoşnud edecek herşeyi yaptım. Kan dökmedim, hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk yapmadım. Zinâ irtikabında bulunmadım..." Bunları söyleyen Osiris'in cemâatına katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan, cehenneme atılır ve orada zebânîler tarafından parça parça edilir.
Yine, Aten dinine ait imanî hakikatları aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: "Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüzgörmez. Ey biricik ilâh ki, senin kuvvetine kimse mâlik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdrn. İnsanlar ve büyükküçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine lâyık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarıı&127;ı da sen görürsün... Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütüı&127; gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin..." (A. HİSTORY OF EGYPT, 371-376 Prof. Breasted, Ter: Ö.R. Doğrul) Hiçbir şey ilâve etmeden kaydettiğim şu mülâhazalar, takriben bundan dörtbin sene evvel Mısır'da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.
Yunanda da, haşir ve bekâ-i ruh akîdesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pythagore, cesedden ayrılan ruh'un kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebânîler tarafından parçalanacağını; bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesûd bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip, sonra anlatılanlara bakacak olursak, doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir edâ ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflâtun'un "Cumhuriyet" kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflâtun'a göre "Bedenden ayrılan ruh, cismanî hayah büsbütün unutur ve yalnız hakikatın tefekkürüyle meşgul kalır. Bu hâliyle o, kendine münasib bir âleme, hikmet ve ebediyetle doygun lâhûtî bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hafalardan, korkulardan hatta maddî hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan.. hâsılı, beşer tabiatının gereği gibi bütün fenalıklardan âzâde olarak yüksek bir saadete ve rabbânîlerle içli-dışlı birhayata nâil olur. "
Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin, akîdelerinde tenâsühvâri şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsûlü olmasından şübhe etmemek gerekdir.
Semavî bir din olan hıristiyanlık, bu tahrifle, nasıl Hz. Mesih'i Ulûhiyet tahtına oturtmağa kalktı ki; eğer Kur'ân'ın ışık tutucu, vuzûh getirici beyanı olmasaydı, Hıristiyanlığa bakışın bir Atenizm ve bir Brahmanizm'den farkı kalmayacaktı. Öyle de, eski Mısır dinleri, Hind dinleri ve Grek dinleri geçirdikleri istihâlelerden sonra tanınmaz birer hâl aldılar ki, tenâsüh akîdesi de bu tahriflerle yol bulup bu din ve bu mezheplerin içine girmiş sayılabilir.
Mısır'da kök salan tenâsüh akîdesi, bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzû olduktan sonra, Yunan filozoflarının velûd dimağlarıyla daha rengin, daha hayâli kisvelere bürünerek masallara girdi ve topyekün yeryüzünün ustûresi hâline geldi.
Bu anlayışın esiri Hindli, maddeyi Brahman'ın son tecellisi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telâkki etmektedir. Buna mukâbil ölümü beşerî kusurlardan tecerrüd; vecd ve istiğrâk'a yükselmelere vesîle ve gerçeğe visâl saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan "Vedanta"da ruh, Brahman'ın bir cüz'ü, bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikâl ederek, aslına avdet edeceği âna kadar, ızdırabdan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Ruh, maksadı olan "Marifef-i Mukaddese''yi benlikden ve ona aid bütün kötülüklerden sıyrılarak, bir nehrin denize koşması gibi, Mâbud-û Mutlak olan AIlah'a koşmakla elde eder. Vuslat olunca da, Budizmin Nirvana'sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki, Budizmle bir durgunlaşma ve hareketsizlik hüküm-ferma olmasına karşılık, Brahmanizm'de aktif bir rûh vardır.
Tenâsüh akidesi daha sonraları yahudiler tarafından da benimsenmiştir. Hayata çok harîs, ruhun bekâsına çok meftûn yahudinin, haşir akidesini ortadan kaldırdıktan sonra, tenâsüh akidesini kabûllenmesi kadar normal bir şey olamaz. Daha sonraları ise, kabbalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenâsüh düşüncesi, Gulât-ı Şia tarafından ehl-i İslâm arasına az dahi olsa girebilmiştir. Tenâsühe kâil olan eski - yeni bütün milletlerde, ortak bir düşünce göze çarpmaktadır. O da; hulûl ve ittihad. Atenizmde Ahen-Aten, Brahmanizmde Brahman, yahudilikte Uzeyr (A.S), Hıristiyanlık'da Hz. Mesih (A.S) ve Gulât-ı Şiâ'da iseHz.Ali(r.) hep aynı şey olarak kabûl edilmek suretiyle, âlem-şümûl bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde birleşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifenin beyanlarında tenâsühü iş'âr eden sözler ise, ya garazlı kimselerin karıştırmaları veya te'vile tâbi tutulması gerekli olan remizlerdendir. Ehl-i Sünnet ulemâsı; hadîscisinden fıkıhcısına, ondan tefsir ve kelâmcısına kadar, bu anlayışın, İslâm'ın rûhuna aykırı olduğunda ittifak hâlindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması, kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencâmesiyle haşrolması; sonra imtihan hakikatının muayyen ferde bakması, muayyen muhâtabın kendi sevâb veya günahıyla aynı muayyeniyet içinde hesaba çekilmesi gibi hususlardan ötürü, tenâsüh akîdesini merdud görmüşlerdir.
Nesih kökünden gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi mânâsınadır. Fransızlar, "metempsycose" derler. Bu anlayışa kâil olanlara göre, cesedler ruhların kalıpları gibidir; ervah kışla mâhiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de, daha başkalarına ve derken bir devr-i dâim içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.
En ibtidâî cemaatlar arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibariyle, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj'ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddi farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifâdelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.
Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezheb gibidir. Hususiyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine
bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede bir-kaç kişi biraraya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik'in fizik'e ve onun kanunlarına te'sirinden; hatta bir kısım ruhların îkaz ve irşadlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve sözedilir.
Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve parapsişik vakalarını anlatmaya akdarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.
Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot'un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, "Ovide'in" eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesned yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu "ruhlar seyr-ü seferi"nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. "Camkitinüma" Şârihinin beyânına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanâatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve ma'denlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Rûhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikâline "nesh", kendine münasib bir hayvan bedenine geçmesine "mesh", ot ve ağaçlara girmesine "resh", ma'denlere hülûluna ise "fesh" derler.
Bu anlayışda Âlem-şümûl bir ruh telâkkisinin kabûl edilmesinin te'siri var mıdır? Hülûl ve ittihadla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arzedeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh'un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlâd ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâh'a kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.
Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemeıi hemen bu sezilmektedir. Mısır'dan Hindistan'a ve oradaıi cja Yunanistan'a götürülen bu düşünce, bir tarafda filozöfların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönli'tnün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Kabbalistler &127;4&127; tarafından yahudîliğe ve yahudi ma'rifetiyle de az dahi olsa Hıristiyanlığa ve en nihayet Kelâmcılar'ın bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştınlmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi isbat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat'taki Niobe'nin mermer olmasını ve Hz. Lût'un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabûllenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve herşeye bir ruh kesip biçiyordu.
Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine ta'mimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.
Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis-mevzûu olduğunda şübhe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnedsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayât-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiç bir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.
Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiç bir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan rûhu'nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabûl edilen, hiçbir ruhdan da, O'nun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tesbit edildiği gösterilememiştir. Halbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski ma'lûmat ve müktesebâtın intikâli de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri birşey de bilmemekteyiz.
Tevrat'ta mevzû edilen Niobe'nin mermer ve Hz. Lût'un zevcesi Etidhe'nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsâmahalı davranıp böyle bir şeyi kabûl etsek bile, ruh kabzedilmiş, cesed ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei'nin, Vezüv'ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı, kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazâbın eserleri görülmektedir. ibret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.
Tenâsüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-ü seyahatından ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu itibariyle mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye, cesetleri de taş haline getirilmiştir.
Mısır'da, Yunan'da ve Ganj havzasında tenâsüh akidesi su-i istimal edilmiş bir âhiret inancına ve rûhun bekası arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne "Ahen-Aten"in Mısır'ında, ne de "Pythagore'un "Yunanistan"ında tahriflerin doğurduğu tenâsüh'ü kimse bilmiyordu. Aten'e göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle, semavî bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez rûhu yükseklerdeki "mahkeme-i kübra "ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele Osiris'in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh, şu şekilde hesap verir: "Huzuruna günahsız geldim, ve hayatımda rabbanîleri hoşnud edecek herşeyi yaptım. Kan dökmedim, hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk yapmadım. Zinâ irtikabında bulunmadım..." Bunları söyleyen Osiris'in cemâatına katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan, cehenneme atılır ve orada zebânîler tarafından parça parça edilir.
Yine, Aten dinine ait imanî hakikatları aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: "Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüzgörmez. Ey biricik ilâh ki, senin kuvvetine kimse mâlik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdrn. İnsanlar ve büyükküçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine lâyık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarıı&127;ı da sen görürsün... Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütüı&127; gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin..." (A. HİSTORY OF EGYPT, 371-376 Prof. Breasted, Ter: Ö.R. Doğrul) Hiçbir şey ilâve etmeden kaydettiğim şu mülâhazalar, takriben bundan dörtbin sene evvel Mısır'da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.
Yunanda da, haşir ve bekâ-i ruh akîdesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pythagore, cesedden ayrılan ruh'un kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebânîler tarafından parçalanacağını; bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesûd bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip, sonra anlatılanlara bakacak olursak, doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir edâ ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflâtun'un "Cumhuriyet" kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflâtun'a göre "Bedenden ayrılan ruh, cismanî hayah büsbütün unutur ve yalnız hakikatın tefekkürüyle meşgul kalır. Bu hâliyle o, kendine münasib bir âleme, hikmet ve ebediyetle doygun lâhûtî bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hafalardan, korkulardan hatta maddî hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan.. hâsılı, beşer tabiatının gereği gibi bütün fenalıklardan âzâde olarak yüksek bir saadete ve rabbânîlerle içli-dışlı birhayata nâil olur. "
Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin, akîdelerinde tenâsühvâri şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsûlü olmasından şübhe etmemek gerekdir.
Semavî bir din olan hıristiyanlık, bu tahrifle, nasıl Hz. Mesih'i Ulûhiyet tahtına oturtmağa kalktı ki; eğer Kur'ân'ın ışık tutucu, vuzûh getirici beyanı olmasaydı, Hıristiyanlığa bakışın bir Atenizm ve bir Brahmanizm'den farkı kalmayacaktı. Öyle de, eski Mısır dinleri, Hind dinleri ve Grek dinleri geçirdikleri istihâlelerden sonra tanınmaz birer hâl aldılar ki, tenâsüh akîdesi de bu tahriflerle yol bulup bu din ve bu mezheplerin içine girmiş sayılabilir.
Mısır'da kök salan tenâsüh akîdesi, bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzû olduktan sonra, Yunan filozoflarının velûd dimağlarıyla daha rengin, daha hayâli kisvelere bürünerek masallara girdi ve topyekün yeryüzünün ustûresi hâline geldi.
Bu anlayışın esiri Hindli, maddeyi Brahman'ın son tecellisi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telâkki etmektedir. Buna mukâbil ölümü beşerî kusurlardan tecerrüd; vecd ve istiğrâk'a yükselmelere vesîle ve gerçeğe visâl saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan "Vedanta"da ruh, Brahman'ın bir cüz'ü, bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikâl ederek, aslına avdet edeceği âna kadar, ızdırabdan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Ruh, maksadı olan "Marifef-i Mukaddese''yi benlikden ve ona aid bütün kötülüklerden sıyrılarak, bir nehrin denize koşması gibi, Mâbud-û Mutlak olan AIlah'a koşmakla elde eder. Vuslat olunca da, Budizmin Nirvana'sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki, Budizmle bir durgunlaşma ve hareketsizlik hüküm-ferma olmasına karşılık, Brahmanizm'de aktif bir rûh vardır.
Tenâsüh akidesi daha sonraları yahudiler tarafından da benimsenmiştir. Hayata çok harîs, ruhun bekâsına çok meftûn yahudinin, haşir akidesini ortadan kaldırdıktan sonra, tenâsüh akidesini kabûllenmesi kadar normal bir şey olamaz. Daha sonraları ise, kabbalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenâsüh düşüncesi, Gulât-ı Şia tarafından ehl-i İslâm arasına az dahi olsa girebilmiştir. Tenâsühe kâil olan eski - yeni bütün milletlerde, ortak bir düşünce göze çarpmaktadır. O da; hulûl ve ittihad. Atenizmde Ahen-Aten, Brahmanizmde Brahman, yahudilikte Uzeyr (A.S), Hıristiyanlık'da Hz. Mesih (A.S) ve Gulât-ı Şiâ'da iseHz.Ali(r.) hep aynı şey olarak kabûl edilmek suretiyle, âlem-şümûl bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde birleşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifenin beyanlarında tenâsühü iş'âr eden sözler ise, ya garazlı kimselerin karıştırmaları veya te'vile tâbi tutulması gerekli olan remizlerdendir. Ehl-i Sünnet ulemâsı; hadîscisinden fıkıhcısına, ondan tefsir ve kelâmcısına kadar, bu anlayışın, İslâm'ın rûhuna aykırı olduğunda ittifak hâlindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması, kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencâmesiyle haşrolması; sonra imtihan hakikatının muayyen ferde bakması, muayyen muhâtabın kendi sevâb veya günahıyla aynı muayyeniyet içinde hesaba çekilmesi gibi hususlardan ötürü, tenâsüh akîdesini merdud görmüşlerdir.