muhammedican
New member
- Katılım
- 1 Nis 2006
- Mesajlar
- 15
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
Çok Güzel ele alınmış. Hoşuma gitti peylaşayım dedim.
TEMAYÜL YAZARININ YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ
www.inkisaf.net
Hiç şüphesiz sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. En hayırlı yol ise Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at sapıklıktır.[1]
İnsanların ayıplarını araştırmak dinimizde yasaktır. Fakat mesele din ve ilim olunca durum değişir. Özellikle muhaddislerin cerh ve tadil konularında hadis rivayet eden kişilerin tüm hallerini araştırdıkları ve haklarında adildir veya değildir hükmünü verdikleri erbabınca malumdur.
Muhaddislerin hadisi kabul etmelerinde aradıkları sıhhat şartlarından birisi de hadisi rivayet eden güvenilir bir ravinin kendisi gibi güvenilir ravilere muhalefet etmemesidir. Şayet muhalefet ederse bu güvenilir şahsın rivayetine şaz denir ve böyle bir rivayet zayıf kabul edilir.[2] Haliyle böyle bir kişinin, güvenilir olmakla beraber, din adına vermiş olduğu haber muteber kabul edilmemektedir.
Hadis kriterlerine göre güvenilir olabilmek, gerçekten herkesin ulaşamayacağı çok büyük bir değerdir. Bu kriterlere göre güvenilirlik şartını elde edebilmiş kişinin şaz rivayeti kabul edilmiyorsa, bu kriterlere ulaşıp ulaşmadığı belli olmayan kişilerin din adına ortaya koydukları şaz görüşlerine nasıl bakmamız gerektiği sanırım daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Esasen günümüzde din adına ahkam kesen ve bir çok garip görüşler orya atan kişilere, işte bu usulü hadis ilkesine göre bakmak, dinimiz adına çok daha güvenilir olacaktır.
Şurası bir gerçek ki biz kullar asla mükemmel olamayız; haliyle yaptıklarımız da mükemmel olamaz. Bu noktada İmam Malik (r.h.)’in şu tespiti gerçekten çok önemlidir: “Allah Rasûlü (s.a.v)’den başka herkesin sözü alınır da, terk de edilir. Ancak Peygamber (s.a.v) bunun dışındadır.”[3]
İslamoğlu’nun “Yahudileşme Temayülü” kitabındaki maksadı aşan ifadeleri ve bir takım yanlışlıkları reddederken genel anlamda kitabın konusuna ve yazarının dile getirdiği bir kısım doğrulara -başta sahabe ve alimlerimiz olmak üzere geçmiş Müslümanlara- şöyle dua ederek katılıyorum:
“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[4]
Bu duamdan da anlaşılacağı gibi, geçmişi masum olarak görmüyorum. Ancak geçmiş alimlerimize Peygamber (s.a.v)’in şu sözünü esas alarak bakıyorum:
“Hakim ictihat ederek hükmeder de doğruya isabet ederse onun için iki ecir vardır. İçtihat ederek hükmeder de yanılırsa ona da bir ecir vardır.”[5]
İçtihatlarında yanılan alimlerimize Peygamber’imiz (s.a.v) sevap vaat ederken, bizlerin hakaret etmesinin nebevi ahlak ile ne kadar örtüştüğünün takdirini sizlere bırakıyorum.
Aşağıda sıralayacağımız başlıkların yanı sıra yazarın en belirgin hatalarından birisi ve en önemlisi kaynakları anlamada ve olduğu gibi yansıtmada sorunlu olmasıdır.
Bu kısa makalede yazarın bütün yanlışları değil; sadece belirgin olanları ele alınmaya çalışılmıştır. Bu nedenle ele alınmayan konuların tamamına katıldığımız anlaşılmamalıdır. Özellikle de, eleştirdiğimiz bu kitapta ehli kitap ile ilgili verilen kaynakların incelenmesinden sarfı nazar edilmiştir.
Yazarın adı geçen kitabındaki çelişkilerini ve tuhaf görüşlerini, dergi sayfalarının müsaade ettiği kadarıyla, ana başlıklar halinde ele almaya çalışalım:
Sünnetin Tahrif Edilmesi İddiası
Sayın İslamoğlu diyor ki:
“…Allah Teâlâ’nın, Kur'an'da, Hz. Peygamber’i örnek göstermesi, bir şeyi bize garanti etmesi anlamı taşımaktadır: Örneklik müessesesinin tahrif olunmaktan korunması… Yok eğer örnek gösterilen kaynak korunmayacaksa, örnek göstermenin pratikte geçerli bir yanı kalmamaktadır. Tahrif edilmiş bir kaynağı örnek almak hem caiz değil, hem de mümkün değildir. Allah ise kuluna imkansız bir şeyi yapmasını emretmez. O halde tahrif edilmemiş sünnet nedir? Elbette o “ameli sünnet”tir. Hadise gelince…
İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”[6]
Burada böyle söyleyen yazar biraz sonra şöyle diyor:
“Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur'an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin” buyurması, Sahabenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi hep bu ümmetin kitabı tahrif ederek Yahudileşeceği korkusu yüzündendir.” [7]
Şimdi yukarıdaki görüşlerden hangisini doğru kabul edeceksiniz? Bizim de katıldığımız “örneklik müessesinin tahriften korunmuş olması”na mı? Yoksa:
“Hadise gelince… İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”a mı?
Bunun neresi çelişki demeyin? Çünkü hadisler hakkında yazarımız aynı konunun iki sayfa sonrasında, yani yukarıdaki sözlerinin arka sayfasında şöyle demektedir:
“Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu.”[8]
Şimdi de yazarımızın tahrif konusunun sonuç bölümündeki şu ifadelerine bakın:
“İsrailoğulları’nın en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur'an'da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir”[9]
Yukarıda verdiğimiz yerlerdeki ifadelere göre örneklik müessesesi tahriften korunmuştur; o müessese “ameli sünnettir” ve onu da bize ulaştıran hadis kaynaklarıdır. Hadis kaynakları tahrif edilmiş olduğuna göre Allah, Resulünü bize nasıl örnek göstermiş oluyor? Acaba sayın İslamoğlu ne demek istiyor veya bu yazdıklarını hiç böyle yan yana koyup düşünmüş müdür?
Acaba yazarımıza göre sünnetin tanımı nedir? Sonra bu sünnet nerden öğrenilmiştir? Bu sünneti bizlere kimler ulaştırmıştır? Ulaştıranlar tahrif yapmışlarsa bizler tahrif olanını ve olmayanını nereden ve nasıl öğreneceğiz? Böyle bir mantık sahibi birisi kalkıp da: “Efendim tabi ki Kur'ân'dan öğreneceğiz” diyemez. Öyle ya hadisi, sünneti bize getiren tahrifçilerin, bize getirdikleri Kur'ân'ın tahrif olmadığı ne malum?
Netice olarak yazarın hadisler hakkındaki bu görüşleri cevap bekleyen pek çok şüphe ve kuşku meydana getirmektedir.
Hadisleri Kabul ya da Reddederken Hadis Usulünü Değil, O Hadisin Ele Alınan Konuya Uyup Uymamasını Esas Alması
Mesela aşağıdaki hadise yaklaşımına bakalım:
“Kur'an'ın en büyük müfessiri olan Peygamber Fatihanın son ayetindeki “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolu”nu “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolu” olarak tefsir ediyordu:”[10]
Sayın İslamoğlu böyle dedikten sonra Tirmizî, Sünen, Kitab-u Tefsiri’l-Kur'an, 1/1(2953) hadisini veriyor; dipnotta da Tirmizî’nin bu hadis hakkında hasen-garip dediğini ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen şeklini (4/378-379) veriyor. Sonra “Hadisin Kritiği” başlığı altında şöyle diyor:
“Tirmizî bu hadise “hasen–garip”tir der. Garip olmasına gösterdiği gerekçe ise ravileri arasında bulunan Semmak b. Harb’tir. Ravilerin hayatını anlatan kitaplar bu zatın ömrünün sonunda bunadığını kaydeder. Bu hadisin başka bir silsileyle gelmesi hadise getirilen tüm eleştirileri boşa çıkarmaktadır. Bu silsileyi delil gösteren İbn Hibban hadise “sahih hadistir” hükmünü koymuştur.”[11]
Tüm bu anlattıklarından sonra da yazarımız şunu ekliyor:
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.”[12]
Gerçi Tirmizî’nin “hasen-garip” demekle neyi kastettiği açık değildir. Ancak garip lafzını kullanması hakkında senet yönünden olabileceği gibi, metin yönünden de garip olabilir, denilmiştir. Garip ise, ravilerden birisinin o hadiste tek kalmasıdır.[13]
Sayın İslamoğlu, Tirmizî’nin rivayet ettiği bu Adiy b. Hatem hadisini incelerken kullandığı metodu -ki bizim de benimsediğimiz bir metottur- diğer hadislere yaklaşırken kullanmaması açık bir çelişkidir. Yani yazarımızın, ilerleyen bölümlerde de görüleceği gibi, bir hadisi kabul veya reddederken ölçü aldığı kıstas net olarak görülmüyor. Hani insanın aklına şu gelmiyor değil: İşime gelirse sahih, gelmezse sahih değildir ya da işlediğim konuyu destekliyorsa sahih, değilse gayri sahih.
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.” diyen sayın İslamoğlu’na şimdilik “Ya siz?!” demekle yetinelim.
Yukarıdaki ifadelere ve hadisin tahricine yönelik gayretlere bakınca gerçekten ilmi bir yol benimsendiğini söyleyebileceğimiz bu tavır ve yazarımızın ele aldığı kitabın konusuyla ilgili olan bu hadis hakkında yapılan eleştirileri reddederken sarf ettiği ifadeler, diğer hadislere yaklaşırken aynen kendisine yöneltilebilir. İşte bu hissi yaklaşımlara örnekler:
“Bir kere bu bölümde geçen Ceyhan, Fırat ve Dicle ırmakları Aden (Yemen)’den değil Anadolu’dan çıkmaktadır. İkincisi, Yemen’den çıkan bir ırmak nasıl Kızıldeniz’i geçip de Habeşistan (Kuşili)’ı baştan başa dolaşır? İslam hadis külliyatına Tevrat’ın bu bölümünden alındığı belli olan Yahudi kültürüne ait bir “hadis” de girmiştir.”[14]
Sayın İslamoğlu yukarıdaki açıklamayı yapmış ve hadislerin ne olduğunu vermeden kaynak olarak Müslim, Cennet 26; Ahmed b. Hanbel, 2/261, 289 numaralı hadisleri göstermiştir. Tabi bu kaynaklara kaç kişi bakabilir bilinmez. Yukarıdaki ifadelerinde okuyucuları yanıltma var. Zira okur, sayın İslamoğlu’nun ifadelerini okuyunca, kaynak olarak verdiği yerlerde gerçekten böyle ifadeler olduğunu sanacaktır. Öyle ya, her okur ne bilsin kaynak olarak verilen hadislerin metinlerinin şöyle olduğunu:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil her birisi cennet nehirlerindendir.”[15]; “Fırat altından bir dağı ortaya çıkaracaktır. Bunun (altın) için insanlar savaşacaklar da her on kişinin dokuzu öldürülecektir.”[16] “Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat her biri cennet ırmaklarındandır.”[17]
Şimdi İslamoğlu’nun söyledikleriyle kaynak verdiği hadislerin ne alakası var? Bilemiyorum bunu ne amaçla yapıyor? Bu hadisin Yahudi kültürüne ait olup Tevrat’tan alındığı nereden, nasıl belli oluyor? Bu bakış açısı, hadisi anlamak yerine hadisi reddetmek ve hadis kaynaklarına karşı güveni sarsmak olmuyor mu?
Kaldı ki Buhari, Savm 52’ye atfen verdiği hadiste,[18] Aşure orucunu Nebi (s.a.v.)’in Yahudilerden aldığı geçmektedir. Hal böyleyken ve Müslim’deki hadisin onlardan alındığı hiç de belli değilken, neden bu ifadeyi kullanıyor? “Yahudi kültüründen alındığı belli” türünden ifadeler ne anlama geliyor? Bu türden farklı bakışlar hadislere yaklaşımında bir çelişki içerisinde olduğunu göstermiyor mu?
“….ibareleri benzer bir şekliyle, Rasûlullah’ın Tevrat’taki vasıfları olarak İslam kaynaklarında da geçmektedir.”[19]
Bunlara da –yukarıda söylediğine göre- Yahudi kültüründen girmiş denemez mi? Kaldı ki biz Yahudilerden gelen her haberin yalan olduğu görüşünü de benimsemiyoruz. Tıpkı yazarımızın aşağıdaki hadisi delil göstererek dediği gibi:
“İsrailoğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda bir sakınca yoktur” [20]
Yine yazarımızın söylediği gibi:
“Ne ki elbette Tevrat’ın tümü tahrif edilmemiştir…”[21]
Başka bir yerde de yazarımız aynen şöyle der:
“Hz. Peygamber hiçbir taassuba kapılmadan onlara yaklaşır, doğrularını tasdik etmekten kaçınmazdı. Hz. Aişe’nin başından geçen şu olay hayli manidardır” (Yazar burada, yer almasın diye metnini vermediğim, Aişe annemizin bakışını ve efendimizin sözlerini verir.) [22]
TEMAYÜL YAZARININ YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ
www.inkisaf.net
Hiç şüphesiz sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. En hayırlı yol ise Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at sapıklıktır.[1]
İnsanların ayıplarını araştırmak dinimizde yasaktır. Fakat mesele din ve ilim olunca durum değişir. Özellikle muhaddislerin cerh ve tadil konularında hadis rivayet eden kişilerin tüm hallerini araştırdıkları ve haklarında adildir veya değildir hükmünü verdikleri erbabınca malumdur.
Muhaddislerin hadisi kabul etmelerinde aradıkları sıhhat şartlarından birisi de hadisi rivayet eden güvenilir bir ravinin kendisi gibi güvenilir ravilere muhalefet etmemesidir. Şayet muhalefet ederse bu güvenilir şahsın rivayetine şaz denir ve böyle bir rivayet zayıf kabul edilir.[2] Haliyle böyle bir kişinin, güvenilir olmakla beraber, din adına vermiş olduğu haber muteber kabul edilmemektedir.
Hadis kriterlerine göre güvenilir olabilmek, gerçekten herkesin ulaşamayacağı çok büyük bir değerdir. Bu kriterlere göre güvenilirlik şartını elde edebilmiş kişinin şaz rivayeti kabul edilmiyorsa, bu kriterlere ulaşıp ulaşmadığı belli olmayan kişilerin din adına ortaya koydukları şaz görüşlerine nasıl bakmamız gerektiği sanırım daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Esasen günümüzde din adına ahkam kesen ve bir çok garip görüşler orya atan kişilere, işte bu usulü hadis ilkesine göre bakmak, dinimiz adına çok daha güvenilir olacaktır.
Şurası bir gerçek ki biz kullar asla mükemmel olamayız; haliyle yaptıklarımız da mükemmel olamaz. Bu noktada İmam Malik (r.h.)’in şu tespiti gerçekten çok önemlidir: “Allah Rasûlü (s.a.v)’den başka herkesin sözü alınır da, terk de edilir. Ancak Peygamber (s.a.v) bunun dışındadır.”[3]
İslamoğlu’nun “Yahudileşme Temayülü” kitabındaki maksadı aşan ifadeleri ve bir takım yanlışlıkları reddederken genel anlamda kitabın konusuna ve yazarının dile getirdiği bir kısım doğrulara -başta sahabe ve alimlerimiz olmak üzere geçmiş Müslümanlara- şöyle dua ederek katılıyorum:
“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[4]
Bu duamdan da anlaşılacağı gibi, geçmişi masum olarak görmüyorum. Ancak geçmiş alimlerimize Peygamber (s.a.v)’in şu sözünü esas alarak bakıyorum:
“Hakim ictihat ederek hükmeder de doğruya isabet ederse onun için iki ecir vardır. İçtihat ederek hükmeder de yanılırsa ona da bir ecir vardır.”[5]
İçtihatlarında yanılan alimlerimize Peygamber’imiz (s.a.v) sevap vaat ederken, bizlerin hakaret etmesinin nebevi ahlak ile ne kadar örtüştüğünün takdirini sizlere bırakıyorum.
Aşağıda sıralayacağımız başlıkların yanı sıra yazarın en belirgin hatalarından birisi ve en önemlisi kaynakları anlamada ve olduğu gibi yansıtmada sorunlu olmasıdır.
Bu kısa makalede yazarın bütün yanlışları değil; sadece belirgin olanları ele alınmaya çalışılmıştır. Bu nedenle ele alınmayan konuların tamamına katıldığımız anlaşılmamalıdır. Özellikle de, eleştirdiğimiz bu kitapta ehli kitap ile ilgili verilen kaynakların incelenmesinden sarfı nazar edilmiştir.
Yazarın adı geçen kitabındaki çelişkilerini ve tuhaf görüşlerini, dergi sayfalarının müsaade ettiği kadarıyla, ana başlıklar halinde ele almaya çalışalım:
Sünnetin Tahrif Edilmesi İddiası
Sayın İslamoğlu diyor ki:
“…Allah Teâlâ’nın, Kur'an'da, Hz. Peygamber’i örnek göstermesi, bir şeyi bize garanti etmesi anlamı taşımaktadır: Örneklik müessesesinin tahrif olunmaktan korunması… Yok eğer örnek gösterilen kaynak korunmayacaksa, örnek göstermenin pratikte geçerli bir yanı kalmamaktadır. Tahrif edilmiş bir kaynağı örnek almak hem caiz değil, hem de mümkün değildir. Allah ise kuluna imkansız bir şeyi yapmasını emretmez. O halde tahrif edilmemiş sünnet nedir? Elbette o “ameli sünnet”tir. Hadise gelince…
İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”[6]
Burada böyle söyleyen yazar biraz sonra şöyle diyor:
“Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur'an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin” buyurması, Sahabenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi hep bu ümmetin kitabı tahrif ederek Yahudileşeceği korkusu yüzündendir.” [7]
Şimdi yukarıdaki görüşlerden hangisini doğru kabul edeceksiniz? Bizim de katıldığımız “örneklik müessesinin tahriften korunmuş olması”na mı? Yoksa:
“Hadise gelince… İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”a mı?
Bunun neresi çelişki demeyin? Çünkü hadisler hakkında yazarımız aynı konunun iki sayfa sonrasında, yani yukarıdaki sözlerinin arka sayfasında şöyle demektedir:
“Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu.”[8]
Şimdi de yazarımızın tahrif konusunun sonuç bölümündeki şu ifadelerine bakın:
“İsrailoğulları’nın en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur'an'da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir”[9]
Yukarıda verdiğimiz yerlerdeki ifadelere göre örneklik müessesesi tahriften korunmuştur; o müessese “ameli sünnettir” ve onu da bize ulaştıran hadis kaynaklarıdır. Hadis kaynakları tahrif edilmiş olduğuna göre Allah, Resulünü bize nasıl örnek göstermiş oluyor? Acaba sayın İslamoğlu ne demek istiyor veya bu yazdıklarını hiç böyle yan yana koyup düşünmüş müdür?
Acaba yazarımıza göre sünnetin tanımı nedir? Sonra bu sünnet nerden öğrenilmiştir? Bu sünneti bizlere kimler ulaştırmıştır? Ulaştıranlar tahrif yapmışlarsa bizler tahrif olanını ve olmayanını nereden ve nasıl öğreneceğiz? Böyle bir mantık sahibi birisi kalkıp da: “Efendim tabi ki Kur'ân'dan öğreneceğiz” diyemez. Öyle ya hadisi, sünneti bize getiren tahrifçilerin, bize getirdikleri Kur'ân'ın tahrif olmadığı ne malum?
Netice olarak yazarın hadisler hakkındaki bu görüşleri cevap bekleyen pek çok şüphe ve kuşku meydana getirmektedir.
Hadisleri Kabul ya da Reddederken Hadis Usulünü Değil, O Hadisin Ele Alınan Konuya Uyup Uymamasını Esas Alması
Mesela aşağıdaki hadise yaklaşımına bakalım:
“Kur'an'ın en büyük müfessiri olan Peygamber Fatihanın son ayetindeki “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolu”nu “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolu” olarak tefsir ediyordu:”[10]
Sayın İslamoğlu böyle dedikten sonra Tirmizî, Sünen, Kitab-u Tefsiri’l-Kur'an, 1/1(2953) hadisini veriyor; dipnotta da Tirmizî’nin bu hadis hakkında hasen-garip dediğini ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen şeklini (4/378-379) veriyor. Sonra “Hadisin Kritiği” başlığı altında şöyle diyor:
“Tirmizî bu hadise “hasen–garip”tir der. Garip olmasına gösterdiği gerekçe ise ravileri arasında bulunan Semmak b. Harb’tir. Ravilerin hayatını anlatan kitaplar bu zatın ömrünün sonunda bunadığını kaydeder. Bu hadisin başka bir silsileyle gelmesi hadise getirilen tüm eleştirileri boşa çıkarmaktadır. Bu silsileyi delil gösteren İbn Hibban hadise “sahih hadistir” hükmünü koymuştur.”[11]
Tüm bu anlattıklarından sonra da yazarımız şunu ekliyor:
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.”[12]
Gerçi Tirmizî’nin “hasen-garip” demekle neyi kastettiği açık değildir. Ancak garip lafzını kullanması hakkında senet yönünden olabileceği gibi, metin yönünden de garip olabilir, denilmiştir. Garip ise, ravilerden birisinin o hadiste tek kalmasıdır.[13]
Sayın İslamoğlu, Tirmizî’nin rivayet ettiği bu Adiy b. Hatem hadisini incelerken kullandığı metodu -ki bizim de benimsediğimiz bir metottur- diğer hadislere yaklaşırken kullanmaması açık bir çelişkidir. Yani yazarımızın, ilerleyen bölümlerde de görüleceği gibi, bir hadisi kabul veya reddederken ölçü aldığı kıstas net olarak görülmüyor. Hani insanın aklına şu gelmiyor değil: İşime gelirse sahih, gelmezse sahih değildir ya da işlediğim konuyu destekliyorsa sahih, değilse gayri sahih.
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.” diyen sayın İslamoğlu’na şimdilik “Ya siz?!” demekle yetinelim.
Yukarıdaki ifadelere ve hadisin tahricine yönelik gayretlere bakınca gerçekten ilmi bir yol benimsendiğini söyleyebileceğimiz bu tavır ve yazarımızın ele aldığı kitabın konusuyla ilgili olan bu hadis hakkında yapılan eleştirileri reddederken sarf ettiği ifadeler, diğer hadislere yaklaşırken aynen kendisine yöneltilebilir. İşte bu hissi yaklaşımlara örnekler:
“Bir kere bu bölümde geçen Ceyhan, Fırat ve Dicle ırmakları Aden (Yemen)’den değil Anadolu’dan çıkmaktadır. İkincisi, Yemen’den çıkan bir ırmak nasıl Kızıldeniz’i geçip de Habeşistan (Kuşili)’ı baştan başa dolaşır? İslam hadis külliyatına Tevrat’ın bu bölümünden alındığı belli olan Yahudi kültürüne ait bir “hadis” de girmiştir.”[14]
Sayın İslamoğlu yukarıdaki açıklamayı yapmış ve hadislerin ne olduğunu vermeden kaynak olarak Müslim, Cennet 26; Ahmed b. Hanbel, 2/261, 289 numaralı hadisleri göstermiştir. Tabi bu kaynaklara kaç kişi bakabilir bilinmez. Yukarıdaki ifadelerinde okuyucuları yanıltma var. Zira okur, sayın İslamoğlu’nun ifadelerini okuyunca, kaynak olarak verdiği yerlerde gerçekten böyle ifadeler olduğunu sanacaktır. Öyle ya, her okur ne bilsin kaynak olarak verilen hadislerin metinlerinin şöyle olduğunu:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil her birisi cennet nehirlerindendir.”[15]; “Fırat altından bir dağı ortaya çıkaracaktır. Bunun (altın) için insanlar savaşacaklar da her on kişinin dokuzu öldürülecektir.”[16] “Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat her biri cennet ırmaklarındandır.”[17]
Şimdi İslamoğlu’nun söyledikleriyle kaynak verdiği hadislerin ne alakası var? Bilemiyorum bunu ne amaçla yapıyor? Bu hadisin Yahudi kültürüne ait olup Tevrat’tan alındığı nereden, nasıl belli oluyor? Bu bakış açısı, hadisi anlamak yerine hadisi reddetmek ve hadis kaynaklarına karşı güveni sarsmak olmuyor mu?
Kaldı ki Buhari, Savm 52’ye atfen verdiği hadiste,[18] Aşure orucunu Nebi (s.a.v.)’in Yahudilerden aldığı geçmektedir. Hal böyleyken ve Müslim’deki hadisin onlardan alındığı hiç de belli değilken, neden bu ifadeyi kullanıyor? “Yahudi kültüründen alındığı belli” türünden ifadeler ne anlama geliyor? Bu türden farklı bakışlar hadislere yaklaşımında bir çelişki içerisinde olduğunu göstermiyor mu?
“….ibareleri benzer bir şekliyle, Rasûlullah’ın Tevrat’taki vasıfları olarak İslam kaynaklarında da geçmektedir.”[19]
Bunlara da –yukarıda söylediğine göre- Yahudi kültüründen girmiş denemez mi? Kaldı ki biz Yahudilerden gelen her haberin yalan olduğu görüşünü de benimsemiyoruz. Tıpkı yazarımızın aşağıdaki hadisi delil göstererek dediği gibi:
“İsrailoğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda bir sakınca yoktur” [20]
Yine yazarımızın söylediği gibi:
“Ne ki elbette Tevrat’ın tümü tahrif edilmemiştir…”[21]
Başka bir yerde de yazarımız aynen şöyle der:
“Hz. Peygamber hiçbir taassuba kapılmadan onlara yaklaşır, doğrularını tasdik etmekten kaçınmazdı. Hz. Aişe’nin başından geçen şu olay hayli manidardır” (Yazar burada, yer almasın diye metnini vermediğim, Aişe annemizin bakışını ve efendimizin sözlerini verir.) [22]