Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvufi Terbiye (Seyru Süluk)

beyza

New member
Katılım
26 Eyl 2007
Mesajlar
169
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Yaş
41
HİDÂYET VE RAHMET ÜSLÛBU

Tasavvufta irşâdın muhtevâsı kadar üslûbunun da ehemmiyetini çok iyi bilen mürşid-i kâmiller, bu konuda da nebevî bir yol tâkip ederek nice hidâyetlere vesîle olmuşlardır. Mânevî terbiyede sâliklerin terakkîsi bakımından onlara şefkat ve merhametle yaklaşmayı kendilerine düstûr edinmiş ve böylece semereli netîceler elde etmişlerdir. Allâh dostlarının hayatı, bu hususla alâkalı sayısız misâllerle doludur. Büyük mutasavvıf İbrahim Hakkı Erzurûmî Hazretleri'nin şu kıssası pek ibretlidir:

Ramazan-ı Şerîf'te va'z u nasîhat için Erzurum'un bir köyüne davet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri'ni alıp köye getirmek üzere, ücret karşılığında bu işleri yapan gayr-ı müslim bir hizmetçi ile bir at gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın Kudüs'e giderken kölesiyle beraber nöbetleşe deveye binmesi hususundaki ahlâk-ı hamîdesini tatbik etti. Gayr-ı müslim hizmetçi buna her ne kadar:

"- Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!" diye itiraz etti ise de, Hazret:

"- Evlâdım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişe ediyorsun, ben ise Allâh huzurunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!.." buyurup ata binme işini sıraya koydu.

Hikmet-i ilâhî tam köye girecekleri esnâda, aynen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın misâlinde olduğu gibi sıra hizmetçiye geldi. Köylülerden korkan adamcağız, hakkından ferâgat ettiğini belirterek, ata Hazret'in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri:

"- Sıra senindir!" dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi.

Halk bu hâli görünce, hemen hizmetçinin etrafını sardı ve:

"- Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, şu ak sakallı ihtiyar üstadı yürütmektesin ha! Bu mu senin sadâkatin! Biz böyle mi tenbih ettik sana!.." şeklinde muhtelif ifâdelerle azarlamaya başladı.

Durum bu minvâldeyken, İbrahim Hakkı Hazretleri'nin meseleyi îzâh etmesi üzerine azardan vazgeçtiler. Bu esnâda köylülerden biri, müslüman olmayan hizmetçiye seslendi:

"- Be adam! Bu kadar fazileti gördün ve yaşadın! Bâri müslüman ol!" dedi.
Hizmetçi, birkaç dakikalık sükûttan sonra oradakilere şu ibretli cümleyi söyledi:

"- Eğer sizin dîninize davet ediyorsanız, aslâ! Ama şu mübârek zâtın dînine dâvet ediyorsanız, o dîne daha yoldayken îmân ettim bile!.."

Engin gönüllü bir Hak dostu tarafından sergilenen bu misâl, bir hidâyet ve rahmet üslûbu ortaya koymaktadır. İnsana, daha ziyade onun özüne bakarak davranmak, bir mânâda yaratılana, Yaratan'ın nazarıyla bakabilmektir. Bunun için sâlih gönüller, insana Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzündeki "halîfe"si olma şerefi bahşedilmiş olduğunun ve ona âyetteki ifâdesiyle Rabbin: "Kendi ruhundan (kudretinden bir sır) üflemiş"1 bulunduğunun şuurundadırlar. Onlar, günahlarla ne kadar kirlenmiş olursa olsun, kulun özündeki mükemmelliğe bakarak ona sırtlarını dönmezler. İnsandan kolay kolay ümîd kesmez, ayrıca onun da ümidini yitirmemesini sağlarlar.

Bu, gerçekten inkâr olunamayacak aklî ve hissî bir sebeptir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de bize en çok "Rahmân ve Rahîm" esmâsını telkîn etmiş ve hatta merhameti bütün mahlûkâta şâmil mânâsına gelen "er-Rahmân" ism-i şerîfini taşıyan bir sûre inzal buyurarak ilk âyetini de "er-Rahmân" diye başlatmıştır.

Bu bakımdan insana bu gönül penceresinden, yâni hidâyet ve rahmet üslûbu nokta-i nazarından yaklaşmak, ilâhî rızâya en muvâfık ve netice bakımından da son derece bereketli ve insanda meknûz olan ulvî güzellikleri yeşertici bir husûsiyet ihtivâ eder.

Çünkü bu üslûp, hem tatbik edene, hem tatbik edilene, yâni her iki tarafa da ayrı bir letâfet, olgunluk, muhabbet ve Hakk'a rağbet hasletleri kazandırıcı bir vasıftadır. Bu üslûp, Yûnusları Yûnus, Mevlânâları Mevlânâ yapan bir iksîr ve mânen ölmekte olan nice hasta rûhlara da bir âb-ı hayât gibidir.

Onun için tasavvufun gerek muhtevâsı ve gerekse de İslâmî teblîğde ona âit üslûbun kullanılması, her zaman büyük bir ehemmiyet arz etmiştir. Târihî bir gerçektir ki, Anadolu'nun ictimâî nizâmının Moğol istilâlarıyla sarsıldığı devirde yetişen Mevlânâ ve Yûnus Emre Hazretleri gibi büyük mutasavvıflar, âdeta birer sulh, sükûn ve huzûr pınarları olmuş, bunalan kitlelere, kanayan yaralara ve yorgun gönüllere şifâ ve tesellî sunmuşlardır.

Onlar, nice gâfilleri, kurtarılmayı bekleyen birer hasta olarak telakkî etmişler ve muâmelelerinde "kin ve nefret"ten dâimâ uzak yaşamışlardır. Yûnus ne güzel söyler:

Ben gelmedim dâvî için
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim!

 
Üst Alt