Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvufi meseleler!

aklý selim

Mesajlari Onaylanacak
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
120
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Tasavvufta gizlilik ilkesi ve sırrı ifşa mes'elesi nedir? İslam'da herşey açık ve net değil midir? İslam muammalar dini olmadığı halde tasavvuftaki bu bilinmezler neyin nesidir? Ayet-i kerime ve hadîs-i şeriflerle îzah eder misiniz?
- Tasavvufta Allah'ın velî kullarına bahşettiği; şahıslarına münhasır bilgileri gizlemeleri esası vardır. Nitekim ilk sûfî müfessir ve müelliflerden sayılan Kuşeyrî bu konuda şunları söylemektedir: "Alimler ilmi yaymak borcundadırlar. Velîler ise sırları gizlemek durumundadır. Eğer bilginler ilmin delillerini gizleyecek olurlarsa kendilerine cehennem ateşinden yular takılır. Veliler ise kendilerine verilen sırları ifşa edecek olurlarsa bu sırlar kendilerinden alınır. (bk. Letaifu'l-işarat, I, 160)
İslam'ın ahkam boyutunda, günlük hayat ve sistem planında getirdiği bütün ilkeler net ve açıktır. Ancak bu ilkelerin özellikle gönül aleminde yorumlanması ve Hakk'ın tecellîlerinin algılanması herkes için farklıdır. Herkesin görmediğini görebilecek bir göz, herkesten farklı şeyler duyabilecek bir kulak, elbette başkaları tarafından yadırganacaktır. Bu durumda farklı şeyler duyan bir kimsenin bunu duymayanların yanında ifşa etmemesi kendisi için daha sağlıklı bir yoldur.
Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bugün radyo ve televizyon aracılığı ile atmosferdeki radyo-aktif dalgalarının yansıttığı ses ve görüntüleri algılayabiliyoruz. Radyo ve televizyonun icad olmadığı bir zamanda havanın içinde bu dalgalar yok muydu? Elbette vardı. Ama onları alacak cihazlar yoktu. Bu cihazın olmadığı zamanlarda bu sesleri duyabilecek bir kulağa sahip birisi bunlardan haber verse, insanlar kendisine karşı çıkarak "bu adam deli" diyebilirdi. Çünkü insanlar için ölçü kendileridir. İnsanın ibadet ve taat sonucu hissettiği bir takım hazlarla, gördüğü bir takım vakıalar ancak kendini ilgilendiren ve bağlayan şeylerdir. Nitekim müfessir Âlûsî: "Hayır, o (Kur' an) kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir." (el-Ankebüt, 29/49)ayetini velîlerin ve sofilerin gönlüne doğan bir takım sırları gizleme konusunda delil olarak göstermekte ve bu tür hakikatların rabbani alimlerden başkasına açıklanmaması gerektiğini belirtmektedir.(bk. Rûhu'l-Meanî, XXI, 16) Ayrıca herkese anlayabileceği dilden konuşmak esastır. Nitekim hadiste: "İnsanlara anlayabilecekleri biçimde konuşun. İyi anlatılamadığı için Allah ve Rasulu'nün sözlerinin yalanlanmasını ister misiniz?" (Buhari, İlim, 49)

http://www.cagriweb.com/modules.php?name=Sayfalar&func=Sayfa&no=1201
 

aklý selim

Mesajlari Onaylanacak
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
120
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Sohbetlerde derviş, şeyhinin adı geçince hopluyor zıplıyor. Ama Allah'ın, Peygamber'in ismi yüz kere geçtiği halde hiçbir şey olmuyor. Mürid için buradaki ölçü ne olmalıdır?
- Bir önceki soruda vecd ve cezbeyi anlatırken Kur'an okurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde gelenlerin Hakk'a değil, halka tutkun olduklarını belirmiştik. Şeyhinin adı geçtiğinde vecd ve cezbe eseri tavırlar gösteren kimse, henüz fena fi'ş-şeyh konumundadır. Bu ise işin başıdır. Aslında gerçek vecd, Allah'ın adı anıldığında vecde gelmektir. Nitekim Kur'an'da buna şöyle işaret edilmektedir: "Müminler ancak Allah'ın adı anıldığı zaman yürekleri vecdle titreyen... kimselerdir" (el-Enfal, 8/2) Ashab-ı kiram Allah ve Rasûlü'nün adı geçtiğinde heyecanlanır, kalpleri yerlerinden fırlayacakmış gibi atardı. Bu yüzden elleriyle kalplerini bastırmak lüzümunu hissederlerdi. Bugün bizim Rasülulah'ın adı geçtiğinde adet olarak yaptığımız hareketi, onlar zarûreten yaparlardı.
 

aklý selim

Mesajlari Onaylanacak
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
120
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
- Keramet nedir? İstidrâcla arasındaki fark nedir? Herkes keramet gösterebilir mi?
- Keramet, ikram, kerem, lütuf ve ihsan demektir. Mümin bir kulda olağanüstü bir halin zuhur etmesine denir. Ehl-i sünnet uleması kerametin hakk olduğunda müttefiktir. Keramet ehli, amel-i salih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır, inancı olmayan insanlarda görülen olağanüstü hallere keramet değil, istidrac, sihir veya mekr adı verilir. Gösterilen şeylerin olağanüstülüğü eşit olmakla birlikte, hükmü zahir olduğu şahıslara göre değişir. Müminde zahir olunca keramet, kafirde zahir olunca istidrac adını alır. Keramet kevnî ve hakîkî olmak üzere iki çeşittir. Kevnî keramet olağandışı bir takım şeylerdir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibi. Hakîkî keramet ise ilim, ma'rifet ve ahlakla ilgli olağanüstü bir takım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehâbetiyle etkili olup insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Sûfilerin itibar ettiği keramet bu türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilahî olabileceğini söyler.
Keramet, Allah'ın bir ikramı olmakla birlikte mu'cizeden farklıdır. Çünkü mu'cize peygamberlerin peygamberliklerini isbat için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mu'cize, bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izharı) vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb sözkonusu değildir. Aksine kerametin gizlenmesi (izmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sofiler kerameti "hayz-ı rical" olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de rical ve velî sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakîkîsine meyil şartıyla keramet, sofilerin ilimlerinde ve hayatlarında vardır. Ancak her isteyen kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir.
- Kerametlerde şeriata uygunluk aranır mı?
- Kerametlerde elbette şerîata uygunluk aranır. Özellikle kevnî ve manevî kerametin keramet olabilmesi için inanan insandan ve şeriat ölçüleri dahilinde olması gerekir. Varidat ve ilham türü vakıalarda da ölçü kitap ve sünnete uygunluktur. Şeyhlerin bir kısmı bu anlayışı şöyle sistematize etmişlerdir: "Gönlüme bir varid ve ilham geldiği zaman ben şeriat ölçülerine göre iki şahid isterim. Eğer iki şahidi yoksa kabul etmem. Bu iki şahid kitap ve sünnettir.
- Bir müşid-i kamil aynı anda bir kaç yerde görülebilir mi?
- Keramete inanan ve bunun Allah'ın bir ikramı olduğunu kabul eden kimseler için böyle birşeyin varlığını kabul kolaydır. Fakat hedef ve amaç bunlarla uğraşmak değildir. Hz. Süleyman'ın veziri Asaf b. Berihiya'ya Sabâ melikesi Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayacak bir zamanda Kudüs'e getirme imkanı veren Allah, elbette salih ve velî kuluna dilerse böyle bir güç verebilir. Buna inanırız. Ancak bunu mutlak bir üstünlük gibi saymak, bir takım iltibaslara yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilir. Sonuçta bir zatın kemalinin ölçüşü, bu tür olağanüstülüklere bağlanırsa, işte yanlışlık buradadır. Her türlü kemal, güzellik ve olağanüstülük sadece Allah'tandır. Allah dilerse kullarını buna mazhar kılabilir. Ehl-i sünnet tasavvufunda anlayış budur.
- Ölü veya diri bir şeyh, müridin veya başka bir kişinin kalbinden geçeni ve gıyabî hallerini bilebilir mi?
- Bir şeyhin, müridin gönlünden geçeni bilmesi bir telepati gibi görülmemeli ve bunun Hakk'ın gönle ilham etmesi sonucu olabilecek bir olay olduğuna inanılmalıdır. Ya da en azından bir öğretmenin tecribesi sonucu karşısına gelen talebeyi tanıması gibi insanların ruhî tecribe sonucu elde ettikleri bir beceri olarak değerlendirilmelidir. Çok özel anlamda mürşidlerin Allah'ın kendilerine bildirmeleri sonucu zaman zaman müridlerinin gönlünden geçenlere aşina oldukları vaki'dir. Bu tamamen Allah'ın bir inayetidir. Şeyhin bizzat şahsına aid bir durum değildir. Çünkü gönüllerde saklı olanları bilen ancak Allah'dır.(bk. Ğafir, 40/19) Dolayısıyla bildirecek olan da O'dur. Ölmüş ve beşerî faaliyetleri sona erene bir insanın böyle bir şeye ıttılaı ise tamamen vehbî ve manevî bir haldir. Tasavvufî bakımdan üzerinde durulması gerekli olan bir hal de değildir.
- Menâkıb kitaplarında geçen Kur'an ve sünnete ters menkıbe ve kerametler hakkında ne dersiniz? Tayy-i mekan, denizden yürüyerek geçmek, kalplerdekini bilmek gibi şeyler nasıl olabiliyor?
- "Menâkıb kitaplarında geçen, Kur'an ve sünnete ters gibi görünen menkıbe ve kerametler" ibaresiyle neyi kasdettiğinizi keşke örnekle belirtmiş olsaydınız; konu daha iyi anlaşılmış olurdu. Eğer bunlarla haramları helal, helalleri haram yapan menkıbe ve kerametleri kasdediyorsanız, onlar için söz söylemeye bile hacet yoktur. Ancak bununla kasdedilen tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü şeylerse bunların Kur'an'a ters olduğunu gösteren bir delil yoktur. Tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü kerametlere İbn Teymiye gibi bazı alimler karşı çıksa bile, ulema ve meşayhın ekserisi, Hz. Peygamber'in zaman ve mekan boyutlarını aşan, "mi'rac" mucizesine istinaden bunu kabul ederler. Çünkü her ümmete, peygamberlerinin mücizesi keramet olarak verilir.
- "Şiş batırma" tarzında gösterilen keramet hakkında ne dersiniz? Bir tebliğ metodu olarak görülebilir mi? Gösterilerden riya oluşmaz mı?
- Genellikle Rifaîlerin, bazan Kadirîlerin zikir sırasında yaptıkları "şiş batırma" işine Rifaîlerin kendileri "bürhân" adını vererek keramet olarak değerlendirmekten çekinmektedirler. Olayın tarikatın kurucusu Ahmed Rifaî'ye kadar uzanan bir hikayesi var. Rivayete göre Ahmed Rifaî, hacc amacıyla Hicaz'a geldiğinde Medîne-i Münevvere'de Ravza-i mutahhere'yi ziyaret etmiş, Allah Rasülü'ne: "es-Selamü aleyke yâ ceddî" (Selam sana dedeciğim) diye selam vermiş, kendisine kabr-i Nebî'den: "Ve aleyke 's-selam ya veledî" (Selam sana olsun ey torunum), diye cevap verilerek mübarek bir el uzanmıştı. O da uzanan mübarek eli öpmüş, çevrede bulunan mürîdan ve ihvan bu olayın şahidi olmuşlardı. İşte bu güzel tabloyu seyredenlerin, olayın cezbesi ile muhtelif yerlerine kılıç ve şiş vurdukları ve Rifaîlerdeki bu adetin buradan geldiği söylenir. Başlangıcı ta o dönemlere dayandırılan bürhân adeti, Rifaî tekkelerinde sessiz sedasız kendi muhib ve müntesibleri arasında icra edildiğinde hiç mesele yoktu. Ancak iş medyatik plana çekilip milyonların gözü önünde icra edilmeye başlayınca tartışmalar gündeme geldi. Olay çarpıtılıp din ve tarikat öcü gibi gösterilmeye çalışıldı. Bürhân tarikat muhitlerinde bir sevgi ve kaynaşma vesilesi gibi görülerek tebliğ aracı olarak düşünülse bile milyonlar ve kitleler için asla öyle düşünülemez ve düşünülmemelidir. Bugün kitlelere böyle bir gösteri sempatik olmaktan çok antipatik gelir. Zaten insanlar din ve tarikata bir takım olağanüstülüklerle değil, din ve tasavvufun güzelliklerini görüp dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmak için girmelidirler
 

aklý selim

Mesajlari Onaylanacak
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
120
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Müridin Şeyhi ile Âdâbı

Ey Mürid, şeyhinden bir arzun varsa, eğer ona bir şeyi muhakkak sormak istiyorsan, onun senin nazarındaki yüceliği ve ona olan saygın, senin bunu arzetmene engel olmasın. Bazan aynı şeyi bir defa, bazan iki defa; bazan üç defa sorabilirsin. Soracağın bir şeyi sormaktan vazgeçmek edebin tümü değildir. Ancak şeyhin sana o konuda sükût etmeni ve bir şey sormamanı işaret ederse emrini tutarsın ve sormazsın.
Eğer şeyhin seni bir işden menederse, yahud bir başkasını senden önde tutarsa sakın onu itham etmeyesin. Onun, senin hakkında en uygun muameleyi yaptığına itikad etmelisin. Eğer bu konuda bir günah işlemişsen ve bu sebeble şeyhinin kalbi incinmişse senden razı oluncaya kadar özür dilemeye devam et.
Eğer şeyhinin alıştığın tebessümünü veya iltifatını yitirmen dolayısıyla içinde bir burukluk varsa bunu şeyhine arzet, "kalbinin kendine karşı incinmiş olmasından endişe ettiğini" bildir ve bir günahın varsa hemen tevbe et. Belki vehmettiğin şey, sana aid bir günah değildir de şeytan seninle şeyhin arasını bozmak istediği için vesvese vermektedir. Sen şeyhinin senden memnun olduğunu anladığın zaman için rahat olur. Eğer bunu söylememiş olsaydın şeytanın verip durduğu vesvese seni rahatsız edip duracaktı.
Müridi, şeyhinin ta'zimi ile dopdolu bulduğun, zahiren ve bâtınen onun bütün haklarına riayet ettiğini gördüğün, bütün edeblerine riayet ettiğine şahid olduğun zaman şeyhinin sırrına vâris olur. Eğer ondan sonraya kalırsa vazifesini devam ettirir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Allah ve Resûlünün ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder. Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:

Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.

"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".


MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.

Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.


ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30


EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.


EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".


EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:

Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.

Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.

Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.


EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.


EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.


EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.


EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:

Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.

Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.


EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır".40
Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.


ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:
"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir."41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.
"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.

DİPNOTLAR
1_ Kuşeyrî.
2_ Kuşeyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3_ Fâtır sûresi, ayet: 28.
4_ "Gizli bir hazine idim".
5_ Kenzül Mahfî, s. 2-3.
6_ Tezkire, c. I, s. 331.
7_ Mü'min sûresi, âyet: 60.
8_ Hicr sûresi ayet: 99.
9_ Âl-i İmran süresi, ayet: 7.
10_ Tezkire.
11_ Meşhur hadis.
12_ Yûnus Emre.
13_ Tezkire.
14_ İbrahim sûresi, ayet; 7.
15_ Türk Ahlakçıları, c. I, s. 39.
16_ İnsan sûresi, ayet: 8.
17_ Bakara sûresi, ayet: 22.
18- Tezkire, c. I, s. 164.
19_ Sülemî. s.21.
20_ Kuşeyrî, s. 148.
21_ İnşirah sûresi, ayet: 6.
22_ Kuşeyrî, s. 148.
23_ Aynı eser, s. 149.
24_ Bakara sûresi, ayet: 219.
25_ Kuşeyrî; s. 149.
26_ Tezkire.
27_ Aynı eser.
28_ Aynı eser.
29_ Tabakat.
30_ Nefehat Terc., s. 156.
31_ Kuşeyri s,127.
32_ Nefehat Terc., s. 207.
33_ Kuşeyri, s. 127.
34_ Bakara sûresi, âyet: 3.
35_ Âl-i İmran süresi, âyet: 191.
36_ Nefehat Terc., s. 181.
37_ Tezkire.
38_ Nefehat Terc., s. 248.
39_ Tezkire.
40_ Aynı yer.
41_ Nefahât Terc.
42_ Yûsuf sûresi, âyet: 76. KAYNAK: Mâhir İZ; "Tasavvuf", KİTABEVİ, s.47-68 (KİTABEVİ 2; Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)



Not: www.menzil.net"
 
Üst Alt