Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf'a Dair - 2

Abdullah el-Necdi

New member
Katılım
20 Eki 2007
Mesajlar
41
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
48
Konum
Almanya
TASAVVUF'A DAIR - 2

- Soru : "Tasavvuf'a Dair" baslikli yazini okudum. Konuyu biraz daha acar misin ? Tasavvufun hangi yönleri, senin deyisinle; selefin zühd ve takva anlayisindan farkli ?

- Cevap : Sevgili kardesim, yazima gösterdigin ilgi ve alakadan dolayi tesekkür ederim. Okumus, üzerinde düsünmüs ve dahasi, ilginin bir tezahürü olarak bir de güzel bir soru tevcih etmissin. Allah, hayir ve bereketini arttirsin.

"Tasavvuf'a Dair" baslikli yazim, uzun bir sürec sonucunda, adini zikrettigim klasikleri ve diger bazi eserleri mütala ederek, konu hakkinda ulastigim sonuclardan cikan ortak anlami ihtiva ediyor. Bu anlam, kisaca; "tasavvuf" gibi mücmel bir kavram hakkinda, mutlak bir degerlendirme yaparak, "haktir" veya "batildir" diyemeyecegimiz gercegidir.

Bir nesne olarak, örnegin "kitap", herkez icin, "sayfalardan olusan, yazi ihtiva eden ve bilgi edinmeye yarayan bir esya" diye algilandigi sürece, mesele yok. Ancak zamanla bazi insanlar, masaya, sandalyeye veya koltuga da "kitap" demeye baslamis ve bu anlamlar yayginlasmis ise, yani "kitap" kavrami, kimileri icin artik farkli seyleri ifade eder olmus ise, bu durumda kitabin, gercekte ne oldugunu yeniden tanimlamaya ihtiyac var demektir.

Tasavvuf, tarihi sürec icerisinde, hersey ve her fikri cereyan gibi (esyanin tabiyati icabi), bir anlam farklilasmasina maruz kalmis, bu kavram altinda kasd edilen manalar, farkli dönem ve cevreler icin farkli mahiyetler arz edebilmistir. Selefin, zühd ve takva eksenli sade ve tekellüfsüz manevi hayati ile, sonraki "felsefi tasavvuf"un ucuk nazariyeleri veya kurumsallasma döneminde bu kavram altinda önümüze serilen tablo, önce ve sonra icin iki müstakil gerceklikten söz edilmesini zorunlu kilmaktadir. Islam kültür tarihi arastirmacilarinin, tasavvufun gecirdigi bu evrimi;

a - zühd ve takva dönemi,
b - kurumsallasma (tarikatlar) öncesi dönem ve
c - kurumsallasma sonrasi dönem

olmak üzere üc ana evrede ele alip incelemeleri, mutaddir. Konu ile az-cok ilgili olan herkeze malum olan bir tasnifdir. Selefi baz alarak tasavvufdan söz eden ile, sonraki dönemleri kasd ederek tasavvuf diyen, her ne kadar ayni lafzi istimal ediyor da olsa, bu kavramin muhtevasina dair düsündükleri seyler, birbirinden farklidir. "Selefin tasavvuf anlayisi" dedigimizde, bununla, tarih icerisinde ameli ve nazari boyutta zuhur etmis sirk ve bid'at unsurlari ihtiva eden sonraki tasavvufu kasd ediyor degiliz. Selefe, nisbeten daha yakin bir dönemde yasamis olan Kelabazi'nin, tasavvuf klasikleri arasinda müstesna bir yer tutan eseri "Ta'arruf" ile, felsefi tasavvufun temsilcisi Ibn Arabi'nin "Fusus"unu yanyana koymak, sufiyye ekolünün zaman icerisinde i'tikad nokta-i nazarindan da nasil bir sapmaya ugratildigini göstermesi bakimindan, carpici bir örnek teskil edecektir. Kelabazi'de, selefin sahih i'tikadina ve Ehl-i Sünnet'e siki sikiya bagliligi bulurken, Ibn Arabi'de, batil kadim inanclardan derlenmis eklektik bir panteist felsefe ile karsilasiyoruz.

Tasavvufun yozlasmasi, Kelabazi, Kuseyri, Serrac gibi bircok büyük mutasavvifin bizzat kendi yazdiklari eserlerde dile getirmekten cekinmedikleri, kendisinden yakindiklari bir gercekliktir. Bu mutasavviflar, kendi mezhep ve mesleklerindeki sapmalardan endise duymus, tasavvufun tekrar bir öze dönüs ile islah edilmesi zorunlulugundan, eserlerinde söz etmeyi ihmal etmemislerdir. Daha sonraki dönemlerde de, mesela büyük mutasavvif Imam Rabbani, yine kendisi gibi mutasavvif olan Ibn Arabi'nin Vahdet-i Vücud felsefesini red ve iptal etmis ve "Bize 'Fusus' degil, 'Nusus (nasslar)' lazimdir" diyerek, Kur'an ve sahih Sünnet cercevesinde bir tasavvufi düsüncenin luzumuna vurgu yapmistir. Red eden de tasavvufdur, red edilen de. Bir tasavvuf anlayisinin, baska bir tasavvuf anlayisini inkaridir. Bu durum, tasavvufun, homojen bir kavram olmadigini, selef dönemindeki safiyetini zamanla yitirdigini, muhtelif manalara samil bulundugunu ve dolayisi ile "hangi tasavvuf" sorusunun, son derece yerinde bir soru oldugunu göstermektedir.

Tasavvufi düsüncedeki yozlasmada, zamanla Islam cografyasinin genislemesi sonucu, müslümanlarin yabanci din ve kültürler ve bunlarin düsünce ve inanc sistemleri ile temasa gecmis olmasinin, büyük etkisi olmustur. Bu sistemler, müslümanlarin sahih i'tikaddan uzaklasmalari nisbetinde, Islam düsünce ve inanc dünyasinda kabul görmüs, makes bulmustur. Özellikle yunan felsefesinin tasavvuf üzerindeki tesiri, "felsefi tasavvuf" tabir edilen bir kavram ortaya cikarmistir. Selefin zühd ve takvasindan artik cok farkli birsey olan bu felsefi tasavvufun zirvesinde, panteizmin islami terminoloji icindeki sunumu olan Vahdet-i Vücud felsefesi ile Ibn Arabi'yi buluyoruz. Tüm arastirmacilar hemfikirdir ki, felsefesi ile yunan, mistisizmi ile hind, fars, hristiyanlik ve yahudilik, tasavvufi istilahin olusumuna kaynaklik etmislerdir.

Tarihi sürec icerisinde cereyan eden bu evrim neticesinde tasavvuf, öncekiler (selef) icin düsünüldügünde farkli, sonrakiler (halef) icin düsünüldügünde farkli cagrisimlar yapan, muglak bir kavram haline gelmistir. Ilk yazimda, tasavvufi düsüncenin, Kur'an ve sahih Sünnet isiginda ve örnek nesiller olan selefin yasantisi dogrultusunda yeniden ele alinmasi ve sirke kadar varan bid'at ve batil unsurlarindan arindirilmasi gerektigini söylemistim. Vahyin isigi ve Seriat cercevesinde tasdik ve tekzib edilmesi lazim gelen noktalari tefrik etmek gerekir. Asagida, sonraki tasavvuf ehli arasinda yayginlasan bid'at inanis ve uygulamalarin, hangi alanlara iliskin olduklarini belirtiyorum. Bunlar, kendisinde, Seriat'in sinirlarinin asildigi bazi basliklar olup, sonraki tasavvuf anlayisinin, selefi tasavvufdan hangi alanlarda farklilastigini gösterir;

* Nefs terbiyesi konusunda asiri külfet

Ruhi yükselisin gerceklesebilmesi icin, nefsin, riyazet ve mücahade ile terbiye edilmesi hususunda, nefsin haklarini zayi eden asiri cile yöntemleri. Hz.Peygamber'in, hakkinda; "Dikkat edin ! Nefsinizin de sizin üzerinizde haklari vardir" buyurmak sureti ile dikkat cektigi husus (Nevevi,Riyazü's-Salihin,150).

Bazi sahabiler, Allah'in riza ve hosnudlugunu elde edebilmek, O'na yaklasabilmek amaci ile, kendi nefsleri aleyhinde birtakim kararlar almis, örnegin iftar etmeden pespese oruc tutmak, esine yaklasmamak, günesin altinda durup nefsin inadini kirmak gibi seylere niyetlenmislerdi. Resulullah, bu durumu haber aldiginda, bu asiri yöntemlerden men etmis, bundan sakindirmis ve; "Kim benim sünnetimden yüz cevirir ise, benden degildir" buyurarak (Nevevi,Riyazü's-Salihin,143), bunun, nebevi bir "Allah'a yaklasma yöntemi" olmadigini ortaya koymustur. Bu baglamdaki cok sayida hadisden bir tanesinde su haber verilmistir; "Sizden önceki kavimler, dinde asiri gittikleri icin helak oldular" (Ibn Hanbel,c.1,s.215/Suyuti,Camiü's-Sagir). Yine bir baska hadisde, ümmetini; "Kim bu dini zorlastirir ise, bu din onu maglub eder" diyerek (Ebu Davud,Tac,1/49) ikaz etmistir. Allah da Kur'an'da söyle buyurur; "(Hristiyanlarin) Uydurduklari ruhbanligi, biz onlara yazmamistik. Fakat kendileri, güya Allah'in rizasini kazanmak icin ihdas ettiler. Ama ona da geregi gibi uymadilar..." (Hadid-27). Helal ve mübah islerin haram kilinmasini haram kilan su ayetler de, bu baglamda zikredilebilir; "De ki: 'Allah'in, kullari icin cikardigi süsü ve güzel riziklari kim haram kildi ?' De ki: 'Onlar, mü'minler icin dünya hayatinda da var. Ahirette ise, yalniz onlar icin.' Iste bilen bir topluluk icin ayetleri böyle acikliyoruz" (A'raf-32). "Size ne oluyor da, üzerine Allah'in adi anilip kesilenlerden yemiyorsunuz ? Oysa Allah, caresiz yemek zorunda kaldiginiz disinda, haram kildigi seyleri size aciklamistir. Dogrusu bircoklari bilgisizce kötü arzularina uyarak saptiriyorlar. Muhakkak ki Rabbin, haddi asanlari cok iyi bilir" (En'am-119). "Ey iman edenler ! Allah'in size helal kildigi seyi, kendinize haram kilmayin. Allah, haddi asanlari sevmez" (Maide-87).

Tasavvufun, "Allah'a yaklasabilmek" gayesi ile, nefse, Seriat'in koydugu hadleri asan cile ve iskence yöntemlerini öngörmesinde, hind mistisizminden büyük ölcüde etkilendigi söylenebilir. Islam ise, kolaylik dinidir. Allah; "Biz sana Kur'an'i, zorluk cekesin diye indirmedik" buyurmaktadir (Ta'ha-2). Bu dinin peygamberi; "Kolaylastirin-zorlastirmayin, sevdirin-nefret ettirmeyin" diye uyarmistir. Allah'a yaklasma, "herhangi" bir bicimde degil, "nebevi yöntem" dogrultusunda anlasildigi taktirde islami olur. Sünnete uygun olmayan usullerle Allah'a yaklasma cabasi, insani, sadece seytana yaklastirir. Nebevi yöntem, Seriat'a uymaktan ibarettir. Seriat'in emir ve nehylerine riayet, kulu, Allah'a, hicbir seyin yaklastiramadigi kadar yaklastirir. Bir kudsi hadisde, Allah, söyle buyuruyor; "Kulum bana, farzlari eda etmekle yaklastigi kadar hicbir seyle yaklasamaz. Nafileler ile de yaklasmaya devam eder. Nihayet, onu severim..." (Buhari,Rikak,8/131). "Allah'i seviyor iseniz, bana (sünnetime) uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarinizi bagislasin" ayetini (Al-i Imran-31) teblig eden Resulullah'in sünnetinde (nefsi terbiye metodunda) bu tür asiriliklar bulunmamaktadir.

* Seyh'e kör itaat

Müridin, kendi sahsiyetini yok ederek, seyhine, Allah'a itaat eder gibi itaat etmesi.

Seyhin sözünün, Allah ve resulünün sözünün önüne gecirilerek, bu ikisi ihtilaf ettikleri taktirde Kur'an ve Sünnet ile amel etmenin terk edilip, seyhin sözü ile amel edilmesi, tasavvufun, Seriat'in sinirlarini asan diger bir yönünü teskil eder. Mutasavviflar, buna "fena fi's-seyh" diyor ve nefsin terbiyesi ve manevi terakki icin lazim oldugunu söylüyorlar. "Allah'a kul olmadan önce seyhe kul ol" seklinde ifade edilebilecek olan bu yöndeki sapmanin sebebi, müridin, Kur'an ve Sünnet'i bilmemesinin yaninda, "halin ilme takdimi"ni öngören batil tasavvufi telakkidir ki, bunun da temelinde "epistemoloji"nin yattigini, "Mevlana'nin Fihi Ma Fih'ine dair notlarim"da söylemistim. Mürid; "vardir bunda bir hikmet" diyerek, Allah'a isyan olan islerde, seyhe itaat edebilmekte. Mürid seyhine, seyh de "haline" güvenerek, Seriat'in disina cikabilmekteler. Allah, Kur'an'da söyle buyuruyor; "Allah ve resulü (Kur'an ve Sünnet) bir isde hüküm verdikten sonra kadin ve erkek hicbir mü'min icin (baska bir yolu) tercih hakki yoktur..." (Ahzab-36). Mutlak itaat yalniz Allah'adir. Kula itaat, ancak Allah ve resulünün müsade ettikleri bir meselede sözkonusu olabilir. Hickimseye, müsahade edilen "haller" nedeni ile Seriat'i terk etme yetkisi verilmemistir. Ayni sekilde Hz.Peygamber de; "Allah'a isyan olan islerde kula itaat yoktur" buyurmustur (Ebu Davud,Cihad,87). Bu hadisin vürud sebebi olarak su hadise anlatilir; Resulullah, bir grubu, komutanlarina itaat etmeleri emri ile, sefere cikardi. Komutan, sefer esnasinda askerlerden büyük bir ates yakmalarini istedi. Sonra da, onlara, bu atese girmelerini emretti. Askerler, emre itaat etmeyerek Medine'ye döndüklerinde, olay, Hz.Peygamber'e aktarildi. O, söyle buyurdu; "Sayet o atese girselerdi, hep atesde kalirlardi. Allah'a isyan olan yerde kula itaat olmaz. Itaat, ancak ma'rufdadir (Seriat'a uygun islerdedir)".

* Bid'at zikir ayinleri

Seriat'in, bir zaman ve mekan tayin etmeden, mutlak olarak emrettigi "zikir ve dua" gibi ibadetlerin, hicbir delil bulunmaksizin, belirli bir zamana, belirli bir mekana tahsis edilip, toplu halde icra edilmesi. Sonraki mutasavviflarin ihdas ettikleri bir diger bid'at uygulama da, tasavvufi cevrelerde yaygin olan bu tür toplu zikir ayinleridir. Imam Satibi, bid'atler konusunda yazilmis en kapsamli eser olan "el-I'tisam" adli kitabinda, buna da deginmektedir.

* Allah'dan baskasindan istigasede bulunmak

Nazariyede, kendisine "Ricalü'l-Gayb" kültünün kaynaklik ettigi, alemin idaresi üzerinde Allah'dan baska müessirlerin de bulunduguna inanarak bunlarin ruhaniyetinden istimdad etmek, Allah'in kudret ve iradesinde olan seyleri onlardan istemek, yardim ve medet dilemek seklindeki sapkinlik.

"Allah ile kul arasinda aracilar var midir" baslikli yazimda, delilleri ile, bunun sirk oldugunu aciklamis ve uluhiyet kapsaminda olan islerde Allah ile kul arasinda (peygamberler de dahil) hicbir aracinin bulunmadigini ortaya koymustum. "Ilah" kelimesi, "kendisine kulluk ve ibadet edilen" varligi ifade eder. Dua, Hz.Peygamber'in bir hadisinde belirtildigi üzere, ibadettir (Tirmizi,Deavat,1/Ebu Davud,Salat,358). Buna göre, Allah'dan baskasina el acip dua etmek, "medet ya filan, yetis ya falan, sana sigindim, himmet eyle" gibi sözler söylemek, ibadetin, Allah'dan baskasina yapilmasi demek olur. Bu, o baskasina "uluhiyyet" (ilahlik) atfetmektir. Katiksiz bir putperestliktir. Allah, söyle buyurur; "Öyle ise, dini sadece Allah'a halis kilarak, yalniz O'na dua (ibadet) edin. Kafirler hoslanmada da" (Mü'min-14).

Cahil halk kesimlerinde ve özellikle mutasavviflarda yaygin olan bu yanlisligi, "medet ya filan" gibi nidalarin sadece mübarek zatlarin yüce makamlarinin anilmasi oldugunu, yoksa böyle diyenin, aslinda Allah'dan baskasindan istiyor olmadigini, burada bir mananin bulundugunu, o insanlarin niyetlerinde Allah'dan baskasinin maksud olmadigini söyleyerek aklamak, mümkün degildir. Bir kere, kendisine, "filan mübarek zatin ruhaniyetinden yardim iste" denilen kisi, bundan, bu aklayicilarin kasd ettikleri manayi anlamaz. Sözün zahirinde ifade edilen mana, burada, duanin hedefinde, o filan kisinin bulundugudur. "Kendisi ile" istenilen degil, "kendisinden" istenilen burada sözkonusudur. Eger denildigi gibi olsa idi, bu, "istigase" degil "tevessül" olurdu. Oysa tevessül ve istigase, ayni seyler degildir. Tevessülde duanin "yanina" konan, istigasede duanin "hedefine" yerlestirilir. Kendisine, "filan zattan iste, o, Allah'in sevgili kuludur" denilen cahil bir kisi, gercekten o filan zattan ister.

Denildigi gibi oldugunu (o mananin orada bulundugunu) farz etsek dahi, bu, bu durumu yine mesru kilmaz ve sirk olmaktan cikarmaz. Cünkü ameller ve sözler, Seriat'in zahiri sartlarina (sekil sartlarina) da uygun olmak zorundadir. Günah olan bir hususdaki sekil sartinin (zahirin) ihlali, günahin tahakkukunun, sirk olan bir hususdaki sekil sartinin ihlali, sirkin tahakkukunun sebebidir. Kul, sadece batininda degil, zahirinde de Seriat'in ölcülerine uymakla mükellefdir (Tasavvufi düsüncede, zahiri ilmin nasil gözardi edildigini, "Mevlana'nin Fihi Ma Fih'ine dair notlarim"da görmek mümkün). "Medet ya falan" lafzinin zahiri, yardimin, Allah'dan baskasindan istendigini göstermektedir. Namaz kilarken secdede alni yerine yanagini yere koyan bir müslümanin bu durumunu, "hareket yanlis olsa da niyeti iyidir" diyerek nasil onaylayamiyor isek (cünkü "zahire" riayet etmemistir), ayni sekilde, zahiri Allah'dan baskasina yönelik oldugunu gösteren bu tür lafizlarla dua edilmesini de, "sözü yanlis da olsa onun niyetinde Allah var" diyerek olumlamamiz mümkün degildir. Sirf niyetin iyi olmasi, sekil sartini ortadan kaldiriyor ise, herhangi bir nesneyi put edinip önünde ta'zimde bulunmamiz dahi mesru olur. Zira, sekil yanlis da olsa, orada bir mana görüyor, Allah'dan baskasini düsünmüyor olabiliriz. Tipki, yanagi üzere secde ederek namazini kilani, "benim en serefli yerim yanagimdir, onu yere koymamda, sizlerin alninizi koymanizdaki mana gizlidir" demesi halinde, mazur görmemiz gerekecegi gibi.

Allah, Kur'an'da söyle buyuruyor; "And olsun ki, 'Allah, Meryem oglu Mesih (Isa)'dir' diyenler, kafir olmuslardir" (Maide-72). Bu ayette, hristiyanlarin, "Allah Isa'dir" dedikleri icin, kafir olduklari ifade ediliyor. Zahir ile hükmetmek durumunda olan müslüman, burada, "belki bu sözde iyi bir niyet, batini bir mana vardir, 'Isa' derken Allah oldugunu düsünmüyordur" mülahazasi ile, "Isa Allah'dir' diyen hristiyanlarin kafir olup-olmadiklarini bilmiyorum" diyebilir mi ? Bunu diyemez iken, kalkip, ötesini söylemesi, "Isa Allah'dir' diyenler kafir degildir" diyebilmesi nasil düsünülebilir ?

"Ve dediler ki: 'Sakin ilahlarinizi birakmayin. Hele Vedd'den, Suva'dan, Yegus'dan, Ye'uk'dan ve Nesr'den asla vazgecmeyin" ayetindeki (Nuh-23) Vedd, Suva, Yegus, Ye'uk ve Nesr, Hz.Nuh döneminde müsriklerin taptiklari birtakim putlarin isimleridir. Ayette, Hz.Nuh'un, cahil ve müsrik kavmini tevhide, dini sadece Allah'a halis kilmaya, uluhiyyetinde O'na kimseyi ortak kosmamaya cagirdiginda, kendilerine uyulan kodaman müsriklerin devreye girip, "sakin ilahlarinizi birakmayin" diyerek, insanlari sirkte kalmaya tesvik ettikleri görülmekte. Ibn Abbas'dan rivayet edilir ki, ayette zikri gecen bu isimler, önceki dönemlerde yasamis birtakim salih zatlar idiler. Kendilerine tabi olan cemaatleri var idi. Öldüklerinde, seytan, bu salih kullara tabi olan cemaatlere, onlarin resimlerini dikmelerini telkin edip, bu sayede onlara bakarak daha cok ibadete yöneleceklerini fisildadi. Önceleri bunlara tapinilmiyordu. Ancak zamanla ilim ortadan kalkinca, bu isimlere ibadet edilmeye baslandi. Bu putlarin, daha sonra cahiliye araplarina intikal ettigi ve her birinin, bir arap kabilesinin putu haline geldigi söylenmistir. Salih kullar araciligi ile Allah'a sirk kosmanin, ayni zamanda tarihi bir olgu oldugunu ortaya koyan yukaridaki ayetin tefsiri sadedinde zikredilenlerin yaninda, asagidaki ayet de, salih kullarin ilahlastirildigini haber vermektedir. Allah söyle buyuruyor; "Onlarin yalvardiklari bu varliklar, hangisi Rabb'lerine daha yakin olacak diye vesile ararlar. O'nun rahmetini umar, azabindan korkarlar..." (Isra-57). Burada, kendilerine ibadet edilen, ilahlastirilanlarin, Rabb'lerine yaklasma cabasi icinde olan, havf ve reca arasi hayat süren salih kullar olduklari beyan ediliyor. Hemen öncesindeki ayette ise, bunlarin, kendilerine ibadet edenlere hicbir fayda veremeyeceklerinin ifade edildigini görüyoruz; "De ki: Allah'i birakip da ileri sürdüklerinize yalvarin. Ne var ki, onlar sizden herhangi bir sikintiyi gideremez ve degistiremezler" (Isra-56)

Kendilerini, dini yalnizca Allah'a halis kilmaya cagiran ayetler karsisinda, vahyin o günkü muhatablari olan arap müsrikleri, vahyin bu tevhidi cagrisina, su ayette bildirildigi sekilde cevap vermislerdir. Allah buyuruyor ki; "Dikkat et ! Halis din yalniz Allah'indir. O'nu birakip kendilerine birtakim veliler edinenler derler ki; 'Biz bunlara sadece bizi Allah'a daha cok yaklastirsinlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer-3). O dönemin arap müsrikleri, Allah'dan baskasina yönelik yaptiklari ibadet nitelikli davranislari, kendilerini Allah'a daha fazla yaklastiran "vesileler" olarak görüyor, bunun, "tevessül" oldugunu söylüyorlardi. Tipki bugün, Allah'dan baskasindan istigasede bulunup, bunun tevessülden ibaret oldugunu iddia edenlerin yaptigi gibi. Bugünkiler ayrica, kendilerine ibadet ettikleri zatlarin, kendileri icin "sefaatciler" olduklarini da söylüyorlar. Cahiliye dönemi müsriklerinin, kendi ilahlari icin ne söylediklerini de, asagidaki ayet haber veriyor; "Allah'i birakip da kendilerine ne fayda ne zarar veremeyecek seylere ibadet ediyorlar ve 'Bunlar, Allah katinda bizim sefaatcilerimizdir' diyorlar. De ki: 'Siz Allah'a, göklerde ve yerde O'nun bilmedigi birseyi mi haber veriyorsunuz ?' Allah, onlarin kostuklari ortaklardan münezzehdir" (Yunus-18).

Ibadet niteliginde olan ve kendisi ile, sadece Allah'in kudret ve iradesinde bulunan birseyin istendigi duanin, hedefini sasirip, ne bir fayda ne bir zarar vermeye asla gücleri yetmeyen yaratilmislara yöneltilmesinin, "evliya" tasavvurundaki asiriliklari nedeni ile bilhassa mutasavviflar arasinda yaygin olan bir uygulama olduguna sahid oluyoruz. Tasavvufun, Seriat'in sinirlarini asan baska bir yönünü teskil eden bu durum, yukarida degindigim aklayici mantigin savinin aksine, cahil halk arasinda, Allah'dan baska varliklardan, "nebiden, veliden, seyhden, gavsdan, kutubdan... istigasede bulunulabilecegi, bunda tevhid nokta-i nazarindan bir sakinca olmadigi" seklinde anlasilmaktadir. "Filan kisi falan seyhin ruhaniyetinden medet dilemis de, yardim görmüs. Falan sahis filan zattan istianede bulunmus, bu sayede haceti giderilmis. Falancanin kabri ziyaret edildiginde, isler yoluna girmis" türünde sayi olan kanaatler, istigase olayinin, sadece batini bir mana ihtiva eden masum bir nida ve mübarek zatlarin yüce makamlarinin bir anilmasi durumundan ibaret kalmadigini, daha farkli boyutlarda algilandigini gösterir. Cok aciktir ki, "medet eyle ya falan, yetis ya filan, sen himmet et, Allah katinda benim icin sefaatci ol" gibi yakarislarda, dua edenin kasdinda, o falan zat bulunmaktadir. Duanin hedefinde o vardir. Dua edenin, bunun önünde veya arkasinda hitabini dogrudan Allah'a da yöneltiyor olmasi, O'ndan da istemesi, bu yakarisi bir tevessül yapmaz. Sadece, bir bu ilaha, bir su ilaha yöneldigini gösterir.

Cehaleti dolayisi ile, elfaz-i küfürden olan bir söz söyleyen ve bu yönde bir amel ortaya koyan kisi, niyeti itibari ile küfrü kasd etmiyor da olsa, Seriat'in küfür saydigi bu söz ve amelden, mutlaka men edilmelidir. En selametli yol, tecdid-i imanda bulunmasidir. "Niyetinde halis oldugu sürece varsin hitabini baskasina yöneltsin" nasil denir ? Bu, dinin zahirini (ki, asil baglayici olan odur) hice saymak olur. Dinin zahirinin dikkate alinmamasi, yukarida belirttigim gibi, sonuc olarak, putun önünde ta'zimin, secdesiz namazin, "Isa Allah'dir" demenin ve baska her batilin da tasvib edilebilirligi anlamina gelir. Cünkü bütün bunlarin batil oldugu, ancak dinin zahiri ile sabittir. Mervidir ki, Fudayl bin Iyaz söyle demistir; "Amel eger 'halis' olur ama 'dogru' olmaz ise, kabul edilmez. Ayni sekilde, dogru olur ama halis olmaz ise, yine kabul edilmez. Ancak hem halis hem de dogru olursa, o zaman kabul olunur. Halis olmasi; 'yalniz Allah icin' olmasidir (batini sart), dogru olmasi da; 'sünnet üzere' olmasidir (zahiri sart)." Fudayl bin Iyaz, daha sonra su ayeti okumustur; "Kim Rabbine kavusmayi umuyor ise, salih (sünnete uygun) amel islesin ve Rabbine, ibadette hic kimseyi ortak kosmasin (ihlasli olsun)" (Kehf-110)

* Vahdet-i Vücud

Yukarida zikredilen ameli boyuttaki sapmalarin yaninda, (halefi) tasavvuf, nazari alanda da büyük degisimler yasamis, selef döneminde olmayan bircok batil inanis ve görüsü, zamanla bünyesine almistir.

Bunlarin basinda hic süphesiz, müslümanin, nasslar ile belirlenmis olan "sahih Allah inanci ve tasavvuru"nu alt-üst eden, Ibn Arabi'nin "Vahdet-i Vücud"u gelmekte. Kadim inanclarin en sapkin telakkilerinden olan bu panteist felsefe, temelde Allah ile alemin, yaratan ile yaratilanin, "ontolojik birligi" fikrine dayanir. Yaratan ile yaratilan, buna göre, iki ayri varlik degil, bir ve ayni varliktan ibaret olmaktalar. Allah'in, esyada ickin (immanent) bulundugunu ve alemin disinda/üstünde bir ilahin olmadigini söyler. Selefin yolu ve mezhebi ise, Allah'i, O'nun kendisini bize kendi kelaminda ve resulünün dilinde tanittigi gibi tanimak seklindedir. Selef, Allah ve resülü Allah hakkinda neyi isbat etmis ise, bunlari isbat, neyi nefyetmis ise, bunlari nefyeder. Allah'in sifatlari konusunda egrilige sapanlardan olmamalari hususundaki ilahi uyarilari dikkate aldiklari icin, emrolunduklari gibi dosdogrudurlar. Müslümanin, Allah hakkindaki inanci, "Allah'i, O'nun size ögrettigi sekilde zikredin..." (Bakara-198) ayetinde belirtildigi üzere, Kur'an ve sahih Sünnet'teki nasslar istikametinde bir inanc olmalidir. Kur'an ve Sünnet'teki nasslar ise, Vahdet-i Vücud'cularin birlestirdiklerini ayirarak, Allah'i, zati ile, alemden ayri, alemin üstünde, askin (transcendent) bir ilah olarak ortaya koyar. Islam'a göre Allah, alemin kendisi degil, onun yaraticisi, yöneticisidir. Allah'in, alem ile olan iliskisinin mahiyetini, su gibi ayetlerde buluyoruz; "Süphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri alti günde yaratan, sonra Ars'a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten, günesi, ayi ve yildizlari emrine boyun egmis durumda yaratan Allah'dir. Bilesiniz ki, yaratmak da (rububiyyet) emretmek de (uluhiyyet), O'na mahsusdur. Alemlerin Rabbi olan Allah, ne yücedir" (A'raf-54).

Vahdet-i Vücud'a göre, esya, vehim ve hayalden ibaret olup, onun bir hakikati yoktur. Var olan, sadece Allah'dir. Bu görüsü, "la mevcude illallah" (Allah'dan baska "varlik" yoktur) ile ifade eder. Islam'da ise, esyanin hakikati sabittir ve alem, hakikat üzere vardir. Esyanin hakikatini inkarin, sonucta Allah'in sifatlarinin inkar ve iptali demek oldugunu görmüs olan Ehl-i Sünnet ulemasi, bu nedenle, akaide iliskin yazdiklari eserlerde; "esyanin hakikati vardir" demeyi gerekli bulmuslardir. Hatta Ehl-i Sünnet-i Amme'nin iki imamindan biri olan Imam Maturidi, "Kitabü't-Tevhid"inin oldukca büyük bir bölümünü, esyanin hakikatini inkar eden yunan sofistleri ile muhavereye ayirmis ve onlari red etmistir. Allah'dan baska hakiki varlik olmadigini söylemek, Allah'in, "hakikatte yaratici olmadigini, onun yaratmasinin, bir vehim ve hayalden ibaret oldugunu" söylemektir. Bunun gibi, tüm diger sifatlarinin da bir hakikatinin bulunmamasini iktiza eder.

Allah'in, "hakikat üzere" yaratici olduguna inanmak, yaratilanin da bir hakikati bulunduguna inanmayi gerektirir. Eger "Allah'in yaraticiligi hakikat üzeredir, ama Allah, bir vehim ve hayal yaratmistir, iste esya (alem), bu vehim ve hayalden ibarettir" denirse, buna söyle cevap verilir; O halde bu vehim ve hayalin, "yaratilmis olmasi dolayisi ile" yine bir hakikati vardir. Oysa bu felsefe, esyanin hakikati olmadigini isbat etmek istiyordu. Ayrica (mantiksal acidan celisik de olsa) bir an icin esyanin hakikati bulunmadigini ve alemin, vehim ve hayal oldugunu kabul edelim. Bu durumda Allah, bu vehim ve hayalin kendisi midir, degil midir ? Eger "kendisidir" denirse, Allah, vehim ve hayal olmakla nitelendirilmis olur ki, bu, en cirkin bir küfürdür. Yok eger "kendisi degil" ise, bu taktirde de, "iki ayri varligin" mevcud oldugu kabul edilmek zorunda kalinir. Oysa yine bu felsefe, "varligin birligi" temeline oturuyordu.

Varligin, (vacib-mümkün/kadim-hadis olmak üzere) iki oldugu ve Allah'in, alemden ayri, alemin üstünde bulundugu, aklin da naklin de isbat ettigi, apacik bir gercektir. Hevasina uyandan baskasi, bunu inkar etmez. Diger nasslarin yaninda, su ayette de, Allah ile masivanin, "iki ayri varlik" olduklarini görmek mümkündür; "Insanlardan bazilari, -Allah'dan baska varliklari- Allah'a ortak kosar ve onlari Allah'i sever gibi severler..." (Bakara-165).

Yunanin presokratik felsefe okullarindan biri olan ve "sofistler" tabir edilen firkanin, esyanin hakikatini inkar eden bu batil görüsleri, tasavvufi düsünceye, "la mevcude illallah" (Allah'dan baska mevcud yoktur) seklinde islami bir kilifa ve renge bürünerek sizmistir. Vahdet-i Vücud'cu mutasavviflar, Islam'in "tevhid" esasini, bu batil görüs ile tahrif etmis ve buna; "hakiki tevhid" demislerdir. Tevhid, onlara göre, "varligi birlemek"tir. Onlar, Allah'in ayirdigini, birlestirirler. Halbuki Islam'in tevhid kelimesi; "la mevcude illallah" degil, "la ilahe illallah" (Allah'dan baska "ilah" yoktur) seklindedir. Islam'in tevhid anlayisi; Allah'in, "ilah" olarak birlenmesi olayidir (uluhiyyet tevhidi). Nasslar, "varlik" olarak "yaratan ve yaratilan" olmak üzere hakikatte iki ayri varligi (kesreti) ortaya koyar iken, "ilah" olarak, sadece Allah'in "hakiki ilah" oldugunu haber verir. Kendisine ibadet edilmeye layik tek varligin, O oldugunu ve müsriklerin ilahlarinin ise, kendilerinin ve atalarinin uydurduklari hakikati olmayan kuru isimlerden ibaret olduklarini söyler; "Allah'i birakip da kendisine ibadet ettiginiz ilahlar, sizin ve atalarinizin taktigi birtakim isimlerden baska birsey degildir. Allah, onlar hakkinda herhangi bir delil indirmemistir. Hüküm, sadece Allah'a aittir. O size, kendisinden baskasina ibadet etmemenizi (uluhiyyet tevhidini) emretmistir. Iste dosdogru din, budur. Fakat insanlarin cogu, bilmezler" (Yusuf-40).

Vahdet-i Vücud dininin mensubu mutasavviflar, "la ilahe illallah"in avamin tevhidi, "la mevcude illallah"in ise havasin tevhidi oldugunu ve bu ikincisinin, "hakiki tevhid" oldugunu söylüyorlar. Allah'in, hakkinda hicbir delil indirmedigi seyi, sirf "hallerine, müsahadelerine, kesflerine" dayanarak ihdas ediyorlar. Bunun sebebi, yukarida da sözünü ettigim gibi, "hali, ilmin önüne gecirmeleri"dir. Bu anlayis, onlari, kendi "hallerini" Kur'an ve Sünnet'e uydurmak yerine, Kur'an ve Sünnet'i kendi "hallerine" uydurmayi tercih etmeye sevk etmistir. Diger bir tabirle, bunun sebebi; zan, heva ve heveslerine uymalaridir; "Bunlar, sizin ve atalarinizin taktigi isimlerden baska birsey degildir. Allah, onlar hakkinda hicbir delil indirmemistir (nasslarda "la mevcude illallah" tabiri nazil olmamistir). Onlar ancak, zanna ve heva ve heveslerine uyuyorlar. Halbuki kendilerine, Rabbleri tarafindan bir yol gösterici (olarak Kur'an) gelmistir" (Necm-23).

Sufiyye'nin en büyüklerinden olan Cüneyd-i Bagdadi'nin, kendisine "Tevhid nedir ?" diye soruldugunda; "Tevhid, kadim olani, muhdes olandan ayirmaktir" diye cevap verdigi rivayet edilir. Bu, bu büyük sufinin, Islam'in tevhid anlayisini tahrif edip kendi batil felsefelerini "tevhid" diye pazarlayan Vahdet-i Vücud'cu mutasavviflara verdigi güzel bir cevap olmustur. Kadim olan Allah ile, muhdes olan alemi, bir saymanin, (mantiksal acidan bir tezat olmasinin yaninda) islami bir tevhid anlayisi olamayacagi vurgulanmaktadir. Kadimin ayni zaman muhdes, muhdesin ayni zamanda kadim olmasi, aklin apacik ilkeleri ile celisir. Nasslar bir kenara konularak, sirf akil zemininde ele alindigi taktirde, buradaki celiski, ancak, "alemin kidemi"ne kail olmak ile ortadan kaldirilabilir. Alemin de kadim oldugunun kabul edilmesi ise, yine nasslar muvacehesinde, küfürden baska birsey degildir (Imam Gazali, "alemin kidemi" inancini benimsedikleri icin Farabi ve Ibn Sina'yi tekfir etmistir).

Bütün bu meselenin temelinde, Allah'in "birligi"nin nasil anlasilmasi gerektigi ve insanin, bu bir olan Allah ile "iliskisi"nin ne mahiyette düsünülmesi lazim geldigi sorulari yatmaktadir. Her iki soru da, "tevhid"e iliskindir. Ilkinin kapsaminda olan ikinci soru, tevhidin, kulun "amelleri"ne taalluk eden yönü itibari ile iken, ilki, kulun "i'tikadi"nin ne olmasi gerektiginin bilinmesi icindir. Ilk soruya selefin verdigi cevap, selef ulemasinin "Sifatlarin Tevhidi" basligi altinda izah ettikleri ve benim de yukarida degindigim; "Allah'i, kendi kelaminda ve resulünün dilinde nasil tanitilmis ise, öylece tanimak" esasidir. Selefin bu mezhebi; "ta'tilsiz tenzih-tesbihsiz isbat" diye formüle edilir. Kur'an'da ve sahih Sünnet'te, Allah hakkinda isbat edilen tüm sifatlarin, ta'til (te'vil) ve tesbihe kacmadan olduklari gibi hakikat üzere isbat edilip, keyfiyetlerinin Allah'a havale edilmesi ve nefyedilenlerin de, aynen nefyedilmesidir. Bu, kulun, "i'tikadda tevhid" noktasina iliskin sordugu "nasil inanmaliyim" sorusuna, (önce Allah ve resulünün, sonra) selefin verdigi yanittir. Ikinci sorunun, yani tevhidin, kulun "amelleri" nokta-i nazarindan ne demek olduguna iliskin "ne yapmaliyim" sorusunun cevabi ise, selef ulemasinin; "Uluhiyyet Tevhidi" basligi altinda takrir ettikleri hususdur. "Amelde tevhid", kulun, Allah'i, sapik Vahdet-i Vücud'cular gibi "varlikta" degil, "ilahlikta" birleyip, sadece O'na ibadet etmesidir.

Bid'at anlayislarin ve batil felsefelerin zuhur etmesi ile, "tevhid" gibi, Islam'in en temel kavramlari etrafinda olusturulan kargasayi, inanc bulanikligini bertaraf etmek ve sahih akideyi tekrar ortaya koymak icin, selef ulemasi, bu meseleyi ("Tevhid" konusunu) kitaplarinda;

a - Sifatlarin Tevhidi,
b - Uluhiyyet Tevhidi,
c - Rububiyyet Tevhidi

seklinde üclü bir tasnifde ele alip islemislerdir. "Asr-i Saadet.com" sitesinde Ubeydullah Arslan hocamin, bu yöntemi, "Üc Usul ile Tevhid'e Vusul" seklinde, güzel bir ifadeye kavusturmus oldugunu gördüm.

Bu ümmetin selefi, batil i'tikadlardan uzak, temiz sahih akide üzere idiler. Bu ümmetin halefi de, ancak onlara, inanc ve amelde ittiba etmek sureti ile islah olacaktir. Ümmetin, ileride 73 firkaya ayrilacagini ve biri haric digerlerinin ateste olacagini haber veren Hz.Peygamber, sahabilerin; "O bir firka hangisidir" diye sormalari üzerine; "Benim ve ashabimin yolu (sünneti) üzere olanlardir" seklinde cevap vermistir. Yine bir baska hadisde, Resulullah; "Sonrakiler, bircok ihtilaf görecek, ayriliklara sahid olacaklar. Ben size, sünnetimi, hidayete erdirilmis olan rasid halifelerimin sünnetini tavsiye ediyorum. Ona simsiki sarilin. Sonradan cikan seylerden sakinin. Her sonradan cikan, bid'attir. Her bid'at, sapikliktir" buyurarak (Ebu Davud,Sünnet,5), sonraki müslümanlara, selefin yoluna uymalarini tembihlemistir. En hayirli nesiller olan selefin, inanc ve ameldeki cizgisi de, süphesiz ki en hayirli olandir.

Vahdet-i Vücud inancinin, "yaratan ile yaratilanin varliklarinin birligi" fikrinin, selefin i'tikadinda bulunmasinin mümkün olmadigini, onlarin, bu sapik i'tikaddan uzak olduklarini, su asagidaki nedenlerden dolayi, cok acik olarak söyleyebiliyoruz;

1 - Selefin, "Allah'in sifatlari" konusundaki i'tikadi malumdur;
Selef, yukarida da belirtildigi üzere, sifatlar konusunda, "ta'tilsiz tenzih-tesbihsiz isbat" metodunu benimsemistir. Kitap ve Sünnet'te, Allah hakkinda isbat edilen tüm sifatlari aynen isbat, bunlarda nefyedilen tüm sifatlari da aynen nefyeder. Hz.Peygamber, söyle buyurmustur; "Allah'im, ben Seni hakki ile övemem. Sen, kendini övdügün gibisin" (Müslim,1,532). Allah da, Kur'an'da; "Allah'i, O'nun size ögrettigi gibi zikredin..." (Bakara-198) buyurur. Tipki ibadetler gibi "tevkifi" olan inanc konulari ve bu baglamda "Allah'in sifatlari" meselesinde de, selefin mezhebi, nasslara siki sikiya bagli kalmak, onlari te'vil etmemektir. Selef, Allah'i, zan, heva ve heveslerine dayali olarak degil, Allah'in kendi kelaminda ve resulünün dilinde nasil tavsif edilmis ise, öylece tanimistir. Allah'in sifatlarini iptal etmenin, egrilige sapmak oldugunu bilip, bundan siddetle kacinmistir. Onlar, "el-Ali", "el-Müteal" olan Allah'in, Kur'an ve sahih Sünnet'teki sayisiz nassin gösterdigi istikamette, zati ile yaratilmislardan ayri ve de yüce Ars'inin üstünde olduguna inanmislardir. Daha önce naklettigim bir ayette, masivanin, Allah'dan "ayri ve baska" bir varlik oldugu isbat edilmis idi. Allah buyuruyor ki; "Insanlardan bazilari, Allah'dan -baskalarini- Allah'a sirk kosar ve onlari, Allah'i sever gibi severler..." (Bakara-165).

Kur'an'da, yedi ayri ayette, Allah'in, Ars'a "istiva" ettigi bildirilir. Bunlardan birinde örnegin söyle buyuruluyor; "Süphesiz ki, Rabbiniz, gökleri ve yeri alti günde yaratan, sonra da isleri yerli yerince idare ederek Ars'a istiva eden Allah'dir..." (Yunus-3). Bunun gibi, su asagidaki ayetler de, Allah'in, zati ile gökte, Ars'inin üzerinde bulundugunu bildiren nasslara örnektir; "Güzel söz, O'na dogru cikar. Iyi amel de onu yükseltir..." (Fatir-10). "Gökte olan (Allah') in, sizi yere batirmayacagindan emin mi oldunuz ?... "Yoksa siz, gökte olanin, üzerinize tas yagdirmayacagindan emin misiniz ? (Mülk-16,17). "Allah, isi gökten yere dogru düzenler. Sonra is, O'na yükselir" (Secde-5). "Ey Isa ! Ben seni vefaat ettirecegim. Sonra da seni, katima yükseltecegim" (Al-i Imran-55). "Hayir ! Allah onu (Isa'yi) kendine yükseltti" (Nisa-158). Su ayet de, Allah'in gökte olduguna bir baska delildir; "(Firavun dedi ki) Ey Haman ! Bana yüksek bir kule yap ki, sebeplere eriseyim. Göklerin yollarina eriseyim de, Musa'nin ilahina cikip bakayim. Cünkü ben onu (Musa'yi) yalanci saniyorum" (Mü'min-36,37).

Bu ayetlerin yaninda, Hz.Peygamber'in sayisiz hadisi de, Allah'in Ars'in üzerinde oldugunu haber vermektedir. Bunlardan biri, su hadisdir; Ebu'd-Derya, Resulullah'in söyle dua ettigini nakletmistir; "Ey semada olan Rabbimiz, ismini takdis ederim. Hükmün, semada ve arzdadir. Nasil ki rahmetin de semadadir. Rahmetini arz üzerinde de cari kil ve günahlarimizi, hatalarimizi magfiret buyur. Rahmetinden bir rahmet, sifandan bir sifa indir" (Ebu Davud,2/338,Kitabü't-Tib,19). "Nüzül hadisi" diye meshur olmus bir diger hadisde, Hz.Peygamber, söyle buyurur; "Allah Teala, gecenin son ücte birinde dünya semasina iner (nüzül eder) ve söyle der: Bana dua eden yok mu, duasina icabet edeyim ? Benden isteyen yok mu, ona vereyim ? Magfiret dileyen yok mu, magfiret edeyim ?" (Buhari,Kitabü't-Teheccüd,14,47,Kitabü't-Tevhid,35-Müslim, Kitabü's-Salat,168). Bir baska hadisde, Hz.Peygamber, kendisine getirilen bir cariyeye; "Allah nerededir ?" diye sorar. Cariye, parmagi ile isaret ederek; "Göktedir" diye cevap verir. Resulullah; "Ben kimim ?" diye sorar. Cariye; "Sen, Allah'in resulüsün" der. Bunun üzerine Allah'in resulü; "Bu kadin mü'minedir. Onu azad edin" buyurur (Müslim,Kitabü'l-Mesacid,33-Ebu Davud,Kitabü's-Salat,167,171).

Selef ulemasinin, ilk dönem müctehid imamlarin hepsinin, "Allah'in sifatlari" konusundaki i'tikadi, budur. Imam-i Azam Ebu Hanife, "Allah'in gökte olup-olmadigini bilmiyorum" diyenin, kafir olacagini, cünkü bunu Allah'in haber verdigini söylemistir. Imam Malik'in, "istiva" konusunda söyledigi; "Istiva malumdur, keyfiyeti mechuldür, buna iman etmek vacib, nasilligini sormak bid'attir" sözü, meshurdur. Bir rivayette, Hz.Peygamber'in, edebden dolayi, gözün göge kaldirilmasini nehyettigi bildirilmistir (Müslim,Salat,117,118). Denir ki; Üveys el-Karani, Allah'dan utandigi icin, basini kaldirip göge bakmazdi. Büyük sufi Abdulkadir Geylani'nin de, selefin i'tikadindan bir karis ayrilmayanlardan oldugunu, meshur eseri "Gunyetu't-Talibin" adli kitabinda görmek mümkündür.

2 - Hz.Peygamber, vahyi, insanlara eksiksiz teblig etmek ile emrolunmustur;
Resulullah'in, Allah hakkinda kendisine vahyedilen bir gercegi, insanlardan ketmettigi, hakikat baska oldugu halde, insanlara, Allah hakkinda dogru olmayan seyler söyledigi, düsünülemez. Bu, "nübüvvetin ismet ve adaleti" ilkesi ile celisir. O, insanlari, yukarida nakledilen nasslara iman etmeye cagirmis iken, hakikatin, bu nasslarin hilafina oldugunu düsünmek, mümkün degildir. Cünkü Resulullah, su ayetler kendisine vahyedilendir; "Rabbinden sana indirileni teblig et. Eger bunu yapmazsan, O'nun elciligini yapmamis olursun..." (Maide-67). "Sana Kur'an'i indirdik ki, vahyedileni insanlara beyan edesin (aciklayasin)" (...). Yine Allah, söyle buyurmaktadir; Indirdigimiz acik delilleri ve kitapda insanlara apacik gösterdigimiz hidayet yolunu gizleyenlere, hem Allah, hem de bütün lanet ediciler lanet eder" (Bakara-159).

Bu iki neden ve bunlarin ihtiva ettigi deliller, selefde, "varligin birligi" inancinin kesinkez bulunmadiginin kanitidir. Ikinci delil tarafindan red ve iptal edilen bir diger husus da, mutasavviflardaki; Hz.Peygamber'in, bazi sahabilere, bir "gizli ilim" verdigi yönündeki dayanaksiz inanisdir.

Selefde, tevhidin, kulun "inanci" cihetine iliskin anlami, "varligin" birlenmesi degil, Allah'in "sifatlarinin" birlenmesidir (sifatlarin tevhidi). Bu, Kur'an ve Sünnet'te sabit olan "her" sifatin kabul edilmesi ve "hicbir" sifatinda, Allah'in, yaratilmislara benzetilmemesi seklindedir. Müslüman, ancak böyle inandigi, Allah tasavvurunu bu esasa göre kurdugu, yaratanin zatini yaratilanlarin zatindan ayri telakki ettigi taktirde, nasslara bagli olur ve selef inanci üzere bulunur. Kulun "amelinde"ki tevhid ise, "la ilahe illallah" kelime-i tevhidinde deklare edildigi üzere, sadece O'na "kulluk ve ibadet" etmesi, O'ndan baskasina karsi "kulluk ve ibadet" niteligi tasiyan söz ve davranislarda bulunmamasidir. Kur'an, Islam'in insanliga getirdigi "tevhid"in, "uluhiyyet tevhidi" oldugunun apacik delilleri ile doludur. Allah, peygamber gönderdigi her kavme, kendi zatini, (varlik ile degil) bir "ilah" olarak birlemeleri gerektigini duyurmustur. Hz.Adem'den Hatemü'l-Enbiya'ya tüm peygamberler, tevhidi kendilerine teblig ettikleri putperest kavimlerine; "Ey kavmim ! Allah'a kulluk ve ibadet edin. Sizin, ondan baska ilahiniz yoktur" (Hud-50) demis, onlari hep "uluhiyyet tevhidi"ne cagirmislardir. Allah, resulüne hitaben, söyle buyuruyor; "Senden önce hicbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden baska ilah yoktur, o halde yalniz Bana kulluk (ibadet) edin !' diye vahyetmis olmayalim" (Enbiya-25).

Hz.Peygamber'in, kendi dönemindeki arap müsriklerine tebligi de, bu olmustur. Onlar, Allah'i, "rububiyyet"inde tevhid ediyor, "rabb" olarak birliyor, ancak "uluhiyyet"inde O'na sirk kosarak, O'ndan baska "ilahlar" ediniyorlardi. Arap müsriklerinde "rububiyyet tevhidi"nin bulundugunu kanitlayan deliller, su ayetlerdir; "And olsun ki, onlara (müsriklere) 'Gökleri ve yeri kim yaratti ?' diye sorsan, 'Allah' derler..." (Zümer-38). "And olsun ki, onlara 'Gökleri ve yeri kim yaratti ?' diye sorsan, 'Onlari hic süphesiz, güclü olan, herseyi bilen Allah yaratti' derler" (Zuhruf-9). "(Resulüm) De ki: Eger biliyor iseniz, söyleyin (bakalim), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir ?' "Allah'a aittir' diyecekler..." "Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Ars'in Rabbi kimdir ?' diye sor, 'Allah'dir diyecekler..." "Eger biliyor iseniz (söyleyin), herseyin melekutu kendisinin elinde olan, herseyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmaya muhtac olmayan kimdir ?' diye sor..." "Allah'dir' diyecekler..." (Mü'minun-84-89). "And olsun, onlara kendilerini kimin yarattigini sorsan, 'Elbette Allah yaratti' derler..." (Zuhruf-87). "And olsun ki, onlara 'Gökten su indirip onunla ölümünün ardindan yeryüzünü canlandiran kimdir ?' diye sorsan, mutlaka, 'Allah' derler..." (Ankebut-63). "(Resulüm) De ki: 'Size gökten ve yerden kim rizik veriyor ? Ya da kulaklara ve gözlere kim malik bulunuyor ? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim cikariyor ? (Her türlü) Isi kim idare ediyor ?' 'Allah' diyecekler..." (Yunus-31).

Bütün bu ayetler, arap müsriklerinin, Allah'i, bir "rabb" olarak birlediklerini (rububiyyet tevhidini) göstermektedir. Ancak buna ragmen, "kulluk ve ibadet" kapsaminda olan islerde, O'ndan baskalarina yöneliyor, dua ediyor, bunlardan yardim ve medet istiyor, bunlarin, kendileri icin Allah katinda sefaatciler ve kendilerini Allah'a daha cok yaklastiran aracilar olduklarina iniyor idiler. Bu nedenle Allah, su ayette, "insanlarin yaratilis gayesi"ni ilan ederek; "Ben, cinleri ve insanlari, ancak Bana kulluk ve ibadet etsinler diye yarattim" (Zariyat-56) buyuruyor. Ta ki, insan, Allah'i "rabb" olarak bir bilmenin gereginin, O'nu "ilah" olarak da bir bilmek oldugunu anlasin.

Allah ile iliskisinin mahiyeti ve ibadetin keyfiyeti noktasinda, kulun, selefin bu sahih akidesinden, dogru tevhid anlayisindan ayrilmasi, Allah ile alternatif tarzda bir iliskiye girme cabasini dogurmus ve halefi tasavvufda, "fena" (Allah'da fani olmak) tabir edilen, mistik karakterde bir nazariye tesekkül etmistir. Allah'a "yaklasma" fikri, zamanla, Allah ile "birlesme ve bütünlesme"ye dönüsmüstür. Kaynaklarin verdigi bilgiye göre, Vahdet-i Vücud'un belkemigini de teskil eden "fena" kavramini ilk ortaya atan kisi; Ebu Said el-Harraz adinda biridir. Buna göre, kul, Allah'a yönelerek O'nda o derece kendinden gecip fani (yok) olmakta ki, tasavvufi düsüncede; vecd, cezbe, istigrak, mahv, sekr... tabir edilen bir "trans" haline girmekte ve artik bu boyutta, ne baskasini ne kendini, Allah'dan baska hicbir seyi algilayamamaktadir. Bu durum, kimi sufilerce, kulluk ve ibadetin (ubudiyyetin) zirve formu, en üstün sekli olarak kabul edilmis.

Tarihde, Bayezid Bestami gibilerinin veya Hallac-i Mansur gibi "hululiyye"ye nisbet edilenlerin veya daha baskalarinin, bu tür trans hallerinde, o boyutta müsahade ettikleri seyleri "Ben Allah'im", "Cübbemin altinda Allah'dan baskasi yok" gibi "satahat" tabir edilen ve Seriat muvacehesinde "küfür" olan sözlerle dile getirdikleri meshurdur. Bu isimlerden (Hallac-i Mansur gibi) bazilarinin, bu nedenle, Seriat'ca idama mahkum edilip, neticede katledildikleri de bilinir. Sühreverdi'yi idam eden de, haclilara karsi elde ettigi muazzam zaferler ile Islam'i dis düsmanlara karsi da basari ile savunmus olan büyük kumandan Selahaddin Eyyubi olmustur. Bu trans halinde iken, kul, sufilere göre, "vahdet deryasi"nda yüzmektedir. Cok yüce bir makamdadir. Suuru ve temyiz yetenegi ortadan kalkmis ve sözleri ile hareketleri, iradi olma vasfini yitirmistir. Fena makamini tecrübe eden, fani olan icin, "Allah-kul ikiligi" (kesret) artik sözkonusu degildir ve o, Allah ile "birlesmis/bütünlesmis" bir vaziyettedir. Algisinda, Allah'dan baska bir varlik kalmamistir. Fani, bu makamda, birtakim "hakikatler"i (!) müsahade ediyordur.

Allah ile, bu formda bir iliskiye girme ve bu sekilde hakikate vasil olma istegine, tasavvufdan önce, kadim medeniyetlerde rastlanmaktadir. Eski yunanda kimi filozoflarin, Allah'i bilmenin, tecrübe etmenin bir yolu olarak gördükleri bu fenomen, yeni-eflatuncu felsefenin kurucusu Plotinus'un "Enneadlar"inda da anlatilir. Vahiy ile müserref olmamis, karanliklarda kalmis paganist bir toplumda, yaratici hakkinda dogru bilgiye ulasmak amaci ile, insanoglunun, bu yola tevessül etmis olmasini, pek sasirtici bulmamak gerekir. Ilkcag felsefesi, "hakikat bilgisi" oldugunu iddia ettigi bircok nazariyeler gelistirmis, türlü ekoller olusturmustur. Bunlari, akil ve gönül sahibi insanin, fitratindaki, karanligi yirtmak ve gercegin aydinligina ulasmak arzusu ile izah etmek gerekir. Ne var ki, aklin bütün imkanlarinin tüketilerek ve bu gibi aklin disindaki yollar dahi denenerek ortaya atilmis tüm felsefeler, "hakikat" namina sadra sifa olacak seyler olmadiklarindan, Allah, kullarini, gönderdigi peygamberler ve indirdigi vahiy ile tenvir etmistir. Onlara, "hakikat bilgisi"ni, vahiy ile bildirmistir.

Tasavvufi düsüncede, sufinin, "fena" makaminda müsahade ettigi "hakikat"lerin (!), vahyin bilgisi (Seriat) ile catissa dahi itibar görmesi, bu yol ile elde edilmis bilginin "dolaysiz", vahyi bilginin ise "dolayli" bilgi oldugu bahanesi ile "halin ilme takdim edilmesi", apacik bir sapikliktir. Cünkü Allah, söyle buyurur; "(Biz) Müjdeleyici ve uyarici olarak peygamberler gönderdik ki, insanlarin, peygamberlerden sonra, Allah'a karsi herhangi bir bahaneleri olmasin. Allah, izzet ve hikmet sahibidir" (Nisa-165). Vahyin bilgisine itibar etmeyip "o kabuktur, bizdeki ise öz" demek, asagidaki ayetin haber verdigi üzere, hevaya uymaktan baska birsey degildir; "...De ki: Dogru yol, ancak Allah'in yoludur. Sana gelen ilimden (vahiyden) sonra eger onlarin hevalarina uyacak olursan, Allah'dan sana ne bir dost, ne de bir yardimci vardir" (Bakara-120).

"Fena" makami ve onun "degeri" hakkinda, sufiler, iki kisma ayrilmistir. Bayezid Bestami ve onun anlayisinda olan "ehl-i sekr" icin, bu makam, ubudiyetin en üst makami, kullugun zirvesidir. Sekr (sarhosluk), sahvdan (aklin basda olmasindan) daha üstündür. Büyük sufi Cüneyd el-Bagdadi ve onun anlayisinda olan "ehl-i sahv"a göre ise, sahv, sekrden (aklin basda olmasi, olmamasindan) iyidir. Imam Ibn Kayyim'in muhtesem eseri "Medaricü's-Salikin"de de, bir kisim sufinin "en yüce makam" telakki ettigi "fena"nin, ali bir durum olmadiginin, emir ve neyhin (Seriat'in) ihlali durumunda da, bir "noksanlik" oldugunun nefis anlatimini bulmak mümkün.

Burada, sufinin, bu sekilde Allah'da fani olup O'nunla birlestiginde müsahade ettigi; "Allah'dan baskasinin olmamasi (la mevcude illallah)" olayinin "gercekliginin/hakikatinin" ne oldugu sorusu vardir. Bu noktada, bu müsahadenin nereye konulacagi, nasil anlamlandirilacagi, ne olarak görülecegi, cevaplandirilmak zorundadir. Müsahade edilen bu durum, dis dünayadaki "ontolojik, nesnel (afaki/objektif)" bir gerceklik midir, yoksa sadece müsahidin ic dünyasinda "psikolojik, öznel (enfüsi/sübjektif)" bir fenomen midir ? "Fena"ya iliskin bu noktada, bir kisim sufinin ayagi fena kaymis ve Seriat'tan siyrilmislardir. Bunlar, bu durumun, "ontolojik" bir hakikat olduguna kail olmak sureti ile, (kendilerine "hakikat ehli" deseler de) Islam'dan siyrilmis ve yeni bir din ihdas etmislerdir. Sufilerin diger kismi ise, iman, takva, selim akil ve basiretleri sayesinde, bunu "ontolojik" hakikat olarak görmenin, yukarida nakledilen nasslar müvacehesinde dinden siyrilmak demek oldugunu anlayarak, bu durumun ancak, müsahidin "görüsü"ndeki bir gerceklik, "psikolojik" bir fenomen olabilecegini söylemisler. Ilk zümre; "la mevcude illallah"i, varlik dünyasindaki bir hakikatin ifadesi sayan Vahdet-i Vücud'culardir. Ikinci kesim ise, "birlik, varlikda degil, ancak görüsdedir" diyen Vahdet-i Suhud'cular. Bunlar, "la mevcude illallah"in, "ontolojik" zeminde bir algilamaya yol acabilecegini görerek, bu durumu izah icin; "la meshude illallah" (Allah'dan baska görülen/müsahade edilen yoktur) demeyi tercih etmislerdir. Büyük Vahdet-i Suhud'cu sufi Imam Rabbani'nin; "Bize Fusus degil, Nusus lazimdir" dedigini, daha önce yukarida nakletmistim.

Sonraki selef ulemasindan Imam-i Ekber Ibn Teymiyye, "tevhid" kavrami etrafindaki bu ihtilafi, insanlarin, üc tür "vahdet" (fena) anlayisinda oldugunu söyleyerek ele almaktadir. Seyhü'l-Islam, bu kesimlerin görüslerini, su ifadeler ile tarif eder;

1 - Allah'dan baskasinin "varligindan" fani olmak;
Ontolojik vahdet / Vahdet-i Vücud (la mevcude illallah)

2 - Allah'dan baskasinin "müsahadesinden" fani olmak;
Psikolojik vahdet / Vahdet-i Suhud (la meshude illallah) (rububiyyet tevhidi)

3 - Allah'dan baskasina "ibadetten" fani olmak;
Ser'i vahdet / Vahdet-i Kusud (la ilahe illallah) (uluhiyyet tevhidi)

Kulun, Rabbi ile, "herhangi" bir sekilde degil, "Islam üzere" kuracagi sahih iliskinin adinin, "uluhiyyet tevhidi" oldugu, bu yazida yeterince aciklandi.

"Kim, Rabbine kavusmayi umuyor ise, salih amel islesin ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin !" (Kehf-110)

Iste selefin, Kur'an ve Sünnet isigindaki, zühd ve takva eksenli, sade ve tekellüfsüz manevi yasantisi ile halefi tasavvufun, ameli ve nazari boyuttaki farklilasmalarina örnek olarak, burada zikri gecen hususlar gösterilebilir. Sorunu cevaplayabilmis olma umudu ile yazimi nihayete erdirirken, konu ile alakali son olarak sunu söylemek isterim; Tasavvufdaki, sirke ve küfre varan bu sapmalar, aslinda müslümanlarin "genel olarak" dindeki ciddiyetsizliklerinin, tabir caiz ise; lackalasmisliklarinin tabi bir sonucudur. O bütünün bir parcasidir. Bu bakimdan, gerek düsünsel, gerek eylem boyutundaki "islah calismalari"nin, parcadaki bir aksakligin köklerinin, bütüne ait sebeplere ulasabilecegini gözden kacirmamasi gerekir. Ancak su da bir gercektir ki, "batini" bir disiplin olarak tasavvuf, bu yapisal hususiyeti dolayisi ile, yozlasmaya, diger alanlardan daha müsaittir.
 
Üst Alt