Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf, Mürşidi Kamil Ve Rabita

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvuf mu?Onu da nereden çıkardınız. Peygamberimiz bize sadece Kuran-ı Kerimi ve sünneti şerifeyi bırakmadı mı?Ayrıca bir mürşide bağlanmak şirk değil mi?Neden Allaha bağlan mıyorsunuz?Kuran-ı Kerimde açıkça belirtilmiş mi bu sizin yapmış olduklarınızın cemisi?Bu zaman tarikat değil hakikat zamanıdır.Ayrıca mürşide olan bağlılığınızı abartmıyor musunuz?

Her zaman sıkça sorulan sorular.



Hepimiz müslümanız Elhamdülillah.Burada bir sorun yok.Dinimiz islam dini,şeriata inanıyoruz ve benimsiyoruz bila şüphe.Şeriat dedik değil mi?İsterseniz bu şeriatı önce bir ele alalım.Neymiş şeriat?Şeriat 3 cüzden hali değildir.(3 cüzden müteşekkildir.)

Bunlar; 1-ilim 2-amel 3-ihlas.(Mektubatı Şerif 36.mektup).Bu üç madde terekküp ettiği zaman şeriat hasıl oluyor.Bunlardan birisi meydana gelmediği zaman şeriat asla hasıl olmuyor.Bu 3 maddenin hasıl olmasıyla şeriat hasıl oluyor ve şeriatın tahakkuk etmesiyle de rıza-i ilahi celb ediyor.Ki bu rıza-ı ilahi dünyevi ve uhrevi bütün saadetlerin fevkindedir.Bunları ben uydurmuyorum.İmamı Rabbani Hazretleri söylüyor.

Tamam o zaman şeriat olunca Allahın rızası tahakkuk ediyormuş.Peki o zaman ne gerek var.Tarikata, hakikata?

3 şart dedik ama hemen geçmeyelim isterseniz.İlim, ve amel herkeste galil veya kesir olarak bir şekilde mevcut.Ama ya ihlas ne demek?Şeriatın tahakkuku için elzem olan ihlas ne demek pekii.İşte burada tarikat ve şeriat devreye giriyor diyor İmamı Rabbani (k.s.).Yani ihlasın mümkinatı ancak maneviyat sebebiyle, tarikat sebebiyle olur.

Tarikat, ve hakikat demek ki hayal ve uydurmadan ibaret değil, şeriatın dini celil-i İslamın tahakkuk etmesi için gerekli olan ihlasın hasıl olmasını ekmeli temin ile temin eden muazzam bir müessese.

Yine 40. mektubunda bu durumu herkesin anlayamadığını bilmedikleri içinde fitne yaydıklarını ifade etmekte.

İhlas,dedik ama nedir ihlas?İhlasın zıddını önce belirtmekte fayda var.İhlasın zıddı nefis.İşte ihlas bu melun nefsin terbiye edilmesini sağlayan bir müessese.Pekii nefis de nasıl terbiye ediliyor?Bunun bir şekli var mıdır.Tabiki vardır.O da rabıtadır.Peki rabıta için ne gereklidir.Mürşidi kamil.Bağlantıyı kurabiliyoruz değil mi?Ama tarikata yeni girenler kendilerinden südur eden bazı harikulade olayları maharetten sayıyorlar da böbürleniyorlar.Keramet vb..Halbu ki bu maksattan değildir.Bu kimseler tıfıl kimselerdir buyuruyor,ben bütün bu hakikatlari bu işe girdikten 10 yıl sonra anladım diyor İmamı Rabbani kuddise sırruh Hazretleri.Rabbim İmam-ı Rabbani hazretlerinin tecrübelerinden istidadeyi nasib eylesin..

İhlas riyanın giderilmesi için tek ilaçtır.Riya deyipte geçmeyelim kardeşlerim.Bu riya o kadar gizli olabiliyor ki yıllarca ibadet etmiş alimleri bile bir anda mahvediyor.Hatta bazı riyalara gizli şirk bile deniyor.Allah muhafaza.

Zamanında üç ayların birinde akşama yakın bir bakkalın önünde uzun bir kalabalık sıraya geçmişler ve alışveriş yapmak için beklemekteler.İşte bu sırada saçı sakalına karışmış bir tane bedevi sıraya geçmeden direkt alışveriş yapmak ister, ve en önde yerini alır.Bunu gören arkaladardan bir kişi

-Be adam görmüyor musun burada insanlar sabahtan beri sıradalar, neden sıraya geçmiyorsun? der.

Bedevide:

-Bu gün oruç tuttum,malum iftarda yaklaşıyor, onun için geçtim. der.

O kişide

-Be adam ben 40 yıldır 3 aylarda oruç tutuyorum .O halde sıraya geçiyorum sana ne oluyor? der.

Bedevi de:

-Nihayet söylettim.Kardeş ben 40 yıldır bu anı bekliyordum ve sonunda başardım.Ben şeytanım.Sırada senin olsun bakkalda der.Ve oradan amacına ulaşmış bir şekilde sevinçle ayrılır.

Görüyorsunuz 40 yıldır maneviyatsız bir ibadet ve sonunda olanları.

İmam-ı Birgüvi hazretleri avamil kitabında bu konuyu ne kadar tatlı izah etmiş."İnsanlar helak oldu.Alimler müstesna.Alimler helak oldu.İlmiyle amel edenler müstesna.İlmiyle amel edenler helak oldu.İhlasla amel edenler müstesna............"

İhlas...ihlas...ihlas....

Bakın şeytan Hz Allaha ne diyor.(El hicr suresi:39.40);

"De ki Ey Rabbim andolsun ki beni azdırmana karşılık bende yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim.Onların hepsini azdıracağım.Ancak onlardan ihlaslı olanlar müstesna. "

Hadisi Kudsi:İhlas benim sırrımdan bir sırdır ki, kullarımdan sevdiklerimin kalbine vedia olarak bırakırım.(irşadül gafilin s. 74)

Hadisi Şerifte"Nefs mücadelesi ihlasın elde edilmesi için tek yoldur." buyrulmakta...

Mesela diyor İmamı Rabbani (k.s.)41. mektubunda;Yalanı söylememek şeriattır,yalanı hatırından silmek tarikattir.Eğer bu silme amel ve zorlamayla oluyorsa tarikat,eğer zorlama ve amelsiz oluyorsa hakikattir.

Yalan söylenmemesi için akıldan silmek gerekmiyor mu?Yani şeriat bunun yalan olduğunu biliyor ama,daha doğrusu ilk iki cüzü bunun böyle olduğunu biliyor ama bunun insanda oluşmasını engellemede ihlasın melzümü olan tarikat ve hakikat deveye giriyor.

Sadece şeriatın ilk iki cüzünü idrak edipte üçüncü cüzünden haberdar olmayan insanlar,böylece şeriatı idrak ettiğini düşünen insanlar menfaat peşinde olan insanlardır.Yaptıkları ibadettlerde menfaat vardır.Onlar namazlarını kılarlar, oruçlarını tutarlarvb diğer ibadetlerini yaparlar ama; bunların böyle ibadetlerini yapmalarının sebebi cennete girmek ve azab-ı ilahiden muhafazadır.Ama ehli tarik böyle değildir.Onda rıza-ı ilahi önemlidir.Onların amacı Allahüzülcelal'in rıza-ı şerifine nail olmaktır.Eğer rıza-ı ilahi cehenneme gitmekse onlarda cehenneme gitmek için uğraş verirler.

Evet; bunlardan da anlaşılıyor ki tarikat uydurma bir müessese değil sadece şeriatın hasıl olmasını gerektiren cüzü salis olan ihlasın tahakkuk etmesi kendi sebebiyle iktiza eden bir ilahi yoldan müteşekkildir.İnsanın kötü yola imtisalinin yegane müsebbebi olan nefsi emmareyi terbiye etmek her zaman ibtidai gayedir.Bunu ne kadar başarabilirse ademoğlu,o kadar dinine sarılır,Allahü Teala'ya yaklaşır.İşte bu nefsi terbiye etmekte rastgele olmuyor eyzan.Cenabı Hak ve Tegaddes Hazretleri Cibril-i emin ve namusu ekber vasıtası ile biz kullarına inzal buyurduğu Kuranı Kerimde;(Estaizübillah)

(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.)

"Nefsini terbiye terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." diye, ahlâkı güzelleştirmek Kur'an-ı Kerim'de emrediliyor; bunun için şart maneviyat tasavvuf .Evet artık tasavvufun gerekliliğini anladık.Nefsi terbiye etmek.Tamam da bu tasavvuf neden müteşekkildir.Nelerden hali değildir?Tasavvufta diğer yazılarda da özelliklerinden bahsedilen Allah tarafından aynen Peygamberler gibi önceden belirlenmiş olan mürşidi kamiller başka bir tabirle varis-i rasüller vardır.İşte bunlara mürşid-i kamil denmekte.Bunlara tabi olan kimselere de mürid denir.Yani tasavvuf mürid ve murattan hali değildir.Murat olamayacağımıza göre müridiz.İşte mürid olan kimse Hazreti Allahın nurunu mürşidi vasıtasıyla sadrına intikal ettirmesi hasebiyle nefsini terbiye etmeye çalışır.Buna da rabıta denir.Bu rabıta o kadar büyük bir nimet ki kıymetini kesinlikle tam olarak idrak edemiyoruz.

"Hazret-i Allah, tadı cennet nimetlerinde bile olmayan bir nimeti bu dünyada seçkin kullarına ihsan eder"(Hadis-i Şerif ).

"Üstazlar birer sebeptir.Onlar saliklere birer çeşme vazifesi görürler.Yalnız dikkat edin,testiyi doldurmak için çeşmenin yanına giderler.Çeşme ayağa getirilmez.Bazıları biz nuru Allah'ın kendisinden alıyoruz.Sebebe ihtiyacımız yoktur derler.Çeşmeyi kabul etmezler"

(Süleyman Hilmi Tunahan k.s.)

İbtida-i kelamda da mezkur olan bir sualde şöyle beyan edilmekteydi.Bize sadece Kuran-ı Kerim ve sünnet bırakılmamış mı?Evet veda hutbesinde de söylediği gibi bize Kuran-ı Kerim ve sünneti bırakmış.Ama Kuran-ı Kerimi açtığımız zaman sünnetlere baktığımız zaman da tasavvufun gerekliliği belirtiliyor.Böyle meseleler ilmi zaruri ile değil ilmi istidlali ile yani mefhumu için nazar ve kizbe ihtiyacı olan ilimlerdir.Araştırma yapmadan sadece gördüğü kadarıyla insanlar nasıl yorum yapıyorlar anlayamıyorum.

Allah'tan başkası için iş yapmaktan kaçacağız. mürşid-i kamillere niçin bağlanıyoruz? Onlara taptığımız için mi? Haşa... Onlar vasıtası ile Allah'a bağlandığımız içindir. Merkezden cereyan almak için aradaki vasıta direklere bağlı olmak şarttır. Sen otur televizyonun başına, bas düğmeye bekle. Seyredemezsen ancak anteni gereken istikamete çevireceksin, görüntü gelsin. Yoksa boş.

Eskiden radarı olmayan gemiler yolculuk esnasında radarı olan geminin hemen yanında seyredermiş. İşte şu anda Sevgili Peygamgerimiz ile irtibat halinde olan yani radarı olan mürşid-i kamilin eteğine yapışıp, onun radarı istikametinde yürümemiz icap ediyor. Ona sarılır o radarlıyı takip edersek çok kayalık olan bu okyanus, dünya okyanusunu geçer, sağ salim karaya varırız. Aksi halde bir yere çarpar paramparça oluruz.

Bu mürşid-i kamile bağlanmanın gerekliliğini bırakın normal insanlar zamanında bütün ilimleri yutmuş alimlerden bile anlamadan giden olmuştur.Bazıları da ömürlerinin son yıllarında anlayarak durumun ciddiyetine vakıf olmuşlardır.İmam-ı Azam hazretleri tasavvufa girdiği silsile-i saadatın 4. sü Cüneydi Bağdadi(k.s.)'e bağlandığı ve ömrünün son iki senesinde için söylediği söz bizim için ibret olmalıdır.(Eğer son iki senem olmasaydı elbette helak olmuştum.)

İmam-ı Gazali Hz.'lerine (li hikmetin) ömrünün son günlerinde rabıta nasip olmuş ve şöyle buyurmuş. Anladım ki, hakiki kurtuluş Rasulullah'ın ruh cereyanına bağlanmaktan ibaretmiş. Gerisi (talebe, alim yetiştirmek (binlerce) ve kitaplar yazmak) yalan, vehim ve hayalden ibaret.

Ama meal esef mürşid-i kamiller dedikte, herşeyde sahtecilik, olduğu gibi bu muazzam müessesenin de sahteleri oluyor.Tabiri caizse sakalı olan, cübbesini giyen mürşid oluyor.Halbuki bu müessese nazar ve kisble(çalışma ve gayretle) elde edilecek bir makam değildir.Aynen Peygamberler gibi önceden belirlenmiş ve Allahın dilediği kuluna nasip olmuş bir müessesedir.Ve belli bir silsile vardır aralarında.Yani Peygamberimizden itibaren vefat eden mürşidi kamil, yerine başkasını atayarak öyle gitmiştir.Mürşidi kamil olduğunu iddia edenlere bakıyorsun.Görevi kimden aldın?sorusunun cevabını alamıyorsun.

Şimdi en son görüşe gelelim.Malum Türkiyemizde bazı kesimlerin klasik bir düşüncesi var.Şöyle ki:Bu devir tarikat zamanı değil,imanı kurtarma zamanıdır.Zira tarikatsiz cennete giden çoktur.Ama imansız cennete giden yoktur.

Bunu söyleyen zatı muhteremin daha doğrusu bu asıra hakikat zamanı diyen bu zatın ne kasdettiğini tam olarak kestiremediğiz için yorumu da sayıltılar üzere yapmayı düşünüyorum.

Buradan ben acizin anladığı; Sanki tarikatın imanı kurtarmadan başka amacı varmış da, bu asır da onunla uğraşılacağına ondan daha önemli olan imanı kurtarmak gerekiyormuş.Bilmiyorum, en azından ben öyle algıladım.Bırakın tarikatı biz Müslümanların bu dünyadan imanlı gitmekten başka nasıl bir amacı olabilir ki mutlak manada.Hepimiz bir şekilde imanlı gitmek için uğraşıyoruz.Onun içinde melun olan nefsi emmarenin terbiyesi bunun içinde tasavvufun lüzumiyeti malum..Tarikat şeriatın cüzlerinden biri.Tarikat şeriatın tahakkuku için zaruri malum.Pekii şeriatsız nasıl imanlı gidilir.Ben bilmiyorum.Böyle rastgele yarım yamalak iman kurtulmaz ki.Şunu hiç bir zaman unutmayalım ki:Yarım doktor dinden; yarım hocada imandan eder..Son soruya gelelim.Mürşidlere bağlılığı abartmıyor musunuz.
Demek isteniliyor ki öncelik peygamberimizin değil mi?Hz Allah mahlukatı o kadar güzel yaratmış ki her nesne, olay, durumun bir başka benzerini de vermiş ki kullarım anlamadıkları veya anlamakta gevşeklik gösterdikleri zaman diğeriyle kıyas yapsınlar.Bakın bunu da şöyle izaha çalışayım.Mesela bir idari binada hiyerarşi var değil mi?Şimdi sen , ben ,o ora da bir işimiz olsa direk müdüre mi gideriz, yoksa en alt kademeden başlayarak mı hareket ederiz.Direkt müdüre gitsek nasıl karşılar bu halimizi.Pekii en alt kademede ki şahsa hürmet göstersek, bütün sorunlarımızı anlatsak müdür bundan hiç rahatsız olur mu?Cevapları verirseniz zaten sorun kalmayacaktır. Son olarak sözümü Süleyman Hilmi Tunahan k.s. hazretlerinin bir sözüyle kapatıyorum.
"Bir mürşidi kamilin eteğine yapışmadan öbür aleme göçün de, bir okka samandan ne kadar duman çıkarmış görün.""

Yüce Rabbim, Peygamberimizin; dünya onlar sebebiyle ayakta durmaktadır diye methettiği silsilei saadatın değerli şahsiyetlerine mürid olmayı,en azından onlara saygı duymayı, inkar etmemeyi cümlemize ilhak eylesin."(İstecib du'aena)
 

akgün

New member
Katılım
24 Eki 2007
Mesajlar
68
Tepkime puanı
86
Puanları
0
Yaş
56
Konum
istanbul
Bazıları tasavvufta tarif ve tavsiye edilen rabıtayı tenkit etmekteler. Kimi bu tenkidin şiddetini artırıp rabıtaya şirk diyecek kadar ileri gitmektedir. Acaba birisine göre ibadet, diğerine göre felaket olan bu rabıta nedir?

Tasavvufta rabıta, terbiyenin temeli ve en büyük zikir sebebi görülürken, onu şirk gören kimse hangi delil ve mantıkla bu sonuca varabiliyor?

Gerçekten şirke götüren bir rabıta çeşidi mevcut mudur?
Rabıtanın Kur’an ve Sünnet’te bir örneği, benzeri, delili ve tarifi var mıdır? İnsan terbiyesi için rabıtanın gereği nedir? Bütün bunlar, cevap arayan sorulardır.


Aslında çözüm kolaydır. Aramızda bir ihtilaf varsa, yapılacak iş hakeme gitmektir. Din işlerinde hakem Kur’an ve Sünnet’tir. Biz de önce Kur’an ve Sünnet’e bakacağız. Onlarda rabıtanın nasıl ele alındığını inceleyeceğiz.

“Rabıta”, “ribat”, “murabata” kelime olarak “rabt” kökünden gelmektedir. Rabıta ve rabt, sözlükte iki şeyi birbirine iyice bağlamak anlamına gelir. Bu kelimeye, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alaka, şiddetli muhabbet, münasebet, ilgi ve sevgi ile bir şeye bağlılık, cesur ve dayanıklı olmak gibi manalar da verilmiştir. (Cevherî, Sıhah; İbnu Manzur, Lisanu’l-Arab; Zebidî,Tacu’l-Arus.)

Bu kelimeler kullanıldıkları yere göre, bir şeyin üzerinde sabit durmak, kendini hapsetmek, başkasından kesilip bir şeye tam yönelmek gibi manalar da taşımaktadır. (Razî, Tefsir-i Kebir; Kurtubî, el-Cami li Ahkami’l-Kur’an; İbnu Kesir, Tefsir.)

Kur’an ve Sünnet’te anlatılan rabıta çeşitleri de, bu manaların birini veya birkaçını içermektedir.

KUR'AN'DA RABITA GEÇİYOR MU?

Kur’an’da rabıta kelimesi açıkça zikredilmektedir. Bunu şu ayette görüyoruz:

“Ey iman edenler! Allah yolunda sabredin, düşmanlarınız karşısında sebat gösterin, rabıta yapın / Allah’ın korumanızı istediği sınırları bekleyin, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmran, 200)

Bu ayetteki “rabıta yapın” emri, her mümini ilgilendiren bir emirdir. Tefsirlerde burada geçen rabıtaya şu manalar verilmiştir: Düşmanların saldıracağı yerleri gözetleyin, sınırları bekleyin. Dininizi tehlikelerden koruyun. Nefis ve şeytan düşmanlarına karşı uyanık olun. Onların kalbinize girmesine yol vermeyin. Allah’ın çizdiği sınırları iyi gözetin, ilâhi hükümlere harfiyen uyun. Namaz vakitlerini gözetleyin ve mescitleri ibadet, taat ve zikir ile mamur edin. (Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur; İbnu Kesir, Tefsir.)

Yüce Allah’ın her müminden istediği rabıta, kalbini Yüce Allah’a bağlamaktır. Her işte O’nun rızasını gözetmektir. Bütün yaptıklarında helal ve haram sınırına dikkat etmektir. Kalp kâbesini günah kirlerinden temizlemektir. Oraya Allah’ın sevmediği şeyleri sokmamak için gönlü kontrol altında tutmaktır. Kısaca, Yüce Allah’ın düşman olduğu şeyleri gönülden çıkarmak ve kötülüklerin esaretinden kurtulmuş, hür bir müslüman olmaktır.

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, “rabıta yapınız” ayeti indiği zaman, ashabına ayette anlatılan ribat ve rabıtanın ne olduğunu şöyle açıklamıştır:

“Zor ve sıkıntılı zamanlarda güzelce abdest almak, kalbi mescitlere bağlı olmak, ibadet yerlerine çokça gidip gelmek ve bir namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini gözetlemek var ya; işte sizin için ribat budur, işte asıl ribat budur, işte asıl ribat budur.” (Buharî, Tirmizî, Nesaî, Malik)

Bu hadisten ribatın iki türlü manasının olduğunu anlıyoruz. Birisi manevi, diğeri maddi sınırları kontrol altında tutmaktır. Korunacak manevi sınırlar ilâhi emirler ve kalbimizdir. Maddi sınırlar ise düşmanın saldırı noktalarıdır.

Kalbin Yüce Allah ile ne halde olduğunu kontrol etmeye murakabe denir. Zahiri düşmanları takip ve kontrol etmeye ise mücadele denir. Her ikisi de mümin için vazgeçilmez birer vazifedir. Çünkü ayette kurtuluş bunlara bağlanmıştır.

TEFEKKÜR YA DA VARLIKLARI RABITA

Kur’an ve Sünnet’te emredilen bir diğer rabıta şekli tefekkürdür. Tefekkür etmek, fikretmek, düşünmek aynı şeydir. Hepsi kalple yapılan bir ameldir.

Düşünmek akıllı olmanın gereğidir. İnsanın en başta gelen özelliği düşünmektir. Tefekkür, boş ve gelişi güzel bir düşünce değildir; gizli bir ilim yoludur. Tefekkür kalp aynasında varlıkların iç yüzünü görmektir. Bilinene bakıp gizli olanı fark etmektir. Görünene bakıp görünmeyene ulaşmaktır. Delile bakıp hedefe varmaktır. Tefekkür, sanata bakıp sanatkârı tanımaktır. Kalp gözüyle Yüce Yaratıcı’nın varlıklarda gizlediği ilmini, kudretini, rahmetini ve hikmetini görüp, O’na hayran olmaktır. Bunun sonu O’nu sevmek, zikretmek, yüceltmek ve O’na teslim olup huzura ermektir. Kur’an’da bu sonuç tefekkür, tezekkür, teemmül, tedebbür, ibret, basiret, marifet ve muhabbete bağlanmıştır.

Tefekkürü tarif ettik. Tezekkür, unutulan bir şeyi hatırlamak, unutmamak ve devamlı tekrar ederek onu kalpte tutmaktır. Teemmül, bir şeyi devamlı ve çok yönlü düşünerek içinde saklı olan manayı ortaya çıkarmaktır. Tedebbür, bir şeyi derinlemesine düşünmek ve arkasındaki gizli manayı çözmektir. İbret, bir şeyde verilmek istenen mesajı almaktır. Basiret, işin iç yüzünü görmektir. Marifet, bir şeyi asli haliyle olduğu gibi tanımaktır. Muhabbet, bir şeyi sevmek ve onunla huzur bulmaktır.

Görüldüğü gibi, bütün bunlar bir irade, yöneliş, gayret, iman ve sabır istemektedir.

'MÜRŞİD YERİNE ALLAH'I DÜŞÜN' SÖZÜ DOĞRU MU?

Yüce Allah’ın zatı hariç, her şey düşünülebilir. Yüce Allah’ın zatı hiçbir şeye benzemediği için onu düşünmek mümkün değildir. Rasuiullah s.a.v. Efendimiz, bu konuda şu ölçüyü önümüze koymuştur:

“Allah Tealâ’nın zatını tefekkür etmeyin/düşünmeyin. O’nun nimetlerini ve yarattığı varlıkları düşünün. Çünkü siz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Ebu’ş-Şeyh, Kitabu’l-Azame; Ebu Nuaym, Hilye; Tabaranî, el-Evsat; Beyhakî, Şuabu’l-İman; Elbanî, Sahiha.)

Alimlerimiz bu hadisten hareketle şu temel kaideyi tespit etmişlerdir: “Her ne ki hayal edilir, o Allah değildir.” (Şa’ranî, el-Yevakıt). Yüce Allah’ın dışındaki her varlık düşünülebilir ve nasıl olduğu hayal edilebilir. Fakat Allah nasıl acaba diye düşünülmez, düşünülemez.

Bu hadis, niçin bir mürşidi düşünüyorsunuz da Allah’ı düşünmüyorsunuz, diyenlere cevap vermektedir. Kâmil mürşid, bir varlıktır, kuldur, edep ve takva sahibi salih bir insandır. Allah’ın dostu, halifesi, şahidi, delili ve davetçisidir. Onu düşünmek, hayal etmek, kalpte canlandırmak, gönülde şekillendirmek, rabıta yapmak mümkündür, fakat bu durum Yüce Allah’ın zatı için mümkün değildir.

AYETLER, İBRETLER

Yüce Allah, Kur’an’da bütün varlıklara, yerlere, göklere, dağlara, denizlere, aya, güneşe, yıldızlara, geceye, gündüze, yağmura, rüzgara, insana, bitkilere, hayvanlara, tarihte olan olaylara “ayet”, “delil” ve “ibret” ismini veriyor ve onların yaratılmasına, seyrine, sevk ve idaresine, hareket ve sonuçlarına ibretle bakmamızı, onların üzerinde derin derin düşünmemizi emrediyor. Bir sivrisineğin halini, arının yaptığı balı, örümceğin ördüğü ağı misal vererek, akıl sahiplerinin ibret almasını istiyor. Cennet, Cehennem, Sırat, Mizan ve diğer ahiret hallerini safha safha anlatarak, hepsi üzerinde düşünülmesini bekliyor.

Kısaca önümüze iki türlü ayet konmuştur. Birisi Kur’an ayetleri, diğeri kainat ayetleridir. Yüce Allah, bütünüyle Kur’an ayetlerini düşünüp öğüt almamız ve Allah’ın tek ilâh olduğunu anlamamız için indirdiğini haber veriyor. (Nisa, 82; Yusuf, 2; İbrahim, 52 v.d.)

Aynı şekilde yerler, gökler ve içindekilerin de aynı hedef için yaratıldığını bildiriyor ve onlardaki bu ilmi insanların okumasını, içindeki mesajı almasını istiyor. (Bakara, 164; Âl-i İmran, 190-191; Yunus, 101 v.d.)

Bu ayetler bize sadece kainatta olanı biteni haber vermek, onların isimlerini öğretmek ve arada bir kendilerini konu etmek için anlatılmıyor. Bunların tek hedefi kalbi uyandırmak ve Yüce Allah’a bağlamaktır. Çünkü disiplinli düşünmek, bir halden diğerine geçmek içindir. Tefekkürle kalp dirilir, hali değişir, sıfatı güzelleşir. Bu dirilik ve güzellik diğer lâtifelere yansır. Kalp gibi ruh, sır, hafi, ahfa, vicdan, akıl ve şuur da ayet ve delilleri tefekkürün sonucu oluşan ilim ve feyzden nasiplenir. Sonuç güzel ahlâktır.

Tefekkürle cehaletten ilme, dünya hırsından zühde, kibirden tevazuya, benlikten edebe, nefretten sevgiye, korkudan emniyete, vesveseden zikre, boş işlerden ibadete, fani dostlardan ebedi sevgiliye yöneliş ve geçiş sağlanır. İşte buna seyr u sulûk, yani Allah’a gitmek denir. Bu hedefe giderken her şey bir vesileden ibarettir. Tefekkür de en güzel vesiledir. Bunun için, “uyanık kalple bir saat tefekkür yapmak, gaflet içinde bir sene ibadet yapmaktan hayırlıdır” denmiştir. (Ebu’ş-Şeyh, Kitabu’l-Azame; Gazalî, İhya)

Kur’an’da, ayetlerden ibret almak ve sonuç çıkarmak için samimi iman, uyanık kalp, güzel yöneliş, takva, temiz akıl ve sabır gerekli görülmüştür. İman etmeyen ve aklı midesine, kulağı para sesine, gözü cüzdanına bağlı yaşayan kimseler, bu halleriyle kör, sağır, dilsiz, hissiz ve kıymetsiz birer varlık olarak tanıtılmıştır.

Görüldüğü gibi tefekkür lazımdır. Tefekkürün hedefi şirkten kurtulmak, tevhide ve şükre ulaşmaktır. Bu şekilde tefekkür etmek, ibret almak, kendini kontrol etmek ve amellerini muhasebeye çekmek her müminin günlük amelleri arasında yerini almalıdır. Hadiste, aklı başında olan her müminin, gününün bir kısmını bu tefekkür için ayırması gerektiği belirtilmiştir. (İbnu Hıbban, Sahih; Ebu Nuaym, Hilye)

MUHABBET RABITASI

Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan birisi de muhabbet rabıtasıdır. Muhabbet rabıtası kalbi Allah’ın sevdiği şeylere bağlamak ve onları Allah için sevmektir. Bu sevilecek kimselerin başında Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz gelmektedir. Yüce Allah onu sevginin imamı, delili ve rehberi yapmıştır. (Âl-i İmran, 31; A’raf, 157-158) O’na uymadan Allah’ı seviyorum demek yalandır.

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, kendisi için her müminden şu derece bir sevgi ve kalp bağı istemektedir: “Sizden biriniz beni kendi nefsinden, ailesinden, çocuklarından, anne babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam iman etmiş olmaz, gerçek imanın tadını tadamaz.” (Buharî, Müslim, İbnu Mace, Ahmed)

Ayrıca her müminden Ashab-ı Kiram’ı, alimleri, salihleri ve mümin kardeşlerini sevmesi, onları hayırla anması, kalbinde onlara yer vermesi, dualarına katması, onlarla ilgilenmesi istenmektedir. “Birbirinizi sevmedikçe mümin olamazsınız” hadisi, bu sevgiyi anlatmaya yeterlidir. Yüce Allah’ın: “Sakın zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hud, 113) uyarısını her kalp sahibi dikkate almalıdır. “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve benim sadık kullarımla beraber olun.” (Tevbe, 119) ayeti, kalbin kimlere yönelmesi ve bağlanması gerektiğini göstermektedir.

ÖLÜM RABITASI

Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan biri de ölüm rabıtasıdır. Kur’an’da insanı dehşete düşürecek, hayrete sevkedecek ölüm halleri, kıyamet sahneleri ve ahiret manzaraları anlatılmaktadır. Bunlarla kalp dünyadan çekilip ebedi ahiret yurduna yöneltilmek istenmektedir. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Abdullah b. Ömer’e: “Kendini ölmüş ve kabre girmiş say.” (Tirmizî, Ahmed) buyurarak ölüm rabıtasını tavsiye etmiştir. Bu rabıta ile insanın dünyanın boş sevgi ve zevklerinden çekilip ebedi ahiret güzelliklerine yöneleceğini, gafletin gidip kalbin dirileceğini ve günahlardan temizleneceğini haber vermiştir. (Tirmizî, Nesaî, Münavî, Beyhakî)

Allah dostları tefekküre büyük önem vermişlerdir. İnsanın terbiyesi, konuşması kadar susmasından da anlaşılır. Ancak, boş konuşma ve kötü düşünce kınandığı gibi, içinde güzel düşünce ve tefekkür olmayan suskunluk da kınanmıştır.

Velilerden Fudayl b. İyaz rh.a. der ki: “Tefekkür bir aynadır. Sana iyiliklerini ve kötülüklerini gösterir. Onda kalbinin halini görürsün.”

Alimlerden Abdullah b. Mübarek rh.a., velilerden Sehl b. Ali k.s.’yi derin bir tefekküre dalmış halde gördü. Onun ahiret hallerini düşündüğünü anladı ve “Nereye kadar ulaştın?” diye sordu. O da, “Sırat köprüsüne kadar.” cevabını verdi.

Bişr b. Haris rh.a., tefekkürle elde edilecek sonucu şöyle özetler: “Eğer insanlar Yüce Allah’ın büyüklüğünü anlayabilselerdi, ona isyan etmezlerdi.”

RABITANIN SONUCU

Tasavvuf büyüklerinin tarif ve tatbik ettiği rabıta da yukarıda anlatılan tefekkür çeşitlerinden birisidir. Rabıta, görülmesi Yüce Allah’ı hatırlatan kâmil bir veliyi gönül aynasında seyretmek ve üzerinde zuhur eden ilâhi tecellileri görüp, Yüce Allah’ı zikretmekten ibarettir.

Diğer bir yönüyle rabıta, Yüce Allah’ın dostu ile gönülde beraber olmaktır. Onun kalbine emanet edilen ilâhi nura bağlanmaktır. Onun ilâhi aşkla kaynayan kalbine inen feyizden nasiplenmektir. Velideki dostluk sırrını düşünmektir. Salihleri özlemek ve onlardaki güzel ahlâka özenmektir. Sevgi atmosferi içinde kalbi uyandırıp Hakka yöneltmektir.

Kısaca rabıta, Allah’ın yeryüzündeki şahidine bakarak Allah’ı tanımaktır. İşte tefekkürün özü de budur.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Rabıta konusunu en çok tenkit edenlerden biri benim...
Ancak, rabıta'ya hiç bir zaman şirk demedim...
Bazen sonu şirk'e varan bidat demişimdir ki burada hatalıydım...
Bidat olması konusunda da yanıldığımın farkındayım, burada da Hayrettin Karaman Hocamızın bir fetvası etkili olmuştur...
Ama, yine de tenkit ettiğim hususlar yok değil...
Şunu ifade etmeliyim, eğer rabıta mutasavvıfların içtihadı ise ki öyle daha fazla tartışmanın bir anlamı kalmıyor...

Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer hocaların fetvalarına bakılabilir...
Mustafa islamoğlu Hocanın da youtube'de güzel bir rabıta izahı var!!!
 
Üst Alt