Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Süt ve Fıtrat.

yavuzburak

New member
Katılım
1 Nis 2007
Mesajlar
417
Tepkime puanı
74
Puanları
0
Süt ve Fıtrat.

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, Mirac’da kendisine ikram edilen içecekler arasından sütü tercih etmesine mukabil Hazreti Cebrâil’in (aleyhisselam) “Fıtratı seçtin!” demesi ne manaya gelmektedir? Fıtrat ile süt arasında nasıl bir münasebet vardır?


Cevap: Hadis-i şeriflerde anlatıldığına göre; Mirac’da İnsanlığın İftihar Tablosu’na bir kapta şarap, bir kapta süt ve bir kapta da bal getirilmişti. Allah Rasûlü sütü tercih edince, Cebrâil Aleyhisselam, “Bu aldığın, fıtrata uygun olandır; sen ve ümmetin fıtrat üzeresiniz!” demişti.

Selim Fıtrat

Fıtrat kelimesi lügat itibarıyla hilkat, insanın yaratılışında var olan hususlar, karakter, maya, tabiat, mizaç, Peygamberlerin yolu, Din-i mübîn, kâlb-i selim ve âdetullah manalarına gelmektedir. Bazı âlimler, fıtratı “ilk yaratılış” şeklinde ele almış; bu anlayışlarını teyid etmek için Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın ismi olarak anılan “Fâtıru’s-Semâvâti ve’l-arz – Göklerin ve yerin yaratıcısı” tabirini nazara vermişlerdir.
Istılah açısından ise, fıtrat; her insanın Allah’a inanmaya ve O’na kulluk etmeye meyilli bir hal üzere yaratılması demek olup ulvî hakikatleri kabul ve anlama kâbiliyetidir. İnsanın bütün organlarının, cevherlerinin, latifelerinin ve zahirî-bâtınî hâsselerinin (duyularının) bir yaratılış hikmeti ve her birinin kendilerine has vazifeleri vardır. Tabiat itibarıyla, insan dünyaya gönderiliş hikmetini anlama, ubûdiyete ait sorumluluklarını kavrama ve hep hayır peşinde olma temayülüyle yaratılmıştır ki buna “fıtrat” denir. Bozulmamış fıtrat, sürekli hakka müteveccih bir istikamet takip eder. Bu itibarla, selim fıtrata sahip insan, kendini bildiği andan itibaren Hakk’ı tanımaya ihtiyaç duyar, devamlı O’nu arar ve O’na kulluk sayesinde rahatlar.

Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde fıtrata dikkat çekilmiş ve Rasûl-ü Ekrem’in rehberliğinde insanlık Hak dine, yani fıtrat üzere yaşamaya davet edilmiştir. Cenâb-ı Hak, mealen şöyle buyurmuştur: “Sen, bâtıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt; Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler, anlamazlar.” (Rûm, 30/30)

Habîb-i Kibriyâ (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, “Her çocuk, İslâm’a yatkın olarak, selim fıtrat üzere dünyaya gelir.” buyurarak, her insanın, yaratılış açısından lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyette doğduğunu belirtmiştir. Demek ki, eğer bir insan doğduğu anda yalnızlığa terkedilecek ve kendisine hiçbir hâricî telkinde bulunulmayacak olsa, aklı ve vicdanı onu Hak Din’e yani “tevhîd”e götürecektir.
Allah Teâlâ insana, iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet, bir vicdan ve bir irade vermiştir. Fıtratını korumuş ve bozulmamış her insan iyiden yana tavır almaya ve Allah’ın ayetlerini akıl ve kalb yoluyla kavramaya müheyyâdır.

Evet, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Ne var ki, özünde temiz olan fıtrat, sonraki su-i istimaller neticesinde kirletilmiş olabilir. Dolayısıyla, şayet, fıtrat korunamaz ve onun selametini muhafaza yolunda gerekli tedbirler alınamazsa, insanın küfür cereyanlarından herhangi birisine kapılıp gitmesi de mümkün ve muhtemeldir.

İşkembe ile Kan Arasındaki Mucize Gıda


Rehber-i Ekmel Efendimiz’in sütü tercih etmesi üzerine kendisine “Fıtratı seçtin” denmesi, öncelikle beşerin ilk gıdasının süt olduğunu akla getirmektedir. Süt en temel ve tabiî gıda maddesidir ki, insan dünyaya gelir gelmez onunla beslenmeye başlamaktadır. Hekimler ve gıda uzmanları, sütün terkibinde sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum, fosfor, bakır, kükürt ve klor gibi madeni tuzlar ile protein, şeker ve yağ gibi besinlerin mevcut bulunduğunu, bu hususiyetiyle onun hem hayatî bir beslenme kaynağı hem de pek çok hastalık için şifa vesilesi olduğunu ifade etmektedirler.

Nitekim, Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Yüce Allah bir kişiye süt nasip ederse o kimse onu içeceği zaman, ‘Allahım, bu sütü bereketli kıl ve bize daha çok süt ver!’ diye dua etsin. Çünkü, yiyecek ve içeceklerin yerini tutan, açlığı ve susuzluğu gideren, sütten başka bir gıda bilmiyorum.” demiştir.

Aslında, sütün işkembe ile kan arasından çıkıp insanlar için hâlis bir içecek halini alması başlı başına bir ihsan-ı ilahîdir ve ibret nazarıyla bakılması gereken bir hadisedir. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde sütten bahsetmiş; onu rahmaniyetinin ve rezzâkıyetinin delilleri arasında saymıştır. Bu itibarla da süt, tabiîliği, yeni doğanlara temel gıda olma keyfiyeti, ihtiva ettiği unsurlar açısından zenginliği, insanların yanı sıra çoğu hayvanlar için de besin kaynağı oluşu ve bir yönüyle rahmet hazinesinden doğrudan gönderilişi gibi hususiyetleriyle “fıtrat”a çok benzemektedir.


Misal Âleminde Süt Sembolü

Mirac Şehsuvarı’nın o kutlu seyahatini sadece misal âleminde yapılmış bir yolculuk olarak görmek çok yanlıştır; fakat, Mirac ile alâkalı hadis-i şeriflerde resmedilen levhaların misal âlemine ait bazı berzahî semboller taşıdığında şüphe yoktur. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz o levhaların ve sembollerin mahiyet-ü nefsi’l-emriyelerine, yani hakikatlerine muttali olmuştur; lâkin, onları ümmetine anlatırken bazı hikmetlere binâen yine o berzahî resim, remiz ve işaretleri kullanmıştır. İşte, süt de Rasûl-ü Ekrem’in ve ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) üzerinde bulunduğu fıtrat-ı asliyeyi sembolize etmektedir. Rehber-i Ekmel, misal âlemi itibarıyla sütün fıtrata delâlet ettiğini bildiğinden dolayı onu seçip almıştır.

Ayrıca, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) süt ile ilgili şöyle bir rüya anlatmıştır: “Uykuda iken bana bir kadeh süt getirildi. Ondan öyle içtim ve o kadar doydum ki, süte kandığımı tâ tırnaklarımın ucunda hissettim. Daha sonra artığımı Ömer b. Hattab’a (radıyallahu anh) verdim.” Ashâb-ı Kirâm’ın, “Yâ Rasûlallah! Onu ne ile te’vîl ettin?” sorusu üzerine, Hikmetin Lisân-ı Fasîhi “İlim ile” diyerek mukabelede bulunmuştur.

Demek ki, süt bir yönüyle fıtratın remzi olduğu gibi, diğer bir yönüyle de ilm u irfanın sembolüdür. Aslında, ilimden maksadın İslam fıtratına ve yaratılış hikmetine uygun yaşamak olduğu düşünülürse, ilim ile fıtrat arasında da derin bir münasebet bulunduğu anlaşılacaktır. Bu açıdan, rüyada bir insana süt verilmesi ya da içirilmesi onun hem fıtrata çağrılması hem de ilahî marifet hâsıl edecek ilimle şereflendirilmesi demektir. Evet, misal âlemine göre süt, başlangıçtaki ilim ve marifet ile neticedeki fıtrat ufkunu temsil etmektedir.

Süt, İçki ve Bal Arasındaki Tercih

Selef-i salihîn, rüyada görülen şarabın (içkinin) haylazlığa, taşkınlığa, mala-mülke ve dünyevî makama-mansıba delâlet ettiğini söylemişlerdir. Nitekim, mevzuyla alâkalı bir hadiste, Cibril-i Emîn’in Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e “Şayet şarabı almış olsaydın, ümmetin azgınlaşırdı!..” dediği rivayet edilmektedir. Bu söz de, şarabın misal âleminde taşkınlık işareti olduğunu desteklemektedir. Şarap, hurma ve üzüm gibi meyvelerin mayalanmasıyla elde edilmektedir ki, aslında mayalama işi de bir yönüyle tabiî olandan uzaklaşma ve mahiyet değişikliği hâsıl etme ameliyesidir. Halbuki sütte, tabiîlik, saflık ve duruluk hâkimdir ki, Kur’ân da onu katkısız, katışıksız, saf ve duru demek olan “hâlisen” sözüyle vasfetmektedir. Bu itibarla, şarap ile süt arasındaki tercih, kokuşmuşluk ile saflık, değişikliğe uğrama ile özü muhafaza, dalâlet ile hidayet, sapıklık ile istikamet ve mahiyet deformasyonu ile selim fıtrat arasındaki bir tercihtir.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) Efendimiz’e Mirac’da sunulan ikramlar arasında bal bulunmasında ve onun tercih edilmeyişinde de ince bir ima vardır. Haddizatında, bal çok faydalı ve şifalı bir gıda olsa da, süt kadar tabiî ve her zaman herkesin istifadesine açık değildir. Dahası, ekser ulemâ, rüyada görülen balı, dünya metaı ve zenginlik şeklinde yorumlamışlardır. Demek ki, hem her mekanda ve her mevsimde arıcılık yapmanın mümkün olmadığı, hem balın içecek olarak kullanılması için süt ya da su ile karıştırılıp şerbet haline getirilmesi gerektiği, hem de onun berzahî resim ve levhalarda mal ü menâle karşılık geldiği nazar-ı itibara alınırsa, süte nisbeten onun da sadelikten uzaklaşma ve dünyevîleşme emaresi sayılması söz konusudur.

Cenâb-ı Hakk’ın, Nahl Suresi’nde süt, içki ve balı peşi peşine zikretmesi de sadedinde olduğumuz mevzuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Ayet-i kerimelerde mealen şöyle denilmektedir: “Doğrusu sağmal hayvanlarda sizin için ibretler vardır: Zira size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından, hâlis bir süt içiriyoruz ki içenlerin boğazından âfiyetle geçer. Hurma ve üzümden hem sarhoşluk veren içki, hem de güzel gıdalar elde edersiniz. Şüphesiz bunda da aklını çalıştıran kimseler için alacak ibret vardır. Bir de, Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!’ İşte, onların karınlarından da renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda da büyük bir ibret mevcuttur.” (Nahl, 16 / 66-69)

Üzerinde çokça tefekkür edilmesi gereken bu ilahî beyan, aynı zamanda sarhoş edici içeceklerle ilgili olarak inen ilk vahiydir. Bununla içki henüz haram edilmemiştir; fakat, güzel rızkın karşısına konarak, dolaylı yoldan onun makbul bir içecek olmadığı anlatılmıştır.

Diğer taraftan, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz rüyalardaki kötü sahnelerle alâkalı olarak, “Hoşunuza gitmeyen bir şey gördüğünüz zaman üç defa sol tarafınıza tükürün, üç kez de ‘Euzü billahi mineşşeytanirracim’ deyin ve onu kimseye anlatmayın!” buyurmuştur.

Çünkü, rüyayı anlatma ve te’vil etme, onun yapılan yorum istikametinde gerçekleşmesi için davetiye çıkarma manasına gelmektedir. Âdet-i sübhaniye açısından, misal âlemine ait manzaralar iyi ya da kötü te’villerine göre gerçek hayatta cereyan etmektedir.
Bu açıdan, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in sütü alması, onun Cebrâil aleyhisselam tarafından fıtratı seçmek şeklinde açıklanması ve Allah Rasûlü’nün bu hadiseyi anlatması, o hakikatin te’vil edildiği şekilde dünyaya taşınması ve bu âlemde aynıyla gerçekleşmesi için hükme bağlanması manasına da gelmektedir.

Fıtrata En Uygun Din

Allah Rasûlü’nün ve ümmet-i Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) fıtrat üzere olmalarından maksat ise; İslam’ın, sevdirme ve kolaylaştırma esaslarıyla gelmiş, ifrat ve tefritin kökünü kesmiş, bütün insanlara ancak güçlerinin yeteceği sorumlulukları yüklemiş ve gönderildiği ilk hal üzere muhafaza edilmiş, insan tabiatına en uygun din olmasıdır.
İslâmiyet, kendine has üslûbu, metotları ve beşerî problemlere çözüm teklifleri açısından, semavî ve gayr-i semavî bütün sistemlerden farklıdır ve o her yönüyle tam bir mükemmellik örneğidir. Çünkü İslam, insanın bütün temel hususiyetlerini, zihnî, fikrî, rûhî melekelerinin hepsini nazara alarak onu çok geniş bir çerçeveye oturtur; ne bazı felsefî ekoller gibi sadece onun aklına ve fikrine yönelerek hislerini ihmal eder, ne de aklını ve mantığını görmezlikten gelerek onu, sırf hissî bir varlık gibi değerlendirir. Aksine, İslâmiyet insana, küllî nazarla bakar.. onun iç ve dış duygularının bütün isteklerini cevaplandırır.. ve onu, varlığının maddî-manevî bütün unsurlarıyla dünyevî-uhrevî mutluluğa ve Cennet’e ehil hâle gelmeye hazırlar.
İnsan düşüncesinin ürünü ne kadar hayır, saadet ve mutluluk vesilesi ya da yolu varsa bunların hemen hepsi muvakkat ve eskimeye mahkûmdur. Zira, bu kabil yol ve vesileler, her zaman insandan insana, toplumdan topluma değişip duran, zamanla deformasyona uğrayan, sürekli yanılma ve tashih ameliyeleriyle aşınan, nisbî, izafî, konjonktürel hayırlar vaadeden, hattâ vaadediyor görünen bir kısım sistemciklerdir ve insanoğlunun beklentilerini kat’iyen verememişlerdir.

Fakat, Din-i Mübîn, ebed için yaratılan, ebede namzet bulunan ve sonsuz saadet hülyalarıyla oturup kalkan insanoğlunun bütün isteklerini karşılayabilecek mesajlarla gelmiştir. O, ne beşerin mahiyet ve özüne ters bir teklifte bulunmuş ne de onun arzu ve isteklerinden herhangi birini ihmal etmiştir. Evet, bu dinde insanın emel ve beklentileri konusunda hiçbir boşluk ve cevapsızlık bulunmadığı gibi, tekvînî emirler ve onların yorumlanmalarında da herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Bu itibarla da, hem dünyevî istek ve ihtiyaçlarımızı karşılayan hem de bize uhrevî saadet vaadinde bulunan bu din, mahiyetimiz, kabiliyetlerimiz, emellerimiz ve temayüllerimiz açısından fıtrata en uygun şekilde vaz’ edilmiş Hak ve hakikat kanunlarının mecmuasıdır
 
S

safinaz

Guest
Bu yazının kaynağı nedir?Yani peygamber efendimize Miraç'ta içki uzatılması olayı sahih midir?
 

yavuzburak

New member
Katılım
1 Nis 2007
Mesajlar
417
Tepkime puanı
74
Puanları
0
Mirac hadisesi tafsilatlı olarak burada aydınlatılmış evet efendımızn bu anı yaşamıştır. Ayrıntılı olarak kaynakalrda geçmektedir.


Peygamberimiz (s.a.v.)’in en büyük mu’cizelerinden olan İsra ve Mirâc mucizesi ne zaman ve nasıl vuku bulmuştur? Peygamberimiz (s.a.v.) bu olayı nasıl anlatmıştır?

--------------------------------------------------------------------------------

Hicretten bir buçuk sene önce, Recep ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsra* ve Mirâc** mucizesi vuku buldu.
Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Haram'dan*** alıp Burak ile Mescid-i Aksâ'ya**** götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenâb-ı Hakkın kudretine delalet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semavata çıkarıldı. Sema tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Oradan da "imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan" makama çıktı. Kendilerine bir çok acib ve garip şeyler temaşa ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın bizzat kelamını işitti ve Cemal-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece hâne-i saâdetine geldi.
Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mûcizesini Kur'ân-ı Azimüşşan'ında bize şöyle haber verir:
"Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir." 1
Bu âyet-i kerime aynı zamanda İsra ve Mirâc mûcizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûl-i Kibriya Efendimize, Cenâb-ı Hakkın kudretine delâlet eden harikaların gösterilmesidir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Sözler isimli eserinin Mi'râc-ı Nebeviye'ye dâir kısmında şöyle der:
"Mi'râc meselesi, erkan-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkan-ı îmâniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkan-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücûdunu inkâr eden adamlara Mirâc'dan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor" (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.514)
Peygamber Efendimizin Mübarek Lisanından İsra ve Mi'rac Mu'cizesi:
İsra ve Mirac mucizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve melekuta dair sırlarla dolu Rasul-i kibriya efendimizin muazzam bir mucizesi olduğundan müteaddid tariklerle güzide sahabiler tarafından Peygamberimiz (s.a.v.)den nakledilmiştir… Bu güzide sahabelerin rivayetlerine göre:
Resul-i Kibriya Efendimiz, bir gece Ka'be-i Muazzama'nın Hatim kısmında yatarken Hazret-i Cebrail gelip göğsünü yardı; ve kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Habib-i Kibriya Efendimiz, ona bindirildi. Cibril'in (a.s.) refakatında yol aldılar.
Burak, adımını, gözün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibrîl (a.s) ile birlikte Beyt-i Makdis'e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış olduğunu gördü. Onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ'da bütün peygamberlere imam olarak namaz kıldırması demek onların şeriatlarının asıllarına vâris-i mutlak olduğunu göstermesi demekti.2

Sunulan Üç Bardak
Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında,
"Eğer, suyu alırsa kendisi de, ümmeti de ihtiyaçsız ve kanâatkar olur. Şerbeti alırsa kendisi de, ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa kendisi de, ümmeti de doğruyu bulur" diye bir ses işitti.
Resûl-i Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrâil,
"Yâ Muhammed" dedi. "Sen, fitrî ve tabiî olanı seçtin. Sen de, ümmetin de doğru yola iletildiniz."3

Semâvâta Yükselme Ve Peygamberlerle Görüşme
Beytü'l-Makdis'de yüksek makamlara çıkmak için Mir'ac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrâil (a.s.) ile birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler... Nihâyet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrâil gök kapısını çaldı:
"Kim o?" denildi.
"Cibril'im!"
"Yanındaki kim?"
"Muhammed."
"Ona gelsin diye haber gönderildi mi?"
"Evet, gönderildi."
Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimize,
"Hoş geldin, safa geldin, salih peygamber, salih oğul!" dedi.
Peygamber Efendimiz, Cebrâil'e,
"Bu kim?" diye sordu.
Hz. Cebrâil şu cevabı verdi:
"Bu senin baban Âdem'dir. Şu sağındaki, solundaki karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler Cennetlik, solundakiler Cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca ağlar."4
Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsâ (a.s.) ile karşılaştı.
Hz. Cebrâil, "Bu gördüklerin Yahya ve İsâ'dır. Onlara selâm ver" dedi.
Selâmlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize,
"Hoş geldin, safa geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş" dediler.
Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Cebrâil ile birlikte aynı minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Hârun, altıncı katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. İbrâhim (a.s.) ile görüştü. Onların hepsi de kendisine "hoş geldin"de bulundular ve mirâcını tebrik ettiler.

Sidre-i Müntehâ'da
Cebrâil (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efendimizi alıp yükseklere çıkardı. Daha sonra Habib-i Kibriyâ'nın karşısına Sidre-i Müntehâ sahası açıldı.
Cebrâil (a.s.),
"İşte, bu Sidre-i Müntehâ'dır. Ben, buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım" dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Müntehâ'dan dört nehirin aktığını gördü.
Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrâil'i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de, kendilerine Risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke'nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz daha sonra yanında Cebrâil (a.s.) olmadığı halde "imkân ve vücûb ortasında Kâb-ı Kavseyn ile işâret olunan" makama vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zât-ı Zü'l-Celâlin sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu.
Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o anı şöyle tasvir eder:

Söyleşirken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne virdi selâm.

Aldı olşâh-ı cihânı ol zamân
Sidre'den götürdü vü gitdi hemân

Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ
Ne mekân var anda, ne arz ü semâ

Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hal

Ref' olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-ı tevhîd açdı vechinde nikâb

Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurdı, "Yâ Muhammed, gel berü"

Çün kamusını görüp geçdi öte
Vardı irişdi ol ulu Hazret'e

Şeş cihetten ol münezzeh Zü'l-Celâl
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl

Zâten ol sultân-ı mâzâgâ'l-basar
Eylemişti Hakka tahsîs-i nazar

Âşikâre gördü Rabbü'l-izzeti
Âhirette öyle görür ümmeti

Bî-hurûf ü lafz ü savt ol pâdişah
Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh.

Beş Vakit Namazın Farz Kılınışı:

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mirâc gecesinde bir çok İlâhî tecellilere, hitap ve iltifatlara mazhar kılındı. Erkân-ı îmâniyenin hakikatlarını göz ile gördü; melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zü'l-Celâl'i müşâhede etti.
Ayrıca bu gecede her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi.Cenâb-ı Hak, ilk önce her gün 50 vakit namazı farz kıldı. Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Musâ'ya uğrayınca o,
"Allah Taâla, ümmetine neyi farz kıldı?" diye sordu.Peygamber Efendimiz,
"50 vakit namazı farz kıldı" dedi.
Hz. Mûsa,
"Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun! Ümmetin, buna takat getiremez" dedi.
Resûl-i Ekrem dönüp Cenâb-ı Hakka yalvardı. Allah Teâla, 10 vakit namazı indirdi.
Resûl-i Ekrem, yine Hz. Musâ'nın yanına döndü,
"Allah, 50 vakit namazdan 10 vaktini indirdi" dedi.
Hz. Mûsa,
"Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez" dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine Cenâb-ı Hakka döndü ve niyazda bulundu. Allah Taâla 10 vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa'nın yanına geldi ve
"Allah, 10 vakit daha indirdi" dedi
.Hz. Mûsa yine,
"Rabbine dön ve niyazda bulun! Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez" dedi.
Hz. Resûlullah, yine döndü ve yüce Allah'a niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak, yine 10 vakit daha indirdi. Aynı şekilde 10 vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenâb-ı Hakka niyazda bulundu.
10 vakte indirilince Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa'ya uğradı. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarladı:
"Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez" dedi.
Resûl-i Kibriyâ, yine dönüp yüce Mevlâ'sına niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
"Yâ Muhammed, Benim katımda, hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde 5 vakit namazdır. Her namaz için de 10 ecir vardır ki, bu da 50 namaz eder."
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa'ya uğradı. Hz. Mûsa,
"Neyle emrolundun?" diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.),
"Her gün beş vakit namazla emrolundum" dedi.
Hz. Mûsa,
"Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrâiloğullarını çok tecrübe ettim, bilirim. Sen, dön de biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et" dedi.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz,
"Rabbime çok niyâz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hayâ ederim"(Sîre, 2/50) dedi.
Böylece, 5 vakit namaz farz kılındı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından Mirâc gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.


* İsrâ: Gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir.
** Mi'râc: Yükseğe çıkmak mânâsında olan "uruç"tan alınmış bir isimdir ve merdiven demektir. Bu itibarla Mi'râc, Resûl-ü Ekrem Efendimizin yeryüzünden ulvî makamlara yükselme vasıtası demek oluyor. Mi'râc'ı anlatan hadislerde Peygamber Efendimizin "urice bi (yükseğe çıkarıldım) tâbiri sebebiyle bu mu'cize Mi'râc adıyla anılmıştır.
***Mescid-i Haram: Mekke mescididir ki, Kâbe-i Muazzamanın etrafında ve Kâbe'yi içine alan bugünkü tavaf sahasıdır. Bu mübârek sahaya Harem-i Şerif de denilir. Harem denilmesi, bu sahaya hürmet göstemenin vâcib olması sebebiyledir.
****Mescid-i Aksâ: Kudüs mescididir. Diğer bir adı Beyt-i Makdis'tir. Yeryüzünde ilk defa Kâbe, ondan sonra Mescid-i Aksâ bina kılınmıştır. Mescid-i Haram'dan yaya yürüyüşüyle bir aylık uzaklıktadır.


1. İsra Sûresi, 1
2. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 525
3. İbni Hişâm, Sîre: 2/38
4. Müslim: 1/102 "Sultan-ı mâ zağa'l-basar" gözü gördüğünden şaşmayan sultan demek. Peygamber Efendimiz kastediliyor. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm aynı hakikatı ifade ediyor. "Göz ne şaştı, ne de başka birşeye baktı." (Necm: 53/17)
 
Üst Alt