hanif_bir_kul
New member
- Katılım
- 22 Mar 2007
- Mesajlar
- 182
- Tepkime puanı
- 19
- Puanları
- 0
- Yaş
- 64
çııÖÖçşıÜü8/25: Sessiz çoğunluk suça gizli onay verdiği için, haksızlığı örgütlemediği halde helak dairesinde yer alabilir. Fitneye karşı yeterince mücadele edemeyişimiz bizi de helak dairesine sokabilir.
Elinden geleni yapan müminler helak dairesinde bulunsalar bile, onlar için helak olmak söz konusu değildir. Çünkü Allah’ın huzuruna ak bir alınla, pak bir yürekle çıkmak demek, kazanmak demektir. Helakta ise ebediyyen kaybetmek amellerin hubûtu/sıfırlanması söz konusudur.
Samiri’nin suçu yüzünden –onu durdurmayan yığınlar- tüm toplumun helak olma riski vardır. Bkz....7/155.
Tarih boyunca iki kutbun savaşımını anlamlandıran, başarıya ya da başarısızlığa yol açan eylemlerin ölçüsü Sünnetullah tarafından belirlenmiştir. Yüce Rabbimiz, İslami Mücadele’nin İlkeleri’ni de Sünnetullah ile karara bağlamıştır. Bu nedenle tarihi anlamak, yorumlamak için, günümüzü değerlendirmek ve kendi konumumuzu, geleceğimizi önceden yorumlayabilmek için “değişmezlik” niteliği olan ilahi yasaları bilmemiz gerekmektedir.
Tarih boyunca Rabbimiz tarafından görevlendirilmiş birçok Elçi yeryüzünde islami mücadele örnekleri sergilemiştir. Bu örnekleri incelediğimizde görürüz ki insanlık için ilahi elçilikle görevlendirilmenin temel şiarı, ne türden olursa olsun Allah’a ortak olmaya çalışan kimselerle cihad etmektir. Mücadele edilen ilahların safına geçmek nasıl ihanetse, mücadelenin usûlî ilkelerini düşmana göreli olarak, makyavelistçe/pragmatik bir tavırla değiştirmek de ihanettir. Çünkü İslami mücadelenin ilkeleri gibi, yöntemin ilkeleri de İslami olmalıdır.
İslami mücadelede hedefe giden yolda bütün araçlar meşru değildir. Mücadelenin seyrine göre araçlar değişebilir. Ancak şeriata uygunluk esastır. Yeryüzünün Allah’a ortaklık taslayan tanrılarına cihad’tan vazgeçmek maslahat değildir. Maslahat içtihadlarla konjönktüre göre cihadın biçimini değiştirmektir. Cihat’tan vazgeçmenin, uzlaşmanın adı maslahat (barış yapmak) değil, müdahane (mücadeleden vazgeçmek) dir.
Yönteminin de islami olması ve sonuna kadar mücadeleden vazgeçmemesi gereken tevhidi bir hareketin tek hedefi dünyevi zaferler kazanmak olmamalıdır. Tevhid peygamberlerinin kıssalarına baktığımızda hepsinin dünyevi zaferler elde edemediklerini görmekteyiz. Bu durum onların Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmedikleri anlamına gelmez. Örneğin Hz. Süleyman, Hz. Davut gibi son derece muktedir hükümdar peygamberler olduğu gibi, Hz. İsa gibi öldürülmek istenen bu yüzden de mücadelesini dünyevi bir zaferle noktalayamayan peygamberler vardır. Hz. Muhammed (s) gibi birçok zorluklarla karşılaşan fakat hem ilahi vahyin tekâmülle noktalanmasını hem de Nasr’ı (zaferi) dünya gözüyle gören peygamberleri birer numune olarak Kur’an-ı Kerim bize anlatmaktadır. Burada önemli olan Allah’ın rızasını kazanmaktır. Neden zafer kazanmadığımızdan değil, olanaklarımızı neden Allah için feda etmediğimizden sorulacağız.
Temel amaç dünyevi zaferler elde etmek değil de Rabbani rızayı kazanmak ise, belli çıkarlar geçici mevziler elde etmek için müslüman onuruna islam’ın ilkelerine aykırı ilişkilere girmek doğru değildir.
Her şeyi bir ölçüye göre yaratan Allah tesadüfe yer vermeyecek kadar tüm varlığa hakimdir. İnsanlık tarihinin işleyişiyle ilgili Allah’ın takdirlerinde de asla belirsizlik yoktur. O her şeyi yasalarla idare etmektedir. Tarihsel-toplumsal işleyişin yasalarını bilip ona göre hareket etmek mü’minlerin bireysel ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için elzemdir.
Çünkü Allah’ın değişmez sünneti yasalarının uygulanışında hiçbir topluluğa ayrıcalık tanımamaktadır.
İslami bir mücadelenin ve İslamilik iddiasındaki bir hareketin ilkeleri kadar usulünün de islami olması şarttır. İslami hareketin usulü tabii ki Kur’an’dan elde edilmelidir. Sünnetullah şeklinde kavramsallaşan bu usulle ilgili Kur’an’ın bize söyleyecekleri vardır. Bu çalışmamızın konusu, sünnetullah çerçevesinde islami mücadelenin dikkat etmesi gereken yasalarla ilgilidir.
I- Kur’an’da Sünnetullah’ın Anlam Alanı
Gidişat, çığır, iz, takip edilen yol anlamına gelen Sünnet; her şeyin takdirini belirleyen Allah ile ilişkilendirildiği zaman, Kur’an’da Sünnetullah diye isimlendirilmektedir. Sünnetullah; Yüce Allah’ın yarattığı insan toplumları için belirlediği çığır, hayatın gidiş istikameti anlamını kazanmaktadır. Kısaca insan toplumlarının iradelerinin de bağımlı olduğu, onu hem yönlendiren hem de çeşitli özgürlük imkanları sunan “değişmez, kesin ilahi yasalar” demektir.
Kur’an-ı Kerim’de sünnetullah bağlamında insanlık tarihinin Allah tarafından konulmuş belli yasalar uyarınca işlediği ifade edilmektedir.
Sünnet kelimesi Kur’an’ın 16 yerinde geçmiştir. Bunlardan sekizi Allah lafzı ile terkibe sokulmuştur. Bizim sünnetimiz, öncekilerin sünneti, çizdiğimiz yol gibi terkipleri de vardır.
Dp-Doğrudan doğruya sünnetullah’la ilişkilendirilerek, Sünnet ve terkiplerinden söz edilen on altı ayet şunlardır:a) Tekil olarak Sünnet:İsra,17/77. b)Sünen(Sünnetin çoğulu, yani Sünnetler: Ali imran,3/137; Nisa,4/26. c)Sünnetü’l-Evvelîn; öncekilerin sünnetleri: Enfal,8/38; Hicr,15/13; Kehf,18/55. d) Sünnetüna; Bizim sünnetimiz: İsra,17/77. e)Sünnetullah; Allah’ın sünneti: Ahzab,33/38,62; Fâtır,35/43(iki defa); Mümin,40/85; Fetih,48/23(iki defa).
Allah lafzı ile terkibe sokulmuş sünnet; adet, yol, yöntem, gidiş tarzı anlamlarına gelir. Sünnet bir şeyi sürekli olarak kesintisiz yapmaktır. Sünnetullah ise Allah’ın öteden beri süre gelen, tarihin oluşumunu sağlayan değişmeyen, değişmeyecek olan toplumsal hayatla ilgili yasalarıdır.
Kainatta tesadüfe yer vermeyen Allah yarattığı her şeyin özüne işleyiş biçimini belirleyecek kanunlar koymuştur. Kainatta hiçbir varlık yaratılış özünde yer alan kanunların dışına çıkamaz. Hepsinin bağımlı olduğu ölçüler, takdir edilmiş bir hareket alanı vardır.
Sünnetullahın Kur’an’da geçen bağlamlarına bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sünnetullah’ın evrendeki tüm varlıkların işleyişiyle ilgisi kurulamaz. Çünkü o, sadece insanlarla, insanlık tarihiyle, insanlığın sürdürdüğü toplumsal yaşamın işleyişi ile ilgili Allah’ın değişmez yasalarıdır.
A- Sünnet Kelimesi’nin Kur’an’daki Bağlamları
Kur’an’da Sünnet kelimesinin ilişkilendirildiği terkipler ve ayetlerdeki bağlamları şu şekildedir:
1-Sünen: sünnet kelimesinin çoğuludur. Sünen/Sünnetler; yollar, yöntemler, hayat tarzları anlamında Ali imran Suresi’nde geçmektedir. Bu ayette Allah’ın ayetlerini yalan sayanların kendileri için oluşturdukları hayat tarzlarından dolayı başlarına gelenleri belirleyen değişmez bir yasadan söz edilmektedir:
“Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse yer yüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” ( Ali imran,3/137)
Nisa Suresi’nde ise Sünen/sünnetler; önceki toplumlardan “iyilikten yana tavır belirleyen kimselerin hayat tarzları” ve onlara uygulanan ilahi yasalar anlamında kullanılmaktadır:
“Allah (bütün bunları) size açıklamak, öncekilerin (doğru) hayat tarzlarına sizi yöneltmek ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister; zira Alla her şeyi bilendir; hikmet sahibidir. (Nisa,4/26.)
2-Sünnetül Evvelîn: Lafzen Öncekilerin Sünnetleri demektir. Ayetlerin bağlamı içerisinde “önceki toplumlara uygulanan ilahi yasalar” manasında kullanılmaktadır. Fâtır Sûresi(35),43. ayette iki defa geçen Sünnetullah terkibi ile birlikte aynı ayette Sünnetü’l-Evvelîn’in kullanılmış olması, buradaki eylemin öznesine işaret etmekte ve ilahi vasfının serahatine kanıt olmaktadır:
“(onlara bir uyarıcının gelmiş olması) yer yüzünde böbürlenmelerini arttırdı. (Allah’ın mesajlarına karşı) şeytani itirazlar geliştirme (çaba)larını . Halbuki bütün şeytani tuzaklar sonunda sahiplerini yutar; yoksa onlar önceki (günahkarlar)ın (sürüklendikleri) Sünnet’ten/yoldan başka bir şey mi bekliyorlar? Sünnetullah’ta/Allah’ın tutuğu yol ve yöntemde hiçbir değişiklik göremezsin; evet sen Sünnetullah’ta/Allah’ın tuttuğu yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin.” (Fâtır,35/43.)
Enfal suresi’nde bu terkip Peygamberlere ve onların varisi uyarıcılara karşı inatlaşarak düşmanlığa devam eden, “tevbe etmeye yanaşmayanlara uygulanmış yasalar” anlamında geçmektedir. Bu ilahi kanunların Hz.Muhammed’in peygamberliği sırasında da geçerliliğini koruduğunda dolayı, o günün Kafirlerine yapılan tehditkar bir ikaz eşliğinde dile getirilmektedir:
“Kafirler anlat ki, eğer direnmeyi bırakırlarsa geçmişte olup bitenlerden ötürü kendileri bağışlanacaklar; ama eğer (geçmişteki hatalı tutumlarına) dönecek olurlarsa o zaman geçmişte kendileri gibi olanların Sünnetini/ başlarına gelenleri hatırlat onlara.” (Enfal,8/38)
Sünnetü’l-Evvelîn terkibi Hicr Suresi’nde de “öteden beri değişmeden süregelen ilahi bir kanun”dan bahseden pasaj içinde kullanılmıştır. Buna göre, bütün toplumlar peygamberlerle alay etmişlerdir; Zalimler/ her tür mu’cizeye rağmen yine de imana yanaşmamıştır:
“ Önceki (zalim)lerin Sünneti/izlediği yol (ve bu yolda başlarına gelenler) de nicedir gözlerinin önünde olduğu halde buna inanmazlar. Hatta onlara gökten bir kapı açsaydık ve oraya biteviye yükseliyor olsaydılar, kuşkusuz o zaman da: ‘Bizim düpedüz gözlerimiz bağlandı’ diyeceklerdi. Demek ki, büyülenmiş kimseleriz biz.” (Hicr,15/13-15.)
Kehf suresi(18), 55. ayette de Sünnetü’l-Evvelîn ifadesi, önceki toplumların yanlış alışkanlıklarına dikkat çekmektedir. Buna göre Önceki toplumlarlarla günümüzdekiler aynı hatadan dolayı hidayete ermeden fırsatı tüketerek Ahret’e göçmüşlerdir. Ayet günaha batmışların boş vermişliklerinin, hayatı yeterince ciddiye alıp fırsatları değerlendirmeye çalışmamalarının Hidayet’lerine engel olduğu” şeklindeki bir bağlamda geçmektedir:
“Nitekim kendilerine doğru yol rehberi gelmişken insanları imana erişmekten ve Rablarinden bağışlanma dilemekten alıkoyan yegane tutum, (onarın) önceki (günahkar) toplumlara uygulanan Sünnetin/Süreç yasalarının kendilerine de uygulanmasını ya da (nihai ) azabın öte dünyada başlarına gelmesini beklemeleri değil de nedir?” (kehf,18/55.)
3- Sünnetüna: “Bizim sünnetimiz”. Allah’ın “peygamberleri yurtlarından çıkaranlara uyguladığı helak yasası”ndan söz eden İsra Sûresi(17),77. ayette geçmektedir. Bu ayette iki defa geçen Sünnet kelimesi birincisinde yalın olarak, ikincisinde ise biz anlamına gelen “nahnu” zamiri ile birlikte kullanılmıştır. Fakat her iki eylemin de failinin Allah olması, lafızlar farklı olsa da bahsedilen hakikatin doğrudan Sünnetullah’a ilişkin olduğunu belgelemektedir.
4- Sünnetullah: Allah’ın Sünneti; “Tarih olmuş veya halen yaşayan toplumların varlıklarını sürdürmelerini ya da helak oluşlarını belirleyen ilahi yasalar” demektir.
Sünnetullah’ın lafzî terkibi ile birlikte geçtiği Ahzab Suresi(33),38.ayetin bağlamı “Allah’ın iradesine uygun olan bir tatbikatı konusunda peygamberlere suç isnad edilemeyeceği”ne ilişkindir. Ayette bunun “öteden beri varolan bir yasa olduğu” konusu işlenmektedir.
Aynı Sûrenin 62.ayetinde ise, “münafıklara, kalbinde hastalık bulunduğu için iman’ı içselleştiremeyenlere, şehirde kötü haber yayanlara rağmen, “Allah yolunda yürümekten yılmayan müminlerin sözü edilen gruplara karşı mutlak bir zafer elde edecekleri müjdesi” verilirken, bunun bir Sünnetullah/değişmez ilahi kanun olduğu” vurgulanmaktadır. Önceki toplumlarda ugulanmış bu ilahi yasanın halen devam ettiği, Sünnetullah’da bir değişikliğin olamayacağı” ayetin başında ve sonunda iki defa aynı lafız kullanılarak pekiştirilmektedir.
Sünnetullah terkibi Fâtır Sûresi(35),43.ayette ise iki defa geçmekte, birincisinde “Sünnetü’l-Evvelîn” ifadesi ile aynı hakikat pekiştirilmektedir. Her iki lafzî terkip de “Kötü Tuzağın eninde sonunda sahibine dolanacağı” şeklinde tüm insanlık toplumlarına uygulanmış ve de uygulanacak olan ilahi yasadan söz eden bir bağlam içinde geçmektedir.
Sünnetullah Mü’min Sûresi(40),85.ayette de bir defa kullanılmakta, Be’s’in/Rabbimiz tarafından “suçlulara karşı yapılan ani baskın”ın ardından “iman etmenin geçerli olamayacağı” mesajı verilmektedir. Bu ayette sözü edilen sünnetullah’a göre “değiştirilemeyecek bir felaketin sonucunda, serbest bir seçime dayanmayan bir iman iddiası” geçersizdir. Bu tür iman “Firavun İmanı” diye ünlenmiştir; kişilerin veya toplumların böyle ye’s anında yaptıkları imanın geçersiz olması, Sünnetullah kaidesidir.
Dp-,Firavun imanı makbul değildir. Çünkü ye’s/ümitsizlik esnasında yapılmaktadır; Firavun hakkında verilmiş ilahi hüküm şöyledir: “........ Toplumsal alanda yaşanan ye’s anındaki itiraflar da geçersizdir: “............. Konu ile ilgili olarak verilmiş ilahi hükümler çok sayıda ayette tekrarlanmıştır; musibetler-helaklar esnasında yapılan yakarışların boşa çıkacağı hakkındaki diğer ayetler için bkz.
Sünnetullah; -mushaf sıralaması itibariyle- son olarak Fetih Sûresi(48),23.ayette de iki defa geçmektedir. Bu ayetteki bağlam ise, “sünnetullah’ın tebdil kabul etmeyeceği gerçeğini”n bir kez daha te’yid edilmesiyle birlikte, “Başarının yasaları”yla alakalıdır.
B- Sünnetullah’ın Değişmezlik Karakteri
Ayeti kerimelerde Allah’ın tüm insanlığa uyguladığı yasaların değişmez ve aynı olduğu bildirilmiştir. Allah insanlık tarihinin işleyişiyle ilgili kesin yasalar koymuştur. Bu yasaları kimsenin hatırının lehine de değiştirecek değildir. Kafirler de mü’minler de bu ilahi kanunlara göre sosyal hayat içerisinde yaşar ve insanlık sahnesinde ona göre bir yer edinirler.
Rabbimizin hayatı yararatırken onun özüne koyduğu ve hiç değiştirmediği bu ilahi kanunlar devirden devire, dönemden döneme, toplumdan topluma değişiklik göstermez. Konuyla ilgili ilk akla gelen ilahi kanun; bireylerin ve toplumların yapısını, sürecin gidiş yönünü ve sonucu “irade”nin belirlediği hakikatidir. Buna bağlı olarak “herkese sa’yinin/çalışmasının karşılığı vardır” ölçüsü de insanlık tarihini şekillendiren ilahi yasalardandır.
Kulun Allah’a samimiyetinin ve Kainattaki kendi konumunun bir itirafı, tevazu’nun zirvesi olan Dua da bir tür sa’y iradeli eylemdir. Dua eğer namaz gibi salih amellerle, sabırla birlikte başvurulan bir yöntemse gaybi yardımı beraberinde getirir. Bu Allah’ın değişmez kanunudur. Fakat O kullarının her istediğini yapacak değildir. Çünkü böyle bir durum O’nu etkin bir ilah olmaktan çıkarır; edilgen olmaya götürür.
Kendi benliğimizin yapıp-etmelerimizle bağıntısını, Kainattaki ve yaşadığımız dünyadaki yerimizi doğru bir şekilde tayin etmemizin tek yolu Sünnetullah’ı kavramaktan geçmektedir. Bu kavrayış, verili dünyaya karşı oluşacak bağlılığımızın ve itirazlarımızın da mihenk noktasını oluşturan bir “tarih ve an’ane bilinci” geliştirmenin de tek çaresidir. Değil mi ki, Yüce Allah insanlık tarihi boyunca aynı yasaları toplumlara uygulamış, bu yasalarda tebdil ve tahvil olmamıştır? Öyleyse varoluşumuzu doğru anlamlandırmak ve tabiatımızı bozan her tür şeytani güce karşı öz benliklerimizde ve toplumsal alanda derin bir cihadı kuşanabilmemiz için Sünnetullah’ı en ince ayrıntısına kadar öğrenmemiz elzemdir.
Her şeyin değişime ve dönüşüme uğradığı şu fani dünyada ayaklarımızı güvenlikle basabileceğimiz sabitelerimizin olması, Allah’ın takdirleri ile oluşmuş bu sünnet’i doğru kavramaktan geçmektedir. İşte değişmez bir sünnet:
“Yeryüzünde böbürlenmelerini artırdı, şeytani itirazlar geliştirdi. Halbuki bütün şeytani tuzaklar sadece sahiplerini yutar. Yoksa onlar öncekilere uygulanandan (sünnet-ül evvelin) başkasını mı beklerler? Sen Allah’ın tuttuğu yol ve yöntemde (sünnetullah) hiçbir değişiklik göremezsin. Evet sen, Allah’ın yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin.” (35/Fatır, 43) Sünnetullah’da dönemden döneme, toplumdan topluma değişiklikler beklemek boşunadır. Her topluma uygulanan tatbikat/süreç yasaları aynıdır:
“Daha önce gelip geçenler için Allah’ın tatbik ettiği yol/Sünnetullah budur; ve sen Sünnetullah’da bir değişiklik göremezsin.” (Ahzab,33/62.)
Ayetlerden anlaşılacağı gibi, Allah toplumsal değişimi inkılabı ve ıslahatı değişmez belli yasalara bağlamıştır. Bu yasaların uygulanışında peygamberlere bile bir ayrıcalık tanınmamıştır.
“Elçilerimizden senden önce gönderdiklerimiz için de izlediğimiz yol (sünnet) buydu. Bizim çizdiğimiz yolda bir değişme göremezsin.” (17/İsra 77.)
dp-Allah’ın sünnetinde tatbikatında, tutuğu yol ve yöntemde, toplumsal yaşamın varoluşunu belirleyen süreç kanunlarında tebdil/değişiklik ve tahvil/sapma olmayacağını defalarca tekrarlayan diğer ayetler içi bkz. Enfal,8/38; Hicr,15/13, Kehf,18/55, Fetih,48/23.
Allah’ın sünnetinde değişiklik olmadığı Lut kıssası bağlamında da ifade edilmiştir. Öyle ki, helak edilmesi için şartları olgunlaşmış olan Lut kavmine isabet edecek olan dünyevi azabı İbrahim peygamberin şefaat etme arzusu/şefkatle hareket edip araya girme isteği dahi engelleyememiştir; çünkü Sünnetullah’ta değişiklik olmaz, Allah’ın emrini/yasaları gereği verilmiş kararlarını geri döndürebilecek – ne meleklerden ne de peygamberlerden- hiçbir güç yoktur:
“Böylece İbrahim’in korkusu geçtikten ve kendisine (sözü geçen; oğlu ishak’ın doğumuyla ilgili) müjde verildikten sonra Lût kavmi kavmi hakkında bize yakarmaya başladı. Çünü İbrahim ince ruhlu, yumuşak başlı, çok içli, merhametli ve dönüp dönüp Rabbine yönelmek, O’na yakın olmak isteyen biriydi. (müjdelemek ve helak etmek için Rabbimizin görev verdiği Melek elçiler): ‘Ey İbrahim, vazgeç bu yakarışından!’ dediler. ‘Rabbinin hükmü bir kere gelmiş bulunuyor: artık onlara geri çevrilmez bir azap vaki olacak!” (Hûd,11/74-76.)
Hidayet ve dalalete yol açan sebepler de “değişmez ilahi yasalar”ca hükme bağlanmıştır: “İradeli bir hayat tarzı”. İşte bu nedenle Sosyal Hayat’ın yaratılış amaçlarından biri de insanları iradeli eylemleri için uygun bir vasat oluşturmaktır. Çünkü sosyal yaşamın rengini, kokusunu, biçimini belirleyen insanın “özgür seçimin yeteneği”dir.
İnsanların hidayet de dalalet’i seçebilmeleri için gerekli yetenekler Yaratan Rabbimiz öz benliklerdeki ve çevredeki değişimleri insanların iradelerine bağımlı kılmıştır. Ayrıca iradenin ipotek altına alınması veya zorla bir yöne sevk edilmesi de mümkün değildir. Tabii ki irade’nin bağımlı bulunduğu yasaları yapan Yegane Hüküm Sahibi Rabbimiz, onun yönelişlerini daima denetim altında tuttuğundan dolayı bir başıboşluğun doğması imkansızdır.
İşte sosyal hayatın bu iradeli değişim yasaları nedeniyledir ki, Nuh a kavminin çoğunluğunu -çok istemesine rağmen- hidayete sevk edememiştir. Çünkü tüm insanlar gibi, onun da kendinden menkul olağanüstü bir gücü bulunmamaktadır. O da herkes gibi Allah’ın koyduğu değişmezlik karakteri bulunan yasalara göre çalışmış çabalamış, ancak bir avuç insanın hidayetine vesile olabilmiştir:
“Bunlardan (yeniden dirilmeyi inkar edenlerden) önce Nûh’un kavmi de O’nu yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalanlamışlar ve “O bir delidir!” demişlerdi. (ve bundan dolayı) o kovulup def edilmişti. Bunun üzerine (Nûh) Rabbine: ‘Doğrusu ben yenik düştüm, artık Sen gel ve bana yardım et!” şeklinde yalvardı. Biz de seller gibi akan su ile göğün kapılarını açtık” (Kamer,54/9-11.)
Bir diğer değişmez yasa da hiç kimseye imtihanda ayrıcalık-imtiyaz hakkı verilmemiş olmasıdır. Bu sebeptendir ki, “yeryüzünün halifeleri” olarak yarattığı insanlar için Allah’ın bahşettiği nimetlerden yararlanma konusunda imanlı- imansız ayırımı konulmamıştır. Mesela, ulaşım için gerekli olan kolaylaştırıcı imkanlar –bir diğer ifade ile rüzgarların rahmeti-“halifetü’l-ard/yeryüzünün halifeleri” olan tüm insanlar önünde duran birer ilahi nimettir. Bu nimetin yolları vardır, hareket şekilleri vardır, ilk Emr’i veren Rabbimizin, mu’cize kabilinden “iznullah” ile istisnai bir değişiklik Emr’i olmadığı sürece her yararlanmak isteyene aynı derecede hizmet ederler:
“Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgarları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah’la beraber başka bir tanrı öyle mi? Allah insanların tanrısal nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir.” (Neml,27/63.)
Sünnetullah’ın İslami Mücadele’yle İlgili Ek Yasaları
Tüm insanlık için geçerli olan –kimlik ayırımı gözetilmeden tüm insanlar uygulanan- yasaların yanında bir de müminlerin oluşturduğu mücadele öbekleriyle alakalı ek yasalar vardır. Bu konuyu “Başarının Yasaları” bölümünde geniş olarak izah edeceğimiz için burada daha fazla bilgi vermek tekrara yol açacaktır.
1- Sünnetullah’ın Değişmezliğinin Algılanabilir Hikmetleri
“Ve (bil ki), bütün insanlık sadece bir ümmet/topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı görüşleri benimsemeye başladılar. Şayet (bu konuda) Rabbinin katında önceden belirlenmiş bir kelime/ verilmiş bir karar olmasaydı düştükleri bütün bu ayrılıklar (daha başlangıçta) çözümlenmiş olurdu.” (Yunus,10/19.)
Eğer insanların ihtilaf edecekleri bir toplumsal zemin yaratılmamış olsaydı tek tip bir hayat örneği ortaya çıkacaktı. Yüce Allah İnsanların zihni gelişimlerini ve buna bağlı olarak edimlerini gelişmekten alıkoyacak bir yasayı yürürlüğe koymamıştır. İlâhî Kelimetullah ile toplumsal yaşamın çeşitliliği teminat altına alınmıştır.
Yüce Rabbimiz toplumsal yaşamı insan iradesinin kolaylıkla kullanılabileceği şekilde düzenlemiştir. Öte yandan insan aklını Nübüvvet vahyi ile de destekleyerek hakkı veya batılı seçmeyi ihtiyârî kılmıştır.
Dp-Aşağıdaki ayette Yüce Allah, “ulaşmak isteyen için toplumsal yaşamı Hidayet’e erebilecek imkanlarla donattığını” beyan etmektedir: Bakara,2/213.
İlahi vahye rağmen ihtilaf etmeye devam edenler ise “kıskançlık” nedeni ile bu tutumu tercih etmektedirler; bu türden bir ihtilaf Kur’an’da kınanmakta reddedilmektedir: bkz.Mü’minûn,23/53. dp-
İlk insanlık toplumunda nasıl farklı tercihler ortaya çıktı ise daha sonra gelen –ister içinde peygamber yaşasın isterse yaşamasın- toplumlarda da bir biri ile çatışan anlayış ve görüşler ortaya çıkmıştır; işte bu durum ilahi iradenin izin vermesi ile, “daha önce konulmuş Rabbani bir kanunla” güvence altına alınmıştır.
Dp- İmtihan alanının inandırıcı oluşu için gerekli olan “insanlar arasında görüş farklılıklarının meydana gelmesine elverişli bir sosyal hayat” ile ilgili bkz. Bakara,2/253
“Değişmezlik” vasfının verildiği Sünnetullah yasalarının varlığı da göstermektedir ki, olaylar arasında illiyet bağı vardır. Eşârîler’in iddia ettiği gibi olaylar arasında iktiran/bir sebep-sonuç ilişkisi olmasaydı, Sünnetullah’a “değişmezlik” karakterini Yüce Allah vermezdi.
C- İznullah Bağlamında Sünnetullah’ın Tabii Varlık Alanı ile ilgisi
Kur’an-ı Kerim’de bir yandan âlemde bir nizamdan söz ederken bu nizamın tamamen özerk bir mekanizma, kendi kendine işleyen saat olmadığının da altını çizilmektedir. Çünkü kainatın içindekiler hareketlerinde bağımsız değildir. Yaratıcısına bağımlıdır. Bu konuda emr kavramı Kur’an’da sık sık kullanılmaktadır.
Emr’e verilen istisnai İzn ise, bize evrendeki nedenselliğin mutlak olmadığını belirtmektedir. Zaten eğer nedensellik bağımsız olsaydı, her şeyin sahibi sonsuz kudrete malik Allah’ın yarattıklarına karşı edilgen bir duruma düştüğü olasılığı akla gelebilirdi!
Oysa her an diri, uyku ve uyuklama tutmayan, yorgunluk dokunmayan, dinlenmeye ihtiyacı olmayan ve yarattığı her şey üzerinde denetimini sürdüren Yüce Rabbimiz “Faal/etkin” bir ilahtır. Var ettiklerine amacını eksiksiz öğreten Rabbimiz evrendeki her kıpırtıyı Emrullah, İznullah ve Sünnetüllah ölçüleri ile kontrol altında tutmaktadır.
Yaratıp kenara çekilmeyen, daima bir eylemlilik halinde olan Yüce Allah Kainatta hiçbir şeyi başına buyruk bırakmamıştır:
“...Ve (görmezler mi) göklerde ve yerdeki hiçbir şey Allah’ın iradesine karşı gelemez; çünkü O, herşeyi bilendir ve Kadîr’dir/gücünde sınırsızdır” (Fâtır,35/44.)
Kur’an’da nizam fikri yaratıcının birliğine bağlanmıştır. Bütün alemde her yaratılmışa kânûniyet yaratılışı esnasında konmuştur. Ancak Allah istediği an fiziksel kanunlarda, egemenliğinin bir nişanesi, hakimiyetinin bir belirtisi olarak değerlendirebileceğimiz değişiklikler yapabilme hakkına sahiptir. Tabii ki istisnai değişiklikler bile Allah’ın izniyle olabilmektedir. Çünkü her şeyin denetimi O’nun elindedir; hiçbir şey O’nun izni olmaksızın harekete geçememektedir.
Sünnetullah dünyanın dışı ve yer yüzü ile ilgili kanunlarının Kur’an’daki ismi değildir. Kur’an’da fiziksel yasalarla ilgili kavram sünnetullah değil, emr ve izn’dir. Kur’an fiziksel olaylara Allah’ın emri demiştir. Ateşin yakması, suyun kaldırma gücü, akyuvarların görevleri hep ilahi bir “emr” ile olmaktadır. Örneğin Hz. İbrahim’i yakmama iznini ateşe emr ile Allah Teala bildirmiştir. Normal şartlardaki görevi yakmak olan ateş ilahi emr ile bu görevini başka bir biçimde yakmayarak yerine getirmektedir.
Puthane’ye girip hepsini yerle bir eden ve baltayı da en büyüğünün eline veren İbrahim peygamberin toplumun aklî yeteneklerini harekete geçirme çabası bir an fayda verir gibi olmuştur; ardından kökleşmiş alışkanlıklarının esiri olan halkın tepkisel hareket ettiklerini görmekteyiz. Onlar kısa bir şok halinden kurtulduktan sonra Küfrün önde gelenlerinin şu emri ile karşılaşmışlardır: “Eğer (bir şey yapacaksanız, dediler, “bari onu yakın da, böylece tanrılarınıza arka çıkmış olun! (Ne var ki) Biz “ey ateş! Serin ol! (Kûnû beraden selâmâ!) İbrahim’e dokunma!dedik. Bu arada onlar İbrahim’e tuzak kurmaya çalıştılar; ama Biz onların bütün yapıp ettiklerini boşa çıkardık” (Enbiya,21/68-71.)
Bu ayetteki Ateş’e verilen “Serin ol!” emrini göz ardı eden bazı yorumcular, burada bahsedilenin fiziksel bir ateş değil, İbrahim peygamberin maruz kaldığı “zulüm ateşi” olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu yorumculardan Muhammed Esed, Kur’an Tefsirleri’ne Yahudi Talmut’undaki menkıbelerden materyaller karıştığını söyleyerek, ilahi mesajı rasyonelleştirme kasdı ile şöyle demektedir: “Kur’an’ın hiçbir yerinde fiilen ve maddi varlığı ile ateşe atıldığı ve mu’cizevi bir biçimde ateşin içinde yanmadan tutulduğu ifade edilmemektedir.”
Dp-Esed Muhammed, Kur’an Mesajı, Çev.Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret yayınları, İstanbul, 1999,s.656.
Biz bu yorumun “determinizm”den izler taşıdığını, “Sünnetullah’ın değişmezliği ile ilgili yasa” nın buradaki fiziksel olayla da irtibatlandırıldığını, dolayısı ile yanılgı noktasının buradan kaynaklandığını düşünüyoruz. Çünkü lafzî anlamları mecaza hamletmeyi gerektiren bir mesaj bütünlüğü bulunmadığı ortadayken, bağlam da buna müsaade etmezken “ateş”in fiziksel varlığını göz ardı etmek, mu’cizeleri illa da rasyonalize etmeye çalışmak manasına gelecektir. Öte yandan fiziksel olayların kanunlarının “değişmezlik karakteri” bulunduğuna dair hiçbir Kur’ani karine de yoktur. Tam tersine fiziksel yasaların bazen –istisnai olarak- İznullah’a bağımlı olarak dondurulabileceği mu’cizeyle alakalı ayetler beyan edilmektedir. “kün” emri ile ateş’i yaratan Allah, yine “kün” emri ile ona serin olma izn’ini vermektedir. “Kün” emri Esed’in iddia ettiği gibi insanların tutuşturduğu fitne ateşinin sönmesi için verilmiş bir emirden çok, -Yüce Allah’ın yaratmasıyla alakalı ayetlerde geçtiği üzere- fiziksel bir olaya verilmiş izn’e/Emrullah’a benzemektedir.
Dp-Ateş’e serin ol! Emrinin verildiği İbrahim a’ın kıssasına bir çok ayette değinilmiş farklı bağlamlarda defalarca tekrar edilmiştir: bkz.29/24; 37/97
“Kafirlerin “Hz. İbrahim İçin tutuşturduğu ateş kıssası” bize öğretmektedir ki, tabiattaki kanunlar ve olaylara yol açan sebepler bağımsız değildir. Bir başka deyişle determinizm mutlak değildir. Allah sebeplerin yaratıcısı olduğu için bu sebeplere “dur!” diyebilme hakkına ve iktidarına da sahiptir. Mu’cizelerin böyle bir hikmete binaen gerçekleşmiş olması makul gözükmektedir.
Allah’ın emr’i tüm kainatı kapsayacak şekilde geniştir. Hiçbir şey onun kontrolü dışında değildir. Ancak kainattaki kozmozun, tabiattaki düzenin adı sünnetullah değildir. Kozmik ve Fiziksel işleyişe “sünnetullah” demek bir yanılgıdır. Kozmik alem ve fiziksel alemdeki genel yasalar –ki sebep sonuç ilişkisine göre çalışmaktadırlar- Emrullah’tır, onların istisnaları da yine “kün!” emri ile gerçekleşmiş İznullah’tır.
Sünnetullah ile ilgili ayetler incelendiğinde görülecektir ki sünnetullah toplumsal hareketliliği yön ve biçim veren yasaların adıdır.
Tarih boyunca birçok müslüman düşünür ve müfessiri bu konuda yanılgıya düşüren kendi dönemlerindeki hakim dünya görüşünün paradigmaları olsa gerek?
Örneğin Eş-ari kelamına göre düşünen İmam Gazali kainattaki düzene “adetullah” demiş, işlerin alışkanlık üzere yürüdüğünü, cisimlerin özelliklerinin olmadığını, bunları o anda Allah’ın yarattığını iddia ederek olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini reddedip İndeterminizm anlayışını sahiplenmiştir.
İbn-i Rüşd cisimlerin özelliğinin olduğunu, olaylar arasında sebeblilik bağlantısı bulunduğunu, neden sonuç ilişkisini inkarının ilmi inkar anlamına geldiğini belirtmiştir. Ancak o da Determinizm’e “sünnetullah” diyerek yanılgıya düşmüştür.
Kaynakkkk..............?******
Kur’an’a göre fiziksel olaylarda Determinizm de İndeterminizm de mutlak belirleyici değildir; bütün olaylar Allah’a bağımlı olarak yürümektedir. Fiziksel ve kozmik alemdeki işleyiş yasalıdır. Determinizm/Sebepler sonuç doğururlar, vardır; fakat bazen bu yasalar kısa bir süre için yasa koyucunun denetiminde askıya alınabilir. Ancak “sebepler hiçbir sonuç doğurmaz” anlayışını savunan “İn determinizm” ârızîdir/kısa sürelidir.
Bize göre –zaten materyalistlerin aşkla savundukları- Determinizm, Kainatta cereyan eden olayların Allah ile bağlantısını gevşetmektedir. Öte yandan “İndeterminizm” ise, yasa tanımaz tutumu ile Evren’in mükemmel işleyişini ölçüsüzlükle açıklamaya kalkarak tesadüflere kapı aralamaktadır. Bu yönden iki görüş de zaaflar taşımaktadır.
İslam Kelam geleneğinde Mu’tezile, Determinizm’e yaklaşık görüşler ileri sürerken, Eş’âriler fizisel alemin işleyişi ile alakalı yasaları kabu etmeye yanaşmamışlardır, insanlar da dahil tüm varlığın Allah ile ilişkisini İndeterminizm’e indirgemişlerdir. Yani fiziksel, kozmik ve insanlık alemindeki ilahi müdahalelerin yasalılığını reddetmişlerdir.
Dp-Mu’tezile determinizm’e nasıl evrilmiştir?
Kainatta varlığını sürdürmekte olan fiziksel yasalar Allah’a bağlıdır. Fakat Allah yasaların tahakkümü altında değil, yasalar Allah’ın boyunduruğu altındadır.
Özcesi sünnetullah Allah’ın fiziksel yasalarıyla ilgili değil, tarihsel işleyişi de belirleyen insan toplumlarının hareketleriyle ilgilidir.
II-Toplumsal Olayların Yorumu Meselesi
A-Pozitivistler/ Materyalistler
Sebepleri ilahlaştıran, kanunun yapıcısına değil kendisine bağımsız, özgür bir irade vermeyi yeğleyen bu kesim fiziksel ve toplumsal olayları meydana getirenin determinizm olduğunu iddia ederler.
Dp-pozitivizm, materyalizm, determiniz.....
Bu kesimi temsil eden fizikçiler, sosyal bilimciler her hangi bir olgu ya da olayı yorumlarken Allah ile irtibatını kurmamaya son derece özen gösterirler. Örneğin şehirleri tehdit eden deprem gibi fiziksel boyutuyla toplumsal boyutunun iç içe geçtiği olayları yorumlarken meseleyi fay hatlarına ve çürük yapılaşmaya getirip boğarlar. Fay hatlarının ardındaki yaratıcı gücü ve sosyal hayatta meydana gelen ahlaki çöküntünün felaketlerle ilişkisini görmezden gelirler.
Deprem, su baskını, tufan/tsunami, felaket getiren yağmur, yakıp yıkan kasırgalar gibi insanların alışık oldukları bildik olaylar Materyalistler için sıradandır. Bunların Yaratıcı ile doğrudan ya da dolaylı hiçbir ilgisi yoktur. Oysa Kur’an’da bu türden olaylar, helak gerçeğinin “olağanüstü elçileri” olarak nitelendirilmektedir. Helak dairesinde yer alıp imtihanı en umulmadık bir zamanda sona erenler neye uğradıklarını şaşırdıkları için geride kalan yoldaşlarına hiçbir şey fısıldayamadan öte dünyaya göç etmektedirler. Geride kalanlar için birer ibret olması gereken tabiatın olağanüstü harekete geçişi –aslında gündelik yaşamda alışılagelmiş olağanlıklar da Yaratıcı’nın sonsu kudretinin mükemmel izlerini taşımaktadır ya- Materyalist müşrikler için de mistik inançlar taşıyan müşrikler için de yeterince uyarıcı olamamaktadır. Çünkü kalplerindeki duyarlılıkların sönmüş olması, olayları doğru algılama ve yorumlama imkanını yok etmektedir.
Toplumların başına gelenleri Determinizm’le açıklayan Materyalistler, eylemlerin sonuçlarını ibret gözlüğü ile değerlendiremezler. Çünkü meydana gelen olayların hep kendi kendilerini belirleyen sebepleri vardır. Böyle bir perspektifi/bakış tarzını alışkanlık edinmekten kaynaklanan en temel yanlış; olaylarla Yaratıcı’nın ilişkisini koparmaktır. Yaratıcı’yla münasebeti kopmuş olaylar da artık hiçbir hayranlık uyandırmaz, hiçbir ahlâki sonuç çıkarmayı gerektirmez.
İşte bilinç altı Yaratıcı’ya karşı sorumluluk duygularından uzak bir şekilde oluşmuş Determinist Materyalitler; her hangi bir musibet ve helak ile karşılaştıkları vakit, sağ kalsalar bile olaydan hiçbir ahlaki sonuç çıkarmadıkları için neticeden ibret almazlar. Bütün manevi/ahlaki değerleri ısrarla reddetmeye devam ederler; Be’s’i/ilahi baskını sıradan bir olaymış gibi sunarak, onun sonuçlarını indirgemeci bir tarzda yorumlayarak eski yanlışlarını tekrarlamaya, eski hatalarını sürdürmeye devam ederler. Kendileri gibi ahmakları da peşlerinde ateş’e sürüklerler; tâ ki ölüm her yanlarından kendilerini sımsıkı tutup kuşatıncaya kadar.
“..............Ali imran,3/165.
Allah’ın suçlu topluma yaptığı ani baskından geride kalan kafirler ibret almazlar. Musibet ve helak esnasında güven duygusunun yerini korku ve tedirginlik alır; anlık teslimiyet yerini yeniden isyan ve vurdumduymazlığa bırakır. Çünkü bela esanasında takınılan mütevazi tavır sahtedir; felaket atlatılır atlatılmaz tüm Evren ve içindeki olayların Sonsuz Kudret Sahibi’ne bağımlı olduğu yine unutulur.
Aşağıdaki ayetler be’s’in/ilahi baskının her zaman tüm toplumu kuşatmadığını ifade etmekle birlikte, felakete uğrayan insanlardan zalimlerin musibetten ibret almadıklarını da beyan etmekte ve gafillerin sonunu haber vermektedir:
“Biz senden önceki toplumlara da mesajlarımızı gönderdik ve onları be’sler’e/çeşitli felaketlere, sıkıntılara ve zorluklara uğrattık ki, tevazu ile boyun eğsinler. Ama tarafımızdan takdir edilen bir be’s’e/sıkıntıya uğratıldıkları zaman tevazu’ göstermediler. Tersine kalplerinin katılığı arttı; çünkü şeytan bütün yaptıklarını onlara güzel gösterdi. Sonra kendilerine yapılan uyarıları göz ardı ettiklerinde bütün (güzel) şeylerin kapılarını onlara ardına kadar açtık ve kendilerine bağışlanan şeylerden zevk alarak yararlanmaya devam ederlerken onları apansızın yakaladık; işte o anda bütün ümitlerini kaybettiler.” (En’am,6/42-44.)
Be’s hem musibetlerin hem de helak ile neticelenen ilahi baskınların ilahi kelamdaki adıdır. Yukarıdaki ayetten anladığımız kadarıyla zincirleme bir be’s/ilahi baskın söz konsusu olabilir. Birincisinde hayatta kalması takdir edilenler, imtihanı kazanmak için adeta bir fırsat daha yakalarlar; ne nasihatın ne de musibetin bir fayda vermesi mümkün olmayacak kadar kalpleri katılaşmış olanlar için hiçbir be’s de fayda vermez. Nihayet öncekilerin sonundan ibret almayanlar da yeni bir be’s ile karşılaşırlar. Ne var ki, artık pişmanlıkların, tevbelerin bir faydası olmayacaktır; heyhât geri bir yola girilmiştir.
Bazı insanlardaki hakikate karşı nankörlük öyle onulmaz bir hal almıştır ki, azabı görmek dahi onların yüreklerinde hiçbir kıpırtı oluşturmaz; öylesine katı kalpli, öylesine aymazdırlar ve öylesine sorumluluk bilincinden uzak:
“..... Mü’minûn,23/76.
İlahi baskın esnasında ölürken hataları itiraf edip yalvarmak boşunadır; asla sözünden dönmeyen Sonsuz Kudret Sahibi tarafından karar verilmiştir bir kere. Ye’s/ümitsizlik esnasında izhar edilen iman alametleri geçerli değildir. Çünkü bu korkudan kaynaklanan bir sığınıştır; hem şu an felakete uğrayanlara, daha önce benzer durumlar yaşayanların kıssaları, baskın haberleri ulaştığı halde hiçbir düzelme emaresi göstermeyenlerin suçlarını itiraf edip yakarmalarının bir değeri de yoktur. Mü’min Suresi’nde belirtildiğine göre, imtihan sürecinin sonunda yapılan böylesi sahte tevekkül itirafları Allah katında makbul değildir:
“Ve sonra be’s’i/yaptıklarına karşılık takdir edilen ilahi baskını görünce de: ‘Bir olan artık inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeylere inancımızı terk ettik’ dediler. Fakat be’s’imizin/baskınla gelen cezamızın farkına vardıktan sonra iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. Sünnetullah/Allah’ın kulları için uyguladığı yol yöntem her zaman budur. İşte kafirler orada ebediyyen iflasa sürüklenmiş olarak kala kalırlar.” (Mü’min,40/84-85.)
Musibetten de nasihattan ibret almayanların ruh yapılarıyla ve sonuyla ilgili benzer ayetler için bkz. Bakara, 2/243; A’raf,7/5; Taha,20/128; Secde, 32/26. Bu ayetlerde helak ve musibetle Be’s arasındaki ilişkiyi araştır.......Helak illa da tüm toplumu kuşatır mı? Tüm suçluları yok eder mi?
Elinden geleni yapan müminler helak dairesinde bulunsalar bile, onlar için helak olmak söz konusu değildir. Çünkü Allah’ın huzuruna ak bir alınla, pak bir yürekle çıkmak demek, kazanmak demektir. Helakta ise ebediyyen kaybetmek amellerin hubûtu/sıfırlanması söz konusudur.
Samiri’nin suçu yüzünden –onu durdurmayan yığınlar- tüm toplumun helak olma riski vardır. Bkz....7/155.
Tarih boyunca iki kutbun savaşımını anlamlandıran, başarıya ya da başarısızlığa yol açan eylemlerin ölçüsü Sünnetullah tarafından belirlenmiştir. Yüce Rabbimiz, İslami Mücadele’nin İlkeleri’ni de Sünnetullah ile karara bağlamıştır. Bu nedenle tarihi anlamak, yorumlamak için, günümüzü değerlendirmek ve kendi konumumuzu, geleceğimizi önceden yorumlayabilmek için “değişmezlik” niteliği olan ilahi yasaları bilmemiz gerekmektedir.
Tarih boyunca Rabbimiz tarafından görevlendirilmiş birçok Elçi yeryüzünde islami mücadele örnekleri sergilemiştir. Bu örnekleri incelediğimizde görürüz ki insanlık için ilahi elçilikle görevlendirilmenin temel şiarı, ne türden olursa olsun Allah’a ortak olmaya çalışan kimselerle cihad etmektir. Mücadele edilen ilahların safına geçmek nasıl ihanetse, mücadelenin usûlî ilkelerini düşmana göreli olarak, makyavelistçe/pragmatik bir tavırla değiştirmek de ihanettir. Çünkü İslami mücadelenin ilkeleri gibi, yöntemin ilkeleri de İslami olmalıdır.
İslami mücadelede hedefe giden yolda bütün araçlar meşru değildir. Mücadelenin seyrine göre araçlar değişebilir. Ancak şeriata uygunluk esastır. Yeryüzünün Allah’a ortaklık taslayan tanrılarına cihad’tan vazgeçmek maslahat değildir. Maslahat içtihadlarla konjönktüre göre cihadın biçimini değiştirmektir. Cihat’tan vazgeçmenin, uzlaşmanın adı maslahat (barış yapmak) değil, müdahane (mücadeleden vazgeçmek) dir.
Yönteminin de islami olması ve sonuna kadar mücadeleden vazgeçmemesi gereken tevhidi bir hareketin tek hedefi dünyevi zaferler kazanmak olmamalıdır. Tevhid peygamberlerinin kıssalarına baktığımızda hepsinin dünyevi zaferler elde edemediklerini görmekteyiz. Bu durum onların Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmedikleri anlamına gelmez. Örneğin Hz. Süleyman, Hz. Davut gibi son derece muktedir hükümdar peygamberler olduğu gibi, Hz. İsa gibi öldürülmek istenen bu yüzden de mücadelesini dünyevi bir zaferle noktalayamayan peygamberler vardır. Hz. Muhammed (s) gibi birçok zorluklarla karşılaşan fakat hem ilahi vahyin tekâmülle noktalanmasını hem de Nasr’ı (zaferi) dünya gözüyle gören peygamberleri birer numune olarak Kur’an-ı Kerim bize anlatmaktadır. Burada önemli olan Allah’ın rızasını kazanmaktır. Neden zafer kazanmadığımızdan değil, olanaklarımızı neden Allah için feda etmediğimizden sorulacağız.
Temel amaç dünyevi zaferler elde etmek değil de Rabbani rızayı kazanmak ise, belli çıkarlar geçici mevziler elde etmek için müslüman onuruna islam’ın ilkelerine aykırı ilişkilere girmek doğru değildir.
Her şeyi bir ölçüye göre yaratan Allah tesadüfe yer vermeyecek kadar tüm varlığa hakimdir. İnsanlık tarihinin işleyişiyle ilgili Allah’ın takdirlerinde de asla belirsizlik yoktur. O her şeyi yasalarla idare etmektedir. Tarihsel-toplumsal işleyişin yasalarını bilip ona göre hareket etmek mü’minlerin bireysel ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için elzemdir.
Çünkü Allah’ın değişmez sünneti yasalarının uygulanışında hiçbir topluluğa ayrıcalık tanımamaktadır.
İslami bir mücadelenin ve İslamilik iddiasındaki bir hareketin ilkeleri kadar usulünün de islami olması şarttır. İslami hareketin usulü tabii ki Kur’an’dan elde edilmelidir. Sünnetullah şeklinde kavramsallaşan bu usulle ilgili Kur’an’ın bize söyleyecekleri vardır. Bu çalışmamızın konusu, sünnetullah çerçevesinde islami mücadelenin dikkat etmesi gereken yasalarla ilgilidir.
I- Kur’an’da Sünnetullah’ın Anlam Alanı
Gidişat, çığır, iz, takip edilen yol anlamına gelen Sünnet; her şeyin takdirini belirleyen Allah ile ilişkilendirildiği zaman, Kur’an’da Sünnetullah diye isimlendirilmektedir. Sünnetullah; Yüce Allah’ın yarattığı insan toplumları için belirlediği çığır, hayatın gidiş istikameti anlamını kazanmaktadır. Kısaca insan toplumlarının iradelerinin de bağımlı olduğu, onu hem yönlendiren hem de çeşitli özgürlük imkanları sunan “değişmez, kesin ilahi yasalar” demektir.
Kur’an-ı Kerim’de sünnetullah bağlamında insanlık tarihinin Allah tarafından konulmuş belli yasalar uyarınca işlediği ifade edilmektedir.
Sünnet kelimesi Kur’an’ın 16 yerinde geçmiştir. Bunlardan sekizi Allah lafzı ile terkibe sokulmuştur. Bizim sünnetimiz, öncekilerin sünneti, çizdiğimiz yol gibi terkipleri de vardır.
Dp-Doğrudan doğruya sünnetullah’la ilişkilendirilerek, Sünnet ve terkiplerinden söz edilen on altı ayet şunlardır:a) Tekil olarak Sünnet:İsra,17/77. b)Sünen(Sünnetin çoğulu, yani Sünnetler: Ali imran,3/137; Nisa,4/26. c)Sünnetü’l-Evvelîn; öncekilerin sünnetleri: Enfal,8/38; Hicr,15/13; Kehf,18/55. d) Sünnetüna; Bizim sünnetimiz: İsra,17/77. e)Sünnetullah; Allah’ın sünneti: Ahzab,33/38,62; Fâtır,35/43(iki defa); Mümin,40/85; Fetih,48/23(iki defa).
Allah lafzı ile terkibe sokulmuş sünnet; adet, yol, yöntem, gidiş tarzı anlamlarına gelir. Sünnet bir şeyi sürekli olarak kesintisiz yapmaktır. Sünnetullah ise Allah’ın öteden beri süre gelen, tarihin oluşumunu sağlayan değişmeyen, değişmeyecek olan toplumsal hayatla ilgili yasalarıdır.
Kainatta tesadüfe yer vermeyen Allah yarattığı her şeyin özüne işleyiş biçimini belirleyecek kanunlar koymuştur. Kainatta hiçbir varlık yaratılış özünde yer alan kanunların dışına çıkamaz. Hepsinin bağımlı olduğu ölçüler, takdir edilmiş bir hareket alanı vardır.
Sünnetullahın Kur’an’da geçen bağlamlarına bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sünnetullah’ın evrendeki tüm varlıkların işleyişiyle ilgisi kurulamaz. Çünkü o, sadece insanlarla, insanlık tarihiyle, insanlığın sürdürdüğü toplumsal yaşamın işleyişi ile ilgili Allah’ın değişmez yasalarıdır.
A- Sünnet Kelimesi’nin Kur’an’daki Bağlamları
Kur’an’da Sünnet kelimesinin ilişkilendirildiği terkipler ve ayetlerdeki bağlamları şu şekildedir:
1-Sünen: sünnet kelimesinin çoğuludur. Sünen/Sünnetler; yollar, yöntemler, hayat tarzları anlamında Ali imran Suresi’nde geçmektedir. Bu ayette Allah’ın ayetlerini yalan sayanların kendileri için oluşturdukları hayat tarzlarından dolayı başlarına gelenleri belirleyen değişmez bir yasadan söz edilmektedir:
“Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse yer yüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” ( Ali imran,3/137)
Nisa Suresi’nde ise Sünen/sünnetler; önceki toplumlardan “iyilikten yana tavır belirleyen kimselerin hayat tarzları” ve onlara uygulanan ilahi yasalar anlamında kullanılmaktadır:
“Allah (bütün bunları) size açıklamak, öncekilerin (doğru) hayat tarzlarına sizi yöneltmek ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister; zira Alla her şeyi bilendir; hikmet sahibidir. (Nisa,4/26.)
2-Sünnetül Evvelîn: Lafzen Öncekilerin Sünnetleri demektir. Ayetlerin bağlamı içerisinde “önceki toplumlara uygulanan ilahi yasalar” manasında kullanılmaktadır. Fâtır Sûresi(35),43. ayette iki defa geçen Sünnetullah terkibi ile birlikte aynı ayette Sünnetü’l-Evvelîn’in kullanılmış olması, buradaki eylemin öznesine işaret etmekte ve ilahi vasfının serahatine kanıt olmaktadır:
“(onlara bir uyarıcının gelmiş olması) yer yüzünde böbürlenmelerini arttırdı. (Allah’ın mesajlarına karşı) şeytani itirazlar geliştirme (çaba)larını . Halbuki bütün şeytani tuzaklar sonunda sahiplerini yutar; yoksa onlar önceki (günahkarlar)ın (sürüklendikleri) Sünnet’ten/yoldan başka bir şey mi bekliyorlar? Sünnetullah’ta/Allah’ın tutuğu yol ve yöntemde hiçbir değişiklik göremezsin; evet sen Sünnetullah’ta/Allah’ın tuttuğu yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin.” (Fâtır,35/43.)
Enfal suresi’nde bu terkip Peygamberlere ve onların varisi uyarıcılara karşı inatlaşarak düşmanlığa devam eden, “tevbe etmeye yanaşmayanlara uygulanmış yasalar” anlamında geçmektedir. Bu ilahi kanunların Hz.Muhammed’in peygamberliği sırasında da geçerliliğini koruduğunda dolayı, o günün Kafirlerine yapılan tehditkar bir ikaz eşliğinde dile getirilmektedir:
“Kafirler anlat ki, eğer direnmeyi bırakırlarsa geçmişte olup bitenlerden ötürü kendileri bağışlanacaklar; ama eğer (geçmişteki hatalı tutumlarına) dönecek olurlarsa o zaman geçmişte kendileri gibi olanların Sünnetini/ başlarına gelenleri hatırlat onlara.” (Enfal,8/38)
Sünnetü’l-Evvelîn terkibi Hicr Suresi’nde de “öteden beri değişmeden süregelen ilahi bir kanun”dan bahseden pasaj içinde kullanılmıştır. Buna göre, bütün toplumlar peygamberlerle alay etmişlerdir; Zalimler/ her tür mu’cizeye rağmen yine de imana yanaşmamıştır:
“ Önceki (zalim)lerin Sünneti/izlediği yol (ve bu yolda başlarına gelenler) de nicedir gözlerinin önünde olduğu halde buna inanmazlar. Hatta onlara gökten bir kapı açsaydık ve oraya biteviye yükseliyor olsaydılar, kuşkusuz o zaman da: ‘Bizim düpedüz gözlerimiz bağlandı’ diyeceklerdi. Demek ki, büyülenmiş kimseleriz biz.” (Hicr,15/13-15.)
Kehf suresi(18), 55. ayette de Sünnetü’l-Evvelîn ifadesi, önceki toplumların yanlış alışkanlıklarına dikkat çekmektedir. Buna göre Önceki toplumlarlarla günümüzdekiler aynı hatadan dolayı hidayete ermeden fırsatı tüketerek Ahret’e göçmüşlerdir. Ayet günaha batmışların boş vermişliklerinin, hayatı yeterince ciddiye alıp fırsatları değerlendirmeye çalışmamalarının Hidayet’lerine engel olduğu” şeklindeki bir bağlamda geçmektedir:
“Nitekim kendilerine doğru yol rehberi gelmişken insanları imana erişmekten ve Rablarinden bağışlanma dilemekten alıkoyan yegane tutum, (onarın) önceki (günahkar) toplumlara uygulanan Sünnetin/Süreç yasalarının kendilerine de uygulanmasını ya da (nihai ) azabın öte dünyada başlarına gelmesini beklemeleri değil de nedir?” (kehf,18/55.)
3- Sünnetüna: “Bizim sünnetimiz”. Allah’ın “peygamberleri yurtlarından çıkaranlara uyguladığı helak yasası”ndan söz eden İsra Sûresi(17),77. ayette geçmektedir. Bu ayette iki defa geçen Sünnet kelimesi birincisinde yalın olarak, ikincisinde ise biz anlamına gelen “nahnu” zamiri ile birlikte kullanılmıştır. Fakat her iki eylemin de failinin Allah olması, lafızlar farklı olsa da bahsedilen hakikatin doğrudan Sünnetullah’a ilişkin olduğunu belgelemektedir.
4- Sünnetullah: Allah’ın Sünneti; “Tarih olmuş veya halen yaşayan toplumların varlıklarını sürdürmelerini ya da helak oluşlarını belirleyen ilahi yasalar” demektir.
Sünnetullah’ın lafzî terkibi ile birlikte geçtiği Ahzab Suresi(33),38.ayetin bağlamı “Allah’ın iradesine uygun olan bir tatbikatı konusunda peygamberlere suç isnad edilemeyeceği”ne ilişkindir. Ayette bunun “öteden beri varolan bir yasa olduğu” konusu işlenmektedir.
Aynı Sûrenin 62.ayetinde ise, “münafıklara, kalbinde hastalık bulunduğu için iman’ı içselleştiremeyenlere, şehirde kötü haber yayanlara rağmen, “Allah yolunda yürümekten yılmayan müminlerin sözü edilen gruplara karşı mutlak bir zafer elde edecekleri müjdesi” verilirken, bunun bir Sünnetullah/değişmez ilahi kanun olduğu” vurgulanmaktadır. Önceki toplumlarda ugulanmış bu ilahi yasanın halen devam ettiği, Sünnetullah’da bir değişikliğin olamayacağı” ayetin başında ve sonunda iki defa aynı lafız kullanılarak pekiştirilmektedir.
Sünnetullah terkibi Fâtır Sûresi(35),43.ayette ise iki defa geçmekte, birincisinde “Sünnetü’l-Evvelîn” ifadesi ile aynı hakikat pekiştirilmektedir. Her iki lafzî terkip de “Kötü Tuzağın eninde sonunda sahibine dolanacağı” şeklinde tüm insanlık toplumlarına uygulanmış ve de uygulanacak olan ilahi yasadan söz eden bir bağlam içinde geçmektedir.
Sünnetullah Mü’min Sûresi(40),85.ayette de bir defa kullanılmakta, Be’s’in/Rabbimiz tarafından “suçlulara karşı yapılan ani baskın”ın ardından “iman etmenin geçerli olamayacağı” mesajı verilmektedir. Bu ayette sözü edilen sünnetullah’a göre “değiştirilemeyecek bir felaketin sonucunda, serbest bir seçime dayanmayan bir iman iddiası” geçersizdir. Bu tür iman “Firavun İmanı” diye ünlenmiştir; kişilerin veya toplumların böyle ye’s anında yaptıkları imanın geçersiz olması, Sünnetullah kaidesidir.
Dp-,Firavun imanı makbul değildir. Çünkü ye’s/ümitsizlik esnasında yapılmaktadır; Firavun hakkında verilmiş ilahi hüküm şöyledir: “........ Toplumsal alanda yaşanan ye’s anındaki itiraflar da geçersizdir: “............. Konu ile ilgili olarak verilmiş ilahi hükümler çok sayıda ayette tekrarlanmıştır; musibetler-helaklar esnasında yapılan yakarışların boşa çıkacağı hakkındaki diğer ayetler için bkz.
Sünnetullah; -mushaf sıralaması itibariyle- son olarak Fetih Sûresi(48),23.ayette de iki defa geçmektedir. Bu ayetteki bağlam ise, “sünnetullah’ın tebdil kabul etmeyeceği gerçeğini”n bir kez daha te’yid edilmesiyle birlikte, “Başarının yasaları”yla alakalıdır.
B- Sünnetullah’ın Değişmezlik Karakteri
Ayeti kerimelerde Allah’ın tüm insanlığa uyguladığı yasaların değişmez ve aynı olduğu bildirilmiştir. Allah insanlık tarihinin işleyişiyle ilgili kesin yasalar koymuştur. Bu yasaları kimsenin hatırının lehine de değiştirecek değildir. Kafirler de mü’minler de bu ilahi kanunlara göre sosyal hayat içerisinde yaşar ve insanlık sahnesinde ona göre bir yer edinirler.
Rabbimizin hayatı yararatırken onun özüne koyduğu ve hiç değiştirmediği bu ilahi kanunlar devirden devire, dönemden döneme, toplumdan topluma değişiklik göstermez. Konuyla ilgili ilk akla gelen ilahi kanun; bireylerin ve toplumların yapısını, sürecin gidiş yönünü ve sonucu “irade”nin belirlediği hakikatidir. Buna bağlı olarak “herkese sa’yinin/çalışmasının karşılığı vardır” ölçüsü de insanlık tarihini şekillendiren ilahi yasalardandır.
Kulun Allah’a samimiyetinin ve Kainattaki kendi konumunun bir itirafı, tevazu’nun zirvesi olan Dua da bir tür sa’y iradeli eylemdir. Dua eğer namaz gibi salih amellerle, sabırla birlikte başvurulan bir yöntemse gaybi yardımı beraberinde getirir. Bu Allah’ın değişmez kanunudur. Fakat O kullarının her istediğini yapacak değildir. Çünkü böyle bir durum O’nu etkin bir ilah olmaktan çıkarır; edilgen olmaya götürür.
Kendi benliğimizin yapıp-etmelerimizle bağıntısını, Kainattaki ve yaşadığımız dünyadaki yerimizi doğru bir şekilde tayin etmemizin tek yolu Sünnetullah’ı kavramaktan geçmektedir. Bu kavrayış, verili dünyaya karşı oluşacak bağlılığımızın ve itirazlarımızın da mihenk noktasını oluşturan bir “tarih ve an’ane bilinci” geliştirmenin de tek çaresidir. Değil mi ki, Yüce Allah insanlık tarihi boyunca aynı yasaları toplumlara uygulamış, bu yasalarda tebdil ve tahvil olmamıştır? Öyleyse varoluşumuzu doğru anlamlandırmak ve tabiatımızı bozan her tür şeytani güce karşı öz benliklerimizde ve toplumsal alanda derin bir cihadı kuşanabilmemiz için Sünnetullah’ı en ince ayrıntısına kadar öğrenmemiz elzemdir.
Her şeyin değişime ve dönüşüme uğradığı şu fani dünyada ayaklarımızı güvenlikle basabileceğimiz sabitelerimizin olması, Allah’ın takdirleri ile oluşmuş bu sünnet’i doğru kavramaktan geçmektedir. İşte değişmez bir sünnet:
“Yeryüzünde böbürlenmelerini artırdı, şeytani itirazlar geliştirdi. Halbuki bütün şeytani tuzaklar sadece sahiplerini yutar. Yoksa onlar öncekilere uygulanandan (sünnet-ül evvelin) başkasını mı beklerler? Sen Allah’ın tuttuğu yol ve yöntemde (sünnetullah) hiçbir değişiklik göremezsin. Evet sen, Allah’ın yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin.” (35/Fatır, 43) Sünnetullah’da dönemden döneme, toplumdan topluma değişiklikler beklemek boşunadır. Her topluma uygulanan tatbikat/süreç yasaları aynıdır:
“Daha önce gelip geçenler için Allah’ın tatbik ettiği yol/Sünnetullah budur; ve sen Sünnetullah’da bir değişiklik göremezsin.” (Ahzab,33/62.)
Ayetlerden anlaşılacağı gibi, Allah toplumsal değişimi inkılabı ve ıslahatı değişmez belli yasalara bağlamıştır. Bu yasaların uygulanışında peygamberlere bile bir ayrıcalık tanınmamıştır.
“Elçilerimizden senden önce gönderdiklerimiz için de izlediğimiz yol (sünnet) buydu. Bizim çizdiğimiz yolda bir değişme göremezsin.” (17/İsra 77.)
dp-Allah’ın sünnetinde tatbikatında, tutuğu yol ve yöntemde, toplumsal yaşamın varoluşunu belirleyen süreç kanunlarında tebdil/değişiklik ve tahvil/sapma olmayacağını defalarca tekrarlayan diğer ayetler içi bkz. Enfal,8/38; Hicr,15/13, Kehf,18/55, Fetih,48/23.
Allah’ın sünnetinde değişiklik olmadığı Lut kıssası bağlamında da ifade edilmiştir. Öyle ki, helak edilmesi için şartları olgunlaşmış olan Lut kavmine isabet edecek olan dünyevi azabı İbrahim peygamberin şefaat etme arzusu/şefkatle hareket edip araya girme isteği dahi engelleyememiştir; çünkü Sünnetullah’ta değişiklik olmaz, Allah’ın emrini/yasaları gereği verilmiş kararlarını geri döndürebilecek – ne meleklerden ne de peygamberlerden- hiçbir güç yoktur:
“Böylece İbrahim’in korkusu geçtikten ve kendisine (sözü geçen; oğlu ishak’ın doğumuyla ilgili) müjde verildikten sonra Lût kavmi kavmi hakkında bize yakarmaya başladı. Çünü İbrahim ince ruhlu, yumuşak başlı, çok içli, merhametli ve dönüp dönüp Rabbine yönelmek, O’na yakın olmak isteyen biriydi. (müjdelemek ve helak etmek için Rabbimizin görev verdiği Melek elçiler): ‘Ey İbrahim, vazgeç bu yakarışından!’ dediler. ‘Rabbinin hükmü bir kere gelmiş bulunuyor: artık onlara geri çevrilmez bir azap vaki olacak!” (Hûd,11/74-76.)
Hidayet ve dalalete yol açan sebepler de “değişmez ilahi yasalar”ca hükme bağlanmıştır: “İradeli bir hayat tarzı”. İşte bu nedenle Sosyal Hayat’ın yaratılış amaçlarından biri de insanları iradeli eylemleri için uygun bir vasat oluşturmaktır. Çünkü sosyal yaşamın rengini, kokusunu, biçimini belirleyen insanın “özgür seçimin yeteneği”dir.
İnsanların hidayet de dalalet’i seçebilmeleri için gerekli yetenekler Yaratan Rabbimiz öz benliklerdeki ve çevredeki değişimleri insanların iradelerine bağımlı kılmıştır. Ayrıca iradenin ipotek altına alınması veya zorla bir yöne sevk edilmesi de mümkün değildir. Tabii ki irade’nin bağımlı bulunduğu yasaları yapan Yegane Hüküm Sahibi Rabbimiz, onun yönelişlerini daima denetim altında tuttuğundan dolayı bir başıboşluğun doğması imkansızdır.
İşte sosyal hayatın bu iradeli değişim yasaları nedeniyledir ki, Nuh a kavminin çoğunluğunu -çok istemesine rağmen- hidayete sevk edememiştir. Çünkü tüm insanlar gibi, onun da kendinden menkul olağanüstü bir gücü bulunmamaktadır. O da herkes gibi Allah’ın koyduğu değişmezlik karakteri bulunan yasalara göre çalışmış çabalamış, ancak bir avuç insanın hidayetine vesile olabilmiştir:
“Bunlardan (yeniden dirilmeyi inkar edenlerden) önce Nûh’un kavmi de O’nu yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalanlamışlar ve “O bir delidir!” demişlerdi. (ve bundan dolayı) o kovulup def edilmişti. Bunun üzerine (Nûh) Rabbine: ‘Doğrusu ben yenik düştüm, artık Sen gel ve bana yardım et!” şeklinde yalvardı. Biz de seller gibi akan su ile göğün kapılarını açtık” (Kamer,54/9-11.)
Bir diğer değişmez yasa da hiç kimseye imtihanda ayrıcalık-imtiyaz hakkı verilmemiş olmasıdır. Bu sebeptendir ki, “yeryüzünün halifeleri” olarak yarattığı insanlar için Allah’ın bahşettiği nimetlerden yararlanma konusunda imanlı- imansız ayırımı konulmamıştır. Mesela, ulaşım için gerekli olan kolaylaştırıcı imkanlar –bir diğer ifade ile rüzgarların rahmeti-“halifetü’l-ard/yeryüzünün halifeleri” olan tüm insanlar önünde duran birer ilahi nimettir. Bu nimetin yolları vardır, hareket şekilleri vardır, ilk Emr’i veren Rabbimizin, mu’cize kabilinden “iznullah” ile istisnai bir değişiklik Emr’i olmadığı sürece her yararlanmak isteyene aynı derecede hizmet ederler:
“Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgarları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah’la beraber başka bir tanrı öyle mi? Allah insanların tanrısal nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir.” (Neml,27/63.)
Sünnetullah’ın İslami Mücadele’yle İlgili Ek Yasaları
Tüm insanlık için geçerli olan –kimlik ayırımı gözetilmeden tüm insanlar uygulanan- yasaların yanında bir de müminlerin oluşturduğu mücadele öbekleriyle alakalı ek yasalar vardır. Bu konuyu “Başarının Yasaları” bölümünde geniş olarak izah edeceğimiz için burada daha fazla bilgi vermek tekrara yol açacaktır.
1- Sünnetullah’ın Değişmezliğinin Algılanabilir Hikmetleri
“Ve (bil ki), bütün insanlık sadece bir ümmet/topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı görüşleri benimsemeye başladılar. Şayet (bu konuda) Rabbinin katında önceden belirlenmiş bir kelime/ verilmiş bir karar olmasaydı düştükleri bütün bu ayrılıklar (daha başlangıçta) çözümlenmiş olurdu.” (Yunus,10/19.)
Eğer insanların ihtilaf edecekleri bir toplumsal zemin yaratılmamış olsaydı tek tip bir hayat örneği ortaya çıkacaktı. Yüce Allah İnsanların zihni gelişimlerini ve buna bağlı olarak edimlerini gelişmekten alıkoyacak bir yasayı yürürlüğe koymamıştır. İlâhî Kelimetullah ile toplumsal yaşamın çeşitliliği teminat altına alınmıştır.
Yüce Rabbimiz toplumsal yaşamı insan iradesinin kolaylıkla kullanılabileceği şekilde düzenlemiştir. Öte yandan insan aklını Nübüvvet vahyi ile de destekleyerek hakkı veya batılı seçmeyi ihtiyârî kılmıştır.
Dp-Aşağıdaki ayette Yüce Allah, “ulaşmak isteyen için toplumsal yaşamı Hidayet’e erebilecek imkanlarla donattığını” beyan etmektedir: Bakara,2/213.
İlahi vahye rağmen ihtilaf etmeye devam edenler ise “kıskançlık” nedeni ile bu tutumu tercih etmektedirler; bu türden bir ihtilaf Kur’an’da kınanmakta reddedilmektedir: bkz.Mü’minûn,23/53. dp-
İlk insanlık toplumunda nasıl farklı tercihler ortaya çıktı ise daha sonra gelen –ister içinde peygamber yaşasın isterse yaşamasın- toplumlarda da bir biri ile çatışan anlayış ve görüşler ortaya çıkmıştır; işte bu durum ilahi iradenin izin vermesi ile, “daha önce konulmuş Rabbani bir kanunla” güvence altına alınmıştır.
Dp- İmtihan alanının inandırıcı oluşu için gerekli olan “insanlar arasında görüş farklılıklarının meydana gelmesine elverişli bir sosyal hayat” ile ilgili bkz. Bakara,2/253
“Değişmezlik” vasfının verildiği Sünnetullah yasalarının varlığı da göstermektedir ki, olaylar arasında illiyet bağı vardır. Eşârîler’in iddia ettiği gibi olaylar arasında iktiran/bir sebep-sonuç ilişkisi olmasaydı, Sünnetullah’a “değişmezlik” karakterini Yüce Allah vermezdi.
C- İznullah Bağlamında Sünnetullah’ın Tabii Varlık Alanı ile ilgisi
Kur’an-ı Kerim’de bir yandan âlemde bir nizamdan söz ederken bu nizamın tamamen özerk bir mekanizma, kendi kendine işleyen saat olmadığının da altını çizilmektedir. Çünkü kainatın içindekiler hareketlerinde bağımsız değildir. Yaratıcısına bağımlıdır. Bu konuda emr kavramı Kur’an’da sık sık kullanılmaktadır.
Emr’e verilen istisnai İzn ise, bize evrendeki nedenselliğin mutlak olmadığını belirtmektedir. Zaten eğer nedensellik bağımsız olsaydı, her şeyin sahibi sonsuz kudrete malik Allah’ın yarattıklarına karşı edilgen bir duruma düştüğü olasılığı akla gelebilirdi!
Oysa her an diri, uyku ve uyuklama tutmayan, yorgunluk dokunmayan, dinlenmeye ihtiyacı olmayan ve yarattığı her şey üzerinde denetimini sürdüren Yüce Rabbimiz “Faal/etkin” bir ilahtır. Var ettiklerine amacını eksiksiz öğreten Rabbimiz evrendeki her kıpırtıyı Emrullah, İznullah ve Sünnetüllah ölçüleri ile kontrol altında tutmaktadır.
Yaratıp kenara çekilmeyen, daima bir eylemlilik halinde olan Yüce Allah Kainatta hiçbir şeyi başına buyruk bırakmamıştır:
“...Ve (görmezler mi) göklerde ve yerdeki hiçbir şey Allah’ın iradesine karşı gelemez; çünkü O, herşeyi bilendir ve Kadîr’dir/gücünde sınırsızdır” (Fâtır,35/44.)
Kur’an’da nizam fikri yaratıcının birliğine bağlanmıştır. Bütün alemde her yaratılmışa kânûniyet yaratılışı esnasında konmuştur. Ancak Allah istediği an fiziksel kanunlarda, egemenliğinin bir nişanesi, hakimiyetinin bir belirtisi olarak değerlendirebileceğimiz değişiklikler yapabilme hakkına sahiptir. Tabii ki istisnai değişiklikler bile Allah’ın izniyle olabilmektedir. Çünkü her şeyin denetimi O’nun elindedir; hiçbir şey O’nun izni olmaksızın harekete geçememektedir.
Sünnetullah dünyanın dışı ve yer yüzü ile ilgili kanunlarının Kur’an’daki ismi değildir. Kur’an’da fiziksel yasalarla ilgili kavram sünnetullah değil, emr ve izn’dir. Kur’an fiziksel olaylara Allah’ın emri demiştir. Ateşin yakması, suyun kaldırma gücü, akyuvarların görevleri hep ilahi bir “emr” ile olmaktadır. Örneğin Hz. İbrahim’i yakmama iznini ateşe emr ile Allah Teala bildirmiştir. Normal şartlardaki görevi yakmak olan ateş ilahi emr ile bu görevini başka bir biçimde yakmayarak yerine getirmektedir.
Puthane’ye girip hepsini yerle bir eden ve baltayı da en büyüğünün eline veren İbrahim peygamberin toplumun aklî yeteneklerini harekete geçirme çabası bir an fayda verir gibi olmuştur; ardından kökleşmiş alışkanlıklarının esiri olan halkın tepkisel hareket ettiklerini görmekteyiz. Onlar kısa bir şok halinden kurtulduktan sonra Küfrün önde gelenlerinin şu emri ile karşılaşmışlardır: “Eğer (bir şey yapacaksanız, dediler, “bari onu yakın da, böylece tanrılarınıza arka çıkmış olun! (Ne var ki) Biz “ey ateş! Serin ol! (Kûnû beraden selâmâ!) İbrahim’e dokunma!dedik. Bu arada onlar İbrahim’e tuzak kurmaya çalıştılar; ama Biz onların bütün yapıp ettiklerini boşa çıkardık” (Enbiya,21/68-71.)
Bu ayetteki Ateş’e verilen “Serin ol!” emrini göz ardı eden bazı yorumcular, burada bahsedilenin fiziksel bir ateş değil, İbrahim peygamberin maruz kaldığı “zulüm ateşi” olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu yorumculardan Muhammed Esed, Kur’an Tefsirleri’ne Yahudi Talmut’undaki menkıbelerden materyaller karıştığını söyleyerek, ilahi mesajı rasyonelleştirme kasdı ile şöyle demektedir: “Kur’an’ın hiçbir yerinde fiilen ve maddi varlığı ile ateşe atıldığı ve mu’cizevi bir biçimde ateşin içinde yanmadan tutulduğu ifade edilmemektedir.”
Dp-Esed Muhammed, Kur’an Mesajı, Çev.Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret yayınları, İstanbul, 1999,s.656.
Biz bu yorumun “determinizm”den izler taşıdığını, “Sünnetullah’ın değişmezliği ile ilgili yasa” nın buradaki fiziksel olayla da irtibatlandırıldığını, dolayısı ile yanılgı noktasının buradan kaynaklandığını düşünüyoruz. Çünkü lafzî anlamları mecaza hamletmeyi gerektiren bir mesaj bütünlüğü bulunmadığı ortadayken, bağlam da buna müsaade etmezken “ateş”in fiziksel varlığını göz ardı etmek, mu’cizeleri illa da rasyonalize etmeye çalışmak manasına gelecektir. Öte yandan fiziksel olayların kanunlarının “değişmezlik karakteri” bulunduğuna dair hiçbir Kur’ani karine de yoktur. Tam tersine fiziksel yasaların bazen –istisnai olarak- İznullah’a bağımlı olarak dondurulabileceği mu’cizeyle alakalı ayetler beyan edilmektedir. “kün” emri ile ateş’i yaratan Allah, yine “kün” emri ile ona serin olma izn’ini vermektedir. “Kün” emri Esed’in iddia ettiği gibi insanların tutuşturduğu fitne ateşinin sönmesi için verilmiş bir emirden çok, -Yüce Allah’ın yaratmasıyla alakalı ayetlerde geçtiği üzere- fiziksel bir olaya verilmiş izn’e/Emrullah’a benzemektedir.
Dp-Ateş’e serin ol! Emrinin verildiği İbrahim a’ın kıssasına bir çok ayette değinilmiş farklı bağlamlarda defalarca tekrar edilmiştir: bkz.29/24; 37/97
“Kafirlerin “Hz. İbrahim İçin tutuşturduğu ateş kıssası” bize öğretmektedir ki, tabiattaki kanunlar ve olaylara yol açan sebepler bağımsız değildir. Bir başka deyişle determinizm mutlak değildir. Allah sebeplerin yaratıcısı olduğu için bu sebeplere “dur!” diyebilme hakkına ve iktidarına da sahiptir. Mu’cizelerin böyle bir hikmete binaen gerçekleşmiş olması makul gözükmektedir.
Allah’ın emr’i tüm kainatı kapsayacak şekilde geniştir. Hiçbir şey onun kontrolü dışında değildir. Ancak kainattaki kozmozun, tabiattaki düzenin adı sünnetullah değildir. Kozmik ve Fiziksel işleyişe “sünnetullah” demek bir yanılgıdır. Kozmik alem ve fiziksel alemdeki genel yasalar –ki sebep sonuç ilişkisine göre çalışmaktadırlar- Emrullah’tır, onların istisnaları da yine “kün!” emri ile gerçekleşmiş İznullah’tır.
Sünnetullah ile ilgili ayetler incelendiğinde görülecektir ki sünnetullah toplumsal hareketliliği yön ve biçim veren yasaların adıdır.
Tarih boyunca birçok müslüman düşünür ve müfessiri bu konuda yanılgıya düşüren kendi dönemlerindeki hakim dünya görüşünün paradigmaları olsa gerek?
Örneğin Eş-ari kelamına göre düşünen İmam Gazali kainattaki düzene “adetullah” demiş, işlerin alışkanlık üzere yürüdüğünü, cisimlerin özelliklerinin olmadığını, bunları o anda Allah’ın yarattığını iddia ederek olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini reddedip İndeterminizm anlayışını sahiplenmiştir.
İbn-i Rüşd cisimlerin özelliğinin olduğunu, olaylar arasında sebeblilik bağlantısı bulunduğunu, neden sonuç ilişkisini inkarının ilmi inkar anlamına geldiğini belirtmiştir. Ancak o da Determinizm’e “sünnetullah” diyerek yanılgıya düşmüştür.
Kaynakkkk..............?******
Kur’an’a göre fiziksel olaylarda Determinizm de İndeterminizm de mutlak belirleyici değildir; bütün olaylar Allah’a bağımlı olarak yürümektedir. Fiziksel ve kozmik alemdeki işleyiş yasalıdır. Determinizm/Sebepler sonuç doğururlar, vardır; fakat bazen bu yasalar kısa bir süre için yasa koyucunun denetiminde askıya alınabilir. Ancak “sebepler hiçbir sonuç doğurmaz” anlayışını savunan “İn determinizm” ârızîdir/kısa sürelidir.
Bize göre –zaten materyalistlerin aşkla savundukları- Determinizm, Kainatta cereyan eden olayların Allah ile bağlantısını gevşetmektedir. Öte yandan “İndeterminizm” ise, yasa tanımaz tutumu ile Evren’in mükemmel işleyişini ölçüsüzlükle açıklamaya kalkarak tesadüflere kapı aralamaktadır. Bu yönden iki görüş de zaaflar taşımaktadır.
İslam Kelam geleneğinde Mu’tezile, Determinizm’e yaklaşık görüşler ileri sürerken, Eş’âriler fizisel alemin işleyişi ile alakalı yasaları kabu etmeye yanaşmamışlardır, insanlar da dahil tüm varlığın Allah ile ilişkisini İndeterminizm’e indirgemişlerdir. Yani fiziksel, kozmik ve insanlık alemindeki ilahi müdahalelerin yasalılığını reddetmişlerdir.
Dp-Mu’tezile determinizm’e nasıl evrilmiştir?
Kainatta varlığını sürdürmekte olan fiziksel yasalar Allah’a bağlıdır. Fakat Allah yasaların tahakkümü altında değil, yasalar Allah’ın boyunduruğu altındadır.
Özcesi sünnetullah Allah’ın fiziksel yasalarıyla ilgili değil, tarihsel işleyişi de belirleyen insan toplumlarının hareketleriyle ilgilidir.
II-Toplumsal Olayların Yorumu Meselesi
A-Pozitivistler/ Materyalistler
Sebepleri ilahlaştıran, kanunun yapıcısına değil kendisine bağımsız, özgür bir irade vermeyi yeğleyen bu kesim fiziksel ve toplumsal olayları meydana getirenin determinizm olduğunu iddia ederler.
Dp-pozitivizm, materyalizm, determiniz.....
Bu kesimi temsil eden fizikçiler, sosyal bilimciler her hangi bir olgu ya da olayı yorumlarken Allah ile irtibatını kurmamaya son derece özen gösterirler. Örneğin şehirleri tehdit eden deprem gibi fiziksel boyutuyla toplumsal boyutunun iç içe geçtiği olayları yorumlarken meseleyi fay hatlarına ve çürük yapılaşmaya getirip boğarlar. Fay hatlarının ardındaki yaratıcı gücü ve sosyal hayatta meydana gelen ahlaki çöküntünün felaketlerle ilişkisini görmezden gelirler.
Deprem, su baskını, tufan/tsunami, felaket getiren yağmur, yakıp yıkan kasırgalar gibi insanların alışık oldukları bildik olaylar Materyalistler için sıradandır. Bunların Yaratıcı ile doğrudan ya da dolaylı hiçbir ilgisi yoktur. Oysa Kur’an’da bu türden olaylar, helak gerçeğinin “olağanüstü elçileri” olarak nitelendirilmektedir. Helak dairesinde yer alıp imtihanı en umulmadık bir zamanda sona erenler neye uğradıklarını şaşırdıkları için geride kalan yoldaşlarına hiçbir şey fısıldayamadan öte dünyaya göç etmektedirler. Geride kalanlar için birer ibret olması gereken tabiatın olağanüstü harekete geçişi –aslında gündelik yaşamda alışılagelmiş olağanlıklar da Yaratıcı’nın sonsu kudretinin mükemmel izlerini taşımaktadır ya- Materyalist müşrikler için de mistik inançlar taşıyan müşrikler için de yeterince uyarıcı olamamaktadır. Çünkü kalplerindeki duyarlılıkların sönmüş olması, olayları doğru algılama ve yorumlama imkanını yok etmektedir.
Toplumların başına gelenleri Determinizm’le açıklayan Materyalistler, eylemlerin sonuçlarını ibret gözlüğü ile değerlendiremezler. Çünkü meydana gelen olayların hep kendi kendilerini belirleyen sebepleri vardır. Böyle bir perspektifi/bakış tarzını alışkanlık edinmekten kaynaklanan en temel yanlış; olaylarla Yaratıcı’nın ilişkisini koparmaktır. Yaratıcı’yla münasebeti kopmuş olaylar da artık hiçbir hayranlık uyandırmaz, hiçbir ahlâki sonuç çıkarmayı gerektirmez.
İşte bilinç altı Yaratıcı’ya karşı sorumluluk duygularından uzak bir şekilde oluşmuş Determinist Materyalitler; her hangi bir musibet ve helak ile karşılaştıkları vakit, sağ kalsalar bile olaydan hiçbir ahlaki sonuç çıkarmadıkları için neticeden ibret almazlar. Bütün manevi/ahlaki değerleri ısrarla reddetmeye devam ederler; Be’s’i/ilahi baskını sıradan bir olaymış gibi sunarak, onun sonuçlarını indirgemeci bir tarzda yorumlayarak eski yanlışlarını tekrarlamaya, eski hatalarını sürdürmeye devam ederler. Kendileri gibi ahmakları da peşlerinde ateş’e sürüklerler; tâ ki ölüm her yanlarından kendilerini sımsıkı tutup kuşatıncaya kadar.
“..............Ali imran,3/165.
Allah’ın suçlu topluma yaptığı ani baskından geride kalan kafirler ibret almazlar. Musibet ve helak esnasında güven duygusunun yerini korku ve tedirginlik alır; anlık teslimiyet yerini yeniden isyan ve vurdumduymazlığa bırakır. Çünkü bela esanasında takınılan mütevazi tavır sahtedir; felaket atlatılır atlatılmaz tüm Evren ve içindeki olayların Sonsuz Kudret Sahibi’ne bağımlı olduğu yine unutulur.
Aşağıdaki ayetler be’s’in/ilahi baskının her zaman tüm toplumu kuşatmadığını ifade etmekle birlikte, felakete uğrayan insanlardan zalimlerin musibetten ibret almadıklarını da beyan etmekte ve gafillerin sonunu haber vermektedir:
“Biz senden önceki toplumlara da mesajlarımızı gönderdik ve onları be’sler’e/çeşitli felaketlere, sıkıntılara ve zorluklara uğrattık ki, tevazu ile boyun eğsinler. Ama tarafımızdan takdir edilen bir be’s’e/sıkıntıya uğratıldıkları zaman tevazu’ göstermediler. Tersine kalplerinin katılığı arttı; çünkü şeytan bütün yaptıklarını onlara güzel gösterdi. Sonra kendilerine yapılan uyarıları göz ardı ettiklerinde bütün (güzel) şeylerin kapılarını onlara ardına kadar açtık ve kendilerine bağışlanan şeylerden zevk alarak yararlanmaya devam ederlerken onları apansızın yakaladık; işte o anda bütün ümitlerini kaybettiler.” (En’am,6/42-44.)
Be’s hem musibetlerin hem de helak ile neticelenen ilahi baskınların ilahi kelamdaki adıdır. Yukarıdaki ayetten anladığımız kadarıyla zincirleme bir be’s/ilahi baskın söz konsusu olabilir. Birincisinde hayatta kalması takdir edilenler, imtihanı kazanmak için adeta bir fırsat daha yakalarlar; ne nasihatın ne de musibetin bir fayda vermesi mümkün olmayacak kadar kalpleri katılaşmış olanlar için hiçbir be’s de fayda vermez. Nihayet öncekilerin sonundan ibret almayanlar da yeni bir be’s ile karşılaşırlar. Ne var ki, artık pişmanlıkların, tevbelerin bir faydası olmayacaktır; heyhât geri bir yola girilmiştir.
Bazı insanlardaki hakikate karşı nankörlük öyle onulmaz bir hal almıştır ki, azabı görmek dahi onların yüreklerinde hiçbir kıpırtı oluşturmaz; öylesine katı kalpli, öylesine aymazdırlar ve öylesine sorumluluk bilincinden uzak:
“..... Mü’minûn,23/76.
İlahi baskın esnasında ölürken hataları itiraf edip yalvarmak boşunadır; asla sözünden dönmeyen Sonsuz Kudret Sahibi tarafından karar verilmiştir bir kere. Ye’s/ümitsizlik esnasında izhar edilen iman alametleri geçerli değildir. Çünkü bu korkudan kaynaklanan bir sığınıştır; hem şu an felakete uğrayanlara, daha önce benzer durumlar yaşayanların kıssaları, baskın haberleri ulaştığı halde hiçbir düzelme emaresi göstermeyenlerin suçlarını itiraf edip yakarmalarının bir değeri de yoktur. Mü’min Suresi’nde belirtildiğine göre, imtihan sürecinin sonunda yapılan böylesi sahte tevekkül itirafları Allah katında makbul değildir:
“Ve sonra be’s’i/yaptıklarına karşılık takdir edilen ilahi baskını görünce de: ‘Bir olan artık inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeylere inancımızı terk ettik’ dediler. Fakat be’s’imizin/baskınla gelen cezamızın farkına vardıktan sonra iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. Sünnetullah/Allah’ın kulları için uyguladığı yol yöntem her zaman budur. İşte kafirler orada ebediyyen iflasa sürüklenmiş olarak kala kalırlar.” (Mü’min,40/84-85.)
Musibetten de nasihattan ibret almayanların ruh yapılarıyla ve sonuyla ilgili benzer ayetler için bkz. Bakara, 2/243; A’raf,7/5; Taha,20/128; Secde, 32/26. Bu ayetlerde helak ve musibetle Be’s arasındaki ilişkiyi araştır.......Helak illa da tüm toplumu kuşatır mı? Tüm suçluları yok eder mi?