Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Sünnetullah

hanif_bir_kul

New member
Katılım
22 Mar 2007
Mesajlar
182
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
64
çııÖÖçşıÜü8/25: Sessiz çoğunluk suça gizli onay verdiği için, haksızlığı örgütlemediği halde helak dairesinde yer alabilir. Fitneye karşı yeterince mücadele edemeyişimiz bizi de helak dairesine sokabilir.

Elinden geleni yapan müminler helak dairesinde bulunsalar bile, onlar için helak olmak söz konusu değildir. Çünkü Allah’ın huzuruna ak bir alınla, pak bir yürekle çıkmak demek, kazanmak demektir. Helakta ise ebediyyen kaybetmek amellerin hubûtu/sıfırlanması söz konusudur.
Samiri’nin suçu yüzünden –onu durdurmayan yığınlar- tüm toplumun helak olma riski vardır. Bkz....7/155.

Tarih boyunca iki kutbun savaşımını anlamlandıran, başarıya ya da başarısızlığa yol açan eylemlerin ölçüsü Sünnetullah tarafından belirlenmiştir. Yüce Rabbimiz, İslami Mücadele’nin İlkeleri’ni de Sünnetullah ile karara bağlamıştır. Bu nedenle tarihi anlamak, yorumlamak için, günümüzü değerlendirmek ve kendi konumumuzu, geleceğimizi önceden yorumlayabilmek için “değişmezlik” niteliği olan ilahi yasaları bilmemiz gerekmektedir.
Tarih boyunca Rabbimiz tarafından görevlendirilmiş birçok Elçi yeryüzünde islami mücadele örnekleri sergilemiştir. Bu örnekleri incelediğimizde görürüz ki insanlık için ilahi elçilikle görevlendirilmenin temel şiarı, ne türden olursa olsun Allah’a ortak olmaya çalışan kimselerle cihad etmektir. Mücadele edilen ilahların safına geçmek nasıl ihanetse, mücadelenin usûlî ilkelerini düşmana göreli olarak, makyavelistçe/pragmatik bir tavırla değiştirmek de ihanettir. Çünkü İslami mücadelenin ilkeleri gibi, yöntemin ilkeleri de İslami olmalıdır.
İslami mücadelede hedefe giden yolda bütün araçlar meşru değildir. Mücadelenin seyrine göre araçlar değişebilir. Ancak şeriata uygunluk esastır. Yeryüzünün Allah’a ortaklık taslayan tanrılarına cihad’tan vazgeçmek maslahat değildir. Maslahat içtihadlarla konjönktüre göre cihadın biçimini değiştirmektir. Cihat’tan vazgeçmenin, uzlaşmanın adı maslahat (barış yapmak) değil, müdahane (mücadeleden vazgeçmek) dir.
Yönteminin de islami olması ve sonuna kadar mücadeleden vazgeçmemesi gereken tevhidi bir hareketin tek hedefi dünyevi zaferler kazanmak olmamalıdır. Tevhid peygamberlerinin kıssalarına baktığımızda hepsinin dünyevi zaferler elde edemediklerini görmekteyiz. Bu durum onların Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmedikleri anlamına gelmez. Örneğin Hz. Süleyman, Hz. Davut gibi son derece muktedir hükümdar peygamberler olduğu gibi, Hz. İsa gibi öldürülmek istenen bu yüzden de mücadelesini dünyevi bir zaferle noktalayamayan peygamberler vardır. Hz. Muhammed (s) gibi birçok zorluklarla karşılaşan fakat hem ilahi vahyin tekâmülle noktalanmasını hem de Nasr’ı (zaferi) dünya gözüyle gören peygamberleri birer numune olarak Kur’an-ı Kerim bize anlatmaktadır. Burada önemli olan Allah’ın rızasını kazanmaktır. Neden zafer kazanmadığımızdan değil, olanaklarımızı neden Allah için feda etmediğimizden sorulacağız.
Temel amaç dünyevi zaferler elde etmek değil de Rabbani rızayı kazanmak ise, belli çıkarlar geçici mevziler elde etmek için müslüman onuruna islam’ın ilkelerine aykırı ilişkilere girmek doğru değildir.
Her şeyi bir ölçüye göre yaratan Allah tesadüfe yer vermeyecek kadar tüm varlığa hakimdir. İnsanlık tarihinin işleyişiyle ilgili Allah’ın takdirlerinde de asla belirsizlik yoktur. O her şeyi yasalarla idare etmektedir. Tarihsel-toplumsal işleyişin yasalarını bilip ona göre hareket etmek mü’minlerin bireysel ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için elzemdir.

Çünkü Allah’ın değişmez sünneti yasalarının uygulanışında hiçbir topluluğa ayrıcalık tanımamaktadır.
İslami bir mücadelenin ve İslamilik iddiasındaki bir hareketin ilkeleri kadar usulünün de islami olması şarttır. İslami hareketin usulü tabii ki Kur’an’dan elde edilmelidir. Sünnetullah şeklinde kavramsallaşan bu usulle ilgili Kur’an’ın bize söyleyecekleri vardır. Bu çalışmamızın konusu, sünnetullah çerçevesinde islami mücadelenin dikkat etmesi gereken yasalarla ilgilidir.

I- Kur’an’da Sünnetullah’ın Anlam Alanı
Gidişat, çığır, iz, takip edilen yol anlamına gelen Sünnet; her şeyin takdirini belirleyen Allah ile ilişkilendirildiği zaman, Kur’an’da Sünnetullah diye isimlendirilmektedir. Sünnetullah; Yüce Allah’ın yarattığı insan toplumları için belirlediği çığır, hayatın gidiş istikameti anlamını kazanmaktadır. Kısaca insan toplumlarının iradelerinin de bağımlı olduğu, onu hem yönlendiren hem de çeşitli özgürlük imkanları sunan “değişmez, kesin ilahi yasalar” demektir.
Kur’an-ı Kerim’de sünnetullah bağlamında insanlık tarihinin Allah tarafından konulmuş belli yasalar uyarınca işlediği ifade edilmektedir.
Sünnet kelimesi Kur’an’ın 16 yerinde geçmiştir. Bunlardan sekizi Allah lafzı ile terkibe sokulmuştur. Bizim sünnetimiz, öncekilerin sünneti, çizdiğimiz yol gibi terkipleri de vardır.
Dp-Doğrudan doğruya sünnetullah’la ilişkilendirilerek, Sünnet ve terkiplerinden söz edilen on altı ayet şunlardır:a) Tekil olarak Sünnet:İsra,17/77. b)Sünen(Sünnetin çoğulu, yani Sünnetler: Ali imran,3/137; Nisa,4/26. c)Sünnetü’l-Evvelîn; öncekilerin sünnetleri: Enfal,8/38; Hicr,15/13; Kehf,18/55. d) Sünnetüna; Bizim sünnetimiz: İsra,17/77. e)Sünnetullah; Allah’ın sünneti: Ahzab,33/38,62; Fâtır,35/43(iki defa); Mümin,40/85; Fetih,48/23(iki defa).
Allah lafzı ile terkibe sokulmuş sünnet; adet, yol, yöntem, gidiş tarzı anlamlarına gelir. Sünnet bir şeyi sürekli olarak kesintisiz yapmaktır. Sünnetullah ise Allah’ın öteden beri süre gelen, tarihin oluşumunu sağlayan değişmeyen, değişmeyecek olan toplumsal hayatla ilgili yasalarıdır.
Kainatta tesadüfe yer vermeyen Allah yarattığı her şeyin özüne işleyiş biçimini belirleyecek kanunlar koymuştur. Kainatta hiçbir varlık yaratılış özünde yer alan kanunların dışına çıkamaz. Hepsinin bağımlı olduğu ölçüler, takdir edilmiş bir hareket alanı vardır.
Sünnetullahın Kur’an’da geçen bağlamlarına bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sünnetullah’ın evrendeki tüm varlıkların işleyişiyle ilgisi kurulamaz. Çünkü o, sadece insanlarla, insanlık tarihiyle, insanlığın sürdürdüğü toplumsal yaşamın işleyişi ile ilgili Allah’ın değişmez yasalarıdır.

A- Sünnet Kelimesi’nin Kur’an’daki Bağlamları
Kur’an’da Sünnet kelimesinin ilişkilendirildiği terkipler ve ayetlerdeki bağlamları şu şekildedir:
1-Sünen: sünnet kelimesinin çoğuludur. Sünen/Sünnetler; yollar, yöntemler, hayat tarzları anlamında Ali imran Suresi’nde geçmektedir. Bu ayette Allah’ın ayetlerini yalan sayanların kendileri için oluşturdukları hayat tarzlarından dolayı başlarına gelenleri belirleyen değişmez bir yasadan söz edilmektedir:
“Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse yer yüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” ( Ali imran,3/137)
Nisa Suresi’nde ise Sünen/sünnetler; önceki toplumlardan “iyilikten yana tavır belirleyen kimselerin hayat tarzları” ve onlara uygulanan ilahi yasalar anlamında kullanılmaktadır:
“Allah (bütün bunları) size açıklamak, öncekilerin (doğru) hayat tarzlarına sizi yöneltmek ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister; zira Alla her şeyi bilendir; hikmet sahibidir. (Nisa,4/26.)

2-Sünnetül Evvelîn: Lafzen Öncekilerin Sünnetleri demektir. Ayetlerin bağlamı içerisinde “önceki toplumlara uygulanan ilahi yasalar” manasında kullanılmaktadır. Fâtır Sûresi(35),43. ayette iki defa geçen Sünnetullah terkibi ile birlikte aynı ayette Sünnetü’l-Evvelîn’in kullanılmış olması, buradaki eylemin öznesine işaret etmekte ve ilahi vasfının serahatine kanıt olmaktadır:
“(onlara bir uyarıcının gelmiş olması) yer yüzünde böbürlenmelerini arttırdı. (Allah’ın mesajlarına karşı) şeytani itirazlar geliştirme (çaba)larını . Halbuki bütün şeytani tuzaklar sonunda sahiplerini yutar; yoksa onlar önceki (günahkarlar)ın (sürüklendikleri) Sünnet’ten/yoldan başka bir şey mi bekliyorlar? Sünnetullah’ta/Allah’ın tutuğu yol ve yöntemde hiçbir değişiklik göremezsin; evet sen Sünnetullah’ta/Allah’ın tuttuğu yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin.” (Fâtır,35/43.)
Enfal suresi’nde bu terkip Peygamberlere ve onların varisi uyarıcılara karşı inatlaşarak düşmanlığa devam eden, “tevbe etmeye yanaşmayanlara uygulanmış yasalar” anlamında geçmektedir. Bu ilahi kanunların Hz.Muhammed’in peygamberliği sırasında da geçerliliğini koruduğunda dolayı, o günün Kafirlerine yapılan tehditkar bir ikaz eşliğinde dile getirilmektedir:
“Kafirler anlat ki, eğer direnmeyi bırakırlarsa geçmişte olup bitenlerden ötürü kendileri bağışlanacaklar; ama eğer (geçmişteki hatalı tutumlarına) dönecek olurlarsa o zaman geçmişte kendileri gibi olanların Sünnetini/ başlarına gelenleri hatırlat onlara.” (Enfal,8/38)
Sünnetü’l-Evvelîn terkibi Hicr Suresi’nde de “öteden beri değişmeden süregelen ilahi bir kanun”dan bahseden pasaj içinde kullanılmıştır. Buna göre, bütün toplumlar peygamberlerle alay etmişlerdir; Zalimler/ her tür mu’cizeye rağmen yine de imana yanaşmamıştır:
“ Önceki (zalim)lerin Sünneti/izlediği yol (ve bu yolda başlarına gelenler) de nicedir gözlerinin önünde olduğu halde buna inanmazlar. Hatta onlara gökten bir kapı açsaydık ve oraya biteviye yükseliyor olsaydılar, kuşkusuz o zaman da: ‘Bizim düpedüz gözlerimiz bağlandı’ diyeceklerdi. Demek ki, büyülenmiş kimseleriz biz.” (Hicr,15/13-15.)
Kehf suresi(18), 55. ayette de Sünnetü’l-Evvelîn ifadesi, önceki toplumların yanlış alışkanlıklarına dikkat çekmektedir. Buna göre Önceki toplumlarlarla günümüzdekiler aynı hatadan dolayı hidayete ermeden fırsatı tüketerek Ahret’e göçmüşlerdir. Ayet günaha batmışların boş vermişliklerinin, hayatı yeterince ciddiye alıp fırsatları değerlendirmeye çalışmamalarının Hidayet’lerine engel olduğu” şeklindeki bir bağlamda geçmektedir:
“Nitekim kendilerine doğru yol rehberi gelmişken insanları imana erişmekten ve Rablarinden bağışlanma dilemekten alıkoyan yegane tutum, (onarın) önceki (günahkar) toplumlara uygulanan Sünnetin/Süreç yasalarının kendilerine de uygulanmasını ya da (nihai ) azabın öte dünyada başlarına gelmesini beklemeleri değil de nedir?” (kehf,18/55.)

3- Sünnetüna: “Bizim sünnetimiz”. Allah’ın “peygamberleri yurtlarından çıkaranlara uyguladığı helak yasası”ndan söz eden İsra Sûresi(17),77. ayette geçmektedir. Bu ayette iki defa geçen Sünnet kelimesi birincisinde yalın olarak, ikincisinde ise biz anlamına gelen “nahnu” zamiri ile birlikte kullanılmıştır. Fakat her iki eylemin de failinin Allah olması, lafızlar farklı olsa da bahsedilen hakikatin doğrudan Sünnetullah’a ilişkin olduğunu belgelemektedir.
4- Sünnetullah: Allah’ın Sünneti; “Tarih olmuş veya halen yaşayan toplumların varlıklarını sürdürmelerini ya da helak oluşlarını belirleyen ilahi yasalar” demektir.
Sünnetullah’ın lafzî terkibi ile birlikte geçtiği Ahzab Suresi(33),38.ayetin bağlamı “Allah’ın iradesine uygun olan bir tatbikatı konusunda peygamberlere suç isnad edilemeyeceği”ne ilişkindir. Ayette bunun “öteden beri varolan bir yasa olduğu” konusu işlenmektedir.
Aynı Sûrenin 62.ayetinde ise, “münafıklara, kalbinde hastalık bulunduğu için iman’ı içselleştiremeyenlere, şehirde kötü haber yayanlara rağmen, “Allah yolunda yürümekten yılmayan müminlerin sözü edilen gruplara karşı mutlak bir zafer elde edecekleri müjdesi” verilirken, bunun bir Sünnetullah/değişmez ilahi kanun olduğu” vurgulanmaktadır. Önceki toplumlarda ugulanmış bu ilahi yasanın halen devam ettiği, Sünnetullah’da bir değişikliğin olamayacağı” ayetin başında ve sonunda iki defa aynı lafız kullanılarak pekiştirilmektedir.
Sünnetullah terkibi Fâtır Sûresi(35),43.ayette ise iki defa geçmekte, birincisinde “Sünnetü’l-Evvelîn” ifadesi ile aynı hakikat pekiştirilmektedir. Her iki lafzî terkip de “Kötü Tuzağın eninde sonunda sahibine dolanacağı” şeklinde tüm insanlık toplumlarına uygulanmış ve de uygulanacak olan ilahi yasadan söz eden bir bağlam içinde geçmektedir.
Sünnetullah Mü’min Sûresi(40),85.ayette de bir defa kullanılmakta, Be’s’in/Rabbimiz tarafından “suçlulara karşı yapılan ani baskın”ın ardından “iman etmenin geçerli olamayacağı” mesajı verilmektedir. Bu ayette sözü edilen sünnetullah’a göre “değiştirilemeyecek bir felaketin sonucunda, serbest bir seçime dayanmayan bir iman iddiası” geçersizdir. Bu tür iman “Firavun İmanı” diye ünlenmiştir; kişilerin veya toplumların böyle ye’s anında yaptıkları imanın geçersiz olması, Sünnetullah kaidesidir.
Dp-,Firavun imanı makbul değildir. Çünkü ye’s/ümitsizlik esnasında yapılmaktadır; Firavun hakkında verilmiş ilahi hüküm şöyledir: “........ Toplumsal alanda yaşanan ye’s anındaki itiraflar da geçersizdir: “............. Konu ile ilgili olarak verilmiş ilahi hükümler çok sayıda ayette tekrarlanmıştır; musibetler-helaklar esnasında yapılan yakarışların boşa çıkacağı hakkındaki diğer ayetler için bkz.
Sünnetullah; -mushaf sıralaması itibariyle- son olarak Fetih Sûresi(48),23.ayette de iki defa geçmektedir. Bu ayetteki bağlam ise, “sünnetullah’ın tebdil kabul etmeyeceği gerçeğini”n bir kez daha te’yid edilmesiyle birlikte, “Başarının yasaları”yla alakalıdır.

B- Sünnetullah’ın Değişmezlik Karakteri
Ayeti kerimelerde Allah’ın tüm insanlığa uyguladığı yasaların değişmez ve aynı olduğu bildirilmiştir. Allah insanlık tarihinin işleyişiyle ilgili kesin yasalar koymuştur. Bu yasaları kimsenin hatırının lehine de değiştirecek değildir. Kafirler de mü’minler de bu ilahi kanunlara göre sosyal hayat içerisinde yaşar ve insanlık sahnesinde ona göre bir yer edinirler.
Rabbimizin hayatı yararatırken onun özüne koyduğu ve hiç değiştirmediği bu ilahi kanunlar devirden devire, dönemden döneme, toplumdan topluma değişiklik göstermez. Konuyla ilgili ilk akla gelen ilahi kanun; bireylerin ve toplumların yapısını, sürecin gidiş yönünü ve sonucu “irade”nin belirlediği hakikatidir. Buna bağlı olarak “herkese sa’yinin/çalışmasının karşılığı vardır” ölçüsü de insanlık tarihini şekillendiren ilahi yasalardandır.
Kulun Allah’a samimiyetinin ve Kainattaki kendi konumunun bir itirafı, tevazu’nun zirvesi olan Dua da bir tür sa’y iradeli eylemdir. Dua eğer namaz gibi salih amellerle, sabırla birlikte başvurulan bir yöntemse gaybi yardımı beraberinde getirir. Bu Allah’ın değişmez kanunudur. Fakat O kullarının her istediğini yapacak değildir. Çünkü böyle bir durum O’nu etkin bir ilah olmaktan çıkarır; edilgen olmaya götürür.
Kendi benliğimizin yapıp-etmelerimizle bağıntısını, Kainattaki ve yaşadığımız dünyadaki yerimizi doğru bir şekilde tayin etmemizin tek yolu Sünnetullah’ı kavramaktan geçmektedir. Bu kavrayış, verili dünyaya karşı oluşacak bağlılığımızın ve itirazlarımızın da mihenk noktasını oluşturan bir “tarih ve an’ane bilinci” geliştirmenin de tek çaresidir. Değil mi ki, Yüce Allah insanlık tarihi boyunca aynı yasaları toplumlara uygulamış, bu yasalarda tebdil ve tahvil olmamıştır? Öyleyse varoluşumuzu doğru anlamlandırmak ve tabiatımızı bozan her tür şeytani güce karşı öz benliklerimizde ve toplumsal alanda derin bir cihadı kuşanabilmemiz için Sünnetullah’ı en ince ayrıntısına kadar öğrenmemiz elzemdir.
Her şeyin değişime ve dönüşüme uğradığı şu fani dünyada ayaklarımızı güvenlikle basabileceğimiz sabitelerimizin olması, Allah’ın takdirleri ile oluşmuş bu sünnet’i doğru kavramaktan geçmektedir. İşte değişmez bir sünnet:
“Yeryüzünde böbürlenmelerini artırdı, şeytani itirazlar geliştirdi. Halbuki bütün şeytani tuzaklar sadece sahiplerini yutar. Yoksa onlar öncekilere uygulanandan (sünnet-ül evvelin) başkasını mı beklerler? Sen Allah’ın tuttuğu yol ve yöntemde (sünnetullah) hiçbir değişiklik göremezsin. Evet sen, Allah’ın yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin.” (35/Fatır, 43) Sünnetullah’da dönemden döneme, toplumdan topluma değişiklikler beklemek boşunadır. Her topluma uygulanan tatbikat/süreç yasaları aynıdır:
“Daha önce gelip geçenler için Allah’ın tatbik ettiği yol/Sünnetullah budur; ve sen Sünnetullah’da bir değişiklik göremezsin.” (Ahzab,33/62.)
Ayetlerden anlaşılacağı gibi, Allah toplumsal değişimi inkılabı ve ıslahatı değişmez belli yasalara bağlamıştır. Bu yasaların uygulanışında peygamberlere bile bir ayrıcalık tanınmamıştır.
“Elçilerimizden senden önce gönderdiklerimiz için de izlediğimiz yol (sünnet) buydu. Bizim çizdiğimiz yolda bir değişme göremezsin.” (17/İsra 77.)
dp-Allah’ın sünnetinde tatbikatında, tutuğu yol ve yöntemde, toplumsal yaşamın varoluşunu belirleyen süreç kanunlarında tebdil/değişiklik ve tahvil/sapma olmayacağını defalarca tekrarlayan diğer ayetler içi bkz. Enfal,8/38; Hicr,15/13, Kehf,18/55, Fetih,48/23.
Allah’ın sünnetinde değişiklik olmadığı Lut kıssası bağlamında da ifade edilmiştir. Öyle ki, helak edilmesi için şartları olgunlaşmış olan Lut kavmine isabet edecek olan dünyevi azabı İbrahim peygamberin şefaat etme arzusu/şefkatle hareket edip araya girme isteği dahi engelleyememiştir; çünkü Sünnetullah’ta değişiklik olmaz, Allah’ın emrini/yasaları gereği verilmiş kararlarını geri döndürebilecek – ne meleklerden ne de peygamberlerden- hiçbir güç yoktur:
“Böylece İbrahim’in korkusu geçtikten ve kendisine (sözü geçen; oğlu ishak’ın doğumuyla ilgili) müjde verildikten sonra Lût kavmi kavmi hakkında bize yakarmaya başladı. Çünü İbrahim ince ruhlu, yumuşak başlı, çok içli, merhametli ve dönüp dönüp Rabbine yönelmek, O’na yakın olmak isteyen biriydi. (müjdelemek ve helak etmek için Rabbimizin görev verdiği Melek elçiler): ‘Ey İbrahim, vazgeç bu yakarışından!’ dediler. ‘Rabbinin hükmü bir kere gelmiş bulunuyor: artık onlara geri çevrilmez bir azap vaki olacak!” (Hûd,11/74-76.)
Hidayet ve dalalete yol açan sebepler de “değişmez ilahi yasalar”ca hükme bağlanmıştır: “İradeli bir hayat tarzı”. İşte bu nedenle Sosyal Hayat’ın yaratılış amaçlarından biri de insanları iradeli eylemleri için uygun bir vasat oluşturmaktır. Çünkü sosyal yaşamın rengini, kokusunu, biçimini belirleyen insanın “özgür seçimin yeteneği”dir.
İnsanların hidayet de dalalet’i seçebilmeleri için gerekli yetenekler Yaratan Rabbimiz öz benliklerdeki ve çevredeki değişimleri insanların iradelerine bağımlı kılmıştır. Ayrıca iradenin ipotek altına alınması veya zorla bir yöne sevk edilmesi de mümkün değildir. Tabii ki irade’nin bağımlı bulunduğu yasaları yapan Yegane Hüküm Sahibi Rabbimiz, onun yönelişlerini daima denetim altında tuttuğundan dolayı bir başıboşluğun doğması imkansızdır.
İşte sosyal hayatın bu iradeli değişim yasaları nedeniyledir ki, Nuh a kavminin çoğunluğunu -çok istemesine rağmen- hidayete sevk edememiştir. Çünkü tüm insanlar gibi, onun da kendinden menkul olağanüstü bir gücü bulunmamaktadır. O da herkes gibi Allah’ın koyduğu değişmezlik karakteri bulunan yasalara göre çalışmış çabalamış, ancak bir avuç insanın hidayetine vesile olabilmiştir:
“Bunlardan (yeniden dirilmeyi inkar edenlerden) önce Nûh’un kavmi de O’nu yalanlamıştı. Onlar kulumuzu yalanlamışlar ve “O bir delidir!” demişlerdi. (ve bundan dolayı) o kovulup def edilmişti. Bunun üzerine (Nûh) Rabbine: ‘Doğrusu ben yenik düştüm, artık Sen gel ve bana yardım et!” şeklinde yalvardı. Biz de seller gibi akan su ile göğün kapılarını açtık” (Kamer,54/9-11.)
Bir diğer değişmez yasa da hiç kimseye imtihanda ayrıcalık-imtiyaz hakkı verilmemiş olmasıdır. Bu sebeptendir ki, “yeryüzünün halifeleri” olarak yarattığı insanlar için Allah’ın bahşettiği nimetlerden yararlanma konusunda imanlı- imansız ayırımı konulmamıştır. Mesela, ulaşım için gerekli olan kolaylaştırıcı imkanlar –bir diğer ifade ile rüzgarların rahmeti-“halifetü’l-ard/yeryüzünün halifeleri” olan tüm insanlar önünde duran birer ilahi nimettir. Bu nimetin yolları vardır, hareket şekilleri vardır, ilk Emr’i veren Rabbimizin, mu’cize kabilinden “iznullah” ile istisnai bir değişiklik Emr’i olmadığı sürece her yararlanmak isteyene aynı derecede hizmet ederler:
“Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgarları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah’la beraber başka bir tanrı öyle mi? Allah insanların tanrısal nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir.” (Neml,27/63.)

Sünnetullah’ın İslami Mücadele’yle İlgili Ek Yasaları
Tüm insanlık için geçerli olan –kimlik ayırımı gözetilmeden tüm insanlar uygulanan- yasaların yanında bir de müminlerin oluşturduğu mücadele öbekleriyle alakalı ek yasalar vardır. Bu konuyu “Başarının Yasaları” bölümünde geniş olarak izah edeceğimiz için burada daha fazla bilgi vermek tekrara yol açacaktır.

1- Sünnetullah’ın Değişmezliğinin Algılanabilir Hikmetleri
“Ve (bil ki), bütün insanlık sadece bir ümmet/topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı görüşleri benimsemeye başladılar. Şayet (bu konuda) Rabbinin katında önceden belirlenmiş bir kelime/ verilmiş bir karar olmasaydı düştükleri bütün bu ayrılıklar (daha başlangıçta) çözümlenmiş olurdu.” (Yunus,10/19.)
Eğer insanların ihtilaf edecekleri bir toplumsal zemin yaratılmamış olsaydı tek tip bir hayat örneği ortaya çıkacaktı. Yüce Allah İnsanların zihni gelişimlerini ve buna bağlı olarak edimlerini gelişmekten alıkoyacak bir yasayı yürürlüğe koymamıştır. İlâhî Kelimetullah ile toplumsal yaşamın çeşitliliği teminat altına alınmıştır.
Yüce Rabbimiz toplumsal yaşamı insan iradesinin kolaylıkla kullanılabileceği şekilde düzenlemiştir. Öte yandan insan aklını Nübüvvet vahyi ile de destekleyerek hakkı veya batılı seçmeyi ihtiyârî kılmıştır.
Dp-Aşağıdaki ayette Yüce Allah, “ulaşmak isteyen için toplumsal yaşamı Hidayet’e erebilecek imkanlarla donattığını” beyan etmektedir: Bakara,2/213.
İlahi vahye rağmen ihtilaf etmeye devam edenler ise “kıskançlık” nedeni ile bu tutumu tercih etmektedirler; bu türden bir ihtilaf Kur’an’da kınanmakta reddedilmektedir: bkz.Mü’minûn,23/53. dp-
İlk insanlık toplumunda nasıl farklı tercihler ortaya çıktı ise daha sonra gelen –ister içinde peygamber yaşasın isterse yaşamasın- toplumlarda da bir biri ile çatışan anlayış ve görüşler ortaya çıkmıştır; işte bu durum ilahi iradenin izin vermesi ile, “daha önce konulmuş Rabbani bir kanunla” güvence altına alınmıştır.
Dp- İmtihan alanının inandırıcı oluşu için gerekli olan “insanlar arasında görüş farklılıklarının meydana gelmesine elverişli bir sosyal hayat” ile ilgili bkz. Bakara,2/253
“Değişmezlik” vasfının verildiği Sünnetullah yasalarının varlığı da göstermektedir ki, olaylar arasında illiyet bağı vardır. Eşârîler’in iddia ettiği gibi olaylar arasında iktiran/bir sebep-sonuç ilişkisi olmasaydı, Sünnetullah’a “değişmezlik” karakterini Yüce Allah vermezdi.

C- İznullah Bağlamında Sünnetullah’ın Tabii Varlık Alanı ile ilgisi
Kur’an-ı Kerim’de bir yandan âlemde bir nizamdan söz ederken bu nizamın tamamen özerk bir mekanizma, kendi kendine işleyen saat olmadığının da altını çizilmektedir. Çünkü kainatın içindekiler hareketlerinde bağımsız değildir. Yaratıcısına bağımlıdır. Bu konuda emr kavramı Kur’an’da sık sık kullanılmaktadır.
Emr’e verilen istisnai İzn ise, bize evrendeki nedenselliğin mutlak olmadığını belirtmektedir. Zaten eğer nedensellik bağımsız olsaydı, her şeyin sahibi sonsuz kudrete malik Allah’ın yarattıklarına karşı edilgen bir duruma düştüğü olasılığı akla gelebilirdi!
Oysa her an diri, uyku ve uyuklama tutmayan, yorgunluk dokunmayan, dinlenmeye ihtiyacı olmayan ve yarattığı her şey üzerinde denetimini sürdüren Yüce Rabbimiz “Faal/etkin” bir ilahtır. Var ettiklerine amacını eksiksiz öğreten Rabbimiz evrendeki her kıpırtıyı Emrullah, İznullah ve Sünnetüllah ölçüleri ile kontrol altında tutmaktadır.
Yaratıp kenara çekilmeyen, daima bir eylemlilik halinde olan Yüce Allah Kainatta hiçbir şeyi başına buyruk bırakmamıştır:
“...Ve (görmezler mi) göklerde ve yerdeki hiçbir şey Allah’ın iradesine karşı gelemez; çünkü O, herşeyi bilendir ve Kadîr’dir/gücünde sınırsızdır” (Fâtır,35/44.)
Kur’an’da nizam fikri yaratıcının birliğine bağlanmıştır. Bütün alemde her yaratılmışa kânûniyet yaratılışı esnasında konmuştur. Ancak Allah istediği an fiziksel kanunlarda, egemenliğinin bir nişanesi, hakimiyetinin bir belirtisi olarak değerlendirebileceğimiz değişiklikler yapabilme hakkına sahiptir. Tabii ki istisnai değişiklikler bile Allah’ın izniyle olabilmektedir. Çünkü her şeyin denetimi O’nun elindedir; hiçbir şey O’nun izni olmaksızın harekete geçememektedir.
Sünnetullah dünyanın dışı ve yer yüzü ile ilgili kanunlarının Kur’an’daki ismi değildir. Kur’an’da fiziksel yasalarla ilgili kavram sünnetullah değil, emr ve izn’dir. Kur’an fiziksel olaylara Allah’ın emri demiştir. Ateşin yakması, suyun kaldırma gücü, akyuvarların görevleri hep ilahi bir “emr” ile olmaktadır. Örneğin Hz. İbrahim’i yakmama iznini ateşe emr ile Allah Teala bildirmiştir. Normal şartlardaki görevi yakmak olan ateş ilahi emr ile bu görevini başka bir biçimde yakmayarak yerine getirmektedir.
Puthane’ye girip hepsini yerle bir eden ve baltayı da en büyüğünün eline veren İbrahim peygamberin toplumun aklî yeteneklerini harekete geçirme çabası bir an fayda verir gibi olmuştur; ardından kökleşmiş alışkanlıklarının esiri olan halkın tepkisel hareket ettiklerini görmekteyiz. Onlar kısa bir şok halinden kurtulduktan sonra Küfrün önde gelenlerinin şu emri ile karşılaşmışlardır: “Eğer (bir şey yapacaksanız, dediler, “bari onu yakın da, böylece tanrılarınıza arka çıkmış olun! (Ne var ki) Biz “ey ateş! Serin ol! (Kûnû beraden selâmâ!) İbrahim’e dokunma!dedik. Bu arada onlar İbrahim’e tuzak kurmaya çalıştılar; ama Biz onların bütün yapıp ettiklerini boşa çıkardık” (Enbiya,21/68-71.)
Bu ayetteki Ateş’e verilen “Serin ol!” emrini göz ardı eden bazı yorumcular, burada bahsedilenin fiziksel bir ateş değil, İbrahim peygamberin maruz kaldığı “zulüm ateşi” olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu yorumculardan Muhammed Esed, Kur’an Tefsirleri’ne Yahudi Talmut’undaki menkıbelerden materyaller karıştığını söyleyerek, ilahi mesajı rasyonelleştirme kasdı ile şöyle demektedir: “Kur’an’ın hiçbir yerinde fiilen ve maddi varlığı ile ateşe atıldığı ve mu’cizevi bir biçimde ateşin içinde yanmadan tutulduğu ifade edilmemektedir.”
Dp-Esed Muhammed, Kur’an Mesajı, Çev.Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret yayınları, İstanbul, 1999,s.656.
Biz bu yorumun “determinizm”den izler taşıdığını, “Sünnetullah’ın değişmezliği ile ilgili yasa” nın buradaki fiziksel olayla da irtibatlandırıldığını, dolayısı ile yanılgı noktasının buradan kaynaklandığını düşünüyoruz. Çünkü lafzî anlamları mecaza hamletmeyi gerektiren bir mesaj bütünlüğü bulunmadığı ortadayken, bağlam da buna müsaade etmezken “ateş”in fiziksel varlığını göz ardı etmek, mu’cizeleri illa da rasyonalize etmeye çalışmak manasına gelecektir. Öte yandan fiziksel olayların kanunlarının “değişmezlik karakteri” bulunduğuna dair hiçbir Kur’ani karine de yoktur. Tam tersine fiziksel yasaların bazen –istisnai olarak- İznullah’a bağımlı olarak dondurulabileceği mu’cizeyle alakalı ayetler beyan edilmektedir. “kün” emri ile ateş’i yaratan Allah, yine “kün” emri ile ona serin olma izn’ini vermektedir. “Kün” emri Esed’in iddia ettiği gibi insanların tutuşturduğu fitne ateşinin sönmesi için verilmiş bir emirden çok, -Yüce Allah’ın yaratmasıyla alakalı ayetlerde geçtiği üzere- fiziksel bir olaya verilmiş izn’e/Emrullah’a benzemektedir.
Dp-Ateş’e serin ol! Emrinin verildiği İbrahim a’ın kıssasına bir çok ayette değinilmiş farklı bağlamlarda defalarca tekrar edilmiştir: bkz.29/24; 37/97
“Kafirlerin “Hz. İbrahim İçin tutuşturduğu ateş kıssası” bize öğretmektedir ki, tabiattaki kanunlar ve olaylara yol açan sebepler bağımsız değildir. Bir başka deyişle determinizm mutlak değildir. Allah sebeplerin yaratıcısı olduğu için bu sebeplere “dur!” diyebilme hakkına ve iktidarına da sahiptir. Mu’cizelerin böyle bir hikmete binaen gerçekleşmiş olması makul gözükmektedir.
Allah’ın emr’i tüm kainatı kapsayacak şekilde geniştir. Hiçbir şey onun kontrolü dışında değildir. Ancak kainattaki kozmozun, tabiattaki düzenin adı sünnetullah değildir. Kozmik ve Fiziksel işleyişe “sünnetullah” demek bir yanılgıdır. Kozmik alem ve fiziksel alemdeki genel yasalar –ki sebep sonuç ilişkisine göre çalışmaktadırlar- Emrullah’tır, onların istisnaları da yine “kün!” emri ile gerçekleşmiş İznullah’tır.
Sünnetullah ile ilgili ayetler incelendiğinde görülecektir ki sünnetullah toplumsal hareketliliği yön ve biçim veren yasaların adıdır.
Tarih boyunca birçok müslüman düşünür ve müfessiri bu konuda yanılgıya düşüren kendi dönemlerindeki hakim dünya görüşünün paradigmaları olsa gerek?
Örneğin Eş-ari kelamına göre düşünen İmam Gazali kainattaki düzene “adetullah” demiş, işlerin alışkanlık üzere yürüdüğünü, cisimlerin özelliklerinin olmadığını, bunları o anda Allah’ın yarattığını iddia ederek olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini reddedip İndeterminizm anlayışını sahiplenmiştir.
İbn-i Rüşd cisimlerin özelliğinin olduğunu, olaylar arasında sebeblilik bağlantısı bulunduğunu, neden sonuç ilişkisini inkarının ilmi inkar anlamına geldiğini belirtmiştir. Ancak o da Determinizm’e “sünnetullah” diyerek yanılgıya düşmüştür.
Kaynakkkk..............?******
Kur’an’a göre fiziksel olaylarda Determinizm de İndeterminizm de mutlak belirleyici değildir; bütün olaylar Allah’a bağımlı olarak yürümektedir. Fiziksel ve kozmik alemdeki işleyiş yasalıdır. Determinizm/Sebepler sonuç doğururlar, vardır; fakat bazen bu yasalar kısa bir süre için yasa koyucunun denetiminde askıya alınabilir. Ancak “sebepler hiçbir sonuç doğurmaz” anlayışını savunan “İn determinizm” ârızîdir/kısa sürelidir.
Bize göre –zaten materyalistlerin aşkla savundukları- Determinizm, Kainatta cereyan eden olayların Allah ile bağlantısını gevşetmektedir. Öte yandan “İndeterminizm” ise, yasa tanımaz tutumu ile Evren’in mükemmel işleyişini ölçüsüzlükle açıklamaya kalkarak tesadüflere kapı aralamaktadır. Bu yönden iki görüş de zaaflar taşımaktadır.
İslam Kelam geleneğinde Mu’tezile, Determinizm’e yaklaşık görüşler ileri sürerken, Eş’âriler fizisel alemin işleyişi ile alakalı yasaları kabu etmeye yanaşmamışlardır, insanlar da dahil tüm varlığın Allah ile ilişkisini İndeterminizm’e indirgemişlerdir. Yani fiziksel, kozmik ve insanlık alemindeki ilahi müdahalelerin yasalılığını reddetmişlerdir.
Dp-Mu’tezile determinizm’e nasıl evrilmiştir?
Kainatta varlığını sürdürmekte olan fiziksel yasalar Allah’a bağlıdır. Fakat Allah yasaların tahakkümü altında değil, yasalar Allah’ın boyunduruğu altındadır.
Özcesi sünnetullah Allah’ın fiziksel yasalarıyla ilgili değil, tarihsel işleyişi de belirleyen insan toplumlarının hareketleriyle ilgilidir.

II-Toplumsal Olayların Yorumu Meselesi
A-Pozitivistler/ Materyalistler
Sebepleri ilahlaştıran, kanunun yapıcısına değil kendisine bağımsız, özgür bir irade vermeyi yeğleyen bu kesim fiziksel ve toplumsal olayları meydana getirenin determinizm olduğunu iddia ederler.
Dp-pozitivizm, materyalizm, determiniz.....
Bu kesimi temsil eden fizikçiler, sosyal bilimciler her hangi bir olgu ya da olayı yorumlarken Allah ile irtibatını kurmamaya son derece özen gösterirler. Örneğin şehirleri tehdit eden deprem gibi fiziksel boyutuyla toplumsal boyutunun iç içe geçtiği olayları yorumlarken meseleyi fay hatlarına ve çürük yapılaşmaya getirip boğarlar. Fay hatlarının ardındaki yaratıcı gücü ve sosyal hayatta meydana gelen ahlaki çöküntünün felaketlerle ilişkisini görmezden gelirler.
Deprem, su baskını, tufan/tsunami, felaket getiren yağmur, yakıp yıkan kasırgalar gibi insanların alışık oldukları bildik olaylar Materyalistler için sıradandır. Bunların Yaratıcı ile doğrudan ya da dolaylı hiçbir ilgisi yoktur. Oysa Kur’an’da bu türden olaylar, helak gerçeğinin “olağanüstü elçileri” olarak nitelendirilmektedir. Helak dairesinde yer alıp imtihanı en umulmadık bir zamanda sona erenler neye uğradıklarını şaşırdıkları için geride kalan yoldaşlarına hiçbir şey fısıldayamadan öte dünyaya göç etmektedirler. Geride kalanlar için birer ibret olması gereken tabiatın olağanüstü harekete geçişi –aslında gündelik yaşamda alışılagelmiş olağanlıklar da Yaratıcı’nın sonsu kudretinin mükemmel izlerini taşımaktadır ya- Materyalist müşrikler için de mistik inançlar taşıyan müşrikler için de yeterince uyarıcı olamamaktadır. Çünkü kalplerindeki duyarlılıkların sönmüş olması, olayları doğru algılama ve yorumlama imkanını yok etmektedir.
Toplumların başına gelenleri Determinizm’le açıklayan Materyalistler, eylemlerin sonuçlarını ibret gözlüğü ile değerlendiremezler. Çünkü meydana gelen olayların hep kendi kendilerini belirleyen sebepleri vardır. Böyle bir perspektifi/bakış tarzını alışkanlık edinmekten kaynaklanan en temel yanlış; olaylarla Yaratıcı’nın ilişkisini koparmaktır. Yaratıcı’yla münasebeti kopmuş olaylar da artık hiçbir hayranlık uyandırmaz, hiçbir ahlâki sonuç çıkarmayı gerektirmez.
İşte bilinç altı Yaratıcı’ya karşı sorumluluk duygularından uzak bir şekilde oluşmuş Determinist Materyalitler; her hangi bir musibet ve helak ile karşılaştıkları vakit, sağ kalsalar bile olaydan hiçbir ahlaki sonuç çıkarmadıkları için neticeden ibret almazlar. Bütün manevi/ahlaki değerleri ısrarla reddetmeye devam ederler; Be’s’i/ilahi baskını sıradan bir olaymış gibi sunarak, onun sonuçlarını indirgemeci bir tarzda yorumlayarak eski yanlışlarını tekrarlamaya, eski hatalarını sürdürmeye devam ederler. Kendileri gibi ahmakları da peşlerinde ateş’e sürüklerler; tâ ki ölüm her yanlarından kendilerini sımsıkı tutup kuşatıncaya kadar.
“..............Ali imran,3/165.
Allah’ın suçlu topluma yaptığı ani baskından geride kalan kafirler ibret almazlar. Musibet ve helak esnasında güven duygusunun yerini korku ve tedirginlik alır; anlık teslimiyet yerini yeniden isyan ve vurdumduymazlığa bırakır. Çünkü bela esanasında takınılan mütevazi tavır sahtedir; felaket atlatılır atlatılmaz tüm Evren ve içindeki olayların Sonsuz Kudret Sahibi’ne bağımlı olduğu yine unutulur.
Aşağıdaki ayetler be’s’in/ilahi baskının her zaman tüm toplumu kuşatmadığını ifade etmekle birlikte, felakete uğrayan insanlardan zalimlerin musibetten ibret almadıklarını da beyan etmekte ve gafillerin sonunu haber vermektedir:
“Biz senden önceki toplumlara da mesajlarımızı gönderdik ve onları be’sler’e/çeşitli felaketlere, sıkıntılara ve zorluklara uğrattık ki, tevazu ile boyun eğsinler. Ama tarafımızdan takdir edilen bir be’s’e/sıkıntıya uğratıldıkları zaman tevazu’ göstermediler. Tersine kalplerinin katılığı arttı; çünkü şeytan bütün yaptıklarını onlara güzel gösterdi. Sonra kendilerine yapılan uyarıları göz ardı ettiklerinde bütün (güzel) şeylerin kapılarını onlara ardına kadar açtık ve kendilerine bağışlanan şeylerden zevk alarak yararlanmaya devam ederlerken onları apansızın yakaladık; işte o anda bütün ümitlerini kaybettiler.” (En’am,6/42-44.)
Be’s hem musibetlerin hem de helak ile neticelenen ilahi baskınların ilahi kelamdaki adıdır. Yukarıdaki ayetten anladığımız kadarıyla zincirleme bir be’s/ilahi baskın söz konsusu olabilir. Birincisinde hayatta kalması takdir edilenler, imtihanı kazanmak için adeta bir fırsat daha yakalarlar; ne nasihatın ne de musibetin bir fayda vermesi mümkün olmayacak kadar kalpleri katılaşmış olanlar için hiçbir be’s de fayda vermez. Nihayet öncekilerin sonundan ibret almayanlar da yeni bir be’s ile karşılaşırlar. Ne var ki, artık pişmanlıkların, tevbelerin bir faydası olmayacaktır; heyhât geri bir yola girilmiştir.
Bazı insanlardaki hakikate karşı nankörlük öyle onulmaz bir hal almıştır ki, azabı görmek dahi onların yüreklerinde hiçbir kıpırtı oluşturmaz; öylesine katı kalpli, öylesine aymazdırlar ve öylesine sorumluluk bilincinden uzak:
“..... Mü’minûn,23/76.
İlahi baskın esnasında ölürken hataları itiraf edip yalvarmak boşunadır; asla sözünden dönmeyen Sonsuz Kudret Sahibi tarafından karar verilmiştir bir kere. Ye’s/ümitsizlik esnasında izhar edilen iman alametleri geçerli değildir. Çünkü bu korkudan kaynaklanan bir sığınıştır; hem şu an felakete uğrayanlara, daha önce benzer durumlar yaşayanların kıssaları, baskın haberleri ulaştığı halde hiçbir düzelme emaresi göstermeyenlerin suçlarını itiraf edip yakarmalarının bir değeri de yoktur. Mü’min Suresi’nde belirtildiğine göre, imtihan sürecinin sonunda yapılan böylesi sahte tevekkül itirafları Allah katında makbul değildir:
“Ve sonra be’s’i/yaptıklarına karşılık takdir edilen ilahi baskını görünce de: ‘Bir olan artık inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeylere inancımızı terk ettik’ dediler. Fakat be’s’imizin/baskınla gelen cezamızın farkına vardıktan sonra iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. Sünnetullah/Allah’ın kulları için uyguladığı yol yöntem her zaman budur. İşte kafirler orada ebediyyen iflasa sürüklenmiş olarak kala kalırlar.” (Mü’min,40/84-85.)
Musibetten de nasihattan ibret almayanların ruh yapılarıyla ve sonuyla ilgili benzer ayetler için bkz. Bakara, 2/243; A’raf,7/5; Taha,20/128; Secde, 32/26. Bu ayetlerde helak ve musibetle Be’s arasındaki ilişkiyi araştır.......Helak illa da tüm toplumu kuşatır mı? Tüm suçluları yok eder mi?
 

hanif_bir_kul

New member
Katılım
22 Mar 2007
Mesajlar
182
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
64
B-Din Üzerinden Materyalizm
Bu kesimin de öncekilerden fazla bir farkı yoktur. Ateist jeologlara cevap yetiştirme telaşı ile ya ahlaki boyutu tamamen gözden kaçırırlar. Fravunun Haman’lığını ve müşriklerin Samiri gibi kara propaganda gücünü temsil eden bu zevata göre, fiziksel ve toplumsal yaşamdaki olayların sebepleri vardır. Her şey bu sebepler etrafında cereyan etmektedir.
Eşyanın işleyiş yasalarının tanrıyla ilişkisini onun elini kolunu bağlayacak tarzda yorumlayan bu tip insanlar sürekli oluşum halindeki kevni olayları “saat gibi kurulmuş gibi” algılamaktadırlar. Bu kesimin temel yanılgısı Allah’
ın yarattıklarıyla ilişkisini durağan “olmuş bitmiş” bir eylem gibi algılamaktan kaynaklanmaktadır.
Pozitivistlerin tezlerine dini kılıf geçirip pazarlayan böyle kimseler aslında kavimlerin başına gelen musibet ve helakların onların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden geldiğini iyi bilmektedirler. Fakat zalimi değil, mazlumu suçlamaktan Allah’
ı değil Tağut’u razı etmekten büyük servetler ve haksız makamlar elde etmektedirler.
Din üzerinden maddecilik yapanlar felsefi ifadesiyle bir tür deisttirler. Yani yaratıp kenara çekilen, işlerini idare etmekten aciz bir ilah tasavvurunu savunmuş olmaktadırlar. Bu da Allah’
ı gerektiği gibi takdir etmekten imtina anlamına gelmektedir.
İnsan fıtratını iyiye ve kötüye meyilli olarak yaratan Rabbimiz gönderdiği elçilere hem Hakk’
ın ne olduğunu göstermiş hem de başına buyruk hareket etmek isteyenleri uyarmıştır.
Elçileri uyarı için görevlendirmek, melek elçilerle mesajlar indirmek, ilahi yardımlar ve helaklar yurdu olan dünya hayatına –tarihe ve topluma- bir müdahale şeklidir. Fakat bu müdahale imtihan gerçeğini bozmayacak bir karakter arz etmektedir. Rabbimiz eğlence olsun diye yaratmadığı insan yaşamıyla ilk insanın ilk yaşam tecrübesiyle birlikte ilgili olmuştur. Çünkü O, kenara çekilip tatile çıkan, olup bitene seyirci kalan bir ilah değildir.
Toplumsal yaşamda ortaya çıkan siyasal, yasal ve ekonomik alanlarda ortaya çıkan Hak-Batıl mücadelesinde tarafsız değildir. O, daima adil bir şekilde -sınava şartlarını bozmayacak şekilde- kendi yandaşlarının (Hakk cephesinde yer alanların) yanında olmuştur.
Batıl cephesinde yer alanların sözde dostu, yar ve yardımcısı ise, onları Ateş’in kenarında kendi başlarına bırakıp terk edecek olan Şeytan’dır.
Yüce Allah’
ın taraf oluşunu müminlere yardım etmek, kafirlere dünya ve ahiret azabı vermek suretiyle göstermektedir. Müminlere dünyada ve ahirette yardım etmek, Yüce Allah’ın üzerine aldığı bir görevdir.
Dp-Nusretini mütevazi kullarının üzerinden esirgemeyen Rabbimizin elçilerine ve onların taraftarlarına yardım etmeyi va’d ettiğine ilişkin bir kısım ayet için bkz.8/26,40, 12/110, 37/171-173, 40/51, 72/24-25.
Kafirlerin başlarına gelen çeşitli musibetler ve helak türleri hem dünyayı hem de ahireti kuşatan bir mahiyette olup, Kur’an’da azap diye isimlendirilmektedir.
Kafirlerle birlikte müminleri de -imtihan amacıyla- kuşatan musibetler, helaklar, Allah’
ın görünmez askerleri olan meleklerle gelen ilahi yardımlar Yaratıcı’nın yarattıklarıyla ilişkisinin sürekliliğini göstermekte olup, Kıyamet’e kadar kesintisiz bir münasebetin var olacağını gösteren Kur’ânî delillerdir.


C-Allah’
ı Gereğince Takdir Edemeyenler
Fiziksel ve toplumsal olayların nasıl yorumlanacağı aslında onların yegane yaratıcısı olan Allah’
ı gereğince takdir edip edememekle alakalıdır. Yüce Allah yarattıklarıyla daima ilgili olan bir ilahtır. Uyumaz, uyuklama tutmaz; sürekli faaldir, kenara çekilip olan bitene seyirci kalmaz.
Zaten kendi yarattıklarına sözü geçmeyen onlar üzerindeki kontrolünü kaybetmiş –ya tesadüflerin belirleyiciliğinin egemenliğine, ya da determinal zorunlulukların baskısına boyun eğmiş- bir ilah tasavvuru İslam’
ın Tevhid Akidesi’ne aykırıdır.
Öte yandan nedenlerle sonuçlar arasında bağ kurmayı küçümseyenler de aslında Pozitivistlerin temsil ettikleri ifratın bir başka handikapına düşmekte, tefrite sapmaktadırlar. Çünkü Kainat’taki olayların belli ölçüleri yoksa, onları ya tesadüflerin belirlediğini kabul etmek gerekir –ki bu her tür aşkın ilah inancını inkar anlamına gelir- ya da başına buyruk ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir ilah anlayışını savunmak manasına gelir. Her ikisi de Kur’an ile bizlere kendini tanıtan Rabbimizin sıfatlarına uygun bir tasavvur değildir. O, yarattıklarıyla ilişkisini takdir ve tayin eylerken kendi egemenlik hakkını hiç kimseye çiğnetmediği gibi, varlık sahnesine çıkardıklarına da zulm etmez.
Yarattıklarının özüne varoluş gayelerine ilişkin gerekli emirleri yerleştiren Rabbimiz hiçbir şeyi başına buyruk bırakmamış, boş yere yaratmamış, varlıkları yarattıktan sonra da determinal kanunların boyunduruğuna terk edip onlarla ilişkisini koparmamıştır.
Bütün kemal sıfatlarını kendinde toplayan Yüce Allah sanatını da en güzel şekilde yapar. O’nu başına buyruk hareket eden serserilerle, Alaeddin’in sihirli lambasında cinle ve olağandışı işler yapan sihirbazlarla karıştıranlar, Rabbimizin mükemmel bir şekilde işleyen Kainattaki düzenini de onların yaratıcısını da anlamaktan aciz cahil kimselerdir.
Evet Rabbimiz Evren’de gerçekleşen tüm olayların yaratıcısı ve failidir. Fakat O tüm fiillerini en mükemmel ölçülere göre icra ettiği için, tefekkür ve idrak ehlini hayran bırakan sistemler, belli bir kaide ve kurala göre işlemektedir. Yine yerin altında ve yerin üstünde gerçekleşen tüm olaylar, belli bir düzen ve intizamın ürünüdür.
O halde bu nizamın belli bir kaide ve kurallara dayalı olması, Rabbimizin onlar üzerindeki tasallutunu engellemez. Bazı “dini bütün kesimler” fiziksel olayların kaidelerini reddetmeyi bir marifet saymaktadırlar. Mesela, depremlerin fay hatlarına bağlı olarak meydana geldiğini söylemenin sanki Allah’
ın onlar üzerindeki rolünün olmadığı şeklinde algılamaktadırlar.
Oysa fay hatlarını da yağmur yüklü bulutları da yaratan Allah, onları kendi takdir ettiği ölçülerle donatmıştır. İkinci bir emre açık olan bu türden olaylar üzerinde Rabbimizin mutlak bir hakimiyeti vardır. Kısaca, fiziksel yada toplumsal olayları meydana getiren amillerin yasalarını bilmek, Allah’
ın onları üzerindeki rolünü küçümsemek manasına gelmez.

D-Tüm Evren’deki Olayları Takdir Ve Tayin Eyleyen Allah’tır
Bize göre; Kur’an’
ın tanıttığı ilah işlerini okus-pokusla yapan, hiçbir kaide ve kural tanımayan bir ilah değildir. Allah belli ölçüler koyan, yarattıklarını onlara göre yöneten, kendi koyduğu kaidelere de mahkum olmayan bir ilahtır. Mesela, depremi yer altında meydana getiren fay hatlarıdır; fakat fay hatlarına hareket emrini veren, onları mükemmel bir şekilde yöneten de Allah Teâlâ’dır. Bütün nedenlerin yaratanı Allah’tır. Depremi fay hatlarıyla izah etmek tutarlı bir teori olabilir. Ama Allah’ın izni olmadan hiçbir çiğ tanesi oluşamaz, hiçbir yaprak kımıldayamaz, hiçbir fay hattı deprem üretemez. Pozitivistlerin gözden ırak tutmak istedikleri olaylarla Allah Teala’nın irtibatıdır.
Dünyanın içinde ve dışında gerçekleşen bütün hareketler Allah’
ın sonsuz kudretinin tanıkları olan ayetlerdir. İlahi hakikatin neliğine ilişkin yeterince kanıtlar üretmeye elverişli olan evrenin eşsiz bucaksız ufukları, selim bir akılla hikmetli bir değerlendirme çabası içinde olan kimseler için kâfî miktarda veri sağlamaktadır. Yerin altında ve üstünde, yakın göğün atmosferinde ve uzak gezegenlerde cereyan eden mükemmel olayların kendinden menkul –kendi içinde bağımsız iradeli fiiller üretme kabiliyetine sahip- olduklarını iddia etmek, sebepleri Allah’a eş koşmak manasına gelmektedir.
Oysa sebepleri de yaratan, sebeplerin hasıl ettiği olayların meydana gelmesini de sağlayan kudret tahtının sahibi, yarattıkları üzerindeki egemenliğinde boşluk oluşmasına izin vermesi düşünülemeyecek olan Allah’tır. O, hem işleyiş kurallarını takdir ile, hem de tayin ettiklerini kontrol ederek, mahlukatı kendi denetimi altında tutmaktadır.
Kur’an’
ın bize tanıttığı Allah, izni dışında hiçbir şeye izin vermeyen sonsuz kudret sahibi, hakimiyetinde otorite boşluğuna izin vermeyen bir ilahtır. O halde fay hattında depreme yol açacak kadar atom bombaları etkisinde patlamalar olmasının Allah’ın bilgisi ve onayı dışında gerçekleştiğini iddia etmek doğru değildir. Bu türden olayları açıklarken sebeplerin tesadüfen işlediğini iddia eden Materyalistler de, yasaların kendi haline bırakıldığını iddia eden Din üzeinden materyalizm yapan deistler de yanılgı içindedir.
Deizm’in tanımı.........dipnot
Yaratılan her şey Allah’
ın emri ve izni doğrultusunda belli bir gayeye yönelik olarak hareket etmektedir. Tesadüfle açıklanabilecek hiçbir olgu ve oluşum düşünelemez. Öyleyse Yaratıcı’nın rahmetinin sonsuz belirtileri olan doğal olayların da, deprem, baskın v.b afetler şeklinde tezahür eden olağanüstü helak türlerinin de bir gayesi vardır. Alışılagelmiş olayların da olağanüstü sıfatını hak eden olayların da Yaratcı’nın sonsuz kudretine tanıklık etmekten başka bir amacı yoktur. Rahman’ın ayetleri olarak amaç, O’nun rahmet rüzgarları olarak esmek veya suçluları cezalandırmada elçilik etmektir.

Sözü daha fazla uzatmak yersizdir. Çünkü zaten bu çalışmanın amacı, Evren’de meydana gelen tüm olayları selim bir akılla nasıl algılayıp yorumlayacağımıza ilşkin Kur’an’
ın rehberliğinde doğru bir perspektif kazanmaktır.


III- Sünnetullah’tan Yasa Örnekleri
A-Başarının Yasaları
Başarının yasalarını da sonuçlarını takdir eden Yüceler yücesi Rabbimizdir. Emrullah/ilahi karar ve buyruklarla belirlenmiş ölçüler, başarının, muktedir olmanın yasalarını özünde taşımaktadır: “....Maide,5/52.

1-Nüfus Önemli Değil, Nüfuz Önemlidir
“Nice az topluluk çoğunluğa galip gelmiştir” başarının temel yasalarındandır. Bir başka deyişle “niteliğin niceliğe egemenliği” Sünnetullah’
ın esaslarındandır. Sünnetullah’ın başarının gerekleri ile alakalı şartlarını yerine getirenler az sayıda da olsa olsalar nüfüz verilmesi, öteden beri gelen değişmez bir yasadır.
Niteliksiz çoğunluğun ciddi bir değeri yoktur. Bu nedenle insan toplumlarında tarih boyunca çoğunluğun sahip olduğu düşünceler değil, örgütlü, kararlı az da olsa Başarı’nın Sünneti’yle alakalı yasalara göre iş yapanlar sonucu belirlemişlerdir.
Zalimlerin Ölüm korkusuyla, kitleleri canlarından etmekle, mallarını yağmalamakla, sürmekle tehdit etmeleri olağandır. Fakat ölüm korkusu ile tüm hareket kabiliyetlerini dumura uğratanların başarı şansları yoktur; insanların çoğunluğu canlarını kaybetmekten korktukları için de manen kendilerini öldürmektedirler. Aşağıdaki ayette bu olguya işaret ederek “çoğunluk olmanın bir değerinin olmadığını, Allah yolunda canlarını vermeye hazır olanların başarıya ereceğini” beyan edilmektedir:
“Sen ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce kişiyi görmedin mi? Ki bu durumda Allah onlara “ölün!” demişti ve sonra da onları hayata geri döndürmüştü. Unutmayın ki Allah, insanoğluna karşı lütfunda sınırsızdır, ancak İNSANLARIN ÇOĞUNLUĞU nankördür. Öyleyse Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.” (Bakara,2/243-244.)

dp-çoğunluk olmanın bir değer ifade etmediği, önemli olanın hakikatin yanında yer almak gerektiği, başarının da nüfusa değil nüfuza göre oluştuğunu bir çok ayette okumaktayız. Mesela, Musa peygamberin kölelikten ve ölümden kurtardığı İsrailoğulları Allah yolunda savaşmakla emr olunduklarında çoğunluğu bu görevi üstlenmekten kaçınmıştır: Bakara,2/246. İnsanların çoğunluğu peygamberlerin getirdiği ilahi mesaja duyarsızdır: “Ve Biz onların(kafirlerin) çoğunda doğru olan şeylere karşı içsel bir bağlılık bulmadık. Tersine onların ÇOĞUNU onmaz günahkarlar olarak bulduk.” (Araf, 7/102.) İnsanları çoğunluğu “her şeyi belirleme ve takdir etme gücünün Allah’
ın elinde olduğunu” bilmezler: bkz. Araf,7/131.
Çoklukla övünmek Tekasür Suresi’nde cahili bir alışkanlık olarak nitelendirilmiştir: “Çoklukla övünmek sizi oyaladı, ölünceye dek. Ama zamanı geldiğinde anlayacaksınız. Evet evet zamanı geldiğinde anlayacaksınız. Hayır (onu) tartışılmaz bir kesinlikle anlayacaksınız. (cehennemin) yakıcı ateşini mutlaka görürsünüz. Sonunda onu kesin bir gözle mutlaka göreceksiniz. Ve o gün hayatın nimetlerine karşı yaptıklarınız) için mutlaka sorguya çekileceksiniz!” ( Tekasür Suresi,102/1-8.)
Talut’un Askerleri’nin Nehir’le imtihanı:
Davud a’
ın ordu komutanı Talut, Calut’un yönettiği düşman ordusu ile savaşmak için yola çıktığında “nehirden su içmeme” konusunda uyarılmışlardı. Bu imtihanda nefsinin arzularını kontrol edemeyenler, denetimi ellerinde bulunduranlara göre çoğunluğu oluşturuyorlardı. Ahiret bilinci olmayan bu çoğunluğun İslam Ordusu’ndan ayrılmalarına rağmen, “Nihai hüküm günü Allah’a kavuşacaklarına gönülden iman edenler” savaşı zaferle bitirmişlerdir. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu olayın zaferle sonuçlanmasını sağlayan yasa Bakara Suresi(2),
249.ayette şöyle ifade edilmektedir: “...Nice küçük topluluklar Allah’
ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir; zira Allah güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir...”
Talut’un Müslüman askerlerinin karşılaştığı benzer bir durum da Peygamberimizin Risalet mücadelesinde Huneyn Günü’nde yaşanmıştı. Mekke’nin fethinden sonra fevc fevc/akın akın müslümanlara katılan niteliksiz çoğunluk –ganimet elde etme imkanını göremeyince- savaş meydanını terk etmişti. İşte ilahi yardım da bu kalplerine iman henüz yerleşmemiş çoğunluk meydanı terk edince gelmiştir.

“Gerçekten de Allah (sayıca az olduğunuz zaman) pek çok savaş meydanında size yardım etmişti; ve Huneyn Günü’nde de o sayıca çokluğunuz sizi kurumlandırdığı ama (tek başına) bir işinize yaramadığı o gün de (öyle yapmıştı); Çünkü yer yüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti de arkanıza dönüp geri çekilmiştiniz. Bunun üzerine Allah Elçisi’ne ve Mü’minler’in içlerine katından bir Sekîne/özgüven aşılayan gaybi nitelikli bir yardım indirmiş, görünmez askerlerle (sizi) desteklemiş ve Kafirler’i azaba uğratmıştı. Ki, bile bile hakkı inkar edenlerin cezası da (her zaman) böyledir zaten!” (Tevbe,9/25-26.)
Benzer vurgular için bkz. Enfal,8/26,60.

Birinci Örnek: Bedir Ashabı Yardım’
ın Gereklerini Yerine Getirmiştir.
Savaş meydanında mücadele esnasında yapılan dua ilahi yardımı getirebilir; yoksa görev ve sorumluluklarımızı oturduğumuz yerde –israiloğulları’nın yaptığı gibi- Allah’a havale ederek değil. Peygamberimizin Bedir kuyularının yanında askerlerini konuşlandırdıktan (tedbirlerini aldıktan ) sonra yaptığı dua, çağları aşan bir örneklik olarak bizlere kadar ulaşmıştır. Rasulullah’
ın “savaş meydanı”ndaki duası elden gelen tüm tedbirlerden sonraki, ilahi yardımdan önceki bir sürece tekabül etmektedir:
“Rabbim! Eğer bir avuç mümine yardım etmezsen senin dini yeryüzünde temsil edip yükseltecek kimse kalmayacak, bunlar bedel ödemeye gelmiş samimi insanlar, onlar kervan”
ı değil ilahi rıza’yı tercih ettiler......”
Peki Tedbir Nedir?
Tedbir her şeyden önce Kur’an’
ı ahlak edinmektir. Huyları vahyin ölçülerine göre oluşmamış bireylerden oluşan bir Ümmet’in başarılı olması mümkün değildir. “Kıskançlık ve Bağy eğilimi”ni ıslah etmeden ümmet’in yek vücut olması ve dolayısıyla başarılı eylemlere koşması mümkün değildir. Çünkü kıskançlık, kalbi öldüren kötü bir huydur. Bağy ise istişare edilmiş konularda Müslüman Emîr’e karşı gelmek, ayrılıkların, parçalanmaların, gücün bölünmesinin temel nedenidir. Casiye Sûresi’nde bu iki kötü huyun Ümmet’in birliğini parçalayacağına, dolayısıyla düşman karşısında başarısızlığa yol açacağına işaret edilmektedir:
“......Casiye,45/17.
Ümmet’in birliğini sağlayacak, mümimlerin kalplerini uzlaştıracak olan temel ölçüler Kur’an şeriatı ile bildirilmiştir. Kur’an’
ın taşıdığı Emrullah, vahdetin ölçülerini bütünüyle ihtiva etmektedir. Öyleyse bu ölçüleri tespit edip, icabettiği gibi davranmak Başarı için ön bir koşuldur.
Hucurat,49/9.
Tedbir’in düşmanın gücü ile birebir orantılı olması gerekmez; ama ma’kul ölçüleri taşıyan bir nitelik taşıması elzemdir. Kitab’a ve Kitap indirilen ölçülerden yoğurulmuş Hikmet’e sahip olan müminler eğer yeterince güç biriktiremezlerse Başarı’yı beklemeleri boşunadır. Çünkü Rabbimiz Kitab’
ı, Mîzan’ı ve Hadid’i/demiri-gücü birlikte elinde tutan İslamî mücadele’lerin başarıya ereceği müjdesini vermektedir.
Mücadelenin asgari şartlarını yerine getirmeyip, görevi Allah’a havale eden müminlere ilahi yardım gelmez. İlahi yardım Kitab’a, Mizan’a/adaleti ikame edebileceğimiz vahyî ölçülere sahip olanların Hadid’e de önem vermesi ile indirilebilir:
“Doğrusu (daha önce de) elçilerimizi (bu) hakikatin bütün kanıtları ile gönderdik; ve onlar aracılığıyla Kitab’
ı/vahyi bağışladık; (ve böylece doğru ile eğriyi ayırt edebilmeniz için size) Mîzan’ı/teraziyi (verdik) ki insanlar adaletle davranabilsinler; ve size içinde müthiş bir güç ve insanlar için bir çok faydaları bulunan Hadid’i/demiri (kullanma yeteneği) bağışladık: (bütün bunlar size verildi ki) Allah O’nun ve elçisinin yolunda yürüyenleri ayrabilsin, (kendisi) insan kavrayışının ötesinde olsa bile. Şüphesiz Allah güçlüdür, kudret sahibidir.” (Hadid,57/25.)
Allah dilemedikçe Kafirler Mü’minlere zarar vermez. Yüce Allah (haşa) bir sihirbaz gibi değil, kendi belirlediği makul yasalar çerçevesinde insan yaşamı ile ilgili iradesini kullanmaktadır. İşte Fussilet Sûresi’nin muhkem beyanları:
“Ve onları iki evrede yedi gök olarak yarattı, her göğe kendi işlevini yükledi. Biz yere en yakın olan gökleri ışıklarla süsledik. Ve onları emniyetli kıldık. İşte bu Kudret Sahibi ve Her Şeyi Bilen’in takdiri/tayin ettiği ölçülere uygun olarak yaptıklarıdır.” (Fussilet, 41/41.)
dp-kozmik ve fiziksel alem’de hiçbir tesadüfen ve kendiliğinden işlememekte, Yüce Rabbimizin takdir ölçüler çerçevesinde yaratılmış olan alemler, yine tayin edilmiş işleyiş yasalarına göre varlığını sürdürmektedirler. Bkz.Fussilet,41/9-13.

İkinci örnek: Huneyn’deki Niceliğin Başarısızlığı:
“Gerçekten de Allah (sayıca az olduğunuz zaman) pek çok savaşta (Bedir gibi) size yardım etmişti; ve Huneyn Günü’nde de, o sayıca çokluğunuz sizi kurumlandırdığı ama (tek başına) pek bir işinize yaramadığı o gün’de (öyle yapmıştı) Çünkü yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti de arkanızı dönüp geri çekilmiştiniz. Bunun üzerine Allah, Elçisi’nin ve müminlerin içlerine katından bir Sekîne indirmiş, görmediğiniz askerlerle (meleklerle) desteklemiş ve Kafirleri azaba uğratmıştı: ki, cezası da böyledir zaten!” (Tevbe,9/25-26.)
Sayısal ve siyasal güçsüzlükten kurtulmanın yolları Sünnetullah ile belirlenmiştir. Huneyn’deki başarısızlığın nedeni, bu yöntemlere uygun bir vasatın oluşturulamamasıdır. İlahi yardımı hak etmek için nankörlük etmemek, alçak gönüllü, şükreden, hayatın nimetlerini bir sınav bilinciyle değerlendirip takdir eden kullardan olmak gerekir. Bize Allah tarafından tevdi edilen vahiy nimeti’ne ve onun yüklediği görevleri ilahi bir emanet olarak görüp, gözümüz gibi bakmak, ödülü Rabbimiz’den beklemek gerekir. Ve ilahi yardımsız hiçbir islami mücadelenin başarıya eremeyeceğini bilmek gerekir. İşte konuyla ilgili Enfal suresi’ndeki Rabbimizin öğütleri:
“Ve yeryüzünde azınlıkta ve çaresiz olduğunuz; insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğunuz günleri hatırlayın ki, derken O sizi himaye etti, yardımıyla güçlendirip destekledi ve geçiminiz için temiz ve hoş rızıklardan bahşetti size, ki sonunda şükredesiniz. (o halde) siz ey imana erişenler, Allah’a ve elçisine karşı haince davranmayın; size tevdi edilen emanete bilerek ihanet etmeyin! Ve bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız sadece bir sınav ve fitne/ayartma’dır. Ve (yine bilin ki) Allah’tır, katında en büyük ecir bulunan!” (26-28.)

2- Mü’minlere İlahi Yardım Sünnetullah Gereğincedir
Mü’minlere yardım etmek tarih boyunca Allah’
ın sünnetinde vardır. Ancak bunun belli koşulları vardır: “Başarı için gerekli şartları yerine getirmek, sağlam bir iman, salih amellerle Allah için kendini feda etmek bilinciyle onun yoluna baş koymak”. İnandıklarını İhlas’la yerine getiren tebliğ, hicret ve cihad gibi eylemlerin öncü şahitleri olan ve bu uğurda Allah’tan başka kimseden çekinmeyenlere hem dünyada hem de Ahiret Günü’nde ilahi yardım sözü verilmiştir.
“Bakın Biz elçilerimizi ve imana ermiş olanları (hem) bu dünya hayatında, hem de bütün şahitlerin hazır bulunacağı Gün’de koruyacağız.” (Mü’min,40/51.)
Rabbimiz bütün peygamberleri ve onlara yardım eden müminleri alemlere üstün getirmiş, şanlarını yüceltmiştir; Ref’ etmiştir. Çok sayıda örnekden biri de Yusuf peygamberle ilgilidir; Yusuf a’a olayların ardındaki gerçekleri bulma, rüyaları yorumlama yeteneği Emrullah ile takdir edilmiştir. O Nübüvvet Vahyi sayesinde kazandığı “adanmışlık bilinci” ile hareket ederek, zîna yapmaktansa zindanda yatmayı tercih etmiştir; bu şekilde Allah yolunda sapmadan yürüyen müminlere görünür görünmez güçlerle yardım etmek Sünnetullah’tır/değişmez bir ilahi yasadır. Yusuf a’a Te’vil el-Ehâdîs Emrullah ile öğretilmiştir. bkz.Yusuf,12/21; Musa a’
ı ölümden kurtaran Yüce Allah, İsa a’ı da ölümden kurtarmıştır; çünkü salih kullarına yardım etmek Allah’ın va’d edilmiş buyruklarındandır.bkz. 28/1-13; Zülkarneyn’in salih amelleri de Emrullah ile kolaylaştırılmıştır; bkz.kehf,18/88.


a) İlahi Bir Yardımı Hak Etmenin Koşulları
sekîne ve nuas/öz güven, iç huzuru sağlayan ilahi rahmetin kimlere ineceğinin ölçüleri bellidir; kimler hak ederse onlara iner: “......Ali imran,3/154.
Gerçekten iman etmek, gönülden Allah’a teslim olmak, yarım gönüllülerin çıkardıkları fitnelerden başarılı ile çıkan (imanını muhafaza eden müminler) er geç kafirlere üstünlük kurarlar; aşağıdaki ayetin beyanından bu müjdeyi okuyalım:
“Öyleyse cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin: Eğer (gerçekten) inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz.” (Ali imran,3/139.)
Gönülden iman edenip aralarına hasetlik sokmayan, meşru otoriteye karşı da bağy tutumu takınmayan müminlere –sayıları az da olsa- yardım etmek, Enfal Suresi’nde beyan edildiğine göre, Yüce Allah’
ın tarih boyunca icra ettiği bir yasa gereğincedir:
“(Ey iman edenler!) Zafer mi istiyordunuz işte ulaştı size zafer. Şimdi eğer günahtan kaçınmak istiyorsanız bu kendi iyiliğinize olacaktır. Yok eğer (günaha geri) dönmek istiyorsanız dönerseniz Biz de (yardım vaadimizden ) geri döneriz; ve (bu durumda) topluluğunuzun size bir yararı olmaz. velev ki sayıca çok da olsanız. Çünkü bilin ki Allah (sadece ) iman edenlerle beraberdir.” (Enfal,8/19.)
Sekîne’yi/meleklerle gökten gelen ve müminlere özgüven aşılayan ilahi yardımı hak etmek için Garh’a/”zalimlerle müminleri seçip ayırması için başa gelen kötü felaket”e, belaya karşı paniklemeden sabredip direnmektir. Bilinmelidir ki, garh’a uğramak, evvelkilerin de başına gelen bir sınama vesilesidir:
“Eğer başınıza bir Garh/bela (sınama vesilesi) gelirse (bilin ki,) benzer bir belaya (başka) insanlar da uğramıştır, zira böyle (iyi ve kötü ) günleri insanlara sırayla paylaştırırız: (Bu) Allah’
ın imana erenleri (diğerlerinden) seçip ayırması ve aranızdan hakikate (hayatları ile) şahitlik yapanları seçmesi içindir. Çünkü Allah zalimleri asla sevmez.” (Ali imran,3/140)
Galip gelen azınlığın karakteri Rabbimizin bayanlarına göre şöyle olmalıdır: “Sabreden ve yılgınlığa düşmeyen, Allah’
ın indirdiklerine ve Elçisi’nin vahyi sosyalleştirirken icra sahasına koyduğu tatbikatına bağlılık gösteren, birbirleri ile kenetlenmiş diri bir ümmet”
“Ve Allah’la O’nun elçisi’ne duyarlılık ve bağlılık gösterin; ve sakın birbirinizle çekişmeye girmeyin, yoksa yanılgıya düşersiniz, cesaretiniz sönüverir. Ve zor durumlarda sabır gösterin: Çünkü Allah, gerçekten zoluklara göğüs gerenlerle beraberdir” (Enfal,8/46.)
Kafirlerin-müşriklerin kalpleri kör bir inatla kaplı olduğu durumlarda, Mü’minler de mücadelenin yaslarına göre hareket edip düşmanın üstüne kararlılıkla yürüyorsa –askeri güçleri yoksa bile- ilahi bir yardım türü olan Sekîne’ye mazhar olmaları –Rıdvan Biatı’na katılan müminlere indrildiği gibi- sünnetullah gereğincedir.
Dp-Hudeybiye anlaşmasına varan süreçte, müminleri silahsız bir şekilde hacc mekanlarına giderken, takındıkları kararlı tutumdan dolayı, Rabbimiz Sekîne ile ödüllendirmiştir. Kalpleri özgüvenle pekişen müminler daha sonra mutlak bir şekilde müşriklerin aleyhine olacak olaylar zinciri başlamıştır; şüphesiz bu yardım, müminlerin Allah uğrunda üstlendikleri sorumluluk, riski göğüsleyen azim ve kararlılık dolayısı iledir. Bkz.Fetih,48/26-28
Sekîne indirilecek kadar ilahi yardım almayı hak etmiş (Rıdvan Biatı Ashabı gibi) bir toplulukla savaşan Kafirler Gürûhu’nun kaderi arkalarını dönüp kaçmaktır:
“Ve eğer Kafirler size karşı savaşa girerlerse muhakkak arkalarını döner(ek kaçar)lar ve ne kendilerini koruyacak ne de yardım edecek kimse bulamazlar. Sünnetullah/Allah’
ın yöntemi öteden beri hep böyledir ve siz Sünnetullah’ta/Allah’ın yönteminde bir değişme bulamazsınız.” (Fetih,48/22-23.)
Eğer müslümanlar inançları doğrultusunda yaşamayı terk ederlerse bu yardım va’dinden de mahrum kalırlar. İlahi yardımın ön şartı Ali İmran Sûresi (3),110-111. ayetlerde “Emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil-münker ve Allah’a gönülden iman” şeklinde açıklanmaktadır; bu ayetlerde “doğru olanın yaygınlaşması, kötülüğün engellenme görevinin Allah’a iman” dan önce geldiğine dikkat edilmelidir. Dolayısı ile soyut bir Allah’a iman iddiasının kıymeti harbiyesi yoktur.
Peki Sekîne’yi hak edip başarıya erebilmek için başka neler gereklidir? Haşr Sûresi’nde beyan edildiğine göre, Müminlerin öyle bir mücadele alanı oluşturmaları gerekiyor ki; Kafirler Allah’tan korktuklarından daha çok müslümanlardan korkar hale gelsinler:
“Evet (ey müminler!) siz onların kalplerine Allah (korkusun)dan daha şiddetli bir korku salarsınız. Çünkü onlar hakikati kavramaktan aciz bir topluluktur. (Haşr, 59/13.)
Bir başka ölçü de düşmana rağmen ayakta kalmak, inançlarımızdan vazgeçmemek, sabredip zorluklara karşı direnmektir. “Öldürmeyen şey insanı güçlü kılar” vecizesinin çağrışımlarından yararlanarak ifade etmek gerekirse; “toplumsal hayatın çeşitli cephelerinde cin ve insan şeytanları tarafından örgütlenen fitnelere rağmen yılgınlık göstermeyen müminler”in daha zor sınavlara hazırlıklı bir bilinçle girmeleri başarıyı kaçınılmaz kılmaktadır. Zaten böyle bir cemaate ilahi yardım yapılması, Sünnetullah gereğincedir.
Münafıklara, kalbi hastalıklılara, şehirde kötülük-huzursuzluk çıkaranlara rağmen “müminler imanlarından vazgeçmezlerse”, onların fitnelerine direnir, mücadeleyi terk etmezlerse, kendilerine maddi-manevi anlamda güç ve iktidar bahşedilir. Kazandıkları kuvvetle şer odaklarını teker teker ortadan kaldıracak olanaklar-fırsatlar elde ederler:
İşte böyle eğer, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık olanlar ve yalan haberler yayarak kentde huzursuzluk çıkaranlar (düşmanca hareketlerinden) vazgeçmezlerse, onlar üzerinde üstünlük kurmanı sağlarız. O zaman bu kentte sana çok az bir süre komşu kalacaklardır. Ve onlar Allah’ın rahmetinden yoksun olduklarından görüldükleri yerde yakalanacaklar ve teker teker ortadan kaldırılacaklardır. Daha önce gelip geçen (bu tür günahkar)lar için Sünnetullah/Allah’ın tatbik ettiği yol budur; Ve sen Allah’ı tatbikatında bir değişiklik göremezsin.” (Ahzab,33/60-62.)
Güç biriktirmeden salt hamasetle bir işe girişmek baştan kaybetmek anlamına gelir. Yapılacak işe gönülden iman etmek, adaleti yerine getirmek için hareket etmek iki ön şarttır; üçüncüsü ise bu idealleri gerçekleştirecek gücü ve morali toplamaktır. Maddi ve manevi alanda yapılacak mücadeleler için ilk şartlar gerekirken; maddi bir cihad için bunlara ek bir takım tedbirler de alınmalıdır.
Başarı için gerekli olan ön hazırlıkları yapmış olmak lazımdır; konuyla ilgili Enfal suresi’nde geçen Rabbimizin öğütlerine kulak verelim:
“O halde, onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve binek hayvanı (ulaşım aracı) hazır edin ki bununla hem Allah’
ın, hem sizin düşmanınız olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz ama Allah’ın bildiği başkalarını yıldırıp caydırabilesiniz, (ve bilin ki) Allah yolunda her ne sarfederseniz size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.” (Enfal,8/60.)

3- Düşmanın İç Yapısını Tanımanın Lüzûmu
Düşmana galebe çalmak için onun moral değerlerini, bünyesindeki zaafları iyi bilmek gerekir. Kur’an’da şeytana askerlik yapan bazı sosyal grupların öz nitelikleri ile igili bazı muhkem bilgiler verilmektedir.
Bu nedenle biz müminlerin öncelikle düşmanların öz vasıflarına ilişkin uyarıcı bilgileri Rabbimizin kesin ve değişmez beyanlarından öğrenmek zorundayız.
Bir örnek: Mü’minlerin kararlı duruşları, eğilmez bükülmez iradeleri karşısında Kafirler ve Münafıklar dönemsel ittifaklar kursalar da “kalpleri darmadağınıktır”. Çünkü dosluk ve dayanışmaları maddi menfaatler üzerine kurulu konjonktürel-görece dostluklardır; pamuk ipliğine bağlı bu birlikteliklerin bozulması basiretli müminler için hikmetli bir şekilde hareket ettiklerinde an meselesidir.
İşte Kafirlerin örgütlerinin iç yapısı ile alakalı ilahi beyanların gönüllerimize su serpen mesajı:
“(Gerçek duygularını) her zaman gizleyen münafıkların Ehli kitap’tan/geçmiş vahyin mensupları arasındaki inkarcı yandaşlarına, ‘Eğer buradan sürülürseniz biz de kesinlikle sizinle geleceğiz, ve size karşı olan hiç kimseye kulak vermeyeceğiz, ve size savaş açılırsa mutlaka yardımınıza geleceğiz’ dediklerinden haberin yok mu? Ama Allah onların göz göre göre yalan söylediklerine şahitlik yapar. (çünkü) eğer (kendilerine karşı taahhüt altına girdikleri) o kimseler gerçekten sürülürlerse onlarla birlikte gitmezler; ve onlara savaş açıldığında yardımlarına gelmezler, yardım etmeye çalışsalar bile sonra arkalarını dönüp kaçarlar ve sonunda kendileri de bir yardım görmezler.” (Haşr,59/11-12.)
Münafıklar müminleri kandırmak için yeminlerini kalkan ederler; yalancı aldatıcıdırlar. Öyleyse onlar hakkında hünü zan/iyi niyet beslemek doğru değildir; Sûi Zan beslemek gerekir:
“Böyledir, çünkü onlar imana erdiklerini iddia ederler, halbuki içlerinde hakikati inkar ederler; ve böylece kalplerine bir mühür vurulmuştur. Artık (neyin doğru neyin yanlış olduğunu) anlamazlar. Şimdi sen onları gördüğünde dış görünüşleri hoşuna gider; ve konuştuklarında ne söylediklerine kulak vermek istersin. Onlar yere (sağlam şekilde) dikilmiş kütükler gibi (olduklarına emin görünseler de) her çığlığı kendilerine (yönelik) sanırlar. Onlar (bütün inançlara) düşmandırlar, öyleyse onlara karşı dikkatli ol! (işte şu kahhariye duasını hak ediyorlar:) ‘Allah kahretsin onları!’ Akılları nasıl da hakikatten sapıyor.” (Münâfıkûn Sûresi, 63/3-4.)
Münafıklar, Allah’
ın şeriatına ilişkin buyrukları/Emrullah konusunda yarım gönüllü davranırlar, bazı konularda mü’minlerle birlikte hareket ederler. Onların bu yapısını bilen müminler, girişecekleri işlerdeki hesaplarını da ona göre yapmalıdırlar. Muhammed,47/26.

4- Azmi’l-Umûr Sahibi Olmak
“Dünya’da çeşitli fitnelere uğratılmak” şeklideki ilahi sınama kolay değildir. Bu nedenle hayatın temel hedefi olan imtihanı kazanmak, “Azmi’l-umur” olarak nitelendirilmiştir. Yani gayretle sarılınması gereken iş. Ancak ve ancak işini ve düşmanını ciddiye alıp gereken hazırlıkları yapanlar başarıya erebileceklerdir.
İşine gayretle sarılan müminleri (Bedir Ashabı gibi) başarıya eriştirmek Allah’
ın değişmez yasalarındandır:
“..........3/186.
Başarının yasalarıyla ilgili Sünnetullah ölçüsünü takdir eden Emrullah : “mü’minler düşmanın gücünü küçümsemeden gerekli tedbirlerini almalıdırlar”. Bu tedbirden sonra ideallerinde kararlılık göstererek azimli bir yürek, gayretli bir ruhla girişecekleri her hayırlı işte başarıya ulaşacaklardır. Düşamanı zayıf görerek azimle işine sarılan müminleri başarıya eriştirmek, Sünnetullah’tır: Allah’
ın değişmez bir yasasıdır.
8/42-44.



B-Toplumsal Ecel’in Yasaları
Varolan hiçbir şey Allah’
ın bilgisi dışında gerçekleşemez. Toplumların ecelini, koyduğu devamlılık yasalarıyla Yüce Allah belirler. Onların ne zaman iflah olmayacak kadar içten içe çürüyeceğini ve nihayet öleceklerini bilen Rabbimiz Evren’deki alemlerde ve insanlık aleminde cereyan eden olaylar üzerinde mutlak bir egemenlik sahibidir.
Yarattıklarıyla hiçbir zaman münasebetini koparmayan, işlerini denetimsiz bir şekilde, melekler de dahil hiçbir varlığa havale etmeyen Hakim-i Mutlak Rabbimiz, eşya ve olaylar üzerinde hakimiyetini hiçbir boşluğa meydan vermeden sürdürür. Bu nedenle yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak hiçbir olayı tesadüfle açıklayamayız. Hem böyle bir nitelendirme, olayları ve olguları hiçbir derinlik kaygısı taşımadan, basit bir şekilde algılamayı alışkanlık haline getirmiş, hikmetten yoksun olarak yaşayan Bilgiç Cahil’lerin alışkanlığıdır.
Toplumların ömrünü sona erdiren aslında kendi yapıp etmelerdir. Çünkü “uyarılara rağmen ilahi vahyin hayat veren doğrularına karşı duyarsız kalan, adaletli davranmayı terk eden, zulüm ekip zulüm biçen toplumların ömrününün sona ereceği” eşsiz bir merhamet sahibi olan Rabbimizin koyduğu değişmez bir kanundur. İlahi adalet gereğince, “hiçbir toplumun sınanmak için gerekli süreyi kullanmadan helak edilmemesi” Sünnetullah’tır.
İnsan toplumlarının hayatiyetini sürdürmesiyle ilgili kanunlardan biri, “toplumun doğru davranış şekillerinin ne olduğuna ilişkin, uyarcılar tarafından bilgilendirilip bilinçlendirilmeye çalışılması”dır: “Biz çünkü hiçbir toplumu, önceden ilahi kelamdan bütünüyle haberli kılmadan
helak etmedik. (Ve zaten) hiçbir toplum kendisi için belirlenmiş sürenin bitimini öne alamayacağı gibi, geciktiremez de.” (Hicr,15/4-5.)
Denenmeye yetecek kadar belirli bir yaşama süresi verilen fertler ve toplumlar Allah’
ın dosdoğru yolunu sürdürüp sürdürmeme konusunda bir dizi imtihandan geçirilirler. Bu sınavlar sona erdiğinde ise, ilahi takdir ve tayinle ecel yasaları işlemeye başlar. Geri dönülmez bir sonu hazırlayan ecel yasaları hem fertler hem de toplumlar için söz konusudur.
İşte A’raf Suresi’nden toplumların eceline ilişkin kesin bir ilahi yasa: “Ve her toplum için bir va’de/ecel belirlenmiştir. Öyle ki, vadeleri dolduğunda onu bir tek an/saniye olsun, ne geciktirebilirler ne de öne alabilirler. (A’raf,7/34.)
Toplumların eceline ilişkin benzer ayetler için bkz.10/49, 23/43,54-56. 14/42, 16/61.
İnkarcı bir toplumun hayatiyetini görünürde sürdürmesi, ilahi bir toplumsal yasa olan “ömür verme, süre erteleme, belli bir zamana kadar fırsat tanıma” dolayısıyladır. İman’dan yoksun bir toplum ancak, inadı bırakıp olumlu davranışlar sergilemeye başlayarak ayakta kalabilir.
Eceli’ni kendi elleri ile kazandığı zulümden dolayı getiren toplumun helakini de engelleyebilecek kimse yoktur. Mesela Cinsel alanda yaşanan ahlaki sapkınlıklarından dolayı helak edilmeyi hak etmiş olan Sodom ve Gomore (Lût) halkının yok oluşunu bir peygamber olan İbrahim a bile engelleyemez. Bu konudaki şefaat girişimleri boşunadır.
Hûd,11/74-76
Yüce Rabbimiz zulüm yapmaya başlayan toplumu helak etmez; bunun için bardağı taşıran son damla beklenir. Zaman mefhumunun
zaaflarından münezzeh olan Yüce Allah, Sabûr’dur; çokça sabırlıdır; insanlar gibi acele edip hemen sinirlenmek, tepkisel hareket etmek O’nun için düşünülemez. Bu nedenle helak için beklenen Ecel dolduğu anda “artık süreç ne ileri ne de geri döndürülür. Allah’
ın değişmez yasaları gereğince iş bitirilir:
“18/58-59.




C- HELÂK’IN YASALARI
Azgınlığı, taşkınlığı önlenemez boyutlara ulaşan, ahlaken bozulmuş toplumların helaki kaçınılmazdır. Helâk’
ın Rabbimiz tarafından belirlenmiş belli yasaları, beyan edilmiş ölçüleri vardır. Değil mi ki Rabbimiz hiçbir şeyi tesadüflere bırakmaz, yarattıklarını mükemmel yapar; öyleyse baskınlarını ve yok edişlerini de kusursuz yapar.

1- Helak Teriminin Kur’ânî Anlam Çerçevesi
H-l-k kök harflerinden türemiş bir masdar olan helak kelimesi yok olmak, perişan olmak, zayi olmak, mahvolmak, ölmek gibi anlamlara gelmektedir. Eğer hemze ilave edilirse fiil geçişli hale gelmekte ve anlamı şu şekilde genişlemektedir: Felakete uğramak, başını belaya sokmak, toptan kökünü kazımak, felaketle cezalandırmak...
Kök anlamlarından da hareketle bir terim olarak Helak, “belli suçlar işleyen zalimlerin ve zulme seyirci kalanların toplu olarak veya tek tek felakete uğratılması” manasına gelmektedir.
Helak kelimesi Beled suresi(90), 6.ayette tüketmek, harcamak anlamında geçmektedir: “......
Diğer tüm ayetlerde ise felakete uğramak, telef etmek, mahvetmek, öldürmek gibi tümüyle olumsuz çağrışımlar taşıyan manalar ihtiva etmektedir. Kur’an’
ın elliye yakın ayetinde helak, felakete uğramak anlamında geçmektedir.
Helakın felakete uğramak anlamına geldiği ayetlerden bazıları için örnek olarak bkz. 6/6, 10/3, 15/4, 17/17, 19/74, 98.
Helak kelimesinin türevleri bir kısım ayetlerde de öldürmek anlamında kullanılmaktadır.
Helak kelimesinin öldürmek anlamında geldiği ayetlerden bazıları için bkz. 5/17, 7/155, 45/24, 67/28.
Bazı ayetlerde helakın öznesi kafirlerdir. İnsanları mahveden, sonsuz azaba düçar kılan amelin hem kendisi hem de sonucu Kur’an’da helak kelimesinin bağlamı içerisinde değerlendirilmektedir. Helak En’am suresi(6), 26.ayette, Allah’
ın ayetlerini inkar etmek suretiyle cehennem azabını hak edenlerin “kendi kendilerini mahvetmesi” anlamında geçmektedir: ........
Diğer bazı ayetlerde de Helak’
ın öznesi münafıklardır. Dünyada kendilerine sunulan fırsatları yok yere heba eden münafıklar ebedi kurtuluş imkanını yok ettikleri için kendi geleceklerini “helak etmek”le suçlanmışlardır. Münafıkların yalan yere yemin ederek iman ahdine bağlı kalacaklarına ilişkin iddiaları ve sözlerinde durmamaları, ne Allah’a ne de müminlere nihai anlamda bir zarar verecek değildir. Onların iman nimetinin kıymetini bilememeleri kendi istikballerini ebediyyen helak etmeye/karartmaya yol açmaktadır: “..........9/42.
a) Kur’ânî Bir Terim Olarak Helak
Cehennemin dünyadaki küçük bir provası mahiyetindeki ilahi azaplara Kur’an’da “helak” denilmektedir.
Helak terimini “Hubût/eylemin değer bakımından sıfırlanması” kelimesi ile karşılaştırdığımızda ortaya çıkan sonuç; “amellerin boşa çıkması”dır. Kafirler olanaklar dünyası olan bu alemde ilahi rahmete nail olmanın yollarını aramadıkları için “eylemin boşa çıkması yasası” uyarınca ebedi bir kaybedişle karşı karşıya kalırlar. Hem bu dünyada yaptıkları sıfırlanır/nötralize olur; hem de öteki alemin tarlasına güzel ekinler bitiren tohumlar ekmedikleri için bitimsiz mutluluklar ve azaplar diyarı olan Ahiret Günü’nde sonsuza dek kaybedenlerden olurlar.
Eylem’in Hubûtu’yla ilgili olarak bkz.
Eyemlerin bağlı bulunduğu yasalar uyarınca meydana gelmesi, onların nedensellik ilişkisi ile sonuçlar verdiğine kanıttır. Mesela, Namaz’
ı alay konusu yapanlar, Din’i/Allah’ın egemenlik hakkını yalanlayanalardır: 107/1-7.
Müminlerin eylemleri ise hem bu dünyada hem de Ahiret’te sürekli meyve veren, sonsuz ürünler veren ekin gibidir. Bu nedenle mü’minlerin görece başarısızlıkları bile Rabbimiz tarafından korunur. Çünkü Sünnetullah’
ın “eylemin korunumu yasası” Allah yolundakiler için geçerlidir. Namaz fahşa’dan korur: 29/45.
Eylemin korunumu yasası’nı çıkarabileceğimiz çok sayıda ayet vardır. Bkz.99/6-7. Zincirleme eylem tarzı ortaya çıkaran “değer artışı prensibi”yle ilgili olarak için bkz. 7/40. Son derece halim olan Şuayb a’
ın ilahi vahyin kendisine yüklediği misyon gereğince devrimci olması, onun namazı, hayat tarzı, dünya görüşü arasındaki zincirleme ilişkiden kaynaklanmaktadır.11/87.

b) Bir süreç Eylemi Olarak Helak
Asla ihmal etmeyen, fakat imhal edebilen/kullarının cezalarını hemen vermeyip, süre ve fırsat sunan Yüce Rabbimiz şerre meyilli olarak yarattığı insanoğlunu ilk suçu işlediği an hemen cezalandırmaz. Kullarına karşı son derece merhametli olan Rahman, insanlara işledikleri günahlarından dolayı suçu itiraf ile tevbe edecekleri bir süreç tayin etmiştir.
Bizim tam olarak idrak edemeyeceğimiz, ancak helak yasalarından hareketle bir takım tahminler yürütebileceğimiz muayyen bir zamana kadar imtihan süreci devam eder, süre dolunca ise bir saniye bile göz açtırılmaz. Nahl suresi’nde bu değişmez hakikatten şöyle söz edilmiştir: “....... 16/61.
Dp-, suçluların hemen cezalandırılmayacağı, tayin edilmiş bir vakte kadar imtihan sürecinin devam edeceğne ilişkin aynı meyandaki diğer ayetler için bkz. 6/133, 12/110, 13/32, 18/58-59, 35/45,.
Bir kenti veya bir toplumu helak etmeden önce ilahi vahyin bağlıları olan “uyarıcılar” açık bir şekilde, hiç durmadan ve hiç bıkmadan hakikati insanlara anımsatırlar. Buna rağmen zulme meyleden, inatçı bir zorba kesilen, gerçeklerden kaçarak bütün doğrulara yabancılaşmayı tercih edenler helak edilmeyi hak etmiş olan kimselerin özelliklerinden bazılarıdır.
İlahi hakikatin saf doğrularından habersiz olduğu halde, suçsuz bir toplumun helak edilmesi söz konusu değildir; zaten adaleti kullarına da emreden Rabbimizin yarattığı varlıkların hiç birine haksızlık yapması düşünülemez: “.......6/131.
Uyarılmamış bir toplumun helak edilmeyeceğine ilişkin diğer bir ayet için bkz. 28/59.
Uyarıları göz ardı eden, şımarık ve pervasız bir eda ile yer yüzünde çalım satarak, kör bir inat, vehim eseri bir gururla yaşamayı hayat tarzı edinmiş bozguncular ıslah olmalarından ümit kesildiğinde ansızın hiç beklemedikleri bir anda baskına uğrarlar. En’am Suresi(6), 44.ayette belirtildiği gibi: “........
Peygamber veya uyarıcı müminler kentlerin halklarını, hidayete ermek için yeterli olan uzun bir süre boyunca Hakk’a davet etmişlerse ve artık günaha gömülüp gidenlerden ümitler tükenmişse, üstüne üstlük “elçiler” yalancılıkla damgalanmışlarsa durumlarını değiştirmekte inat eden böyle toplumların çeşitli helak türleriyle karşılaşmaları beklenmelidir. Yusuf Suresi’nin beyanlarını okuyalım: “.......12/110.
Haksızlık üstüne haksızlık yapan zâlim toplumları helak etmek, Allah’
ın değişmez yasalarındandır. Artık deneme süreleri dolan toplumların başına gelmesi kesinleşmiş azapları görüp, helak mekanlarını terk etmeye çalışmaları boşunadır. Enbiya Sûresi’ni okuyalım:
“......21/11-12.
Yanlışta ısrar etmek, yanlışı yanlış kabul etmemek ve hayat tarzı haline getirmek helak edilen toplumların temel özelliklerindendir. 21/13-14.

2- Helak İle Musibet Arasındaki Farklar
Musibet Allah’
ın kullarına isabet etmesini takdir ettiği kararlardır. Musibet de bir tür helaktir. Çünkü ölüm Kur’an’da bir musibet türü olarak anılmaktadır. Fakat müminlerin kalplerini iman doldurmuş olduğu halde başlarına gelen musibetler, helak diye nitelendirilemez. Çünkü helak kötü bir sonu ifade etmektedir.
Öte yandan Kadiri Mutlak Rabbimiz tarafından müminlerin ölümlerine hükmedilmesi, -kafirler, münafıkar tarafından felaket diye isimlendirilse de- kötü değildir. Bu sebeple de “helak” diye nitelendirilemez.
Kafirlere hak ettikleri uhrevi azabın bir kısmının dünyda da tattırılması manasına gelen helakin temel gayesi, yeryüzünü fesada boğan suçluları cezalandırmaktır. Ancak suça ortak olmayan, teşvik etmeyen ama sesiz kalan müminler de ilahi cezayı hak etmektedirler. Çünkü “ilahi bir takdirle bir toplum helak edilinceye kadar tebliğden vazgeçmemek” imana erişenlerin sahip çıkması gereken bir itikadi ölçüdür.
Bu itikadi ölçüye göre davranış sergilemeyen müminlerin de kafirleri vurmak üzere gönderilen musibetlerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Musibetlerle karşılaşan ve helak edilen toplumlarda ana hedef zalimler de olsa, etkileri itibariyle geniş ölçekli oldukları için müminlerden bazı kimseler de azap dairesinin içinde kalabilir.
Azap dairesinde kalan müminler ise iki türlüdür: suçlulara karşı sessiz kalarak gizli onay verenler, eceli azap dairesinde takdir edilenler.
Aslında kafirler için gönderilen dünyevi azaptan bizim suçsuz diyebileceğimiz bazı müminler de etkilenebilirler. Böylesi bir etkilenmenin Kur’ani isimlendirilmesi helak değil musibettir. Çünkü müminlerin kalplerinde iman dolu olduğu halde ölmeleri bir helak/yok oluş değildir; musibettir.

a) Müminlerin Başına Gelen Musibetler
Musibet mü’min kafir ayırımı yapılmaksızın insanların başlarına gelen olaylardır. Bu olaylar bela-fitne/imtihan amaçlı da olabilir; sınav sürecini sona erdirici nitelikte de olabilir. Eğer musibet müminleri de vuruyorsa, bu durum yüzeysel ve aceleci bir yorumla “felaket” diye isimlendirilmemelidir. Çünkü musibetin amaçlarından biri de Yüce Allah’
ın kullarının bağlılıklarını sınamaktır. Bu bağlamda her kıtlık ve sıkıntı Rahman Rahim olan Allah’ın insanları dünyevi azaplara uğratması bağlamında yorumlanamaz.
Kafirleri bulan musibetlerden bazıları ise bu dünyada helak edilmelerine yol açabilir.
Müslümanların yaşanan zulümlere seyirci kalmaları, hiçbir tepki göstermemeleri de helak anlamına gelen musibetle karşılaşmalarına yol açabilir.
Musibetlerin –her olayda olduğu gibi- bir gayesi vardır. Gerçekleşen hiçbir olay Yaratıcı’dan izinsiz vuku bulmadığına göre musibetlerin de helakların da me’zûn olmaları peşin kabûlümüz olmaldır. Teğâbün Sûresi (64),11.ayeti bize musibeti nasıl yorumlayacağımızın yöntemini öğretmektedir:
 

hanif_bir_kul

New member
Katılım
22 Mar 2007
Mesajlar
182
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
64
Allah’ın izni olmadıkça (insanın) başına hiçbir musibet gelmez. O halde kim Allah’a iman ederse kendi kalbini (ilahi hakikate) açmış olur ve Allah her şeyi bilendir.”
Allah’
ın iradesine teslim olmuş olan müminler başlarına gelen musibetlere isyan etmezler. Çünkü bilirler ki, yeryüzünde gerçekleşen tüm olaylar ilahi kudret makamından izinli olarak cereyan ederler. Allah’ın buyruğunda öngörülmeyen hiçbir şey dünyada ve ahrirette insanların başına gelmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur’an’ı
kendimize huy edinmiş olan biz müminler Allah yolunda başımıza gelen her musibeti metanetle karşılamak zorundayız. Metanetin ölçüsü ise “eldekilerle şımarmamak ve elden kaçana kendini heba edercesine üzülmemek”tir:
“Hiçbir musibet, daha önce buyruğumuzda (öngörülmüş) olmadıkça başınıza gelmez: Şüphesiz bu Allah için kolaydır. (Şunu bilesiniz ki) elinizden kaçan (iyi ve güzel ) şeylere üzülmeyesiniz ve elinize geçen (iyi ve güzel) şeylerle de (boş yere) şımarmayasınız. Çünkü Allah kendini beğenip küstahça davrananları sevmez.” (Hadîd,57/22-23.)

Müminlerin başına gelen ölüm tehlikesi, açlık, mal ve can kaybı birer musibettir. Fakat bunlar cezalandırmak maksadıyla değil –günahlara bir keffaret ve – Allah’tan gelen zorluklara sabredilip edilmediğini sınamak amacıyla başa gelmektedir. Yaratmada ve yönetemeden kusursuz olan Allah’
ı
n izni olmaksızın hiç bir olayın vukû bulmayacağına, hiçbir yaprağın dahi kıpırdamayacağına iman eden müminler başlarına gelenler için şöyle demelidirler: “Doğrusu biz Allah’a aitiz ve eninde soonunda muhakkak ki, O’na döneceğiz”
“Muhakkak ki ölüm tehlikesiyle ve açlıkla, dünya malının, canın ve (alınteri) ürünlerinin kaybı ile sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredenlere iyi haberler müjdele ! ki, onların başlarına bir musibet gelince ‘doğrusu biz Allah’a aitiz ve muhakkak O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara,2/155-156.)
dp-Ölümün işaretleri olan hastalıklar da bir musibettir. Maide Sûresi (5),106.ayeti okuyalım: “Ey imana ermiş olanlar! Ölüm size yaklaştığında ve vasiyette bulunmak üzereyken yapacaklarınız için şahitler bulundurun: kendi aranızdan iki dürüst kişi yahut eğer evinizden uzakta seyahatteyken ölümün musibetleri/işaretleri başgöstermişse –namazdan sonra misafir olduğunuz topluluk-tan iki kişiyi alıkoyun; ve eğer içinize bir şüphe düşerse her birini Allah’a yemin ettirin: Bu (sözümüzü) yakın bir akraba(nın hatırı) için de olsa hiçbir bedel karşılığında satmayacağız ve Allah’
ı
n huzunda şahit olduğumuz hiçbir şeyi gizlemeyeceğiz. Yoksa günahkarlar arasına gireriz.”
İster müminlerin başına gelsin isterse müşriklerin başlarına gelsin, ölüm felaketi bir çok ayette “musibet” olarak nitelendirilmektedir. Mesela Bedir ashabı tarafından bozguna uğratılan müşriklerin başına gelen ölüm felaketi onlar için bir musibettir. Öte yandan Uhud’da hamasi bir rahatlıkla sırf mümin olmalarının kendilerine zafer kazandıracağını zanneden Kur’an’
ı
n eğitimini henüz yeterince özümseyememiş aceleci, disiplinsiz müminlerin İslam Ordusu’na yaşattığı acı tecrübe de bir musibettir.
Uhud gibi zaferi engelleyen hataların yapıldığı mücadele alanlarında müminlerin başlarına gelenler Allah’
ı
n haksız bir müdahalesi değil, müslümanların kendi yaptıkları hatalarının sonucudur. (bkz.Ali imran,3/165.)
Kur’an’da ilahi bir sınama şeklinin her tür aracı –özellikle ölüm- “musibet” diye isimlendirilmektedir. Allah yolunda cihada çıkanların başına gelmesi muhtemel olan ölüm tehlikesi de olumlu anlamda “musibet” olarak isimlendirilmiştir.
Müminlerle aralarında tam bir sevgi bağı olmayan münafıkların yardakçıları, Allah yolunda kendilerini İslam’
ı
n yükselişine adamış olanların başlarına gelen ölüm gibi musibetleri, kalplerindeki manevi hastalıklar yüzünden yanlış yorumlayarak bunu “bir lütuf” olarak telakki etmektedirler. Oysa hayatta mı kalmak, yoksa ölmek mi bizim için daha iyidir, bunu iyi bilen sadece Allah’tır:
“Aranızda mutlaka geriden kalanlar olacaktır ve o zaman, başınıza bir musibet/felaket geldiğinde ‘onlarla birlikte bulunmamamız Allah’
ı
n bize bir lütfudur’ diyecekler.” (Nisa,4/72.)
Kalplerine iman tam olarak yerleşmiş olan müminler, şehadetle gelen ölümü bir musibet de olsa, “arzulanması gereken dünyevi bir son” olarak değerlendirirler
“Senin başına iyi bir hal gelse, (Ey peygamber) bu onları üzer; ama başına bir musibet gelse (kendi kendilerine): ‘Biz önceden bizim için gerekli tedbileri almıştık’ derler ve sevinç içinde dönüp giderler. De ki: ‘Bizim başımıza asla Kitabullah’tan/Allah’
ı
n bizim için yazdığından başka bir şey gelmez. O bizim yüceler yücesi Efendimiz’dir; o halde iman edenler yalnızca Allah’a güvensinler. (Tevbe,9/50-51.)
Sözün özü; acı, sıkıntı, mal ve can kaybı gibi bir takım felaketler Kur’an’da “musibet” olarak isimlendirilmektedir. Eğer musibetler müminlerin başlarına geldiyse bunun kötü karşılanması ve aceleci bir şekilde “felaket” diye nitelendirilmesi doğru değildir. Çünkü hayat bir dizi ilahi sınamadan geçmekten başka bir şey değildir. Müminlere düşen ise başlarına gelen musibetleri günahlarına bir keffaret olarak değerlendirip, güzelce sabretmektir. Kısaca mümnlerin başlarına gelen musibetler ölümle sonuçlansa da ölümle sonuçlanmasa da olumlu bir mahiyet taşımaktadır.
Şimdi de kafirlerin başlarına gelen musibetleri Kur’an’
ı
n rehberliğinde yorumlamaya çalışalım.

b-Kafirlerin Başlarına Gelen Musibetler
Kafirleri vuran dünyevi musibetlerin en ağırı helak edilmektir. Çünkü bir daha yakalanamaycak bir fırsat olan hayatta kalarak ebedi mutluluğu elde etme olanağını kaybettirmektedir.
İmtihan amaçlı bazı musibetler müminlerin başlarına bilinçlenmeleri, kendilerin toparlayıp ıslah etmelerine matuf olarak getirilmektedir. Karfirlerin başlarına gelen musibetler ise, ilahi rehberliği reddetmeleri başına buyruk yaşamayı tercih etmeleri dolayısıyla gelmektedir. Kafirlerin dünya da ve ahirette başlarına musallat olacak azap, Kur’an’da “musibet” diye isimlendirilmiştir.
Allah’
ı
n yol göstericiliğine muhtaç olduklarını itiraf etmedikleri ve kendi uydurdukları ideolojilerin ardından bir fırsat olarak sunulmuş olan ömürlerini tükettikleri için kafirlerin karşılaşacakları musibetler kendi emeklerinin kötü bir ürünüdür.
“Ve (ayrıca Biz seni Yargı Günü’nde) kendi elleriyle yapıp-ettiklerinden ötürü başlarına bir musibet/cehennem felaketi geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndermiş olsaydın senin mesajlarına uyar ve iman eden kimselerden olurduk’ demesinler diye (gönderdik)” (Kasas, 28/47.)
Münafıkların Ahiret Günü başlarına gelecek kaçınılmaz felaket de, Kur’an’da “musibet” terimiyle ifade edilmiştir: “Fakat bu dünyada yaptıkları yüzünden (Hesap Günü) başlarına musibet/felaket geldiğinde ne olacak (onların hali) o zaman sana gelip Allah’a yeminle ‘bizim niyetimiz iyilik yapmak ve uyum sağlamaktan başka bir şey değildi’ diyecekler. Ama Allah onların kalpleindeki her şeyi bilir; o halde kendi hallerine bırak onları, öğüt ver ve onlarla durumları hakkında etraflıca konuş.” (Nisa, 4/62-63.)
Helak anlamındaki musibet nasıl bile bile hakikati inkar edenlerin dünyada başlarına işledikleri kötülükler nedeniyle musallat oluyorsa, Ahiret’te de affedilmez suçları sebebiyle gelecektir:
“(Hesap Günü) başınıza gelecek her musibet/felaket kendi ellerinizle yapıp-ettiklerinizin bir ürünü olacaktır; bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır.” (Şura,42/30.)

3- Be’s Terimi Bağlamında Helâk’
ı
n Temel Nitelikleri Ve Amaçları
Yeryüzündeki insan yaşamına müdahil olan Yüce Allah’
ı
n rahmetinin ve gazabının tezahürleri tümüyle olmasa da bizim tarafımızdan algılanabilir, hissedilebilir ve yorumlanabilir mahiyetler taşımaktadır. Suçlu toplumları dünyevi bir azapla cezalandırması anlamına gelen helak Sonsuz Merhametli Olan Rabbimiz’in gazabının bir tezahürüdür. O sadece rahmetiyle değil, gazabıyla da yarattıklarını kuşatıp kollayan bir ilahtır.
İşte böyle bir mahiyet arzeden helakın niteliğini tek bir Kur’ânî lafızda özetlemek gerekseydi şüphesiz bu Be’s olurdu. Güç, şiddet, baskı, savaş, kuvvet anlamlarına gelen be’s kelimesi helakla bağlam münasebine geçtiği ayetlerde “Allah’
ı
n suçluları imtihan aşamalarında uğrattığı belaları ve sürecin sonunda yaptığı âni baskını” manasını kazanmaktadır.
Be’s’in Kur’an’daki anlam alanı ilahi imtihanın zorlukları ve bunun sonucunda başa gelenleri ifade eden konuların bağlamlarıyla örülüdür. Ayetler ışığında konunun anlam haritasını ortaya koymak gerekirse be’s’in birbiriyle ilişkili iki anlamının olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi; toplumların helak edilmeden önceki aşamalarda denendiği sıkıntılardır. İkincisi ise, dünyevi azabı hak eden toplumlara helak etmek içn yapılan ânî baskınlardır.

a) İmtihan Amaçlı Be’s’ler/Belalar
İmtihan sürecinde deneme maksatlı uğratılan belalar anlamında be’s’den aşağıdaki ayetler söz edilmektedir:
Toplumların denemek uğratıldığı belalar anlamında be’s için bkz.6/42-43,


b) imtihan sürecini sona erdiren ilahi baskın: Be’s
Be’s deprem, tufan gibi açıkça algılanabilir somut yok etme türlerine işaret ettği gibi, bunların niteliğini de ifade etmektedir. Yüce Allah’
ı
n dünyevi azabını tadan toplumların karşılaştığı dayanılmaz azabın genel muhtevası Kur’an’da Be’s terimi ile dillendirilmektedir.
“Allah’tan başka şeylere ilahlık yakıştıran Müşrikler ‘eğer Allah dileseydi O’ndan başkasına ilahlık yakıştırmazdık atalarımız da (öyle yapmazdı) ve (O’nun izin verdiği) hiçbir şeyi de yasaklamazdık’ derler. Onlardan önce yaşamış olanlar da böyle yaparak hakikati yalanladılar, ta ki be’s’i/baskın yiyerek azabımızı tadıncaya kadar! De ki: bize sunabileceğiniz kesin her hangi bir bilgiye sahilp misiniz? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve kendiniz temelsizce tahminde bulunmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz.” (En’âm,6/148.)
Be’s kimileri için Allah’
ı
n rahmetinin bir tezahürüdür, kimileri için de gazabının bir tezahürüdür. 12/110.
Özellikleri itibariyle revi azaptan izler taşıyan, zorlu, şiddetli, dayanılmaz acılara yol açan, eksenine düşenlerin yakasını bırakmayan be’s,
Suçluları helak etmeyi değişmez bir yasa olarak takdir eden Rabbimiz, onları zorlu dünyevi ve uhrevi azaba uğratacağına ilişkin kesin ve değişmez bir kural koymuştur. Allah’
ı
n diledikleri hariç be’s’den/ilahi baskından hiç kimse kurtulamaz. 21/12,40/29..

c)Be’s Ne zaman Gelir?
Azap ile yok oluş peygamberlerin ve uyarıcıların tebliğlerinin sonrasına rastlamaktadır. Rabbimizin ansızın yakalayışı bir dizi uyarıdan sonra gelir. Uyarıcını illa da bir peygamber olması şart değildir. Çünkü ilahi vahyin hakikatleri de uyarma işlevini görmektedir. Şiddetli bir dünyevi azap ile helaktan kurtulma yollarını Yüce Allah bize Kur’an ile öğretmektedir. Kur’an’
ı
n indiriliş gayelerinden biri de Be’s’e/ansızın yakalayan dünyevi azâb’a ve ebedi kaybedişe karşı insanları uyarmaktır. 18/2.
İlahi baskından bahseden ayetlerden anladığımıza göre Allah kafirleri kendilerini en çok güvende hissettikleri anlarda vurur: Geceleyin derin uykulara dalmışken, gündüzün ortasında dinlenirken, dinlence ve eğlencedeyken be’s ile yakalanan suçlular neye uğradıklarının şaşkınlığıyla dünyada kendilerine verilen fırsatları bir anda tüketmiş olurlar. Süre tamamlandığında hiç göz açtırılmadan cehennemi boylayan zalimler suçüstü yakalanırlar.
6/44
7/4-5 7/97.


4- Helak Edilmekten Kurtarılanlar Kimlerdir?
Yüce Rabbimiz yaptıkları kötülükleri önlemeye gayret edip etmeyeceğimiz konusunda kafirleri bizim için bir sınama vesilesi kılmıştır. Bu sınavdan başarılı çıkacak olan kimseler ise bıkmadan usanmadan hakkı ve sabrı tavsiye eden, zulmedenleri sürekli uyaran ve bu sırada da kınanmaktan korkmayanlardır. Sessiz kalmanın da işlenen suçlara ortak olmak manasına geldiği bilinciyle hareket etmesi gereken müminler, dünyevi ve uhrevi azaptan kurtulmak, ilahi rahmetin güzellikleriyle hem bu alemde hem de öte alemde ödüllendirilmek için yoğun çaba göstermelidirler. Tabii ki, ilahi rahmete mazhar olup helak edilmek kurtulmak için sadece “iman ettim” iddiasında bulunmak yeterli değildir.
“Rahman” ve “Muntakîm” olan Rabbimiz, dünyevi ve uhrevi azaptan kimlerin kurtulacağını bir çok ayette beyan eylemiştir. Buna göre, rahmete vasıl olup kurtulacak kimseler ve özellikleri şunlardır:

a) İman Edenler, Takva’yı Kuşananlar
Allah’a gereğince iman edip, O’nun yüklediği temel sorumlulukları yerine getirmeye yoğun çaba gösterenler kurtulacaklar arasındadır. Neml,27/53.


b) Salihler/Dürüst ve Erdemli Olanlar
Nefsini kirliliklerden arındırmış, çevre şartlarının bütün olumsuzluklarına rağmen Allah’
ı
n emrettiği erdemliliklerden vazgeçmeyenler kurtulacaklarına ilişkin söz verilenlerdendir. Çünkü onlar tek başlarına da kalsalar doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmayacaklarına dair kararlılık taşıyan övgüye değer insanlardır.
21/9.


c) Muslihler/Düzeltmek İçin Gayret Gösterenler
S-l-h kök harflerinden ismi fail olan muslih; düzelten onaran manasına gelmektedir. Tersi ise bozan/bozguncu manasına gelen müfsid’dir. Kendini ve içinde yaşadığı toplumu ifsad’dan/bozgunculuktan kurtarmaya çalışan, bu konuda üstüne düşeni gerektiği gibi yapan bütün peygamberler Muslih’tirler. 11/75-81, 116-117.


d) Sabır Ehli/Direnenler
Sabır; doğru olan bir konuda uzlaşmadan, kararlılıkla ısrar etmektir. Metanetle, bıkmadan, usanmadan, kafirlere meyletmeden, onlarla ihanet anlaşmaları yapmadan ilahi değerleri koruyup kollayan müminler hem dünyevi azaptan hem de uhrevi azaptan kurtulacaklar arasında müjdelenmiştir.
İbrahim,14/13-14.

e) Ensar/Allah’
ı
n Dini’ne Yardım Edenler
Allah’
ı
n Dini’nin yücelmesi için elinden gelen yardımı yapanlar Ensar’dır. İslam davasına arka çıkarak, Peygamberimizi ve muhacirleri bağrına basan Medine’li müslümanlara bu sıfatı bizzat Yüce Allah vermiştir. Ensar ilahi yardıma mazhar olmuş ve helak edilmekten kendilerini kurarmış bahtiyar insanların onurlu bir sıfatıdır.
Hacc,22/40.

f) Adaletin İkamesi İçin Gayret Edenler
Adalet, varlıklara yaratılıştan ilahi hukukla verilmiş hakları ellerinden almadan onlarla iletişim kurma fiilinin adıdır. İktidar olduklarına, ellerine fırsat geçtiğinde münkeri/kötü olanı yasaklayan, ma’ruf’u/iyi olanı ayaklandıran ve Allah’
ı
n emrettiği şekilde varlıklar arasındaki dengeleri koruyan müminler helak edilmekten kurtulacak kimseler arasında zikredilmiştir.
Hacc,22/41.

g) Mücahidler/Haksızlığa karşı mücadele edenler
İfsada karşı mücadele edenler helak olmazlar
Mü’minler –ki daima helak edilen toplumlarda az sayıdadır- azap bölgesinden çıktıktan sonra yıkım gelmektedir. İçinde peygamber yaşayan toplumlarda mü’minlerin azap bölgesinden vahyi bildirim ile daima çıkarılıp uzaklaştırılmış olması Kur’ani bir hakikattir.
Hiçbir düzelme eğilimi ve isteği taşımayan toplumlar helak edilirler. Islahtan yana tavır koyan kendini düzelten, çevresine sürekli iyiliği tavsiye eden, yozlaşmaya karşı koyan bir toplum helak olmaz:
“Fakat, ne yazık ki, (yok ettiğimiz) sizden önceki kuşaklar arasından, yeryüzünde yozlaşmaya karşı çıkan -(doğru yolu izledikleri için) kendilerini kurtardığımız küçük toplulukların dışında- akıl izan ve erdem sahibi kimseler çıkmadı. Ve zulme eğilim gösteren çoğunluk yalnızca kendilerini yozlaştıran hazların peşine düşüp günaha gömülüp gittiler. Yoksa senin Rabbin halkı (birbirlerine karşı) dürüst davrandıkları sürece, bir toplumu (sırf çarpık inançları) yüzünden asla helak etmez.” (Hûd,11/116-117)




*Tevhid Ve Adalet Açısından Helak
a) Allah Kötülük Etmeyi Dilemez
Hayrın da şerrin de yaratıcısı olan Rabbimiz kulları için kötülük dilemez. İnsanların kendileri yaptıklarıyla sonlarını hazırlarlar. Çünkü işlenilen suçlar aynı zamanda eylemin nasıl sonuçlanacağının işaretlerini özünde taşır. Değil mi ki, toplumsal yaşam bireysel iradelerin kararlarıyla şekillenmektedir; öyleyse başa gelen iyiliklerin de kötülüklerin de sorumlusu insanların kişisel tercihlerin toplamı olan kollektif iradedir.
Kullarına karşı son derece merhametli olan Allah onlar için kötülük dilemez; işte Nisa Suresi’nde geçen sarih beyan: “Size gelen her iyilik Allah’tandır. Başınıza gelen her kötülük de kendi işleyegeldikleriniz yüzündendir.” (Nisa,4/79.)
Merhametinden hiç kuşku duymadığımız Yüce Allah hak etmeyen hiçbir kenti ve çeşitli şehirlerde yaşayan toplumları helak edecek değildir. Dünyevi bir azap ile helak edilmeyi gerektiren en temel suç “şirk”tir. Adaleti ikamet etme gayretinde olan, kendilerini ve çevrelerini ıslah etmede sorumluluk bilinci taşıyan hiçbir toplumu Allah azap ile yok etmiş değildir. İşte Hûd Suresi’nin tanıklık ettiği delil:
“Yoksa senin Rabbin halkı muslihler/dürüst davrananlar olduğu sürece kentleri zulmetmek suretiyle helak edecek değildir.” (Hûd,11/117.)
Öte yandan kendi tercihlerimiz sonucunda başımıza gelen olaylar konusunda acele karar vermemek gerekir. Neyin gerçekten bizim için iyi, neyin de kötü olduğunu olayların dış yüzeyine bakarak hemen anlayamayabiliriz.
Olayların nihai anlamının ne olduğuna hemen karar vermek yanıltıcı olabilir. Bu nedenle Musa peygamber hadiselerin gerçek yorumu, ardındaki hakikatin neliği hususunda Rabbimiz tarafından görevlendirilen “salih kul” tarafından eğitilmiştir; “Te’vil el-Ehâdîs Melekesi” kazanmanın ne kadar mümkün olabildiğine ilişkin olarak kıssanın tamamı okunmalıdır: Kehf,18/60-82.
Mü’minlerin başlarına gelen harici musibetler de kendi elleriyle yaptıkları kötülüklere karşı hem bir yeniden sınava tabi tutma hem de günahlarına keffaret kılmaya dönüktür. Değil mi ki, başa gelenler ya “imtihan” ya da “keffaret”tir.; öyleyse hataların itiraf edilmesi, tez elden tevbe fırsatını değerlendirmek gerekir.
“Başa gelen iyilik Allah’tandır; kötülük de kendi işlediklerimizin acı meyvesidir” şeklinde özetlenebilecek Kur’an Akaidi’ni şiar edinmek, hiç hatırdan çıkarmamak gerekir. Aksi takdirde siyasetçisinden, müteahhidine kadar hırsızlığı meslek edinmiş insanların yaptıkları yüzünden toplumların başlarına gelenler “kader” diye Allah’a izafe edilmeye kalkılabilir. Kur’an Akaidi’nin “kader” konusundaki temel ölçülerini iyi bellemek, Allah’a yönebilecek iftiralara, nefsimize ve çevremize karşı gereken cevabı verme olanağını sunacaktır.

b) Kötülüğü İnsanlar Dilerler
İnsanların başlarına gelen her musibet ve helak kendi işledikleri sonucu oluşan ürünlerdir. “Eylemin neticelerinin sürekliliği prensibi” gereğince, önceki yapılanlar daha sonra olabilecekleri tetikler; işte bu sebepledir ki toplumların başına gelen ilahi azaplar, kendi elleriyle kazandıklarından dolayıdır.

Merhameti sonsuz olan Yüce Rabbimiz insanların helak edilmelerini arzuladığı için onları felakete sürükleyen fiillere itiyor değildir.
“Bununla birlikte yine de senin Rabbin hiçbir toplumu kendi içlerinden onlara mesajlarımızı okuyup açıklayacak bir elçi göndermedikçe yok etmez; ve yine Biz hiçbir toplumu, üyeleri birbirlerine zulmetmeyi bir yol olarak benimsemedikçe helak etmiş değiliz.” (kasas,28/59.)
dp-Bu Sünnetullah kaidesi Kur’an’
ı
n bir çok ayetinde tekrarlanmıştır: “...Ayrıca Biz ( kendilerine) bir elçi göndermeden (yaptığı haksızlıklardan ötürü hiçbir topluma) azap etmeyiz.” (isra,17/15.)

c)Uyarılmamış Toplum Helak Edilmez
Adaleti emreden kendisi de Adil olan Yüce Rabbimiz yarattıklarına zulmedici değildir. Bu sebeple O, uyarmadan, hakkı tebliğ edip gerçeklerin tanıklığını yapan elçiler göndermeden hiç kimseyi cezalandırmaz. Aşağıdaki ayetin apaçık beyanı bu hakikati şöyle dile getirmektedir: “ Enam,6/131-312.
Uyarmadan helak etmenin söz konusu olamayacağına ilişkin benzer ayetler için bkz. Yunus,10/88;
Hicr,15/4-5; Kasas,28/59, 47;
Yüce Rabbimiz insanlardan suçluları işledikleri günahlar, uyguladıkları haksızlıklar nedeniyle musibetlere uğratır; küstahça hakikati yalandıkları için helak ile azab eder. (Talak,65/8-10; Hud,11/101; Ankebut,29/29.)


Uyarıcıların iş başında olduğu bir toplum, önce kendilerine gelmeleri için sıkıntı ile daha sonra da bolluk ile denenir; yine de kibirlerinden arınıp kendilerine gelmezlerse ilahi kudret eli tarafından Âfaki ayetlerden birinin elçiliği ile cezalandırılırlar. Geceleyin veya gündüzün hiç beklenmedik bir anında Yüce Allah’
ı
n ince tertiplerinin bir ürünü olan helak şekilleri suçluları ansızın yakalar.
“Tufan” v.b. türden Helak şekillerinden birinin devreye sokulması ile hak ettikleri karşılığı alacak olan suçlu toplumlardan A’raf Suresi’nde şöyle bahsedilmektedir:
“Biz hiçbir topluma peygamber göndermemişizdir ki, belki kibirlerinden sıyrılırlar diye onları darlıkla, sıkıntıyla denemiş olmayalım. Sonra o darlığı genişliğe çevirmişizdir, ki refahı tatsınlar da (kendi kendilerine: ) ‘Atalarımız da darlık ve sıkıntıya düşmüşler (ve genişliği görmüşler)di’ desinler. İşte ancak bundan sonradır ki, onları kıskıvrak yakaladık.” (A’raf, 7/94.)

Peki Peygamberlerin yaşamadığı dönemlerde de Helak Yasaları geçerli değil midir?
Bu kuralın anlamı, helak yasalarının işlemesi için illa da içinde peygamber olması gerektiği değildir. “Fil Ashabı” helak edildiği zaman yeryüzünde hiçbir peygamber yaşamıyordu. Fil ordusu ile kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe hakikati bilmediğinden –uyarılmamış olmadığından- dolayı değil, bilerek kasıtlı olarak Allah’
ı
şiarı’na karşı savaş açıyordu. Dolayısı ile Fil olayında gerçeğin idrakinde olmamak değil, gerçeği çiğnemeye azmetmek vardır.

d) Uyarıcılar Sadece Peygamberler midir?
Ayrıca Kur’an gibi “Resail/Allah’
ın elçilikleri” olan ilahi vahiylerle yapılan uyarılar da, kuralın işlemesi için yeterlidir.
Hem sünnetullah belirli bir tarihsel dilimle sınırlı değildir; her dönem ve her devir için “değişmez ilahi yasalar”dır.
Rahmeti eşsiz olan ve fakat aynı zamanda suçlulardan intikam almaya da söz veren Yüce Allah helak edilmeyi hak eden kentlerde yaşayan toplumlara çeşitli şekillerde müdahale eder. Tabii ki, ilahi müdahaleler belli bir ölçü çerçevesinde olur; durup dururken, sebepsiz yere hiçbir olay meydana gelmez.
Bütün işlerini adaletle yapan Rabbimiz kullarını nedensiz yere cezalandırmaz. Cezayı hak eden ve gerekli süreyi iflah olmak, ıslah etmek için kullanmayan toplumları helak etmek ise Sünnetullah gereğincedir. Islah olmak için gerekli çabaları göstermeyen ve süresi de dolan şehirlere Rabbimiz görevli azap melekleri ile olağanüstü bir müdahale yapar ve iş hiç göz açtırılmadan, çabucak bitirilir.


*SÜNNETULLAH’A GÖRE HELAK NEDENLERİ
Bize hak ile batıl arasında sınır koymayı öğreten –bir ayıraç işlevi gören düsturlarıyla Kur’an’
ı
indiren- Rabbimiz toplumların helak edilmesiyle sonuçlanan temel insani yanlışları açıkça beyan etmiştir. Hiçbir şeyi tesadüflerin belirlemesine terk etmeyen Yüce Allah helakin de yasalarını belirlemiştir. Yüce Allah suçsuz yere hiç kimseyi helak etmez. İnsanların helak edilmelerini kendi elleriyle işledikleri suçlar hazırlar. Bu suçların ne olduğunu ve hangi insan grupları tarafından işlendiklerini bir çok ayette Rabbimiz beyan etmektedir. Helak yasalarına göre, olağanüstü ilahi müdahaleyi gerektiren beşeri suçlar şunlardır:

a) Zulüm-Tuğyan-İfsad- İsyan
a-1) Zulüm
Kök anlamıyla birlikte düşündüğümüzde zulüm, bir şeyi konulması gereken yere koymamak, olağan dengeleri bozup altüst etmek, tabii olana karşı bozguncu bir tutum takınarak kargaşa çıkarmak manalarına gelmektedir. İnsanlar arasında adaletle hükmetmemek ve yaratılıp istifademize sunulan çevremizdeki her türden varlığa karşı “emanet bilinci”yle muamelede bulunmamak bir zulümdür.

“Allah’
ı
n yarattığı tüm varlıklara ve insanlara doğuştan tanıdığı hakları ihlal etmek, onları haklarından mahrum bırakmak” şeklinde de tarif edebileceğimiz zulümün önlenemez derecede yaygınlaşması bir helak sebebidir:
“.........22/45.
Ayrıca bkz.10/13,11/77-83, 27/52, 28/59, 53/50-52.
Zalimler ıslah olmamakta direten muhafazakarlardır. Eski statükonun kodları kendi çıkarlarına göre ayarlandığı için, mevcut kurulu düzenin devamından yana gayret gösterirler; yeniliğe karşıdırlar.8/53-55, 21/10-15, 25/38-39, 29/38.

Yüce Allah hakikate karşı duyarsız kalarak, hem kendilerine hem de çevrelerine karşı bozgunculuk yapıp zulmedenleri helak eder: 11/101, 29/40.
Dokuz yüz elli yıllık bir sabır timsali mücadeleyi yürüttükten sonra Nuh Peygamber şöyle yakarmıştır:

 

hanif_bir_kul

New member
Katılım
22 Mar 2007
Mesajlar
182
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
64
Toplumun yıkımına öncelikle küfür değil zulüm neden olur. Ne var ki Küfür, ahlaki olma şansından mahrum olduğu için, zamanla içinde taşıdığı potansiyelden dolayı, zulme dönüşmesi kaçınılmaz bir karaktere sahiptir. Zulüm ise “kula kulluğu, nesnelere tapınmayı, ilahi hukuka saygısızlığı, kısaca her tür haksızlığı koynunda büyütüp besler. Allah’a kul olmaları için yaratılmış insanların köleleştirilerek sömürülmesi, maddi ve manevi yok oluşu, nihayet ilahi müdahaleyle helaki kaçınılmaz kılar.
Batıl hak karşısında, kötü iyi karşısında, zararlı yararlı karşısında, yok olmaya mahkumdur. Küfür ancak suyun üzerindeki köpük kadar, örümceğin yaptığı ev kadar devamlılığa sahiptir:
“Allah’tan başka (varlıkları ve güçleri) sığınak kabul edenlerin durumu, kendilerine ağ ören örümceğin durumuna benzer; çünkü barınakların en zayıfı örümcek ağıdır. Keşke bunu anlasalardı!” (Ankebût,29/41)
Batılın iç yapısını tanımak, görüntüsüne aldanmamak gerekir.

a-2) Tuğyan
Tuğyan taşkınlık yapmak demektir. Normal şartlarda bir bolluk ve bereket kaynağı olan bir nehrin yatağından çıkarak etrafa zarar verecek şekilde akması da bir taşkınlıktır. İnsanın taşkınlığı ise Rabbi ile çevresiyle olan ilişkilerinden kendisi için belirlenmiş sınırları aşarak etrafa zarar verici eylemler yapması demektir. Kulun başına buyruk hareket etmesi, Allah’
ı
n hükümlerine ve dolayısıyla egemenlik hakkına karşı meydan okuma anlamı taşır.
Her şeyden haberdar olan Allah’
ı
n, kendi yarattığı bir varlığın -kulluğunun sınırlarını aşarak- ilahlığına ve rabliğine yönelen taşkınlığı duyarsızca geçiştirmesi, görmezden gelmesi düşünülemez.
Hak ve adalet sınırlarını aşarak taşkınlık yapmak manasına gelen tuğyan suçunu işleyenlere Kur’an’da Tâğut denilmektedir. İlahi vahye karşı şeytanın süslü gösterdiği istikbar amelleri işleyen Firavun, Haman, Karun gibi tâğutlar Allah’
ı
n gazabını celb ederler. Çünkü bunlar toplumları yozlaştıran ve içten içe çürüten organize suçların planlayıp icra eden kimselerdir.
“.................................................Ankebut,29/38-39.
Tağutlar zorba diktatördürler ve hak ve adalet için çalışan Allah’
ı
n taraftarlarına karşı cebir kullanmaktan çekinmezler. İbrahim,14/15.
Tâğutlar kendi azgınlıklarına ve taşkınlıklarına çevrelerini de ortak etmek için –tıpkı şakîliğine insanları ortak etmeye çalışan İblis ve askerleri gibi- yoğun çaba sarf ederler. Firavun ve onunla birlikte mevcut sömürü düzeninin devamında rol alan Hâman, Kârun gibi zulüm ekip zulüm biçen kimseler Allah’
ı
n insanlar arasında adaletle hükmetme emrini çiğnedikleri için tuğyan suçunu işlemişlerdir. Tağutlar kendi taşkınlıklarına yönettikleri halkları da ortak ettikleri için dünyevi bir azap olan helak felaketi, suça etkili ya da sessiz kalarak yardım eden herkesi kuşatır.

Zalim liderlerin peşinden sürüklenen sesiz çoğunluk da sorumluluta ortak olduğu için helak edilmekten kurtulamaz. Bu kural gereğince Firavun’un zulüm ordusuna katılan herkes kızıldenizin dibini boylamıştır.



a-3) İfsad
İfsad ise; yeryüzünde bozgunculuk yapmak, doğal çevreye ve fıtrata/ insanın doğuştan getirdiği güzelliklere yönelik suçlar anlamına gelmektedir. Fesat saçmak helak edilmeyi doğuran bir kötü bir ameldir.
Âd, Semûd toplumları, Firavun’un çevresi tuğyan suçu nedeniyle helak edilmişlerdir, tuğyan ile ifsad arasındaki birebir ilişkiyi anlatan aşağıdaki ayet bu suçların aynı zamanda örgütlü suçlar olduğunu açıkça beyan etmektedir; dikkatlice okuyalım:
“(Onlar) toprakları üzerinde tuğyan suçu işlediler/hak ve adalet sınırlarını aşarak taşkınlık yaptılar ve orada büyük bir yozlaşma ve toplumsal çürümeye sebep oldular. İşte bu yüzden Rabbin onları azap kırbacından geçirdi.” (Fecr,89/11-13.)
Tuğyan ve ifsad, toplumun yönetimini eline geçirmiş olan imkanları gelişkin güç odaklarının suçlarıdır. Örgütlü bir suç olan tuğyanın helaka yol açtığına ilişkin benzer bir ayet için bkz. Necm,53/52. Yine örgütlü bir suç olan ifsad’
ı
n helaka yol açtığını ifade eden diğer ayetler için bkz. Bakara,2/204-205; Ankebût,29/36.

a-4) İsyan
İsyan ise ifsadı ahlak edinmiş olan Tâğutlar’
ı
n kötü huylarından başta gelenleri arasındadır. Sömürü düzenleri ile halkları yöneten zalimlerin, en başta yaratıcıya isyan ile başlayan sorumsuzlukları, daha sonra kendi boyunduruğu altında tuttukları toplumlara karşı da, hiçbir hesap verme bilinci taşımadan hareket etmelerine yol açmaktadır.
Allah’
ın elçilerine ve uyarı görevini yerine getiren adalet ehli adanmışlara isyan eden Firavun gibi Tâğutlar’ı
n nasıl bir ilahi darbe ile devrildiklerini aşağıdaki ayetlerden okuyalım: “Rabbinin gönderdiği elçilere isyan etmişlerdir; Allah şiddetli bir ceza darbesiyle onların hesabını gördü.” (Hakka,69/10.)
“Ve Firavun elçiye (Musa a’a) isyan bayrağını çekmişti, bunun üzerine Biz de onu kahredici bir tutuşla kıskıvrak yakalayıverdik” (Müzzemmil,73/16.)

b) Tekzib/ilahi hakikati yalanlamak
Tekzib; ilahi vahyi ve onu taşıyan elçileri yalanlamak demektir. Hakikati yalanlayıp tebliğine engel olmak bir helak sebebidir. Medyen halkının Şuayb a’
ı
yalanlaması onların racfe türü deprem ile helak edilmelerine sebep olmuştur:
“Fakat halkı onu (Şuayb’i) tekzib etti/yalanladı. Bu yüzden depreme maruz kaldılar. Ve yurtlarında cansız bir şekilde yere serildiler.” (Ankebût,29/37.)
Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Semud, Lut ve Medyen v.b. halkların temel helak nedeni; “ilahi hakikati yalanlayıp, onun kitlelere ulaşmasını engellemek”tir:
“Semûd (kabilesi) ve lût kavmi ve Medyen’in yemyeşil vadilerinin sakinleri (de aynı şekilde hakikati yalanlamışlardı: ) Onların tümü (inkarda) birleştirler. Hepsi de elçileri yalanladılar; ve bu nedenle cezamızı hak ettiler. Ve onları (şimdi hakikati yalanlayanları) tek bir sayha/bela çığlığı beklemektedir; o bir an bile gecikmeyecektir.” (Sâd,38/13-15.)
Allah’
ın ayetlerini bile bile, inatla inkar ederek, küstahça karşı çıkanları, Yaratıcı’ya baş kaldırıp küfürde diretenleri felaket günleri bekler. Böyle toplumlarda yaşayan uyarıcıların kurtarılması ise, öteden beri Yüce Allah’ı
n uygulamakta olduğu değişmez bir yasadır:
“O halde, kendilerinden önce gelip geçen (inkarcıların yaşadığı felaket) günlerinden başka günler mi bekliyorlar? De ki. ‘öyleyse (olacak olanı) bekleyin bakalım; doğrusu ben de sizinle beraber bekleyeceğim.’ Bu konudaki Sünnetullah/değişmeyen uygulama şudur: ‘hakkı inkar edip ayetlerimizi yalanlamaya kalkışanların felaketlerini hazırlarız ve buna karşılık elçilerimizi imana erişenleri kurtarırız. İşte bize hak olan mü’minleri kurtarmamızdır.” ( Yunus,10/102-103.)
dp-Tekzib/kendilerine uyarıcı elçiler gönderildiği halde hakikati yalanlamanın bir helak sebebi oluşuna ilişkin, çok sayıda ayetten bazıları şunlardır: Enbiya,21/6; Mü’minûn,23/44; Mü’min,40/20-22; Kâf,50/12-14; Teğâbün,64/6; Talak,65/8.

c) İtraf-İsraf- Batr
c-1) İtraf
İtraf; varlık ve refah içinde yüzenlerin azgınlık yapması demektir. Allah’
ı
n rahmet hazinelerinden ihsan ettiği nimetlerine karşı şükran görevini yerine getirecekleri yerde, sahip oldukları olanakları zulüm aygıtlarına dönüştüren zengin kesimlerin işledikleri suçlar birer helak sebebidir. Kur’an’da ekonomik imkanları sebebiyle toplumda nüfuz sahibi olan kimselere “Mutrefûn” denilmektedir.
İtraf’da serveti tek elde toplamak ve sömürü maksadıyla kullanmak söz konusu olduğu için bir helak nedenidir. Yoksa servetin illa da sömürü maksadıyla kullanılacağına ilişkin bir değişmez kural yoktur.
Denetimsiz ve ölçüsüz elde edilen servet, önce onu korumak isteyen zümrenin halkın çoğunluğu aleyhine olacak bir dizi suç işlemesine, ardından maddi- manevi çürümeye zemin hazırlayan bir dizi helâka sebep olur. Malı yığıp belli bir zümre arasında dolaştırmak, tümü Allah tarafından kullarına armağan edilen nimetleri geniş yığınlardan uzak tutarak onları mahrum ve mağdur bir vaziyette bırakmak bir helak nedenidir.
Allah’
ı
n verdiği rızıklardan ihtiyaç sahiplerine infak etmemekte direten istifçi/kapitalist bir kısım insanlar da Sünnetullah’daki yok etme usullerinden biri olan “Sayha” ile helak edilmişlerdir:
“.... 36/47-50.
Aşağıdaki ayette toplumun refahtan şımarmış zengin kesimlerinin helak sürecini hızlandırdıkları ifade edilmektedir: “Fakat bir toplumu helak etmeyi irade ettiğimiz vakit, o toplumun Mutrefûn’una/refaha gömülmüş seçkin sosyetik kesimine son uyarılarımızı iletiriz. Ve eğer onlar günahkarca yaşamaya devam ederlerse cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz de onu darmadağın ederiz. (İsra,17/16.)
d-Elde ettikleri geniş servet sebebiyle toplumsal mevkileri yüksek olan kimselerin nasıl da helak sürecini hızlandırdıklarına ilişkin Kur’an’da daha çok sayıda ayet vardır; bunlardan bazıları: En’am,6/123, Kasas,28/58; Şura,42/27; Sebe,34/34.

Mele Ve Mutref’in İlahi Vahye Evrensel Düşmanlığı
Kur’an ve önceki kitapların elçiliğini yapan mü’minlere karşı mücadele edenler ya atalar dininin mensupları gelenekçi mukallitler, ya makam mevki sahipleri (mele) ya da şımarık zenginler (mutref) dir. İslami mücadelede statüko karşıtı bir karaktere sahiptir. O halde mü’minler, sözü edilen muhafazakâr kesimlerin tepkilerine şaşırmamalıdırlar.
Mutrefûn muhafazakardırlar:43/22-24
Mısır’
ın Musa peygamber dönemindeki hakimi olan Firavun kendisini ülkenin kayıtsız şartsız, hesapsız sorgusuz lideri olarak görüyordu. Mısır halkının rabbi olduğunu iddia ediyor; Allah’ı
n yeryüzündeki egemenliğine ortak çıkıyordu. Hz. Musa’nın sömürüyü durdurma talebini kabul etmeyen Firavun bu nedenle, mustadaf duruma düşürdüğü israiloğulları üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunup onların köleliğe devam etmesinin ancak eski düzenin devamı ile mümkün olduğunu bilecek kadar zeki idi. Ancak o, bu zulmün kendisini “ebedi mutluluktan mahrum bırakacağını” kavrayamayacak kadar da akıldan yoksundu.
43/51.
Ekonomik refah, eğer emeksiz bir şekilde haram yollardan elde ediliyorsa toplumların şımarmasına, rantlarını sürdürmek için, standartlarını korumak için suç aygıtlarını kullanmalarına yol açar. Bu durum ise o toplumun hayatiyetini yitirip içten içe çürümesini, maddi ya da manevi helaka zemin hazırlayan bir dizi gelişmeyi beraberinde getirir.
Burada Davut ve Süleyman peygamberler gibi hükümdarlık yapmış ve büyük bir iktidar kurmuş kimseleri hatırlatmakta fayda vardır. güç ve
iktidarlarını meşru yollardan elde eden bu iki isim, imkanlarını Allah yolunda feda etme konusunda bize örnek gösterilerek Kur’an’da övgü ile anılmaktadırlar.
Öyleyse her tür refah ve güç sahibi olmak kınanmamalıdır. Çünkü her zenginlik insanı zulme itmez. Fakat Zulmün kamçımsıdır, emeksiz kazanç. Haksız yollardan elde edilmiş, yine haksızlık yaparak korunmaya çalışılan servet ise sahiplerini telaşa düşürmekte, konumlarını muhafaza etme histerisi ile insanları sömürmeyi olağan görme eğilimini beslemektedir.

c-2) İsraf
israf, bir şeyi boşa harcamak demektir. Müsrifler ise “Kullarına karşı son derece merhametli olan Yüce Allah’
ı
n sınav alanı olan dünyada kendilerine verdiği olanakları boş yere harcayanlar”dır. Aynı zamanda elindeki her tür olanağı tutumluca kullanmayanlara da müsrif denilmektedir.
İsraf bir helak nedenidir: “..... Enbiya,21/9.
Hak’tan bir nasibi kalmayan Ehl-i Hüsran helak kapsamındadır: 7/99.
c-3) Batr
Allah’
ı
n mülkünden elde edilen servetlerle “batr” suçu işleyenlerin helak edilmesi kaçınılmazdır. Batr; nimete karşı nankörlük edip şımarmak demektir. Batr suçu mele ve mutref sınıfları arasında yaygındır. Çünkü nimete karşı nankörlük daha çok mele gibi yüksek makamlara gelen, güçlü bir liderlik olanağı elde etmiş olanlar veya mutref gibi büyük bir zenginliğe kavuşmuş bulunan kimseler arasında daha çok görülür.

Allah’
ı
n mülkünden elde ettiği malı kitlelerin kullanımından kaçırarak, sadece belli bir zümre arasında tekelleştirenler tarihte Sayha/ceza çığlığı yöntemi ile cezalandırılmışlardır.
Sayha ve şuayib a’
ı
n .............38/13-15, 7/88

d) Hâtie, Zenb, Cürüm, Fısk
d-1) Hâtıe: Hata
Hata diye de Türkçe’ye geçmiş olan bu kelimenin ifade ettiği fiil, suçun süreklilik arzetmesi halinde helak sebebi olacağına ilişkin mesajlar veren Kur’an ayetlerinde geçmektedir. Her vesileyle ifade etmeye çalıştığımız gibi, ayeti kerimelerden öğrendiğimize göre “suçunu itiraf ile tevbe yolunu seçmeyen, ısrarla günah işlemeye devam eden toplumların helak edilmesi sünnetullah”tır. Bu kesin ve değişmez yasaya göre nice kentlerin Hâtıe suçu yüzünden nasıl da helak edildiklerini Hâkka Sûresi’nden okuyalım:
“Bir de Firavun vardı. Ve ondan önce yaşamış (bir çok)ları altüst olmuş şehirler, onların hepsi Hâtıe/günah üstüne günah işlemişlerdi.” (Hâkka,69/9.)

d-2) Zenb: Günah
Günah anlamına gelen zenb; Allah’
ı
n buyruklarına karşı işlenmiş aleni suçları ifade etmektedir. Günahlar Yaratıcı’ya karşı bir meydan okumayı içerecek kadar açık ve yaygınsa, bu kötü örnekler neredeyse toplumun tüm bünyesini kuşatacak kadar alenî hal aldıysa, artık kapıya dayanmış olan helakın içeri girmesi yakındır.
40/21. Ayrıca bkz.29/40.

d-3) Cürüm: suç
Cürüm; adalet ölçülerini hiçe sayarak askıya almaktır. “Asıl suçluları cezasız bırakıp, suçsuz masumlara karşı kötü muamele yapmak” şeklinde de tarif edebileceğimiz cürüm, günaha batmış bir toplumda kötülük odaklarının işledikleri örgütlü suçlardır.
Zalimlerin önde gelenleri hile ve entirikalarla çeşitli suçlar işleyerek mazlumlara bütün güç ve olanaklarıyla saldırmayı ahlak edinmişlerdir. Allah’
ı
n dünyevi azabını celbeden cürümlere Firavun ve yandaşlarının işlediği suçlar örnek olarak verilebilir; bu suçlar helak edilmeyi gerektirecek kadar ağır suçlardır:
“..Duhan,44/22-24.
Günah bataklığına gömülüp giden suçlulardan helak etmek suretiyle öç almak Allah’
ı
n değişmez yasaları arasındadır. 12/110,3047.
Zalimlerin işleyerek kendi sonlarını hazırladıkları suça bir başka örnek de tehcir’dir. Tehcir; Allah’
ı
n kendilerine yüklediği görevleri yaparak hak ve adalet için çaba sarf eden uyarıcıları “göçe zorlamak” demektir. Mü’minleri ve önderlerini tehcir’le/göçe zorlayan, yerinden yurdundan sürmeye kalkanların helak edilmeleri Sünnetullah gereğincedir. 14/13-14.

Medyen halkı uzun bir uyarı döneminde kendilerine sunulan ilahi imkanları ellerinin tersi ile itmişler, ıslah olmamaya adeta yemin etmişlerdir; üstüne üstlük bir de Allah’
ın elçisi Şuayib a’ı
göçe zorlamakla tehdit etmişlerdir. Şüphesiz elçilerinin yegane koruyucusu ve kollayıcısı onların yaptıklarını yanlarına kar koymamıştır; Racfe depremi yerleri yurtları hak ile yeksan edilmiştir:
“ Araf,7/88.

d-4) Fısk
Fısk; günah işlemeyi huy haline getirmek demektir. Suçları kendi etraflarını sıkıya sarıp kuşatan zalimlerin bir eylem şeklidir fısk. Kafirler, münafıklar gibi Allah’
ın nimetlerinin kadir kıymetini takdir etmekten yoksun insanlar, bir marifetmiş gibi açık açık sapkınlıklarını sergilemekten utanmaz, arlanmazlar. İşte ilahi buyruklardan çıkp uzaklaşmayı ifade eden fısk, sapkınlığı düzeltilemez boyutlara ulaşmış ve günah işlemeyi sıradan bir adet haline getirmiş toplumların suçudur. Günahı etrafını çepe çevre kuşatan ve böylece Allah’ı
n rahmet pınarlarından fersah fersah uzaklara düşen kimselere Kur’an’da “Fâsık” denilmektedir.
Lût peygamberin risalet görevini yapmaya çalıştığı –cinsel günahlarda kötü bir ün bırakmış yoz insanlardan oluşan- fasık toplumun temel özellikleri ve helak edilişini aşağıdaki ayetin sarih beyanından takib edelim: “Ve Lût’a da sağlam bir muhakeme yetisi ve İlim/hakikatin ne olduğuna ilişkin kesin bilgi verdik. Ve onu çirkin davranışlar ortaya koyan bir toplumun elinden kurtardık. Gerçekten (onlar) günaha gömülüp gitmiş fasık bir toplumdu.” (Enbiya,21/74.)
Günahın ahtapot gibi toplumu sarması bir helak nedenidir.
Öğüt verenlerden nefretle yüz çevirmek, cinsel sapkınlıklar, uyarıcıları tehcirle tehdit etmek, günaha gömülüp gitmek Kur’an’da helak edildikleri anlatılan toplumların temel özellikleridir.
Deprem ve helak edici yağmurla kötü bir sona ulaşan Lut a’
ı
n kavmi, ıslah olmayacak derecede günaha battıkları için helak edilmişlerdir:
“Ve Lût (u hatırlayın ki, hani o) kavmine şöyle demişti: ‘dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadıkları iğrençlikleri mi işleyeceksiniz? Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Yoo gerçekten ölçüyü aşan bir topluluksunuz.’ Fakat kavminin cevabı yalnızca şu oldu: ‘sürün ülkenizden onları! Besbelli kendilerini temize çıkaran insanlar bunlar!’ Bunun üzerine onu ve geride kalanlar arasında bulunan karısı dışındaki yandaşlarını kurtardık. Bu arada (helak edici) bir yağmur yağdırdık berikilerin üzerine: işte görün günaha gömülüp gidenlerin başına geleni!” (A’raf,7/81-84.)
Buna ek olarak Allah yolundan dönmeye zorlamak, doğru yolu çeşitli propaganda araçları ile –basın medya vesveseleri ile- kitleleri büyüleyerek eğri göstermek, pusuya yatıp durmadan kötülüğü örgütleyerek çoğaltanlar da helak edilen toplumların özellikleri arasındadır.
Kötülüğü örgütlemek...........................
Günaha gömülüp gitmiş, suçun etrafını çepeçevre kuşattığı toplumların helak edilmesi Emrullah ile takdir edilmiş Sünnetullah’tır: 9/24.

e) İstihza
Alay etmek manasına gelen istihza, sıradan bir eylem değildir. İstihza, haddini aşan insanoğlunun Allah’
ın kelamını, elçilerini, kabe gibi –ihram, tavaf, başörtüsü, cilbab, kurban v.b- şiarlarını/simgelerini alay konusu yapmasıdır. Bu, daha çok toplumun propaganda gücünü temsil eden şairleri, görsel-işitsel ve yazılı iletişim araçları tarafından işlenen bir suçtur. Allah’ı
n dinini aşağılamak, çeşitli yaftalarla dile dolayıp, uyarcıları kötü sıfatlarla damgalamak bir helak sebebidir:
“...13/32.
İlahi hakikatlerle ve mu’cizelerle alay edenlerin helak edilmesi Allah’
ı
n değişmez yasalarındandır: “””......... Enbiya,21/41.
İstihzanın bir helak nedeni oluşunu beyan eden diğer ayetler için bkz. Mü’min,40/83; Zuhruf,43/7-8.

Salih a’
ı
n devesini boğazlayan dokuz çete reisi bir de hak ettikleri azabın başlarına hala niye gelmediğini dillerine dolayarak bardağı taşıran damlaya kadar alaylarına devam etmişlerdir. Ve ebedi mutluluk imkanının tamamıyla sona erdiren Racfe depremi ile kaçınılmaz sona varış:
“ Araf,7/75-76.
İlahi Vahye Yapılan Esatîr-İfk iftirası
İlahi vahyin muhalifleri Allah’
ın öğütlerine “Esatîru’l-Evvlîn”(öncekilerin masalları) veya “İ
fkün Kadîm” (Eski yalan) kulplarını takmışlardır.
“ (Ahkaf,46/11)

Peygamberler mecnunlukla itham edilerek alay konusu yapılmışlardır.
Bütün peygamberler gibi kula kulluğu, nesnelere tapınmayı sapkınlık olarak değerlendiren ve dokuz yüz elli yıllık mücadelesiyle bir sabır timsali olan Nuh a’
ı
halkı “delilik”le suçlamıştır. O halkın atalarından kalma alışkanlıkları eleştirdiği için, köklü geleneklerine karşı çıkmayı müşrik toplum delilikle itham etmiştir:
“ Zuhruf,43/23-25.

İlahi vahye elçilik yapan insanlara mecnun, sihirbaz, ayrılıkçı vb. haksız ithamlarda bulunmak tarih boyunca müşriklerin başvurduğu kara propaganda şekilleridir. O halde sorumlu öncü müminler bu tür suçlamaların kendilerine yapılacağı bilinciyle hareket etmeli suçlamalara aldırmamalıdırlar. Çünkü genel toplum kurallarına ters düşen, statükoyu eleştiren kişiler önceki düzenleri, gelenekleri temsil edenler tarafından çeşitli şekillerde daima hedef olarak gösterilmişlerdir.
Risaletin inkılabi vasfı dolayısı ile şirke dayalı olarak oluşmuş sistemden faydalanan muhafazakarlar, durumlarının tehlikeye girdiğini sezdikleri için hemen tepki göstermeye başlarlar.
Zariyat,51/50-55
Toplumsal yaşamın sünnetini bilenler, zalimlerin iftiralar ve karalama kampanyaları şeklinde başlattıkları tepkilerin oluşacağını önceden bekledikleri için karamsarlığa düşmezler. Allah’
ı
n dini’ne düşmanlık yapmayı kimlik edinmiş kimselerin gönlünü kazanmaya çalışmak, yağcılık yaparak tepkilerin azalacağını beklemek boşunadır. Bu nedenle oluşan yıkıcı muhalefetten dolayı ümitleri kaybetmeden yola devam edilmelidir.
5/49,55-57.
İbrahim peygamber tek başına bir ümmet olma kararlılığını gösterince Zalimleri tepkileri son derece acımasız oldu. Onu tutuşturdukları ateş’e attılar; fakat o iman’
ından ve iman’ı
nın gereğini yerine getirmekten, put kırıcılığından asla vaz geçmedi. Bu nedenle Yüce Allah onu Kur’an’da örnek gösterilen mücadeleciler arasında anmıştır.21/53-59.


f) Fitne-Mekr
İmtihan, deneme, ayartı, karışıklık, ihtilaf, çekişme, kargaşalık, ceza gibi kelime anlamları vardır. Kur’ânî bir terim olarak Fitne ise; insanı Allah yolundan alıkoyan imtihan amaçlı ayartılardır. Etimolojik/kök anlamında da dikkat edileceği gibi fitnenin muhtevasında günahın hem kendisi hem de cezası iç içe geçmiştir.
Mücadele edilmesi gereken sınama vesileleri olan Fitne; müminlerin ortadan kaldırmak için hayat boyu uğraşmaları gereken cin ve insan şeytanlarının ayartılarıdır. Enfal Sûresi’nin tanıklığına göre bu ayartılara karşı gereken mücadeleyi ortaya koymayanlar hem dünyevi azaba hem de uhrevi azaba düçar olacaklardır:
“Ve kötülük yönünden öyle bir fitneye karşı uyanık ve duyarlı olun ki o, ötekileri dışta tutarak yalnızca kafirlere musallat olmaz; ve bilin ki Allah azapta çok çetindir.” (Enfal,8/25.)
dp-müşriklerin zulüm ve baskı gibi hayatı felç eden eylemleri bir fitnedir; ve ölümden beter olan bu tür kötülükleri önlemek aşağıdaki ayetlerde müminlerin temel görevleri arasında sıralanmaktadır: Bakara,2/191-193.


f-1) Fitne Örgütleyicilerinin Helaki
Fitne çoğunlukla örgütlü bir suç olup Kafirler tarafından Allah’
ı
n yolundan saptırmak için yapılan kurulan tuzakları ifade etmektedir. Bu suçun Kur’an’daki ifadesi ise Mekr’dir.
Mekr; tuzak kurmaktır. Daha geniş ifadesiyle öznesi kafirler olan Mekr; Allah’
ı
n sorumluluk bilincine sahip insanlar için va’z ettiği dinine karşı hazırlanan çeşitli hile ve entirikalardır. Hakk’a karşı tuzak kuranlar, gerçeklerin kitleler tarafından doğru bir şekilde öğrenilip yaşanmaması için çaba sarfederler. Onlar doğruların üzerini örterek, yetmezse anlam erozyonu oluşturarak, yalan yanlış ve yanıltıcı imajlar yayarak yığınları etkileri altına almaya çalışırlar.
“........ Mü’min,40/5-6.

Kötü tuzak sahibine dolanır
Kötü Tuzak Sahibine Dolanır
Hakikate her fırsatta muhalefet edenlerin “ilahi mesajın uyarıcı öğütlerini duyduklarında ona tüm insanlardan daha çok bağlanacaklarına dair yemin etmeleri” boşunadır. Üretilmiş beşeri bir ideoloji olan Yahudi kültürünü din edinen bu tip kimseler, ilahi vahye muhalefet etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu yüzden hangi düzeyde ve hangi canlılıkta Risaletin uyarıları ile karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, muhalefetleri daha da katlanıp şedid bir hal alır; üstüne üstlük böbürlenerek Allah’
ı
n mesajlarına karşı “şeytani tuzaklar” kurarlar; bu tuzaklar ise ilahi vahyin nurlarını boğamadıkları gibi, sonunda kötülüğe ayarlanmış bomba kendi ellerinde patlar:
“...işte şimdi onlara bir uyarıcı geldi, ama (O’nun çağrısı) onların sadece muhalefetlerini artırdı. Yeryüzünde böbürlenmelerini artırdı, (Allah’
ın mesajlarına karşı) şeytani itirazlar geliştirme çabalarını...Halbuki, bütün şeytani tuzaklar (sonunda) sadece sahiplerini yutar; yoksa onlar, sünnetü’l-evvelîn’den/önceki (günahkar)ların (sürüklendikleri) yoldan başka bir şey mi bekliyorlar? Sen Sünnetullah’da/Allah’ın tuttuğu yol ve yöntemde hiçbir değişiklik göremezsin. Evet sen Allah’ı
n yolunda yönteminde/Sünnetullah’da bir sapma göremezsin.” (Fâtır,35/42-43.)
Rabbani görevini yapmaktan başka suçu olmayan peygamberlere kötü düzen kuranların oyunlarını başlarına geçirmek de Allah’
ı
n yasalarındandır.
Peygamberler ve müminler konjoktür ayırımı yapmadan İman’da sebat etmiş, açıkça tebliğ etmiş, müdâhane/karşı tarafın gönlünü almak için yağcılık yapmamışlardır. Bu özgünlüklerine ve insanlardan menfaat temin etmeyi amaç edinmemelerine rağmen uyarıcılara düşman olanlar, tabii ki sömürgecidirler.
İlahi vahyin elçiliğini yapanların temel amaç olarak kula kulluğu yok etmek olan Tevhid’i savunmaktan, sömürüyü ortadan kaldırıp hakça bir düzen kurmak olan Adalet’i ikame etmeyi arzulamaktan başka suçları yoktur. Bu iki hedeften rahatsız olanlar uyarıcılara ve müminlere karşı ilk olarak tuzak kuranlar/plan çevirenler, putperestlikten menfaati olup eski düzenin değişmesini istemeyen Mukallit/statükocu bir kesimdir. Geçmişi muhafaza ederek sömürü ve zulüm düzenini sürdürmek isteyen mustadafların kanını içerek-emerek geçinen çeteler Allah yolundakilere çeşitli turzaklar kurarlar. Fakat Allah, onların kurdukları düzenleri daima altüst etmiştir.



Yeryüzünde böbürlenerek yaşayan zalimlerin tasarladıkları örgütlü suçlarla çevrelerine verdikleri zararlarla kendi sonlarını hazırlamışlardır. Yeryüzünde hasene ekinlerinin boy göstermesi ve güzelliklerin filizlenmesi için çaba gösteren Salih peygamber ve ona tâbi olan müminlere karşı zalim toplumun önde gelenleri çeşitli tuzaklar hazırlamışlardır. Hatta bu tuzaklardan biri ile Allah’
ı
n imtihan vesilesi olarak verdiği Deve’yi boğazlamışlardı. Zalimlerin hazırladıkları psikolojik ve fiziksel savaş planlarını boşa çıkaran Allah, onların çevirdikleri entrikaların sonuçta kendilerini yutacağı şekilde bozmuştur.
Salih a’
ı
n kavminden zalimlerin bir ömrü heba ederek, kendi sonlarını getiren amelleri yüzünden helak edilişlerini Neml Sûresi’nin mubîn beyanından okuyalım:
“Ve böylece bir Mekr/tuzak kurdular, fakat onların hiç fark edemeyecekleri biçimde Biz de bir tuzak kurduk. Ve sonra bak onların kurduğu bütün tuzakların sonu ne oldu. Onları ve onların peşinden giden toplumu, hepsini yerle bir ettik. Ve işte onların yaşadığı yerler işledikleri haksızlıklardan ötürü şimdi bomboş! Bu olayda bilmek öğrenmek isteyen insanlar için mutlaka bir ders vardır. Ve iman edip Bize karşı sorumluluk bilinci taşıdığı için sakınan kimseleri kurtarmış olmamız da!” (Neml,27/50-53.)
dp-Örgütlü suçun bir helak nedeni olduğunu ifade eden diğer ayetler için bkz. Nahl,16/45-46; Mü’min,40/5-6.

f-2) Yaşanan Sefihliğe Engel Olmayanların Helaki
Toplumdaki beyinsizlerin yaydığı ifsada “aman bana ne, her koyun kendi bacağından asılır” türünden Ğarra’ya/insanın kendi vehimlerinden kaynaklanan boş ve derinliksiz şeytani düşüncelere kapılarak, yaşanan haksızlıklara engel olmaya çalışmamak, İman etme iddiasında bulunanlar için de bir risk taşımaktadır.
A’raf, 7/164,165; Hud, 11/116; Neml,27/51.

Musa peygamber a Sina dağından döndüğünde Harun a’
ı
n bütün çabalarına rağmen halkını Samiri’nin yaptığı buzağıya taparken bulmuş ve alelacele gereken tedbirleri aldıktan sonra yetmiş inanmış adamla birlikte Allah’a yakarışta bulunmuştur. Bu duanın muhtevası da göstermektedir ki, yaşanan sefahate engel olmak müminlerin görevidir. Aksi takdirde etkisiz elemanlar olarak yaşayan mü’minler gelecek musibet ve helakin azabından kurtulamayacaklardır. Üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun şudur: “Toplumsal fesadın kuşatıcılığı karşısında tavır almayan müminler, kimliklerini nereye kadar koruyabileceklerdir?” Tabii ki koruyamayacaklardır. Zaten helak edilme riski de bu nedenle vardır. Yoksa zulme karşı tavır alan müminlerin helak edilmeleri sözkonusu değildir.
“...Ey Rabbim! Eğer dileseydin, daha önce de onları helak ederdin ve (onlarla beraber) beni de. İçimizden birtakım dar kafalıların yaptıklarından ötürü bizi helak edecek misin şimdi?..” (Araf,7/155.)

Samiri Ve Yandaşlarının Sefihliği
Samiri karakterinin temsil ettiği iletişim aygıtlarıyla kitleleri kandırarak, eski zulüm düzenini sürdürmeye çalışanlar, kadim şirkleri canlandırarak Allah’a ortak koşan kimseler de sefihçe davrandıkları, akletme melekelerini dumura uğrattıkları için helak edilecek toplumsal gruplar içinde yer alırlar.


g) Recm/Elçileri Taşlamak

Elçileri ve uyarıcıları taşlamak, onların görevlerini yapmalarına engel olmak bir helak nedenidir.
Toplumdaki ifsada doğru giden önlenemez yükselişe “dur!”diyen peygamberler ve onların mirasçıları olan öncü müminleri cezalandırmak da bir helak nedenidir.
İsimsiz bir şehrin halkından söz edilen Yasin Suresi’nde, kendilerine Allah’
ı
n tevdi ettiği mesajı tebliğ etmekten başka hiçbir “suç”u bulunmayan iki elçi taşlanarak öldürülmekle tehdit edilmişlerdir:
“Dediler ki: ‘doğrusu bize uğursuzluk getirdiniz, eğer bundan vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlayacak ve başınıza bir bela saracağız!” (Yasin,36/18.)

Allah’
ı
n ayetlerine ve ilahi vahyin uyaran tebliğcilerine karşı küstahlıklarından vaz geçmeyen bu tür kimseleri bekleyen acı sondan şöyle söz edilmektedir:

“Ve ondan sonra Biz kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirme gereği de duymadık: hiçbir şey (gerekmiyordu) bir Sayha’dan/ceza çığlığından başka! Ve sonunda sesiz ve hareketsiz bir kül yığınına döndüler.” (Yasin,36/28-29.)


SÜNNETULLAH’TA HELAK ŞEKİLLERİ

Allah Teala kendilerine sahih, saf tebliğin ulaştığı insanlara bir ıslah olma şansı tanımaktadır. Kollektif olarak “ilahi mesaja olumsuz yanıt verip cebren engellemek” sünnetullah’a göre ilahi hışım ve yıkımı doğurur.

İlahi kudret elinin “eşya üzerinde hakimiyet kurarak Hilafet makamına oturma” şeklindeki emanete layık eylemler yapmayan kafirlere müdahale biçimleri çok çeşitlidir. Yeryüzündeki ister Zalimlerin fitnelerine karşı mücadele eden bir müminler topluluğu bulunsun isterse bulunmasın helak yasaları işlerliğini sürdürür. Bu işleyiş, Emrullah’
ın elçiliğinde, çok tabii olaylar şeklinde de olabilir; İznullah’ı
n elçiliğinde mu’cizevî/olağanüstü olaylar şeklinde de olabilir.
Toplumların helakinin/tarih sahnesinden çekilmesinin birçok çeşidi vardır. Bunları temelde iki kısma ayırabiliriz: Birincisi; Mu’cizevî olarak somut bir şekilde toplumun tamamını kuşatacak şekilde gerçekleşen helak şekilleri. Mesela, Çığlık, sarsıntı, titreme, dondurucu rüzgar, tufan vb. İkincisi ise; Fiilî dinamiklerin yitirilmesi şeklinde gerçekleşen musibetler.
Her ikisi de insanların bireysel ve toplumsal iradelerini takip ederek gerçekleşir; musibet ve helakların insan iradesine bağımlı olarak gerçekleşmesi de Sünnetullah’tır.
Hakikatte Hesap Günü başa gelecek felaketler de bireysel ve kollektif iradeden güç alan eylemler nedeniyledir:
“(Hesap Günü) başınıza gelecek her felaket kendi ellerinizle yapıp-ettiklerinizin bir ürünü olacaktır; bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır.” ( Şura,42/30.)

Kur’an’da sözü geçen helak şekillerini nitelikleri bakımından üçe ayırmak mümkündür: Birincisi; fiilî dinamikleri yitirip ebter olmak; ikincisi, tabii olaylar şeklinde algılanan musibetler; üçüncüsü ise somut azap şekilleriyle gelen helak türleri.

a-Ebter Kelimesi Bağlamında Fiilî Dinamiklerin Yitirilmesi

Fiilî dinamiklerin yitirilmesiyle manevi yok oluş da, -Mekke toplumunda olduğu gibi- bir helak şeklidir. Çünkü, arkası kesik, soyu kesik, ardılı olmayan, kuyruksuz manasına gelen ebter bir helak şeklinin Kur’ânî ifadesidir. İşte Kevser Suresi’nin Mekke Müşrikleri’nin sonuyla ilgili gaybî ihbârı:

“(Ey peygamber!) Biz sana sayısız nimetler verdik. Öyleyse sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! Gerçek şu ki, sana kin besleyen düşmanın Ebterdir/arkası kesiktir.” (Kevser Sûresi,108.)

Gerçekten de bu ilahi beyanın üzerinden çok geçmeden –peygamberimizin vefatından önce- Mekke ve çevresinde (özellikle Mescid-i Haram’da) bir tek müşrik bile kalmamıştır. Kabe ve çevresinde şirk dini’nin arkası kesilmiş, müşriklerin düşünce ve ideolojilerini sürdürecek kimse kalmamıştır.
Bir düşüncenin fiilî dinamiklerini yitirimesi demek, “Uğrunda ölecek şahitlerinin bulunmaması”dır. Nihai anlamda Batıl’
ı
n Hak karşısında dayanması mümkün değildir.
Kafirlerin kurdukları düzenler örümceğin yaptığı eve benzer; iradeli ve kararlı bir mücadeleyi üstlenen müminler için –tıpkı peygamberimiz ve arkadaşlarının örnek azminde olduğu gibi- Başarının değişmez yasalarına uygun davranmaları şartı ile “bir süpürgelik iş”tir.

Batıl suyun üzerindeki köpük kadar ömre sahiptir; kalıcı ve zaferi kazanan her zaman Hak’tır:
“Ve yine de ki: ‘hak/değişmeyen gerçek geldi, Batıl/sahte ve tutarsız olan yıkılıp gitti, zaten sahte ve tutarsız olan er geç yıkılıp gitmek zorundadır.” (İsra,17/81.)

dp-Küfür, kendisini önüne katıp sürükleyen suda bir anda akıp giderek kaybolan köpük kadar bir ömre sahiptir: “...Hak ile batılı Allah işte böyle bir benzetmeyle göz önüne koyuyor: çünkü gerçekten de söz konusu olan tortuysa, çerçöpse bu, bütün köpüksü şeyler gibi, akar gider; ama insanlara yararlı olan şeye gelince o her (zaman olduğu) yerde sapasağlam ayakta kalır. Allah işte böyle benzetmelerle ortaya koyuyor.” (Ra’d, 13/17.)

Aslında Kafirler’in amelleri, yapıp etmeleri hep boşa çıkmaya mahkumdur: “Hakkı inkar ettiklerine (tutum ve davranışlarıyla) bizzat kendileri tanıklık edip dururken, Allah’
ı
n mescidlerini ziyaret etmek yahut onları onarıp gözetmek, Allah’tan başkalarına ilahlık yakıştıranların işi değildir.Onlar yapıp-ettikleri boşa gidecek olan kimselerdir, ateş’e yerleşip kalacak olan kimseler.” (Tevbe,9/17.)

Tabii Olaylar Şeklinde Algılanan Musibetler

Tabii olaylar şeklinde gerçekleşen musibetlerden yüzlercesi bu günün insanı tarafından her an içinde yaşadığımız dünyada, günlük haberlere konu olacak derecede “tabii felaket haberleri şeklinde” gündem olabilmektedir. İnsanların sınırsız iktidar tutkusu karada, denizde, havada çeşitli tamiri imkansız sonuçlara yol açar. Bu nedenle kendi musibetinin ve kendi helakinin besleyip büyüteni hakikatte insanın yine kendisidir.
İfsad’
ı
n/her tür bozgunculuğun kollektif iradeden beslendiğine ilişkin olarak Rum Suresi(30),41.ayet konuyu öz bir şekilde ortaya koymaktadır:

“(Allah’
ı
n buyruklarını umursamaz hale gelen şu) insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı. Bu şekilde (Allah) belki (doğru yola) geri dönerler diye yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını onlara tattıracaktır.”

İşte hilafet emanetine ihanet eden, imar için değil ifsad için çalışan, Allah’a ve yarattıklarına karşı hiçbir sorumluluk bilinci taşımayan çağdaş insan ürünü olan musibetlerden bazıları:
Toprak, hava ve su sanayi atıkları ile kirlenmekte, okyanuslar nükleer çöplükler haline getirilmekte, ozon tabakası insan ürünü yapay yollarla kimyasal işlemlere kurban edilmekte, buzullar küresel ısınmadan dolayı erimekte ve mevsimlerin dengeleri değişmekte, hayvanların nesli tüketilmekte, bitki örtüsü bozulmakta, genetik bozuklukların yol açtığı hastalıklar artmaktadır. Kısaca katı maddeci ideolojilerin felsefeleri ile ürettikleri teknolojiler, geliştirdikleri endüstriler, doğal çevrede çürüme ve tahribat meydana getirmektedir. Sosyal hayattaki bozulmaya bağlı cinsel sapkınlıklar ve yol açtığı Aids gibi hastalıklar, şuç ve şiddetin şehirlerdeki hayatı felç edecek kadar yaygınlaşması, nükleer dehşeti örgütleyen hep dünyadaki sömürü düzeninin devamını sağlamak isteyen, maddi ilerlemeyi tek amaç olarak insanlara benimsetip, tartışılmaz gerçek olarak sunan, Liberalizm-Kapitalizm, Sosyalizm-Komünizm gibi, Materyalist zihniyetli felsefe ve ideolojilerin yaptıklarının sonucudur. Çünkü onlar insan’
ı
tanrılaşmaya, egosunu ve arzularını ölçüsüzce ve sorumsuzca doyurmaya iten bir yaklaşımı, yazılı ve görsel basının tüm propoganda araçları yolu ile kitlelere pompalayarak benimsetmektedirler.

Aslına bakılırsa normal bir ölüm de Zalimler için tek tek helak kapsamında değerlendirilmelidir. Fakat küfür tek başına bir toplu helak şekli değildir. Kafirlerin inançlarını ve eylem şekillerini topluma cebir yoluyla dayatarak benimsetmeye çalışmaları bir helak sebebidir.

Yüce Allah toplumların emeklerini sömüren, geleceklerini karartan, dünyalarını ve Ahiret mutluluklarını engelleyen zalimlerin cezalarını Hesap Günü’ne ertelemiş, onları somut bir dünyevi azaba uğratmamış olabilir:

“Küfre girene gelince, onun inkarı seni üzmesin: ‘onlar sonunda Bize dönecekler ve o zaman (hayatta iken) yaptıklarının (gerçekte) ne olduğunu onlara göstereceğiz. Çünkü Allah (insanların) kalplerindekini en iyi bilendir. Onlara kısa bir süre hayatın zevkini yaşatır, ama sonunda şiddetli bir azaba sürükleriz.” (Lokman,31/23-24.)
Aşağıdaki ayetler, İfsad’
ı
n karşılığı olan cezaların sadece bir kısmının dünyada iken Müfsidler tattırıldığı, fakat bir çoğunun Ahieret’teki yakıcı azaba ertelendiğini beyan etmektedir: Zariyat,51/59-60; Buruc,85/4-10

b- Somut Azap şekilleriyle Gelen Helak
Yeniden dirilmeyi inkar eden, Elçilerle veya uyarıcılarla “mürteci/irticacı”, “mecnun” v.b. aşağılama yöntemlerini kullanarak dalga geçenler, ilahi vahyin taşıdığı mesajları yalanlayıp uyarıları göz ardı edenler, çeşitli somut azap şekilleri ile de helak edilirler.
Allah’
ı
n mesajını insanlığa ulaştırmaktan başka suçu bulunmayan uyarıcıların görevlerini yapmalarına engel olanlar, onlara recm etmek/taşlamak, işkence etmek, yakmak gibi daha başka adı sanı duyulmamış yöntemlerle haksızlık yapanların helak edilmesi Rabbimizin öteden beri değişmeyen yasalarındandır. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin suçlulardan öç almak için harekete geçirdiği tabiat güçlerinin yok etme usulleri şunlardır: Ölümcül fırtınalar, donduran rüzgarlar, kasıp kavuran kasırgalar, yerin dibine geçiren diz üstü çökerten depremler, insanları seller önünde sürüklenen çerçöpe çeviren tsunamiler/su taşkınlıkları, dalgalar, nihayet tufanlar...
“........ Ankebût,29/40. Hâkka, 69/6.
Allah helak ettiği toplumlara haksızlık etmez, onlar kendi kendilerine haksızlık ederler; somut azap şekillerinin bir çoğunun anıldığı aşağıdaki ayet konunun özeti gibidir:
“Çünkü onların her birini günahlarından dolayı hesaba çektik: Kiminin tepesinden ölümcül fırtınalar estirdik, kimini âni bir kasırga ile yok ettik, kimini yerin dibine geçirdik ve kimisi de suda boğulup gitti. Onlara haksızlık yapan Allah değildi. Fakat onlar kendi kendilerine haksızlık yapıyorlardı.” (Ankebût,29/40.)

Kur’an’da anılan bu türden somut azap şekilleri şunlardır:

b-1) Tufan
Tufan’
ı
n kelime ve terim anlamı
İşte Nuh kavmini yok eden Tufan’
ı
n Kur’an dilinden anlatımı
“Bunlardan önce Nuh’un kavmi de onu (yeniden dirilme gerçeğini) yalanlamıştı; onlar kulumuzu yalanlamışlar ve ‘o bir delidir’ demişlerdi. (ve bundan dolayı) o kovulup def edilmişti. Bunun üzerine (Nuh) Rabbine : ‘doğrusu ben yenik düştüm, artık Sen gel ve bana yardım et!’ şeklinde yalvardı. Biz de seller gibi akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Ve toprağın pınarlar halinde fışkırmasını sağladık ki, sular önceden belirlenmiş bir amca hizmet etsin.” (kamer,54/9-12.)
Hâkka,69/11; Nûh,71/25.

b-2) Riyh-u Sarsâr: Donduran Kasırga
Ad kavmini ıslah olmamakta diretttiği ve Allah’
ı
n ayetlerini dillerini dolamak, sırt çevirmek, alay etmek, hatta ortadan kaldırmaya çalıştıkları için helak edilmişlerdir. Fakat Mü’minler bu helaktan kurtarılmışlardır. Ve işte “donduran şiddetli bir kasırga” ile helak olan Âd kavmi’nin başına gelenler: “Âd (kavmi de ) hakikati yalanlamıştı. Ve uyarılarım göz ardı edildiğinde verdiğim azap ne şiddetliydi. Biz onların üstüne müthiş uğursuz bir günde şiddetli bir kasırga gönderdik. (bu kasırga) insanları köklerinden koparılmış hurma kütükleri gibi savurup attı. Zaten uyarılarım göz ardı edildiğinde verdiğim azap ne şiddetlidir!” (Kamer, 54/18-21.)

Dp-Aynı kıssa Kur’an’
ı
n çeşitli yerlerinde birbirine benzer lafızlarla, farklı bağlamlar içerisinde tekrar edilmiştir: Hud,11/58-81; Hâkka,69/6-8,

b-3) Sayha/Yok eden Çığlık

Sayha hem bir helak şeklidir, hem de deprem gibi yöntemlerin tezahürleridir. Lafzî anlamı ses, gürültü demektir. Deprem esnasında çıkan korkunç gürültüye “sayha” denilmektedir. Sayha’nın geçtiği ayetleri incelediğimizde görmekteyiz ki, büyük bir korkuya, dehşete kapılmaya sebep olan sayha, hem helak depremiyle birlikte işitilen sese denilmektedir; hem de aynı zamanda başlı başına bir helak yöntemidir.
dp-Elçileri ve onlara uyanları taşlayarak öldürmeye kalkanları Sayha/dünyevi azabın korkunç gürültüsü yakalamıştır. Bkz. Yasin, 36/29,49-53.

Nuh kavmi’nin Torunları’nın Helakinde Sayha’nın Rolü
Nuh a’
ı
n Tufandan kurtulan kavminin çocuklarından türemiş bir toplumun helak edilmesi “sayha” ile gerçekleşmiştir. Tufan’dan kurtulan müminlerin soyundan gelen zalim bir nesil de Ahiret Günü’nü inkar ettikleri için sayha yöntemiyle helak edilmişler; bir sel süprüntüsü haline getirilmişlerdir. Ancak bu olayı dile getiren ayetlerde depremle alakalı ifadelere rastlanmamaktadır. Demek ki, Sayha her zaman depreme bağımlı olarak çıkan korkunç gürültü değildir; başlı başına bağımsız bir helak yöntemidir:
“Ve anî bir darbe şeklinde gelen (sayha azabımız) tam yerinde ve kaçınılmaz olarak onları kıskıvrak yakalayıverir; ve böylece onları sel önünde sürüklenen çerçöp ve köpüğe çeviririz: uzak olsun, böyle bir zalimler topluluğu!” (Mü’minûn, 23/41.) (23/31-14.

Lût Kavmi’nin Helakinde Sayha’nın Rolü
Lut kavmini (Sodom ve Gomore halkını) ve medyen halkını helak eden azabın tezahürlerinden biri de “sayha”dır. Deprem esnasındaki sarsıntıyla gelen korkunç gürültü, volkanik patlamalar ve yıldırımlarla ve diğer amillerle meydana gelmektedir.
Özellikle bu volkanik patlamalarla yeryüzüne çıkan “siccil yağmuru” Lût kavminin helak edilmesinde açıkça görülmektedir.
“Ve derken tan yeri ağarırken (hak ettikleri azabın) gürültüsü apansızın yakaladı onları” (Hicr,15/73.)
“Ama sonunda bir sabah erkenden onları da (hak ettikleri azabın) sayhası/gürültüsü apansızın yakalayıverdi.” (Hicr, 15/83.)
Lut kavmi ve medyenlileri helak eden azabın Sayha’sı bir çok ayette tekrarlanarak hatırlatılmıştır.bkz. Sâd,38/13-15.


 

hanif_bir_kul

New member
Katılım
22 Mar 2007
Mesajlar
182
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
64
Semûd Halkının Helakinde Sayha’nın Rolü
Dağlardaki kayaların içine güvenli, depreme dayanıklı, sağlam evler yontan Semûd halkının yok edilmesi sırasında Sayha’nın dehşet verici niteliklerinden Kur’an’da söz edilmektedir. Semûd toplumu depreme bağlı olarak oluşmuş sayha’nın helak eden gürültüsünü duymuşlardır:
“..11/67. 15/83, 54/31. Semud halkını/ Salih a’
ı
n kavmini yok eden azabın “sayha”sı için bkz. 11/67,94.

Medyen Halkı’nın Helak Edilmesinde Sayha’nın Rolü
Şuayb peygamberin ıslah etmek için çabalayıp durduğu, ama başarılı olamadığı Medyen halkının yok edilmesinde Sayha’nın depremle birlikte çıkan sesin etkili olduğunu öğrenmekteyiz. Sayha’nın, deprem sonucu yer kabuğunun harekete geçmesi sırasında meydana gelen volkanik patlamalardan çıkan ses olma ihtimali yüksektir. İnsanları yere seren depremle birlikte Sayha’nın da yürekleri korkudan titreten, ödü patlatan niteliğine Hud Suresi’nde işaret edilmiştir:
“.....11/94.

Karye Halkı’nın Helak Edilmesinde Sayha’nın Rolü
Kendilerini ilahi vahiyle uyaran iki elçinin görev yaptığı bir karye halkı da sayha yöntemiyle dünyada kendilerine tanınan fırsatı ebediyyen kaçırmışlarıdır. Rabbani hakikati inkar ettikleri için, peygamberleri uğursuzlukla itham edip taşladıkları için, işkence etmeye kalkıştıkları için sayha usulüyle helak edilen bir karye halkından Yâsin Suresi’nde söz edilmektedir:
“.... 36/13-29.

Sayha’nın Sürekliliği
“Sayha” geçmişte kalmış bir cezalandırma yöntemi değildir, yeniden devreye sokulabilecek bir tabiata sahiptir. O, İlahi vahyi yalanlayan herkes için bir tehdit unsuru olarak Kur’an’da anılmaktadır:
“Ve onları (şimdi hakikati inkar edenleri) tek bir Sayha/bela çığlığı-korkunç gürültü beklemektedir; o bir an bile gecikmeyecektir.” (Sâd, 38/15.)

Sûr’un Sayhası

Kıyamet’in ve Yeniden Diriliş’in simgesi Sûr’un çıkaracağı korkunç gürültülü ses de Kur’an’da “sayha” kavramı ile anılmaktadır; yeryüzünde kalan tüm canlıları helak eden ilahi buyruğun da, yeniden dirilişi hükme bağlayan kararın da elçisi Sûr’un çıkaracağı bu ses’tir: Ankebût, 29/53

b-4) Deprem

Deprem, en başta gelen –en çok tekrarlanan- helak şekillerindendir. Kur’an’da bir çok deprem çeşidinden söz edilmektedir. Fakat bunlardan sadece biri (Racfe) Kıyamet öncesi helak etme biçimiyle ilişkilendirilirken diğer dördü (Râcife, Râdife, Temûr, Zelzele) “Büyük Kıyamet Sahnesi”nin unsurları arasında zikredilmiştir.

Deprem türlerini incelemeden önce, Kur’an’da çokça anılan bu helak şeklinin özelliklerini kısaca inceleyelim. Depremin sıfatları, oluşumu itibariyle “Tâğıye”; sonuçları itibariyle “Nezîr” sıfatlarına haiz sıradışı bir olaydır.

Tâğıye:

Tâgıye; dengede olanın yoldan çıkması, bir şeyin asli durumunu değiştirmesi, nehrin yatağından çıkarak taşkınlık yapması demektir. Bu bakımdan deprem bir tâğıye işlemi olarak Kur’an’da anılmaktadır.

Öte yandan şunu da rahatlıkla ifade edebilir ki, sıradan yer sarsıntılarına Kur’an’da hiçbir şekilde –ne olumlu ne de olumsuz anlamda- yer verilmemektedir. Depremin meydana geliş şeklini ifade eden Tâğıye sıfatını kısaca yorumlamak gerekmektedir. Bize göre bu kelimenin anlamına dikkat edildiğinde görülecektir ki, her deprem bir helak değildir.

İnsan yaşamını felç edecek şekilde tabiatın doğal işleyişinde bir tâğıye/taşkınlık meydana geliyorsa –ki insan toplumlarının taşkınlıklarına bir ceza olarak gelmiştir- Racfe türü deprem olma vasfını elde etmektedir. Sonucu helak ile bitmeyen küçük sarsıntılara –ki fay hatlarıyla taşınan ilahi rahmetin tezahürüdürler- Kur’an’da hiç değinilmemektedir.

Nezîr:

Depremin bir diğer sıfatı da nezîr’dir. Yani uyarı. Bilindiği gibi peygamberlerin görevi olan “nezîr” aynı zamanda Kur’an’
ı
n da bir sıfatıdır. Deprem, hem suçluların Rabbimiz tarafından güven sarsıcı niteliliği ile uyarılmasında gündeme gelen bir helak türüdür, hem de helak edilen toplumun dışında kalan insanları tıpkı bir nübüvvet vahyinin ayeti gibi uyarı işlevi üstlenmiş olmaktadır. İşte kendilerini en güvende hissettikleri anda suçluları vuran depreme karşı Mülk Suresi’nin ayetleri ilahi uyarıları:

“O Gökteki’nin yeryüzünün bir gün gelip sarsılmaya başladığında sizi yutmasına izin vermeyeceğine emin olabilir misiniz? Yahut O Gökteki’nin taşları yerinden kaldıran ölümcül bir kasırgayı üstünüze salmayacağından eminmisiniz? O zaman bilirsiniz nasılmış nezîrim/uyarım. Doğrusu daha önce yaşamış olanlar(ın bir çoğu da) yalanlamıştı; ve benim onları yok sayıp dışlamam ne ne korkunçtu!” (Mülk,67/16-18.)

Küçük Bir Kıyamettir Deprem
Depremle ilgili ayetleri inceldiğimizde görmekteyiz ki, o ve ona bağlı olayların amacı, uyarmak veya cezalandırmaktır. Kur’an’da örneği verilen tâğıye nitelikli depremlerin hepsi helak etmeye matuf olarak gerçekleşmiştir. Kıyamet sahnesini anlatan ayetlerde deprem olgusunun meydana getireceği olaylara geniş yer verilmektedir.

Depremin Kıyamet sahnesinin önemli bir unsuru olması ve Kur’an’da anılan depremlerin hep helak etmeye yönelik olmaları da göstermektedir ki o, küçük bir kıyamettir.
Beklenmedik bir dünyevi azapla binaları temellerinden göçertmek, içinde yaşayanların üzerine çökertmek, tavanlarını başlarına yıkmak depremin sonuçlarındandır. Şirk ve kibir yüklü zalimlerin hileli düzenleri ve kurdukları dünyevi saltanatlar Rabbimiz tarafından bu şekilde sona erdirilmiştir.
Nahl,16/26.

Deprem’in çeşitleri: Küçük Kıyamet Depremleri, Büyük Kıyamet Depremleri

Küçük Kıyamet Depremleri: Racfe

Depremin yaşandığı toplumlarla ilgili kıssaları okuduğumuzda görmekteyiz ki, , Racfe türü deprem dehşetengiz şiddetli her hangi bir lokal/bir bölgeyle sınırlı sarsıntıyı ifade etmektedir. Sonucu helak ve musibetle biten deprem türü olan Racfe dışındaki her an fay hatlarınca üretilen fakat yıkımla sonuçlanmayan depremlerden Kur’an’da söz edilmemektedir. Racfe’nin anıldığı ayetlerdeki tabloları incelediğimizde, , yeraltının ve yeryüzünün alışık olmadık bir biçimde harekete geçtiğini, Tâğıye/taşkınlık meydana getiren olaylara geçit verdiğini görmekteyiz.

Dp-Kur’an’da türevleriyle birlikte racfe kelimesi altı ayette geçmektedir; Bir ayette Semud halkının başına gelen deprem felaketiyle helak oluşları ifade edilmektedir: A’raf,7/78. İki ayette de Medyen halkının helak edilişleri racfe depremine bağlanmıştır: Araf,7/ 91; Ankebut, 29/37. Bir ayette de halkın içinden çıkan sefihler -Samiri’nin yaptığı Buzağı’ya tapanlar- yüzünden helak edilmemek için “muhafaza duası”na çıkan Musa peygamber ve yetmiş iki olgun insanı saran psikolojik sarsıntı da “racfe” kelimesi ile anlatılmıştır: Araf,7/155. Racfe’nin ismi faili bir ayette Kıyamet’in kopuşu esnasında vuku’ bulacak olaylar arasında yer alan depreme işaret etmektedir: Naziat, 79/6. Diğer bir ayette de racfe/deprem muzari bir fiil kalıbında geçmekte olup, dağların sarsılarak savrulan bir kum yığını haline geleceği Kıyamet sahsnesini betimlemektedir: Müzzemmil,73/14.

Semûd Halkının Helak Edilmesinde Racfe’nin Rolü
Tâgıye sonuçları veren Racfe/deprem Salih a’
ın görev yaptığı Semud halkının helak edilmesinde, Allah’ın buyruğuna elçilik yapmıştır. Olay şöyle gerçekleşmiştir: Salih peygambere meydan okuyan, istedikleri mu’cizeye rağmen iman etmemekte direten Semûd halkının önde gelenleri, bir de deveyi boğazlama suçu işleyince Allah’ı
n azabını hak etmiş oldular.
Liderlerinin zulmüne engel olmayan halk da onlarla beraber helak edilmişlerdir. Çünkü yaşanan haksızlıklara engel olmayan, sessiz kalarak gizli onay veren kimseler Sünnetullah gereğince suçun örgütleyicileriyle birlikte helak edilirler.
“Derken bir racfe/deprem ansızın yakalayıverdi onları ve kendi evlerinde cansız seriliverdiler” (A’raf,7/78.)

Medyen Halkı’nın Helak Edilmesinde Racfe’nin Rolü
Şuayb peygamberin görev yaptığı toplum da racfe türü depremle helak edilmişlerdir. Şuayb peygamberin yaptıklarını boşa çıkarmak, ektiği güzellik tohumlarını daha filiz vermeden karartmak için ellerinden gelen her tür zulmü yapan küfrün elebaşları ve onlara uyanlar racfe ile ilahi hışıma uğramış ebediyyen kaybedenlerden olmuşlardır:
“Derken bir deprem (racfe) onların işini bitirdi. Kendi evlerinde cansız bir şekilde yere serilip kaldılar. Onlar ki, Şuayb’i yalancı çıkarmak isteyen kimselerdi. Kendileri kaybeden kimseler oldular.” (Araf,7/91-92.)

Büyük Kıyamet Depremleri:

Temur, Râcife-Râdife, , zelzele
Ayeti kerimelerdeki anlatımlardan hareketle sıralamanın bu şekilde olması gerektiğine kanaat getiridik. Aynı zamanda gittikçe şiddetlenen bir sarsıntıyı ifade eden bu sıralamada zelzele’nin sonlara yerleştirilmesi gerektiğini zilzal Suresi’nin bütünlüğünden anlamaktayız. Çünkü artık zelzele ile birlikte yer altındaki her şey yeryüzüne çıkmaya başlamıştır; tüm dengeler altüst olmaya başlamıştır. Râcife ile Râdife’nin de peşpeşe gelmesi gerektiğinde de kuşku yoktur; daha geniş açıklamayı aşağıdaki pasajlara bırakarak şimdi sırasıyla bu deprem türlerini incelemek istiyoruz.

Temûr

Sadece Mülk Suresi’nde geçen bu kelimenin bağlamından anladığımıza göre, muhteva Kıyamet’in kopuşu sırasında vuku bulacak olan şiddetli sarsıntıyla ilgilidir. Çünkü ayette tüm yeryüzünün insanı içine çekip yutacak şekilde sarsılacağından söz edilmektedir: “O Gökteki’nin yeryüzünün bir gün gelip sarsılmaya (Temûr) başladığında, sizi yutmasına izin vermeyeceğine emin olabilir misiniz?” (Mülk,67/16.)

Râcife-Râdife

Râcife, Kıyamet’in gerçekleşmesi esnasında vuku’ bulacak büyük depreme işaret eden bir kelimedir; Râdife ise bundan daha büyük gittikçe şiddetlenen bir sarsıntıyı ifade etmektedir. Bu iki kelimenin geçtiği bağlam, sıradan bir deprem olmadıklarını, Büyük Kıyamet Sahnesi’nde ortaya çıkacaklarını açıkça göstermektedir. İşte Rabbimizin Nâziat Sûresi’nde geçen gaybi ihbarları:

“O gün sarsar râcife/şiddetli bir sarsıntı; onu takibeder o râdife/daha büyük sarsıntılar! Yürekler o gün oynar kaygıdan, gözleri kalkmaz saygıdan!” (Nâziat,79/6-9.)

Râdife’nin bir sonraki aşamayı ifade ettiğini hem ayetteki siyak-sibak ilişkisinden anlamaktayız. Hem de etimolojik anlamından. R-d-f kök harflerinden türeyen Râdife; ardından gelmek, peşi sıra gitmek anlamlarına gelen bir etimolojik kökene sahiptir.
(bknz. Elmalıl)ı

Bu durumda rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: ‘Râdife; Râcife’nin hemen ardından gelen tetiklenmiş daha güçlü sarsıntıları ifade eder.’ Küçük Kıyamet depremi olan Racfe’de artçı sarsıntılar hafiflemiş, taşkınlık meydana getirmeyen, yıkıma yol açmayan bir karakter arz ederken, Büyük Kıyamet Depremleri’ndeki artçı sarsıntılar, gittikçe şiddetlenen bir karaktere sahiptirler.

Zelzele

Kur’an’da dört ayette geçen zelzele hepsinde de sarsıntı anlamına gelmektedir. İki ayette zelzele, müminlerin Allah yolunda çektikleri sıkıntılardan kaynaklanan manevi sarsıntılar anlamındadır. Ki bu sıkıntılar Haşr Günü’nde günahların keffareti olabilecek sıkıntılardır: Bakara,2/214; Ahzab,33/11.
Benzer bir durumda racfe kelimesinin anlam alanında yer almaktaydı: Samiri’nin yaptığı Buzağıya tapan halk yüzünden helak edilme ihtimaliyle karşılaşan “israiloğulları’ndan yetmiş iki olgun adam”
ı
dua sırasında tutan sarsıntı da, zelzele’nin bu mecazi anlamına benzemektedir.

Sarsıntı anlamına gelen ve Kur’ani bir terim olarak öne çıkan zelzele, bir deprem türü olarak Kıyamet Sahnesi’nde yer almaktadır. Bu nedenle Büyük Kıyamet’ten önce yaşanan depremlere “zelzele” demek, terimsel anlamda doğru değildir. Çünkü zelzele’nin geçtiği 99. Sûre’nin bağlamı tamamıyla Büyük Kıyamet’le igilidir; okuyalım:

“Yeryüzü o (son) müthiş sarsıntı ile sarsıldığında, ve yeryüzü ağırlıklarını çıkarıp attığında ve insan: ‘Ona ne oluyor?’ diye bağırdığında, o Gün yeryüzü bütün haberlerini ortaya dökecek, Rabbinin vahyettiği şekilde.” (Zilzal,99/1-5.)
Zelzele’nin terim anlamıyla geçtiği diğer bir ayet de Hacc Suresi’ndedir: “Ey insanlar! Rabbinize karşı sorumluluklarınızı yerine getirin; çünkü Kıyamet’in Zelzelesi/sarsıntısı gerçekten korkunç olacak. O (saate) ulaştığınız Gün, emziren her kadın emzirdiği çocuğu unutur gider; her gebe kadın (vaktinden önce) yükünü bırakır ve insanlar sarhoş olmadıkları halde sana sarhoşlarmış gibi gözükürler; ama yine Allah’
ı
n azabı(nı gördükleri zaman duyacakları dehşet çok daha) zor olacaktır.” (Hacc,22/1-2.)

b-5.) Siccîl

Siccil; kök anlamı itibariyle kızgın lav taşları anlamına gelmektedir. Bir helak yöntemi olarak siccîlin harekete geçmesi ise, “depremle gelen sarsıntıyla yerden püskürtülen volkanik lav taşlarının gökten yağmur gibi yağarak kentlerdeki suçluların üstünü kalın tabakalarla örmesi” şeklindedir.
Dp- Siccîl Tâcu’l-Arûs’a göre Farsça’dan (seng-i gil) Arapçaya geçmiştir, bu durumda anlamı volkanik püskürtüyle oluşan “taşlaşmış balçık”tır. Zemahşeri ve Râzi’ye göre ise siccîl terimi Arapça kökenlidir ve lugat anlamı yazı, terim anlamı “takdir edilen şey”dir. Bu durumda Hûd Suresi (11),82.ayette geçen “hicâra min Siccîl”, Allah’
ı
n takdiriyle vaki olacak cezalandırıcı darbelerin “sert taş püskürtüleri” aracılığıyla yerine getirilmesi şeklinde anlamlandırılabilir. (bkz. Esed Muhammed, Kur’an Mesajı, Çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 1999,114.dipnot, s.442.)
Cinsel sapkınlıklarıyla kötü bir ün bırakmış olan Lût kavminden suçluların infâzı sırasında, Siccîl’in ilahi buyruklara elçilik yaptığını Kur’an’dan okuyalım: “Ve böylece hükmümüz vaki olunca bu (günahkar şehirlerin) altını üstüne getirdik; ve önceden yazılmış bir cezanın infazı için üzerlerine bir biri ardından püskürtü halinde sert (ve sıcak) taşlar yağdırdık.” (Hûd,11/82.)
Olayın diğer ayetlerdeki anlatımlarını karşılaştırmak için bkz. Furkan,25/40; Necm,53/53-54.

Ebabil Kuşlarının Gagalarındaki Siccîl

Bilindiği gibi Allah’
ı
n yeryüzündeki egemenlik hakkına tanıklık eden şiarlardan biri ve Hacc ibadetinin ana unsurlarından olan Ka’be’yi Yemen’li Ebrehe fillerden kurduğu ordu ile yıkmaya kalkmıştır. Ebrehe Ka’be’ye alternatif bir mabedi Yemen’de inşa ederek, turizm gelirlerini arttırmak, büyük menfaatler elde etmek maksadıyla bu kötü fiili gerçekleştirmek istiyordu.
Yeryüzünde Kâbe sembolünü koruyacak bir İman Ordusu’nun bulunmadığı bir zamanda, Hakimiyetinde hiçbir boşluk bırakmayan Rabbimiz görünmez ordularını harekete geçirmiş ve Beytullah’a yönelen tehlikeyi bertaraf etmiştir.

Aslında yeryüzündeki müminlerin haddini bilmezliklerle ortaya çıkan , bu türden şiddet girişimlerini göğüsleyerek, durumu sonsuz mutluluğa ulaşmada bir fırsat olarak değerlendirip Rabbani rızayı elde etmeleri gerekir. Fakat bu duyarlılıkta ve şuurda bir İman Ordusu yokken dahi, kendi egemenlik hakklarına yönelik açık ve örgütlü bir saldırıyı cevapsız bırakmayan Rabbimiz Fil Ashabı’nı, gagalarında Siccîl taşıyan Ebabil Kuşları’nın elçiliği ile helak etmiştir.

İnanıyoruz ki, dünyada görevli bir peygamberin bulunmadığı o zamanda meydana gelen bu helak etme şekli, bir dönemle sınırlı değildir; aynen ya da değişik bir şekilde tekrar edebilir. Bu nedenle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Rabbimiz hakimiyet sembollerinden her hangi birine yönelik tasallut girişimlerini, bütün çıplaklığı ve ayrıntıları ile görmekte olup, olan bitene seyirci kalmayacak yapılanları karşılıksız bırakmayacaktır. İşte Fil Ordusu’nun başına gelen Siccîl azabı:
“Haberin yok mu Rabbin Fil Ordusu’na neler yaptı? Onlarca kurnazca planlarını? Üzerlerine kalabalık sürüler halinde uçan Ebabil’leri saldı. Onlara önceden belirlenmiş (ilahi takdir gereğince) siccîl/taş gibi sert azap darbeleri vurdular. Ve onları biçilmiş yalnızca anızı kalmış bir ekin tarlasına benzettiler.” (Fil Suresi,105/1-5.)


b-6.) Kâria

Büyük çapta can ve mal kaybına yol açan musibetlere, İnsanların kendi sebep oldukları harplere, yürekleri korkudan tirtir titreten, gönülleri onulmaz korkulara boğan belalara “kâria” denilmektedir. Büyük Kıyamet’ten önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılan Kâria, devam eden insan yaşamına ve onu sona erdirmeyi takdir eden Rabbimizin sonsuz kudretine bir işarettir.

Küçük Kıyamet’in Kâriası İle Kavimlerin Helâki

Zalimlerin işledikleri kötülüklerden, manevi değerleri göz ardı ederek kurdukları dünya düzenlerinden dolayı hayatta ortaya çıkan toplumsal felaketler, somut helaklar biret Kâria örneğidir. Huzursuzluk, emniyetsizlik, iç barışın bozulması, din, mal, can, nesil, namus güvenliğinin bozulması Kâria’ya davetiye çıkaran temel sebeplerdir.

Zulmün doğal çevrede ve insan yaşamında meydana getirdiği ifsad (kirlilikler, bozulmalar) adaleti ikame etme çabası ve sorumluluğu içinde olmamaktan neşet eden sorunlardır. Oysa adalet için sorumluluk şuuru taşımak, Allah’
ı
n hükümlerine göre insan hayatına çeki düzen vermeyi gerektirir.

Kıyamet’in küçük provaları olan Kâria; insanların yaptıkları haksızlıklara bağımlı olarak her an kapıda olan bir tehlikedir; her şeye karar verme gücü olan Allah’
ı
n yarattığı ve serbest bıraktığı insanların sınırları çiğnemesine sessiz kalmaması, yapanın yanına bırakması düşünülemez. Kâria’nın devam eden süreçte ve sürecin sonunda meydana gelmesi, Rabbimizin varlıklar üzerinde müdâhil bir ilah olduğunu, onları kendi başlarına bırakmadığını da göstermektedir. Değil mi ki O, yarattıkları üzerindeki hakimiyetini sürdürmektedir, denetimini devamlılık yasaları olan Sünnetullah ile teminat altına almıştır, sözünden de cayacak bir ilah değildir; öyleyse suçlularını peşini bırakmayacak bir ilahi azap onların kapısına dayanmış olmalıdır:
“...O kafirlere gelince, işledikleri kötülüklerden ötürü böylelerinin başlarına her an bir kâria/ beklenmedik bir felaket çullanmaktan ya da yurtlarının yanına-yakınına inmekten geri kalmaz, tâ ki Allah’
ı
n verdiği söz yerine gelinceye kadar; gerçek şu ki Allah verdiği sözü yerine getirmekten asla geri durmaz.” (Ra’d,13/31.)

dp- Büyük Kıyamet’in Kâriası: İnsanların her an kapısını aniden çalacak olan Büyük Kıyamet’in Kur’an’daki isimlerinden biri de Kâria’dır. Apansızın kopup gelecek olan Kâria, dünyanın altını üstünü getirecek korkunç olayı ifade etmektedir. İşte kapıya dayanmış tehlikenin boyutları:

“Ah! Eyvah! Apansız (kopup gelen) bu kâria/bu felaket. Ne korkunçtur kapıya dayanmış olan bu bela! Bilir misin nedir, nasıl olacaktır apansız kopup gelecek o bela! O, insanların şaşkın şaşkın uçuşan pervanelere benzeyeceği Gün, ve dağların yumuşak yün yapraklarını andıracağı Gün’de (vuku’ bulacaktır). O zaman (iyiliklerinin) tartısı ağır basan kendini mutlu bir hayat içinde bulacak; tartısı hafif gelen ise bir hâviye’nin/uçurumun girdabına sürüklenecektir. Bilir misin nedir o uçurum? Dağlayan bir ateştir.” (Kâria,101/1-11.)


D- Her Topluma Kendi İçinden Elçi Gönderilmesi

Allah her topluma kendi cinsinden, tanıdıkları, kendi içlerinden toplumun kendi diliyle peygamber göndermiştir. İnsanlara insan elçi göndermek, Sünnetullah/tabii bir ilahi sünnettir.
“Gerçek şu ki, Biz her toplumun içinden, ‘Allah’a kulluk edin, Tağut’tan kaçının!’ (mesajıyla gönderdiğimiz ) bir elçi çıkardık...” (Nahl,16/36.)

Bütün toplumlarda peygamberlerin beşer oluşu tepki ile karşılanmıştır:
Nuh kavmi: Mü’minun,23/24;
Şuayb peygamberin kavmi, Eyke halkı: Şuara,26/154; Firavun’un Musa a’a itirazı da aynı temelden beslenmiştir:Zuhruf, 43/35;
Ad ve Semud kavmi de aynı itirazı yöneltmiştir: Fussilet, 41/14.

Tüm peygamberlere bu tepkiye karşı verilen öğüt şöyle karşılık vermeleridir: “Biz de sizin gibi bir insanız” (İbrahim,14/11.)
Mekke müşrikleri de peygamberimizin melek olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir: Enam,6/91; Furkan,25/21; İsra,17/94. İşte Kur’an’
ı
n cevabı: “Eğer yeryüzünde salına salına dolaşanlar melekler olsaydı, o zaman onlara elçi olarak şüphesiz gökten bir melek indirirdik.” (İsra,17/95.) Peygamberimize beşeri tabiatını reddetmek bir yana öne çıkarması emredilmiştir: Kehf,18/110, Fussilet,41/6.

E- Hidayet’in Yasaları

Hidayet

İlahi Vahye Muhatap Toplumun İkiye Bölünmesi

İlahi vahye muhatap olanlar bir mucize ile karşı karşıyadırlar. Mucize ile yüz yüze gelenler “iman edenler, küfre düşenler” olmak üzere bölünürler. Bu ayrılık sünnetullah’tır. Mü’minlerin ve kafirlerin mücadele etmeden bir arada yaşamaları imkansızdır. İlahi Vahiy tabiatları birbirlerinden farklı olan kafirlerle mü’minleri birleştirmek için değil, ayırmak için mücadeleye sevk etmek üzere gelmiştir.

Tevhid ile şirk bir araya gelmesi imkansız olan iki unsurdur. Mü’min ile müşrikin de bir arada barışık olarak mücadele etmeden yaşayabilmeleri karakterlerine aykırıdır. Ruhsal yapıları gereği Zalimler “kula kulluğu reddeden, adaletin şahitliğini yapan” müminlerden işkenceciler nefret ederler: Burûc,85/4-10

İlahi vahiyle karşılaşan toplumun “iman Edenler” ve “Küfre Girenler” diye ikiye ayrılması Emrullah ile tayin edilmiş Sünnetulah kaidesidir: 27/45.

Yeryüzünde güzel bir ekin gibi, tevazu ile yürüyen müminleri görünce kafirlerin öfkeleri kabarır, ellerinden gelse yiyeceklermiş gibi gözleri ile kinlerini dışa yansıtırlar; Yüce Allah’
ı
n onlara verdiği yanıt şöyledir: “öfkenizden geberin!” (Ali imran, 3/118-119.)

Kafirlerle ve münafıklarla mücadele etmek –illa da kıtal cihadı olmayabilir- müminlerin temel sorumlulukları arasındadır. Bu durumda hiçbir çatışmaya girmeden bir arada yaşamak fiilen imkansızdır. 9/73

Cahiliyye Toplumu’nda fitneyi müşrikler örgütlerken, İslam Toplumu’nda bu işi kendilerine vazife edineneler, münafıklardır.Onlar fitne ekip, fitne biçmeye bayılırlar. Bu durumda münafıklarla bir arada barış içerisinde yaşamak mümkün müdür?
2/14

Mu’cize Görmek Büyüklenenleri İman’a Eriştirmez İstenen Mu’cize Helak Getirebilir

Eğer mu’cizeyei kafirler istiyorsa “ yine de inanmadıkları takdirde” helak edilmeleri Emrullah’la tayin edilmiş Sünnetullah yasasıdır. Bu, Allah’
ı
n belirlediği bir kaderdir. Zaten ilahi vahyin muarızları hangi mu’cizeyi görürlerse görsünler iman etmezler: 13/31. A’raf,7/147

Günahkar toplumları hidayetten alıkoyan şudur; “doğru yol rehberi geldiği halde onun kıymetini bilmemek, fırsatı ganimet bilmemek, nihai azaba ve dünyevi helak yoluyla gerçekleşecek ilahi müdahaleye inanmamak, uyarıcıların taşıdığı hakikatin mesajını alay konusu yapmak”.

“Nitekim kendilerine doğru yol rehberi gelmişken insanları imana erişmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan yegane tutum, (onların) önceki (günahkar) toplumlara uygulanan sürecin (Sünnetü’l-evveliyn’in) kendilerine uygulanmasını, ya da (nihai) azabın öte dünyada başlarına gelmesini beklemeleri değil de nedir? Fakat mürseliyn’i/mesaj taşıyıcılarını yalnızca müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz; kafirler ise asılsız iddialarla güya hakkı çürütmek, hükümsüz kılmak için tartışır, mesajlarımızı ve uyarılarımızı alay konusu yaparlar.” (Kehf,18/55-56.)

1) Hidayete Ermenin Zamanı Ve Ye’s İmanı

Sünnetullah Mü’min Sûresi(40),85.ayette “Be’s’in/Rabbimiz tarafından suçlulara yapılan ani baskının ardından iman etmenin geçerli olamayacağı” mesajı verilmektedir. Bu ayette sözü edilen sünnetullah’a göre “değiştirilemeyecek bir felaketin sonucunda, serbest bir seçime dayanmayan bir iman iddiası” geçersizdir. Bu tür iman “Firavun İmanı” diye ünlenmiştir; kişilerin veya toplumların böyle ye’s anında yaptıkları imanın geçersiz olması, Sünnetullah kaidesidir.
Günaha batmışların boş vermişlikleri, hayatı yeterince ciddiye alıp fırsatları değerlendirmeye çalışmamaları Hidayetlerine engeldir.Bk.Kehf suresi(18), 55.

peygamberlerle alay eden Zalimler her tür mu’cizeye rağmen yine de imana yanaşmamıştır. Çünkü zulüm iman etmeye engel olan kötü bir huydur. Bkz.Hicr,15/13.

2- İman’
ın Öncülü Akıl, Küfr’ün Öncülü İse Taklittir


Akıllarını kullanan insanlar iman etmişlerdir. Tefekküre alerji duyup atalarını taklit edenler ise ön yargılarının esiri olmuş, kalplerini hakikate kapattıkları için küfrün karanlığından kurtulamamışlardır.
5/104
31/21

İnsanların eski alışkanlıklarını, atalarından kalan yanlış gelenekleri hiç düşünmeden yaşamaları, tekrarlamaya devam etmeleri iman’a erişmekten onları alı koyar. Kendilerini geçmişten gelen, dinamizmini kaybetmiş, içten içe iyice çürümüş olan geleneksel yapı ve kurumlardan referans noktası seçerek meşrulaştırmaya kalkanlar, bile bile yalan yanlış eylemlerin peşine takılıp sürüklendikleri için işeleye geldikleri eylemlerini ebediyyen sıfırlanmaktan koruyamamışlardır: 21/52-53,26/74, 53/19-23.

Ne zaman nebiler, resuller, Mü’minler ilahi hakikatle toplumsal şuura ışık tutmak istemişlerse cahillerin liderleri atalardan kalma anlayışları büyülü, içi boş, göreceli kavramlarla adaletin mücahidlerine savaş açmışlardır.

“Çağdaş uygarlık düzeyi” ve dünya cenneti vaadi ile kitleler sekülerizm, laiklik, liberalizm, sosyalizm, sosyal demokrasi gibi kavramlar etrafında yapılan tezyin edilmiş fikirlerle uyutulmakta, yüzyıllarca oyalanmaktadır. Sekülerizm dünyada cennet kurabileceği iddiasıyla insanların ümitlerini sıfırlamaktadır. Laiklik; ilahi olanı ya tümüyle yok etmeye çalışmakta ya da mabedlere ve belli alanlara sıkıştırarak dar bir sahaya hapsetmektedir. Sosyalizm ve bilumum çeşitleri ise fertlerin haklarını sözde toplum adına gasp etmektedir. Liberalizm ise, fertlerin haklarını korumak adına toplumsal hayatı hayvanca bir serbestlik alanı haline dönüştürmektedir.
Küfrün önderleri işkence etmek, sürmek, öldürmek şeklindeki tehditlerle statükoyu bir süre daha ayakta tutmayı amaçlamışlardır.

Küfrü kimlik edinenler hakikate karşı sağır, dilsiz, kör ve akılsızdırlar: 2/171. Küfrün pisliğini en çok düşünmeyenlere bulaştırır. 1829.10/100.

Kafirler ön yargılarının esiridirler, tefekkür etmezler: 8/22
Hakikate erişenler yalnızca akıl sahipleridir: 12/2, 21/10
İlah olarak Heva’sına ibadet edenler “Bel Hüm Edall”dirler; hayvandan da aşağıdırlar: 25/44.

Yaratıcı olarak Allah’
ı
kabul ettikleri halde dünya hayatının geçici ayartılarına kapılıp gidenler, anlık zevklerini korumak için İlahi vahyin gerçeklerine sırt çevirenler akıldan yoksundurlar: 29/63-64.

3- Takva’yı Huy Edinmeyenler İman Etmezler
İnzar kibirlilerini kibirini artırır: 35/42-43.
96/6-19.

Takvayı huy edinmeye yanaşmayanlar; imana erişemezler. Çünkü taşıyarak bencilce çıkarlarının peşinden koşmayı terk etmeyenler kendilerini selamete götürecek yolu işin başında tıkamış olmaktadırlar. “Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımak ve sadece O’ndan çekinip sakınmak” diye tanımlayabileceğimiz takva, iman’
ı
n ön şartıdır.
2/1-4.

Küfür’den hareket ederek sosyal yaşama çeki düzen verenlere Kur’an’da çok sayıda sıfat verilmiştir. Belki de bunlar üzerinde en çok durulması geren “istiğna” ve zincirleme onu takip eden “istikbar”dır. Her ikisi de –ki Kur’an’
ın iniş sıralamasında bir numaralı yeri aldığında hiçbir kuşku bulunmayan Alak Suresi’nde ilkin istiğna eyleminin bozgunculuğun temeli oluşuna dikkat çekilmiştir- olumsuzdur. Her ikisi de kendilerinin bir damla sudan, gözle görülmez bir spermden yaratıldığını unutarak Allah’ın hükümranlık hakkına layık olduklarını vehm eden insanların olumsuz davranışlarına kaynaklık etmektedir. Firavunlar, Karunlar, Ebu lehebler hep bu vehimden hareketle Allah’ı
n yeryüzündeki egemenlik yetkilerinin üstüne oturmaya çalışmışlardır. 5/50,6/57,12/40



DEĞİŞİMİN ÖZNESİ TOPLUMSAL ŞUUR


1-Kevnî Ayetler’in İradesi İle İnsan İradesi Arasındaki Farklar
Kainatta her şey Allah’
ı tesbih etmektedir. Tesbih burada insanın dışındaki olguların kendi asli görevlerini yapıyor olmalarıdır. Bu bakımıdan yaratıcıyı yüceltmiş; O’na ibadet etmiş olmaktadırlar. Tabiattaki dağlar taşlar ve tüm olgular kendi iradeleri ile tam teslimeyeti seçmişlerdir. İnsanoğlu ise cehûl ve zalûm oluşu nedeniyle hayatını iradesini özgürce kullanabileceği bir alanda sürdürmeyi istemiştir.
İnsan toplumu dışındaki alemlerde düzensizlik, itaatsizlik yoktur. Her şey Allah’
ı
tesbih etmektedir:”.........59/1.
Çevresine ve tabiata ibretle bakan herkes gözlemlerle tevhidi bütünlüğü ihsas ettiren evrendeki gayeliliğe işaret eden binlerce ayete şahid olur. Bu türden ayetlere Kur’an’da Afakî nitelemesi yapılmaktadır. Yani evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında, insanın dışında yer alan ayetler.
Aslına bakılırsa Kur’an’da bizzat insanın kendisine ve özünde taşıdığı değerlere de “ayet” nitelemesi yapılmaktadır.
İki ayet arasındaki fark ise, Kainat’
ı
n her bir zerreciğinin iradesiz olmayı irade etmesidir.

İnsan toplumları dışında hayat bahşedilmiş bulunan tüm sürüler ve koloniler/tüm alemler “Fıtrî vahiy” ile teshir edilmiştir/ bütünüyle ilahi hakimiyet altında alınmışlardır.
Gökler ve yer daha ilk sınavlarından başarı ile çıkmışlardır; bir daha da denenmelerine gerek kalmamıştır. Allah’
ı
n sonsuz kudretinin sonuçlarını tasvir eden aşağıdaki ayet, Rabbimizin iradesinin evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında nasıl da tecelli ettiğini özlü bir şekilde beyan etmektedir:

“Ve O (Allah) salt duman halinde olan göklere şekil verdi; onlara ve Arz’a ‘ikiniz de isteyerek yahut istemeyerek varlık alanına gelin!’ diye buyurdu. İkisi birden: ‘peki boyun eğerek geliriz’ dediler.” (Fussilet,41/11.)

Emaneti yüklenen insana ise Yüce Allah, iradesini icra edebileceği bir zemini yaratıp takdim etmiştir. Bu sebeple insan toplumları sınanma aşamasında helak edilmezler; imtihan bittikten sonra dünyevi helak veya uhrevi azap ile cezalandırılırlar.

Çünkü Rabbimiz beşeri iradeye müdahil olmadığı bir yasal çerçeve belirlemiştir; ki bu da O’nun iradesi sonucunda oluştuğundan hakimiyetinde boşluk doğurması söz konusu değildir. bkz.Kehf,18/55-59.

Yüce Allah’
ı
n iradeli olmayı seçen bu varlıktan beklediği ise, emanetin kadrini kıymetini bilip, nimeti zulüm aracı olarak kullanmamasıdır. Meleklerin dilinden ifade edersek “yeryüzünde kan döküp bozgunculuk çıkarmaması”dır.

İnsan, ibretle gözlemlediği çevresinden edindiği dünya görüşünü Allah’
ı yegane hakim sayan bir düşünce ve eylemlilik öneren amaçlara yöneltmek zorundadır. Bunun yolu varoluşumuzu anlamlandıran ilahi bir cevap olan Kur’an’ı
n rehberliğine başvurmaktan, yani Allah’a teslim olmaktan geçer. Varoluşun gayesi Allah’a kulluktur. “ Zariyat,51/56.

İnsanlar varoluş gayesini icra edebilecek gerekli yeteneklerle donatılmışlardır:75/2,3,4,36.

Yakıp kavuran azaba çarpılmak müşriklerin kendi iradeleri ile yapıp ettikleri yüzünden başlarına gelmiştir: “Kafirleri ölüme sürüklediği zaman, bir görebilseydin: Melekler onların yüzlerine, sırtlarına vurarak, ‘yakıp kavuran azabı tadın! Bakalım’ (diyecekler). Kendi ellerinizle işleyegeldiğiniz günahların karşılığıdır bu; yoksa Allah asla kullarınıza haksızlık yapmaz!” (Enfal,8/50-51.)

2- Toplumsal İrade

“Hem Rabbin dileseydi bütün insanlığı tek ümmet yapardı. Fakat (O, yollarını seçmekte kendilerini özgür bıraktı diye) hâlâ farklı görüşler benimsemekteler.” (Hûd,11/118.)

İnsan hayatının tabiatı küfr’e ve iman’a elverişli olarak düzenlenmiştir. İki öncülden hareket edenlerin, bu nedenle iki eylem şeklinin de doğacağı baştan belli olan bir durumdur. Teğabün,64/2.

Ölümü ve hayatı insanları denemek için yaratan Rabbimiz, Adaletinin bir tezahürü olarak iki yolu da insanlara kolaylaştırmıştır, onların iradelerine ipotek koymamıştır. 67/2, 51/56.

Toplumsal irade; bir toplumun bir araya gelmeden, söz birliği etmeden, yazılı bir anlaşma da yapmadan gösterdiği ortak tavır ve davranışlardır. Günümüzde buna ma’şeri vicdan, kolektif bilinç ve kamuoyu denilmektedir.

11/118: Yüce Allah toplumsal alanı insan teklerinin iradelerini özgürce kullanabilecekleri bir yapıda yaratmıştır.

Allah’a kulluk yapılabilecek bir vasat olan toplumsal yaşam, hayır ve şerri seçebilecek olanaklarla donatılmıştır. Sünnetullah’a göre ilahi vahiyle varoluşunu anlamlandıran insan içinde yaşadığı toplumdan da sorumludur. Aksi takdirde toplum çöküşe uğradığında bu akibete kendisi de ortak olacaktır;

“Öyle bir fitneden sakının ki aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize erişir). Bilin ki Allah’
ı
n azabı çetindir.” (8/Enfal, 25)

Kur’an tarihe ve topluma bir şahsiyet vererek yaklaşmaktadır. Şahsiyeti olan ise kendi kaderinden sorumludur. Kur’an’
ı
n öngördüğü toplumsal şartlar oluştuğunda değişim mutlaka gerçekleşecektir. Olumlu ya da olumsuz, toplumsal değişimi belirleyecek olan kollektif şuurun verdiği karardır. Kollektif şuur ise kararlarını verirken hür ve sorumludur. Bu konudaki en çarpıcı mesaj, Ra’d suresinde yer almaktadır:
“Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (13/Ra’d, 11)

Sadece bu ayet bile toplumun kollektif şuur istemediği sürece ekonomik, siyasal, askeri unsurlarla yetke altına alınamayacağını gösterir. O halde mevcut zulümden toplumun kendisi sorumludur. Allah Teala’nın değişmez yasalarına göre toplumun kaderini yine toplumun özünde yer alan karar verme kabiliyeti ve tercihi yönlendirecektir.

Toplumun tercihte bulunabilme yeteneği ile donatılması onun sorumlu oluşu ile bağlantılıdır. Değişimin sünnetini kollektif iradenin tavrına bağlayan Allah Teala topluma hür bir irade alanı açarak bir zorba olmadığını da belirtmek istemiştir. Hiçbir devrimci beşeri ideoloji toplumsal vicdanın iradesine bu kadar önem vermemiştir. Örneğin Marksizm’de fert ve toplum “tarihsel diyalektik materyalizm” tezi ile en üst rol biçilen üretim araçlarının oyuncağı durumuna düşürülmüştür.

Çünkü Marksizm’e göre değişimi gerçekleştiren amil toplumsal şuur değil üretim araçlarıdır. Böylece insan ve toplum iradesi hiçe sayılmaktadır. Bu çelişkiyi farkeden Marksist’ler mutasyon tezine yapışmaktadırlar. Oysa mutasyon maddenin iç devinimiyle değil, dış müdahale ile meydana gelen bir değişimdir. Bu durumda mutasyon diyalektik Materyalizm’e aykırı düşmektedir.

Beşeri sistemler insanın özgürlüğünü hiçe sayarak onu Determinizm’in elinde oyunca durumuna düşürmüşlerdir. Onlar insanın özgür olmasını, baskı ve sömürüden kurtulmasını özgün karakterlerinden dolayı değil, fiziksel ihtiyaçlarından dolayı istemektedirler. Fiziksel ihtiyaçlar ise sınırlıdır. Bu sınırlılık toplumsal hareketin devamlılığını törpüleyip savaşımın sürmesini engelleyen bir âmil olarak olumlu uğraşları yiyip bitirir.
Sünnetullah, bize tağutların/hayatın doğal akışını bozacak taşkınlıklar yapanların şeytani tuzaklarından kurtulabilme gücümüzün varolduğunu öğretmektedir; bu da ümidin hiçbir zaman tükenmemesi demektir.

Rabbani yasaların, Allah’
ı
n yardımlarının kollektif bilinci harekete geçirmek koşulu ile yanımızda olduğunu öğrenmek, özgüvenimizi tazelemektedir. Değil mi ki, değişimin öznesi toplumsal iradedir; öyleyse dünyanın hiçbir askeri gücü bu değişimi engelleyebilecek bir donanıma sahip olamaz.
Tarih bu yasanın örnekleriyle doludur: Mekke müşriklerin güçlü ordusunu yenen Bedir Ashabı; beşbin yıllık şahı deviren İran Halkı; Çar’
ı
deviren ve yetmiş yıl sonra da Kızıl Ordu’yu sallayan Rus halkı....

3- Sömürü’yü Engellemek Kollektif İrade’nin Elindedir

Zulüm, sömürü ile kitleleri haklarından mahrum kılarak zayıf bırakmak, bedenleri ve emelleri üzerinde yükselmek isteyen müstekbirlerin/böbürlenerek ezenlerin vazgeçemedikleri bir huyudur. Öte yandan zalimlerin sonunu getimek ise mustazafların/zayıf bırakılmışların kollektif iradelerini harekete geçirmelerine bağlıdır. Az veya çok olmak durumu değiştirmez.
Az sayıda da olsa tutuklanma, işkence korkusuna kapılmadan, zulüm aygıtlarının üstüne giden, müstağnilere itaat etmeyen, Allah’a karşı böbürlenenlere boyun eğmeyenler, rabbani vahiy yerine ikame edilen statükonun değerlerinin güçsüzlüğüne şahit olurlar.

Firavun gibi zalim diktatörlerin yönettiği halkların aldatılmış, ayartılmış olmaları onları sorumluluktan; dolayısı ile musibet ve helak ile cezalandırılmaktan kurtarmaz. Firavunun ordusuna katılarak sömürü düzenine maşalık yapmayı baştan kabullenen nice zayıf bırakılmış asker efendileriyle birlikte Kızıl Deniz’in dibini boylamıştır. Onlara katılmayarak durumu sessizce de olsa protesto eden halk ise ilahi azabın helâkinden kurtulmuşlardır.
Bkz.43/50-56.

4- Değişimin Sünnetine Dikkat Etmeyen Teşekküllerin Dağılması
sünnetini Allah belirler. Ne seküler sosyoloji, ne siyasi ideolojiler, ne de toplumsal uzlaşı projeleri İslami Hareket’lerin kalkış noktasıdırlar. İslami bir hareketin kalkış sebebi ve yolu, Rabbani ilkelere uygun olmalıdır.

Sünnetullah’
ı
n ilkelerini kavramadan yola çıkmak, değişimin ilahi yasalarını hiçe saymak, değil otuz yıllık, yüz yıllık emekleri bile boşa çıkaracaktır.
Yüce Rabbimizin İslami bir mücadeleye tavsiye ettiği ahlaki ilkelerden bazıları şunlardır:

a) Müstekbirlerin hatırı için Mustad’afların Kalbini Kırmamak

Toplumsal değişimin gerçekleşmesi için programlı, ciddi, kararlı kadrolara ihtiyaç vardır. Bu kadroların toplumsal şuuru harekete geçirecek çalışmalar yapması gerekir. Allah’
ı
n iradesi, yeryüzündeki doğuştan ilahi hukukla verilmiş haklarından mahrum bırakılan mustad’afların itibarlı kılınması yönündedir.
33/60-62.

Öncüler, şatolardan, yüksek rakımlı tepelerden, fil dişi kulelerden emretmekle toplumsal değişimi gerçekleştiremezler. Üstten, buyurgan ve tepeden inmeci bir karakterle kitlelere yaklaşanların onların gücünden faydalanma şansları yoktur.

b) Tağuttan Beri Olmak

Mümilerin Temel İ’tikadı Şu Ölçüye Dayanmalıdır:İlahi Yardım Dilemek, Tağuttan Yardım Dilenmemek.İlahi kelamın dili ile ifade edersek:

“Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.” (Fatiha,1/5.)


Küfürle, zulümle cihadın sürekliliğini koruyabilmesi için, Allah’
ın değişmez yasaları uyarınca, bireysel yükümlülüğün toplumsal yükümlülüğü de zorunlu kulluk görevi olarak beraberinde getirdiğine inanan mü’minlerin adanmışlık bilinciyle hareket etmeleri gerekir.

Toplumun önünde yer alanlar, Allah’tan başkasından, hele hele şirkin önderliğini temsil eden güç odaklarından, tağuttan yardım dilenmeye özgürlük bağışı istemeye başladılarsa kendilerinin ve kitlelerinin bir sürü durumuna düşmesi kaçınılmaz hale gelir.

Sosyal iradenin bir karara varması için çalışmalar yapmayan, halkın desteğini almak için halk gibi olmaya çalışanlar, toplumda varolan bütün akidevi kirliliklerden ve bozukluklardan etkilenirler. Esas olan halkı dönüştürebilmek için halk gibi olmak değil, Allah’
ın rehberliğinde ( Kur’an’ı
n kılavuzluğunda) halkın kollektif bilincini harekete geçirecek çalışmalar yapmaktır. Halk arasında kamuoyu oluşturacak olan, ma’rufu emredip münkeri nehy eden bir “adanmışlar grubu”nun bulunması, kollektif bilincin oluşumu için şarttır. Çünkü toplum kendi kendine bilinçlenmez. Onları ortak bir hayır etrafında kenetlemek için sahih bir anlayış sahibi salihlerden oluşan öncülerin çaba sarf etmesi gerekir.

c) Güç Biriktirmek

Hadîd’in Gücünden Yararlanmak
Kısaca insanın gayreti olmadan Allah’
ı
n başarıya erdirmemesi, O’nun değişmeyen bir kanunudur. O halde gerekli çaba ve gayret şarttır.

Duanın ilahi yardımı doğuran gücü ise mücadele alanında, savaş meydanında, eylemlilik halinde olunduğunda söz konusudur. Başarının en önemli azığı olan duaya peygamberimizin Bedir Kuyuları’nın yanında yaptığı yakarış en güzel örnektir:

d) Açıkça Tebliğ Etmek

Düşünsel berraklıklarını yitiren inandıklarından emin olmayan her sıkıştıkça takiyyeye başvuran teşekküllerin tevhidi dönüşüm gerçekleştirebilmeleri imkansızdır. Çünkü birliktelikler ancak dinamikler korunduğu sürece anlamlıdır.
Kendilerine olan güvenleri kaybolan oluşumların ve kurumların çökmesi ise yakındır. Bu nedenle akîdevî/temel inançlarla ilgili değerlerin belirsizliği, toplumsal hareketleri düşmanın saldırıları karşısında zaafa uğratır ve karşı çıkılan ideolojinin bir versiyonu olmaktan kurtulmak imkansız hale gelir. O halde önce akidevi netlik gereklidir; sonra da toplumsal değişimin sünnetine riayet.

İnandıklarını açığa vurmaktan kaçınan sürekli olarak takiyyeye başvuranlar, Rabbimizin belli koşullar için verdiği bu ruhsatı sulandırmış olurlar; bir süre sonra ise geçici olarak başvurulan yöntem süreklilik arz eden şiar haline gelir. Vaktin icabettirdiği geçici durumları şiar bellemek ise, gönüllerde ve eylemlerde onulmaz yaralar açacaktır. Bu yeni durumun adı takiyye değil, olsa olsa makyevelizm’dir. Yani “hedefe giden yolda her yol mübah”tır.

İnançlarını açıkça tebliğ eden, tevhidi mücadelenin şahitliğini yapan, bu uğurda kınanmaktan korkmayan, işkenceden yılmayan, geri çekilmeyen mü’minlere, sayıları az da olsa Allah’
ı
n nusreti kesindir. Şüphesiz O, va’dinden dönmez.

e) Kötü Huylardan Vazgeçmek, Kur’an’
ı
Ahlak Edinmek

Hasetlik ve çekememezlik bütün teşekkülerin dağılmasına yol açan kötü bir huydur. Önceki vahiylerin sahipleri hep bu nedenlerden dolayı mezheplerini din edinmiş, şirk karşısında yek vücut olup savaşma imkanını kaybetmişlerdir. İnanç birliktelikleri bozulan, “Ahireti önceleyen bir akide”yi terk edip, sırf ayrılmış olmak için, kıskançlık nedeni ile ayrı ayrı teşekküller oluşturanların Şirk karşısında şansı yoktur. Çünkü böyle bir harekete ilahi yardımın yapılması, dolayısı ile başarıya ulaşması imkansızdır.

Geçmiş kitapların mensupları iki nedenden dolayı düşmana benzemiş mücadele sahnesinden çekilmişlerdir. Birincisi, inanç birlikteliklerinin bozulması: 98/4.

İkincisi, kıskançlık ve çekememezlik nedeni ile ayrı gruplara bölünmek: 42/14


 
Üst Alt