Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Siret Malzemesindeki Bazi Zaaflar

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
SİRET MALZEMESİNDEKİ BAZI ZAAFLAR

Kuran ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli



1. GİRİŞ



Allah'ın mesajını insanlara sadece iletmekle kalmayıp bu mesaj çerçevesinde ömrünün üçte-birini yaşamış bir peygamberin hayat hi*kâyesinin önemini, o ilâhî mesaja inananlar için vurgulamak -düşü*nenlere hitab ettiğimiz sürece- gereksiz olacaktır.



Gerçekten, Resûlullah (s) döneminin arka planını ve onun hayatı*nın ana hatlarını gözardı eden bir kimsenin günümüzde, Kuran'ın bir*çok âyetlerini anlamakta başarısız olacağına inanıyoruz. Bu iddianın tartışmasını başka bir makaleye bırakarak Kur'ân-ı Kerîm'in, bir defa*da nazil olmış bir talimatname niteliğinde olmayıp yirmi küsur sene*de yaşanan olaylarla iç-içe inmiş canlı bir tebliğ olduğunu hatırlat*makla yetiniyoruz.



Kuşkusuz Kur’an, hitap ettiği ilk topluma ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e dair birçok bilgiler aktarmaktadır. Kuşkusuz bu bilgiler en değerli olup sîret’in postulaları olarak alınmalıdır. Ancak, olayların kahramanlarına dair her şeyin, yine onlara, Kur’an’la anlatılması beklenemezdi ve bu makul da olmazdı. Ayrıca Kur’an, bize, yaşanmış olayların sonraki nesillere aktarımının beşerin bir sünneti olduğunu da „kıssa“larıyla -zimnen- ifade etmektedir.



Kur’an’ın vahyedilmesi ve hayata mal olmasında ondört asır sonra yaşamakta olan bizlere, Resulullah’ın hayatını aktaran malzemeyi iki kategoriye ayırmak mümkündür:



a) Resulullah’ın ölümüne kadar yaşanan olayları; kronolojik bir sırada yer, zaman ve genellikle çevre şartlarını da anarak yazılmış eserler: Bunlar daha çok „Siret“, „Meğazi“ ve „Tabaqât“ isimleriyle bize ulaşan kitaplardır.(Biz bu kategorideki eserlerin hepsini ‚Siret’ genel ismiyle anacağız.)



b) Kronolojik bir sıra gözetmeyen; sadece Resulullah’ın şahsiyle ilgili olayları ve onun sözlerini, daha çok fıkhî (hukukî) bir sonuç elde etmek amacıyla ve birçok yerlerde çevre şartları anmadan yazılmış eserler: Bunlar genel ismiyle „Hadis“ kitapları olup bize: „Musannef“, „Müsned“, „Câmi“, „Sünen“... isim ve formlarıyla ulaşmışlardır. Bu kitapların ana hedefi fıkhî malzemenin teferruatlı derlenmesi olmakla beraber gerek bazı özel bölümleriyle (Meğazi, Menaqıb... gibi), gerekse genelde ihtiva ettikleri münferit olayların anlatımı ile daha geç dönemlerde yazılmış sîret kitaplarına kaynak olmuşlardır.



Biz „Sîret malzemesi“ derken gerek sîret kitaplarındaki, gerek hadis kitaplarındaki ve gerekse rivaî tefsirlerdeki sîretle ilgili aktarımların hepsidir kastediyoruz. Araştırmamızı yaparken de genellikle ilk kaynaklar üzerinde duracağız.



Sîret malzemesindeki zaafların tesbitinde birinci kriterimiz -her zaman ve her konuda olduğu gibi, Kur’an’dır. Yukarıda değinildiği gibi sîretin postulalarını Kur’an’da aramak zorundayız. Zira Kur’an yegâne „korunmuş“ kitaptır[1]. İkinci kriterimiz ise akıl ve muhakememiz olacaktır. Çelişkili anlatımlarda tercih yapmada -birinci kriterde bir açıklama bulunmaması halinde- akıl ve muhakemenin ölçü olması kaçınılmazdır. Bu ikinci kriter „tevatür“ün olmadığı ve Kur’an’da bulunmayan her husus için geçerlidir.



Bu araştırmamızla hedefimiz siret kitaplarındaki bütün hataları araştırmak ve düzeltmek değildir. Sadece bazı karakteristik örneklerle zaafların boyutlarını ve türlerini vermeye çalışacağız.



2. Zaaflar – Örnekler



Siret malzemesindeki zaaflar başlıca üç grup altında toplanabilir.



1) Şifahi aktarımdan kaynaklanan zaaflar,



2) Taraf-tutmalardan kaynaklanan zaaflar,



3) Hurafeperestlikten kaynaklanan zaaflar,



Olayları günü-gününe kaydeden kabiliyetli ve dürüst vak’anüvislerin (tarihçilerin) ve dürüstçe muhafaza edilen arşivlerin bulunmadığı her dönem tarihleri için kaçınılmaz olan bu zaafların genel olarak İslam tarihinde, özel olarak Hz. Peygamber dönemi olaylarının anlatımında varolması yadırganacak bir durum olamaz. Ancak yadırganacak durum, üzerinden ondört asır geçmiş olmasına rağmen, bu zaafların İslâm âleminde hâlâ yaygın bir şekilde tenkidsiz yaşatılmasıdır.



Şimdi bu zaafların her türünü örneklerle tanıtmaya çalışalım:



a. Şifahi aktarımdan kaynaklanan zaaflar



Bu tür zaaflar, rivayetlerin, yazıldığı dönemlere kadar uzun bir süre şifahi olarak aktarılmasından kaynaklanan kasıtsız çelişkilerle oluşmuşlardır. Ve bu tür çelişkiler aynı eserde olabileceği gibi daha çok, farklı eserler arasında görülür.



Örnek: 1



Ğabe veya Zû Qarad Gazvesi, siret kitaplarına göre Hudeybiye Anlaşmasından önce (Hicri 6. Yılın Rebiul-evvel veya Rebiul-ahir’inde) vukubulmuştur.[2]



Oysaki hadis kitaplarında bu gazve; Hudeybiye’den sonra, Hayber’e hareketten üç gün önce (Hicri 7. Yılın Muharrem’inde) vukubulmuştur.[3]



Hadis şarihi Qurtubi siret kitaplarını haklı çıkarmakta, hadiste verilen tarih için „bazı ravilerin hatasıdır“ demektedir.[4]



Örnek: 2

Zatu'r-Riqâ Gazvesi, sîret kitaplarına göre Hayber'den önce vuku bulmuştur.[5]

Hadis kitaplarında ise aynı gazve Hayber'den sonra vuku bulmştur [6]. Sîret âlimi Dimyati (705) ve daha çok hadis kitaplarını esas alarak bir sîret kitabı yazan talebesi İbn Seyyidi'n-Nas (734) birinci görüşü doğru bulmalarına karşılık[7] hadis şarihi İbn Hacer (852) ikinci görüşü ısrarla savunmuştur[8].



Örnek: 3

Nadîr Yahudilerinin Medine'den kovulması, sîret kitaplarına göre Uhud'dan sonra vuku bulmuşken[9] hadis kitaplarına göre aynı olay Uhud'dan önce meydana gelmiştir[10].

Şarih İbn Hacer hadisi şerhederken siret kitaplarındaki görüşü de nakletmiş ve o görüşü haklı bulmuştur[11].



Örnek: 4

Mureysi' veya Mustaliq-oğulları Gazvesi için ayrı ayrı tarihler veril*mektedir: İbn İshak Hicri 6. yıl olarak verirken[12] diğer siyer âlimleri 5. yıl olarak vermişlerdir[13].

Bu konuda İbn İshaq'ın hatalı olduğu hadis kitaplarında mevcut di*ğer rivayetlerden yola çıkarak ispatlanmıştır[14].



Örnek: 5

Resûlullah'ın (s) Ebu Sufyân'ın kızı Ummu Habîbe ile evlenmesinin Mekke'nin fethinden ve Ebu Sufyân'ın Müslüman olmasından önce vuku bulduğu siyerciler hatta hadisciler nezdinde kabul edilen bir ger*çektir.

Oysa ki Müslim'in Sahih'inde; Mekke'nin fethinden sonra Medine'*ye yerleşmiş bulunan Ebu Sufyân; Müslüman olmasına rağmen kendisine iltifat edilmediğini görünce Resûlullah'dan (s) üç istekte bulunmuştur: Bu üç istekten birisi de Resûlullah'dan (s) kızı Ummü Habibe’yi nikahlaması talebi olmuştur. Müslim'in bu hadisinde "işkâl" (problem) bulunduğu itiraf edimiştir[15].



Örnek: 6

Buhârî'de; Hz. Peygamber'in Hendek muhasarası kaldırıldıktan he*men sonra Müslüman muhariplere şu emri verdiği rivayet edilir: "İkin*di" namazınızı mutlaka Qureyza oğulları topraklarında kılmalısınız[16]!"

Muharipler yoldayken ikindi vakti çıkmaya yaklaşınca, Müsümanların bir kısmı, verilen emrin "Çok hızlı gidiniz!" manâsında olduğunu ileri sürerek ikindi namazlarını vaktinde kıldıkları; diğerlerinin ise em*rin mutlak mânâda olduğunu savunarak Qureyza yurduna girdikten sonra -ikindi vakti çıkmış olmasına rağmen- namazlarını kaza ettikleri şeklinde sahabenin içtihat farklılığına örnek gösterilen bu rivayet, Müslim'de ise şöyle başlamaktadır: "Öğlen namazınızı mutlaka Qureyza oğulları topraklarında kılmalısınız[17]".

Buhârî ve Muslim'de se*netleri aynı olan rivayetlerle verilen olayın bir defa vuku bulduğu bi*lindiğine göre öğlen veya ikindi namazlarından yalnız birinin zikre*dilmiş olması gereği açıktır.

Nitekim İbn Hacer de konuyu enine-boyuna ele aldıktan sonra, bütün siyercilerce de desteklenen "Buhârî" ibaresinin doğruluğmu ka*bul ve Müslim'in ibaresinin hatalı oluşunu "bazı râvilerin hıfzından ileri geldiğini" ifade etmektedir[18].



2. Tarafgirlikten kaynaklanan zaaflar



Daha çok siyasi, kabilevi, ailevi, mezhebi taraf-tutmaların etkisiyle rivayetlerin değiştirildiğini, hatta tahrif edildiğini görebilmekteyiz. Bu tür zaafların ilk kaynaklarda siyasi iktidarların veya tarafgir ravilerin etkisiyle meydana gelen bu tür zaaflara örnekler verelim.



Örnek: 1



Hz. Abbas’ın Bedr’de müşriklerin safında bulunduğu ve müslümanlarca esir edildiği, sonradan kurtuluş fidyesi karşılığında serbest bırakıldığı hadisçiler ve bir çok siyasilerce bilinen bir gerçektir.

Oysa Vâqıdi, Meğazi’sinde, Bedr esirlerini kabile başlıkları altında tek-tek sayarken Abbas’ın (r) ismini hiç anmamıştır.[19]

Vâqıdi’nin Abbasi iktidarından büyük yardım ve iltifat gördüğü ve son yıllarını resmi kadılık yapmakla geçirdiği bilinmektedir.[20] Abbasi iktidarıyla bayraklaşan „Abbas“ın (r) Bedir’de müslümanlara karşı müşriklerle beraber olması gerçeği Abbasiler için her halde yüz kızartıcı bir durum olarak görülmüş olmalıdır.

İbn İshak’daki durum ise daha ilginçtir:

İbn İshak da, Vâqıdi gibi, Bedr esirlerini kabile başlıkları altında tek-tek saymaktadır. Her kabileden esirlerin isimlerini verdikten sonra toplam sayıyı da zikretmektedir. (2 kişi, 5 kişi gibi). Ancak „Haşimoğulları“ başlığı altında iki isim verilmiş, „2 kişi“ şeklinde toplamı bildiren sayı yazılmadığı gibi bunlar arasında Abbas’ın ismi de anılmamıştır.

İbn İshak, bütün kabilelerin esirlerini bu şekilde sıraladıktan sonra bunların genel toplamını 43 kişi olarak hesaplamıştır. Halbuki sıralamadaki esirleri topladığımızda 42 sayını elde ediyoruz. İbn Hişam da işin farkına varmış ve „Genel toplam içinde ismi anılmayan bir kişi daha mevcuttur“ diye not düşmüştür. Bu ismi anılmayan esirin Abbas olduğu aşikardır.

Ancak burada bir tahrif ortaya çıkmaktadır ki bu, ne İbn İshak ne de İbn Hişam tarafından yapılmış olabilir. Çünkü Abbas’ın ismini İbn İshak silmiş olsaydı Haşimoğulları esirlerinin toplamının da „2 kişi“ şeklinde yazar ve genel toplamı ise „42“ olarak düzeltirdi. Eğer tahrifi İbn Hişam yapsaydı, not düşmezdi. Anlaşılan, tahrifati İbn İshak’tan sonra, eser İbn Hişam’a ulaşmadan önce üçüncü bir şahıs tarafından acemice veya aceleyle yapılmıştır. Çünkü sonundaki toplamın yazışması ve genel toplamın düzeltilmesi akıl edilmemiştir. Bu üçüncü şahıs kimdir? Şimdilik bilmiyoruz. Bir iktidar yanlısı veya görevlisi de olabilir; eseri İbn İshak’tan İbn Hişam’a aktaran bir ravi de olabilir. İbn Hişam işin farkına varmış olmasına rağmen durumu düzeltmiş midir? Hayır. Kendisi, İbn İshak’ın saydığı esir isimlerine çeşitli kabilelerden 23 isim ilave etmesine rağmen Abbas bunlar arasında da yoktur. İbn Hişam da Abbasilerin kudretle hüküm sürdüğü bir dönemde yazmaktadır.



Örnek: 2

Uhud harbinin en şiddetli bir anında bazı Müslümanların savaşı bı*rakıp kaçtıkları Kur'ân'da işaret edilen bir olaydır. (3/153-155) Fakat yine Kur'ân'la bu Müslümanların affedildikleri de müjdelendiğinden (3/155) artık bu zaaf onlar için yüzkarası olarak kalmayacaktı.

Sîret kitaplarında işbu "Uhud firarileri" için listeler verilmektedir. Bu listelerin üç kaynakta nasıl verildiğini görelim:

Vâqıdî: Filân, el-Hâris b. Hâtib,... (c. l, s. 227).

İbn Ebi'l-Hadîd: Osman, Ömer, el-Hâris b. Hâtib,... (c. 3, s. 398).

Belâzûrî: Osman, el-Hâris b. Hâtib,... (c. l, s. 326)

Listenin sonu her üç rivayette de aynı isimleri ihtiva eder. Ancak görüldüğü üzere listenin başı ihtilaflıdır. Vâqıdî'nin günümüze ulaşan nüshasında ilk isim anılmayıp yerine "filân" kelimesi konmuştur. Diğer her iki kaynak da rivayeti Vâqıdî'den nakletmiş olmalarına rağmen birinde iki isim (Osman ve Ömer), diğerinde ise tek isim (Osman) yeralmaktadır.

Vaqidinin direkt rivayetinde, saygınlığı korunmaya çalışılan bir sahabenin adının gizlenmesi endişesini görüyoruz. Diğer iki kaynak ise endişeye yer vermeden açıkça isim zikretmişlerdir. Bizce Belâzûri’nin rivayeti İbn Ebi'l Hadid'in rivayetinden daha doğru görünüyor, Şii kaynaklardan faydalanan ve kendisi de Şiî temayüllü olarak bilinen bir müelliftir. Hz. Ömer'in ismi bu temayülle listeye sonradan ithal edilmiş olmalıdır. Ayrıca "filân" kelimesinin bir defa kullanıldığına bakılırsa gizlenen ismin tek olması daha makul görünmektedir.



Örnek: 3

Kur'ân'da ve diğer rivayetlerde "Muellefetu'l-Qulûb" veya daha doğru şekliyle "el-muellefetu qulûbuhum" (kalpleri ısındırılanlar) diye bir zümreden bahsedilmektedir.

Kur'ân'da (9/60), "sadaka"nın (bugünkü anlamı ile "zekât'ın) sarf yer*lerinden bir zümre olarak zikredilen Muellefetu'l-Qulûb, nedense rivayetlerin çoğunda, Huneyn'de ganimetten büyük hisse alan kişilere tahsis edilmektedir. Oysa ki sadaka (zekât) ile ganimet farklı şeylerdir.

Bu rivayetlerin oluşmasında Emevî büyüklerini karalama arzu ve zaafının rol aldığı anlaşılmaktadır[21].



Örnek: 4

Peygamber mescidinin çevresinde, kapıları mescide açılan evler ço*ğalınca Resûlullah (s), bir kapı hariç mescide açılan bütün kapıların ka*patılmasını emretmiştir.

Bu istisna edilen kapı kime aittir?

Kaynaklar bu hususta da ihtilaf etmişlerdir:

a) Hz. Ebubekir'in kapısı istisna edilmiştir. Bu hadis başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında rivayet edilmiş*tir[22].

b) Hz. Ali'nin kapısı istisna edilmiştir. Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmişlerdir[23].

İkinci rivayet doğru görünmektedir. Çünkü birçok rivayetten, Hz. Ebu Bekir’in evinin, Peygamber Mescidi'nden hayli uzak 'Sunh' semtin*de olduğunu kesin bir şekilde öğreniyoruz[24].

Nitekim, İbn Ebi'l-Hadîd de birinci rivayeti, Şi'a'nın tarafgir uydurmalarına karşıt olarak "Bekriyye" uydurmalarına örnek göstermekte ve ikinci rivayetin doğruluğunu savunmaktadır[25].
 

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
3. Cehalet ve hurafeperestlikten kaynaklanan zaaflar



Normal olayların dramatize edilmesi, efsaneleştirilmesi, anlatımlarda mubalağa yapılması, hurafelere itibar edilmesi sîret malzemesinin -bizce- en saptırıcı zaaflarındandır.



Sîret malzemesine bu zaafları ithal edenler, kuşkusuz, olayları siyasi zaaflarla saptıranlar kadar -ahlaken- seviyesiz addedilemezler. Ancak bunlar, yaşanabilen ve ibret alınabilen tabii olayların, yaşanamaz ve ibret alınamaz bir şekle dönüşmesine sebep oldukları için „sonuç“ bakımından daha sorumludurlar bizce.



Gerçekten Resulullah döneminin her bakımdan canlı, yaşanır, ibret verici birçok olayları: efsanevi ve hurafi anlatımları içerisinde canlılığını ve ibret-âmiz niteliklerini yitirmişlerdir.



Bu genel zaafın sosyo-psikolojik etüdü başlı başına bir inceleme konusudur. Ancak şunu hatırlatalım ki, Resulullah dönemi Arabı, genelde hurafelere, efsanelere inanmaya müsait ve düşkündür. İnsanları her çeşit kölelikten kurtarmayı amaçlayan Kur’an’ın ise bu hurafeperstliğe karşı tavrı çok açıktır.



Bu zaafları içerisinde müşrikler, bir peygamberi hep insan-üstü bir varlık olarak görmek istemişler ve Hz. Peygamber’den de, bir sihirbazdan isteyebilecekleri şeyleri istemişlerdi. Kur’an’ın bu talepler karşısındaki tavrı kesindir: Cevapsız bırakmak ve Peygamberin ancak bir beşer olduğunu hatırlatmak. (17/90-95; 29/50-51).



Kur’an’ın ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in bu konudaki bütün titizliğine rağmen, bu zaafın ilk müslüman toplumlarda tamamen yokedildiğine inanmak saf-dillik olur.



İşte tamamen yok edilemeyen bu zihniyetin sîret malzemesindeki ürünlerini bu başlık altında veriyoruz. Amacımız, sadece konunun önemini ve boyutlarını belirtmek oldu*ğundan yine yeterli olabilecek birkaç örnekle yetineceğiz:



Örnek: l



Abdulmuttalib, on oğlu olup kendisine yardımcı olacak yaşa gelir*lerse içlerinden birini Kabe'de Allah'a kurban edeceğini nezretmiştir. Allah kendisine on evlat verir. Hepsi babalarına yardımcı olacak yaşa gelince, birgün, onları biraraya toplayan Abdulmuttalib yapmış oldu*ğu nezri anlatır. Hepsi ona boyun eğerler ve "Nasıl istersen" derler. Babaları, kurbanı tayin etmek için Kabe'deki fal oklarına baş vurur. Fal oku en sevdiği oğlu ve Hz. Peygamberin müstakbel babası Abdul*lah'a isabet eder. Abdullah'ı tam kurban etmek üzereyken Kureyşin ileri gelenleri, müdahale ederek bu vahim duruma makul bir çözüm bulmak üzere Abdulmuttalib'i bir "arrafe" (kâhin) kadına gönderirler. Kadının önerdiği çözüm yoluna göre, Abdullah'a karşılık on deve konarak her ikisi üzerine kur'a çekilecek, kur'a Abdullah'a isabet et*tikçe develerin sayısı on arttırılarak, kur'a develere isabet edinceye kadar bu işleme devam edilecek ve sonunda fal okunun isabet ettiği bütün develer kurban edilerek Abdullah boğazlanmaktan kurtarılacak*tır. Tavsiye edildiği gibi yapılır. Dokuz defa peşpeşe fal oku yine Ab*dullah'a isabet ettiğinden deve sayısı her defasında on adet arttırılır. Nihayet deve sayısı yüz olduğunda, onuncu kez çekilen fal oku de*velere isabet eder. Emin olunmak için iki çekiliş daha yapılır. Her ikisi de yine develere isabet edince yüz deve kurban edilerek Abdullah’ın hayatı kurtarılır.

İbn İshak'ın rivayeti -özetle- böyle[26]. İbn Sa'd'da da olay aynıdır. Yalnız orada, Abdullah'ın hayatını kurtaran çare, kendisi için feryad-u figân eden ablalarından biri tarafından teklif edilmiştir. Ayrıca, İbn Sa’d o güne kadar Araplar arasında bir insanın kan bedelinin (diyet) deve olduğunu, Abdulmuttalib'in bu uygulamasıyla artık yüz deve olarak kabul edildiğini iddia eder[27].



Taberî'de de aynı olay, İbn İshak kaynak gösterilerek anlatılır. Ay*rıca Abdullah'ın, babasının en küçük oğlu olduğu da zikredilir[28]. Halebî'nin sîretinde de bunlara ilave olarak; Hz. Abbâs'ın, kardeşi Abdullah'ı babasının ayağı altından -tam boğazlanacakken- çekip aldığı, bu esnada yüzünün çizildiği ve bu izi ölünceye kadar yüzünde taşıdığı kaydedilir[29].



Tahlil ve tenkid:



Olayın efsanevî karakteri belirgin olmakla beraber bazı tahlillerle durumu açıklığa kavuşturalım.



a) Eğer Abdulmuttalib'in sadece on oğlu olduysa, Abdullah bunla*rın en küçüğü olamazdı. İbn İshak, 'on' olduğunu kesinlikle belirtir[30]. Çünkü Hz. Abbâs ve Hz. Hamza'nın Resûlullah'la (s) aynı anneden süt emdikleri yani süt-kardeş oldukları bildirilmektedir[31].Hz. Peygamber'in iki amcası kendisinden sadece iki üç yaş büyük olunca babası Abdullah'ın kardeşlerin en küçüğü olduğu iddiası bâtıl olur.



b) Abdullah'ı 'en küçük' kabul etmesek bile olay yinede çelişkili ol*maktan kurtulamıyor. Çünkü rivayetlerde, bütün kardeşlerin, "babala*rını koruyacak yaşa" yani ergenlik yaşına ulaştıktan sonra Abdullmuttalib'in kurban etme teşebbüsü vuku buluyor. Bu durumda Hz. Abbâs ve Hz. Hamza'nın da erginlik yaşına ulaşmalarına kadar Hz. Peygamber’in babası Abdullah'ın yaşamış olması gerekiyor. Böyle olunca da, Peygamber'in de babasının sağlığında buluğ çağına yaklaşmış olması gerekiyor. Oysa ki bu doğru olamaz. Çünkü, en yaygın rivayete göre Abdullah oğlunun doğumunu dahi göremeden vefat etmiştir.



c) Bazı kaynaklarda, kan bedelini (diyet'i) yüz deve şeklinde ilk tayin eden kişi olarak Abdulmuttalib'den başka birinin ismi geçmektedir[32]. Bu çelişkilerin yokluğu halinde bile, efsanevî karakteri belirgin olan bu hikâye, günümüzde yazılan ciddi sîret kitaplarında hâlâ tenkidsiz yaşatılmaktadır[33].



Bununla beraber ilk kaynakların bu konuda daha dikkatli olduğunu görüyoruz: Nitekim ilk kaynaklardan İbn İshak (151), olayı tereddütlü vermektedir. Bu hususu, rivayetin çeşitli yerlerinde araya sokuşturdu*ğu "iddia ettiklerine göre "/"iddia ettiler ki" fîmâ yez'umûn/ze'amû) ibarelerinden çıkarabiliyoruz[34]. Taberî ise Tarihi'nin girişinde "Bazı olayları, sırf halkın yaygın rivayeti olduğu için nak*letmiş olduğunu, okuyucuyu rahatsız edici bu kabil rivayetlerin kendi iddiası olmadığını" önemle hatırlatır[35].



Bu notlarla beraber hikâyenin dramatik motiflerini gözönüne aldı*ğımızda (boğazlama teşebbüsü, kâhin kadın, on evlat, onar deve, on çekiliş v.s.) olayın gerçek-dışı karakteri kesinlik kazanmaktadır.



Örnek: 2



Hz. Peygamber'ın hicret ettiği gece, kendisi için tertiplenen sui*kasttan Cebrail (a) vasıtasıyla haberdar edildiği, gece yarısı Hz. Ali'yi yatağına yatırarak dışarı çıktığı, Yâsîn sûresinin ilk dokuz âyetini oku*yarak yerden aldığı bir avuç toprağı kendisini öldürmek için evini mu*hasara eden suikastçıların üzerine serptiği, başlarına toprağın isabetiyle derin bir uykuya dalan muhasaracıların arasından rahatça geçerek Hz. Ebubekr'in evine yöneldiği... sîret kitaplarının genel riva*yetidir[36].

Oysa ki aynı kaynaklarda daha değişik ve daha makul ipuçlarına rastlayabiliyoruz. Şöyle ki:



a) Suikasdı Hz. Peygamber'e Cebrail (a) değil, Resûlullah'ın (s) amca-kızlarından Ruqayqa isminde bir kadın haber vermiştir[37].



b) Resûlullah (s), Hz. Ebubekir'in evine gece değil gündüz, hem de hiç mutadı olmadığı bir saatte (öğlen sıcağında) gitmiş, bu mutad-dışı davranışıyla Hz. Ebubekir'i heyecanlandırmış, sonra ona hicret pla*nını anlatmış, o gece evine dönmemiş, karanlık basınca da Hz. Ebubekir ile beraber yola çıkmıştı[38].



Örnek: 3



Gene sîret kitapları; Hz. Peygamber'in hicretinden üç gün sonra, Mekkeliler O'nun nereye gittiğini henüz öğrenmemişken, gece karan*lığında bir cinnin, şehri aşağıdan yukarıya doğru katederek bazı beyit*ler terennümüyle Hz. Peygamber'le arkadaşının, Medine'ye vasıl ol*mak üzere Ummu Ma'bed'in çadırından ayrıldıklarını haber verdiğini; halkın, sesini duydukları ve peşine takıldıkları halde cinni göremedik*lerini yazarlar[39].



Yaygın rivayet bu mealde olmasına rağmen, gene aynı kaynak*lardan, habercinin cinn olmayıp Resûlullah(s)'ın, çadırına konuk oldu*ğu bedevi kadın Ummu Ma'bed'in kocası Ebu Ma'bed olduğuna dair ipucu bulabiliyoruz: Bedevî Ebu Ma'bed çadırına dönüp karısından, yetişemediği iki bereketli konuk hakkında bilgi alınca, bunların, Kureyşlilerce takip edilen kişiler olduğuna hükmeder, işte hemen bu di*yalogun ardından, Mekke'de gece karanlığında kaçakları ihbar eden, sahibi görünmeyen sesden bahsedilir. Ancak burada ses sahibinin cinnî olduğu iddia edilmez[40].



Günümüzdeki gibi aydınlatma imkanlarına sahip olmayan ve karanlıklar basar basmaz uyumak itiyadında olan bir şehir halkı için, zifiri karanlık bir gecede duyulacak bir sesin "cinn sesi" olarak nitelen*işi çok normal görünmektedir. Zaten o günün Arabı; göremediği, teşhis edemediği, tanıyamadığı herkesi ve herşeyi "cinn" ismiyle anmaktadır[41].



Örnek: 4



Kureyş, Bedr savaşı için hazırlıkları bitirip tam yola çıkmak üzere iken içlerinden birisi; geride korumasız olarak bırakacakları Mekke’nin, komşuları ve düşmanları olan bedevi Kinanelerin saldırısına maruz kalması halinde ne olacağını sorar. İşte tam bu sırada „İblis“ Kinanelerin reisi Suraqa b. Cu’sum el-Mudlici’nin suretine girerek ortaya çıkar ve Kureyşlilere, Kinanelerden yana hiç endişe duymamalarını, hiçbir saldırının olmayacağına garanti verdiğini ifade eder. Mekke ordusu bu teminatı aldıktan sonra güven içinde şehri terk eder ...[42]



Oysaki gene bazı akli ve nakli ipuçları „Suraqa kılığına giren İblis“ iddiasının efsane olduğunu ortaya koymnaktadır. Şöyle ki:



Vâqıdi, bir sayfa sonra „Suraqa diyeceklerini deyince -ki İblis’in lisanıyla konuşuyordu- Mekkeliler cesarete geldiler ve süratle şehirden çıktılar“ (s. 39) demektedir. Bundan anlıyoruz ki konuşan şeytan değil bizzat Surâqa’dır, fakat İblise yaraşır bir şekilde konuşmuş; müslümanları imha etmeye azmetmiş olan Mekkelilere -aslında düşmanları olduğu halde- güvence vererek İblisce bir rol oynamıştır.



Bu efsane, muhtemelen, sonradan müslüman olduğunu bildiğimiz Surâqa’nın geçmişindeki bir lekeyi, suçu „İblis“e yükleyerek temizlemek gayretiyle uydurulmuştur.



Efsanevi rivayette mantıki problemler de doğmaktadır: Konuşmanın Surâqa kılığındaki İblis olduğunu kim farketmiş idi. Eğer Mekkeliler farketmiş idiyseler bizzat Surâqa olmadığını bildikleri halde İblis’in sözüne nasıl itibar ettiler? Eğer onlar konuşanın İblis olmadığını hiç farketmedilerse kim, ne zaman işin farkına vardı?



Bütün bunlardan rivayetin efsanevi karekteri ortaya çıkmaktadır.



3. SONUÇ



Yukarıda verdiklerimizle, nisbeten ilk dönemlerde tasnif edilen sî*ret malzemesinin genel zaaflarını örneklemeye çalıştık. Bu zaafların (bilhassa üçüncüsünün) sonraki sîret kitaplarında daha da yoğunlaştığını; Hz. Peygamber'in yaşanmış, gerçekçi mücadelesinin efsaneleştiğini; insanlığa ideal bir mücadele modeli olma niteliğinden soyutlan*dığını görüyoruz.



"el-Mevahibu'1-Ledünniyye", "Delâilu'n-Nübüvve" gi*bi eserlerle, Hz. Peygamber'in "bizim gibi bir beşer" olmadığı -zım*nen- isbata çalışılmaktadır. Beşer olan bizlerin "bizim gibi olmayan" bir peygambere ittiba etmesinin güçlüğü ise ortadadır.



Tarih, ibret almak amacıyla okunuyorsa mutlaka "gerçek" olması aranmalıdır. Ancak gerçek olan, yaşanan olayların ibret verici niteliği vardır. Hz. Peygamber'in, Kur'ân'ı yaşamaktan ibaret olan sîretini öğrenmeye çalışırken bu noktayı daima gözönünde bulundurmak zorundayız.



Yukarıda verdiğimiz örnekleri genellikle Resûllullah (s)'ın şahsını odaklaştıran rivayetlerin dışından seçmiş bulunuyoruz. Resûlullah’ın (s) bizzat şahsı ile ilgili zaaf ve sapmaları başka bir araştırmamızda vereceğiz.
 

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
Dipnotlar
--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur’an, 15/9.

[2] (İbn Hişam, c. 3-4, s. 281; Vaqıdi, c. 2, s. 537; İbn Sa’d, c. 2, s. 80)



[3] (Buhari, Kitap:64, Bab:37, Muslim, Kitap: 32, H. no:1807)



[4] (Fethu’l-Bari, c. 7., s. 61).





[5] İbn Hişam, c. 3-4, s. 202; Vaqidi, c. 1, s. 395; İbn Sa'd, c. 2, s. 61



[6] Buhari, Kitap: 64, Bab: 31 H.no: 1807



[7] Uyûnu'l-Eser, c. 2, s. 52-3



[8] Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 416-18



[9] İbn Hişâm, c. 3-4, s. 190; Vâqıdi, c. l, s. 363; İbnSa'd, c. 2, s. 57



[10] Buhari, K: 64, B: 14, başlık.



[11] Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 330-2



[12] İbn Hişâm, c. 3-4, s. 289



[13] Vâqıdî, c. l, s. 404; İbn Sa'd, c. 2, s. 64



[14] İbn Hişâm, c. 3-4, s. 289, dn. 7



[15] Muslim, K: 44, B: 40, H. no; 2501 dn.2



[16] Buhari K:12,B;5 ve K:64, B:30





[17] Muslim, K: 32, B:23, H. no:1770



[18] Fethul Bari, c. 7,S.408-409



[19] Vaqidi,c. 1, s. 138.

[20] Vâqıdi, Mukaddime, s. 6-8.

[21] Bu konuda, rivayetlerin Emevîler aleyhinde nasıl geliştirildiğini geniş olarak görmek için bakınız: "Muhammad at Medina-W.M.Watt, London, 1966, Excursus E"



[22] Buhari, 62:3; Müslim, 44:1; Tirmizî, 50:15; Müsned, 1/270 ve 3/18



[23] Müsned, 1/175, 331; Tirmizî, 50:21



[24] Taberi, c. 2, s. 382, 400; c. 3, s. 163, 198-200



[25] C. 3, s. 17



[26] İbn Hişâm, c. 1-2, s. 151-55



[27] Tabaqat C. 1, S. 88-89



[28] Taberi, c.2, s.240-41



[29] Taberi, C. 1, S. 36



[30] İbn İshak, C.1-2, s. 108



[31] Vaqidi, c.l, s.70; İbn Sa'd, c.l, s. 109; Halebi,c.l, s.36



[32] Maârif, s.240 da "Ebû Seyyare el-'Advânî"nin ismi veriliyor.



[33] Sadece iki örnek olarak M. Asım Köksal'ın İslam Tarihi ile Martin Lings'in Muhammed'in Hayatı isimli eserleri verebiliriz.



[34] İbn İshak, c. 1-2, s. 151,153,155



[35] İbn İshak, c. l, s. 8



[36] İbn Hişâm, c. 1-2, s.483; İbn Sa'd, c.l, s.227-8



[37] İbn Sa’d, C. 8, S. 52 ve 223; İsâbe, c.4, s.303



[38] İbn Hişam, C. 1-2, S. 484; İbn Sad, C. 1, S. 228.



[39] İbn Hişam, c.1-2. s.487; İbn Sa'd, c.l, s.229

[40] İbn Sa’d, c.l, s.231



[41] Muhammed Esed, The Message of Qur’an, Dublin, 1980, Appendix III.



[42] İbn Hişam, c. 1-2, s. 38; Taberi Tefsir, 8/48. Ayet münasebetiyle.
 
Üst Alt