Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Seyyid Muhammed Raşid d-Hüseyni (k.s.a)

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
SEYDA HAZRETLERİNİN HAYATI1 -Seyyid Muhammed Raşid d-Hüseyni
2 -Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni
3 -Seyyid Muhammed
4 - Seyyid Ma ruf
5 -Seyyid Tahir
6 -Şeyh Seyyid Kal
7 -Seyyid Hace Ebu Tâhir
8 -Seyyid Said Ebu l-Hayr
9 -Seyyid Ali
10-Seyyid Halil
11-Seyyid Hasan
12-Seyyid Mahmud
13-Seyyid Ali
14-Seyyid Taceddin
15-Seyyid Kasım
16-Seyyid İdris
17-Seyyid Ca‘fer
18-Seyyid Kasım
19-Seyyid Kemaleddin
20-Seyyid Ebu Firas
21-Seyyid Fellâh
22-Seyyid Muhammed
23-Seyyid Taceddin
24-Seyyid Ebu Firas
25-Seyyid Maceddin
26-Seyyid Muhammed el-Mağfur Ebu Firas
27-Seyyid Şerafeddin
28-Seyyid imam Ali
29-Seyyid İmam Hüseyni (r.a.)

Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi. Hüsn-ü hat sanatinda çok mahirdi. Hazret‘e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almişti. Fakat kendisi şeyhine "Sizin sagliginizda kendi halifeligimi açikliyamam, sizden sonraya kalirsam, açiklanmasini birisine vasiyyet edersiniz. Aksi takdirde sizin yaşadiginiz devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz" diye rica etmişti. Şeyhinden önce vefat ettigi içinde halifeligi açiktan ilan edilmeyip gizli kalmiştir.

Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muhammed‘in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür. Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatime Validemizle evlenmişler, bu izdivaçtan Seyyid Muhammed (k.s.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Taruni köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Va-lidemizdende Şeyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Abdülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur.

Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Maruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar. Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi‘nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Şah-ı Hazne Şeyda Hazretlerini 9 yaşındayken görür. Yüzü aydınlanır. İleride çok sofileri olacağını belirtir ve Allah‘a şükrederek "Biz onun cemaatında bulunamazsak da, o çok kalabalık cemaatın çobanını görmek te büyük bir nimettir" derler. Şeyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğulları ile Haşine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir. Gavs hazretleri Bilvanis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis‘in Kasrik köyüne taşındılar. Burada 11 sene kaldıktan sonra Siirt‘in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler. 9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa‘da, sonra Diyarbakır‘da tamamladı) kaldıkları Gadir‘den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler. Babası Gavs hazretleri l Haziran 1972 yılında vefat edince başhyan irşad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti. Şeyda Hazretleri babasının vefatında buyurdular: "Allah (cc) Resulüne "Biz seni alemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey için göndermedik. Allah Rasûlünün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Rasûlünün varislerindendir. Ben onun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz onu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam vefat etti. Nakl-i mekan etti. Allah Hayy‘dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah‘a... herşey fanidir."

1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Şeyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışmdan aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale‘nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman‘a, sonra Adana‘ya oradanda Gökçeada‘ya götürülen Şeyda hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının, sıhhatini etkilemesi sonucu 30.1.1985 tarihinde Ankara‘ya nakledilmiştir. Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil‘e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetinedevam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.

Şeker, damar sertligi, tansiyon ve romatizma hastaliklari nedeniyle uzun yillar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yil önce ayagi kirilmiş çektigi izdiraplarina bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir.

Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara‘ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10,1993 Cuma günü cuma namazından önce 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur.

Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılımıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında toprağa verilmiştir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Ahlakı, şahsiyeti, tevazu, amel ve takvası,şefkat ver merhameti,

Ahlakı, şahsiyeti, tevazu, amel ve takvası,şefkat ver merhameti,

Ahlakı, şahsiyeti, tevazu, amel ve takvası,şefkat ver merhameti,Seyda Hazretleri ilk tahsiline babasının yanında başlayarak 7 yaşinda Kur‘an-i Kerim‘i hatmetmiştir. Sonra Baykan Müftüsü Molla Muhyiddinden ilim tahsili görmüştü. Daha sonra Muş ilinin Demirci köyünde Hazretin torunu Şeyh Nasr‘dan daha sonra Molla Ramazandan ders almişti. Dayisinin oglu olan ve sonradan halifesi olacak olan Seyyid Molla Abdulbaki‘nin derslerine ise 5 yil Dilbey köyünde devam etmişti. Bu kiymetli alimlerden sarf, nahiv, mantik, belagat gibi alet ilimlerinin yaninda tefsir, hadis ve fikih dersleri aldi. Babasi Gavs Hazretleri bu yillarda "inşaallah Imam-i Rabbani Hazretlerini geçersin" diye dua etmişti. Daha sonraki yillarda ilimle birlikte babasi ve mürşidi olan Gavs Hazretlerinden tasavvuf egitimim alarak 1968 yilinda Nakşibendi Halifesi olmuştur. Halifelik emri gelince Gavs Hz.leri Şeyda Hz.lerini Ahmed Haznevi Hz.lerinin oglu Şeyh Alaaddin‘in yanina götürdü. O da Şeyda Hz.lerini çok büyük veli, Allah dostu ve erkek oldugunu, halifeligin Ravza-i Mutah-harâda Hz. Rasűlüllah‘ın manevi huzurunda verilmesinin daha uygun olacagini söyledi. Gavs Hz.leri de onun emrini yerine getirdi. 1972 yilinda babasinin vefatiyla irşad görevini kesintisiz 21 yil devam ettirmiştir.

AHLAKI

Şeyda Hazretlerinin (k.s.) en belirgin vasfi sabir, tevazuu ve hilmdi. Kendisi hiçbir zaman hiç kimseye karşi kirici bir harekette bulunmamiş, kin duymamiştir. Binlerce kişi etrafinda pervane olurken kendisinde kibir ve kabaliktan eser görülmezdi. Şeriata aykiri olmadigi takdirde kimseye şunu yap veya yapma demezdi. Günahkar veya itaatsiz demeksizin herkese karşi güleryüzlü ve güzel ahlakliydi.

ŞAHSIYETI

Şeyda hazretleri hakiki iman ve takvaya sahip olup, iki cihanin saadet ve kerametine ulaşmiş, mukerrabűn makaminda Allah‘u Teala‘ya en yakin bir hidayet önderidir. Amelleri temiz, makami ali, tevhidi temsil ve tarif eden halkin en hayirlilanndandir. Rab-binden razi ve onu sever Rabbi de ondan razi ve kendisini sever. Yüce Yaradan‘a o nurla ruhunu teslim etti ve inşallah o nurla mahşere gelecek. O canini Allah-u Tealaya feda etti ve onun zikrinde fani oldu.

Seyda hazretleri kiyamete kadar bu dini ihya ve ikame eden Hz. Resulullah‘in varis ve halifelerinden-dir. Muhammedi nuru yaydi, sünneti ihya ve kullari Islah etti. O, Resulullah‘in âli ve en yakinlarindan olup bu hale iman ve takva bagiyla ulaşmiş olup ne-sebçede ehli beytindendir. Allah (c.c.)‘m seçtigi kalbleri aydinlatan, insanliga yol gösteren, yeryüzünde emin Rabbani alimlerdendir. Nazari şifa, sözleri deva, meclisleri safi safadir. Kalbi takva madeni ve ilahi aşk menbaidir. O zikrin anahtari olup, kendisini gören, iman ve sevgiyle seyreden Allahu Teala‘yi hatirlar. Kalbi dünyadan kopar, ahirete yönelirdi. Hazretin özündeki ilahi nur, gözlerinden dişari yansir, yüzünde secde ve huşu eseri görülürdü. O her işini Allah için yapar, Allah için sever, Allah için kizardi. Nefsi ve dünya adina bir hesabi, ilahî rizanin dişinda gizli bir hedefi yoktu.

O Allahu Teala‘yı kullarına, kulları da Allahu Teala‘ya sevdirdi ve âleme ilahi sevgiyi sergiledi. Bütün âlem için rahmetti. Dayanılmaz bela ve musibetlere karşı bir emniyetti. Yaptığı ve yaptırdığı zikir, naz ve niyazlar hürmetine hem kalpler hem kainat fesattan kurtuldu, Allah Allah dedikçe Allah Teala âleme rahmet nazanyla bakıp günahkarlara mühlet tanıdı. O Allahu Teala‘nın melekleri arasında övdüğü ve kendisiyle övündüğü, Peygamberlerin kıyamet günü iftihar ettiği kimselerdendir. Hazreti, Allahu Teala sevdiği gibibütün âlem ve eşya da tanidi ve sevdi. Ancak kafir ve münafiklar hariç. Onlar da ahirette pişmanlik ve perişanliklarindan dolayi ellerini isirir, ah-u vah ederler.

Seyda hazretlerine ilm-i ledün‘den büyük nasib verilmiştir. Hanegahlari manevi cennet mesabesinde idi. O, şeriat ve tarikat‘in camiidir (ikisini bir arada bulundurmuştur).

Hasılı kelam, Allahu Teala‘nın Evliyasının en ileri gelenlerinden ve faziletlilerindendir.

Onun güzel ahlakını gören herkes yaptıklarından pişman olur, hemen tevbe etmek isterdi. Yanına gelenlerde çok hızlı ahlakî değişim görülürdü. Ziyarete gelenlere öyle davranırdı ki sanki insanlar onun yanına değilde başka bir sebeble toplanmışlar. Hizmet etmeyi ve hizmet edeni çok severdi. Bizzat çorbanın ateşini yakar, sofilere çorba taşır, misafirleri yemek yemeden ve ağırlamadan geri yollamaz, sofiler yemek yemeden kendisi yemezdi. Misafirperverliği o derecedeydiki hanelerinde hizmet eden erkek olmadığı taktirde kendisi bizzat ikram da bulunurdu. Ayrıca çalışkanları çok sever, herişte bizzat çalışanlara yardımda bulunurdu.

Önceki Nakşibendi büyüklerinin büyük-küçük demeden evlatlarina hürmet ve edebde kusur etmezdi.

Seyda hazretleri herkese anlayışına ve aklına göre hitabederdi. Yoksul kişilerle konuşur, hal ve hatırlarını sorar, ihtiyaçları varsa hallederdi.

Kendilerine karşi yapilan bir haksizlikta fitne çikmasin diye hakkindan vazgeçer, olaya sabrederdi. Dünya malina önem vermez, muhtaç olanlara gücünün yettigi kadar yardimda bulunur, dul ve yetimlere bizzat yardim ederdi.

Talebeyken yabancı köylerde açlıktan rengi değişir ben açım demez, sabrederdi. Zulme uğradığında şikayette bulunmazdı.

Onun döneminde Menzil Dergahı adeta bir sehâvet, uhuvvet ve ihlâs merkezi durumundaydı. Ondan etkilenen bağlıları birbirlerine kızmaz, en ufak kusurda özür ve helallik dilerlerdi. İnsanlar huzur ve kardeşlik içinde İslanıı öğrenmeye ve yaşamaya başlamışlardı.


TEVAZUU

Çocuk yaşlardayken arkadaşlariyla oynamayor, büyükler gibi davraniyor. Annesi "Arkadaşlarinla niye oynamiyorsun" diye sorunca "Benim boş ve faydasiz işlerden keyfim gelmiyor" diyor. Halife oluncaya kadar kimse onun Gavsin oglu oldugunu bilmiyordu. Dergahin hizmetçisi saniyorlardi. Askere gidinceye kadar siyah yün bir sarik sariyordu. Şeyda Hz.leri Gavs Hz.lerinin sagliginda Tevbe verirken, teveccühe giderken hayasindan ve edebinden cübbesini koltugunun altina sokup Öyle gidip geliyordu. Gadirde iken devamli Idegirniende çalişirdi.

AMEL VE TAKVASI

Seyyid Muhanımed Raşid (k.s.) hazretleri, ilim tahsil eden ve ilim öğretenleri çok severdi. İlim tahsili hususunda kişinin kendi cemaatından olup olmamasına bakmazdı. Bir defasında talebelerinden birine şöyle söyledi: "Ey Allah‘ın kulu! Bir talebe yetiştirmek bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe varisu‘l enbiya olursa... Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük alimlerden öğreniniz. Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır. İlimle meşgul olan kimse dünyada en güzel iş ile meşgul oluyor. İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin abidi de sofisi de hüsrandadır. Siz Osmanlı‘ya bakınız. Ne idi ne oldu. Sultan Abdülhamid arif-i billah idi. Başa geçer geçmez memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı.

Camiye ve cemaata çok bağlıydı. Hasta olduğu zamanlarda dahi cami ve cemaatı terk etmez bazan inler gene camiye gelirdi.

Seyda hazretleri farz ve vacib ibadetlerinin dişinda nafile ibadetlere, bilhassa geceleyin yapilan amellere çok önem verir, sofilere gece namazina kalkmayi tavsiye ederdi.

Vitr namazım gece teheccüd namazıyla birlikte kılardı. Kuşluk namazını normalde dört, Ramazan ayında sekiz rekat kılardı.

Gecenin çok az kısmını uyku ile diğer zamanını güneş doğuncaya kadar ibadetle ihya ederdi.

Ramazan ayında amelini arttırır, gece ve gündüz olmak üzere günde 2 defa teşbih namazı kılardı. İlk onbeşgün teheccüd namazını ehli beyti ile, son onbeş günü camide cemaatla kılar, Ramazanın son on günü gecesinde uyumayarak, Kadir Gecesine vasıl olmaya çalışırdı. Diğer zamanlar günde bir cüz Kur‘an-ı Kerim okurken, bunu Ramazan ayında iki günde bir hatim indirmeye kadar fazlalaştırırdı.

Ramazan ayı orucu dışında Şevval ayı orucunu, Arefe günü orucunu ve Muharrem orucunu hiç terketmezdi.

Hangi şartlarda olursa olsun Hatme-i Hacegan-i yapmaya çalişir ve yakinlarina da (baglilarina da) tavsiye ederdi.

Daha önceki Sadatlarm evladına çok hürmet ederdi. Şahı Haznenin torunlarından 5-6 yaşında bir çocuk geldi. Şeyda Hz.leri onun elini Öptü. Bu çocuk Seyda Hz.‘lerinin yanına geldiğinde Şeyda Hz.leri ayağa kalkardı. Yine Afyon‘a Şah-ı Haznenin evlatları gelmişti, alt katta divanda kalırlarken Şeyda Hazretleri üst katta sabaha kadar yatmamışlardı.

Seyda Hazretleri meczublarla şakalaşir, onlarin hatirlarini sorardi.


ŞEFKAT VE MERHAMETI

Gelen herkesle ilgilenir, güleryüz gösterirlerdi. Yoksullarla konuşur, hal ve hatirlarini sorardi. Kendine karşi yapilan haksizliklara ses çikarmaz, kendi hakkindan vazgeçerdi. Hatta kendisine suikast yapan kişiyi bile affetmişti. Afyon‘da kalirken çok üzüldügünü söylemiş ve sebebini şöyle açiklamişti: "Gelen misafirlere ikramda bulunamadigimiz için çok üzülüyorum. Uzaktan aç gelip, aç gidiyorlar inşallah önümüzdeki sene gelen misafirlere yemek verebilecegiz. Yine Gavs Hazretlerinin tarikattan attigi bir haci için "Ben bizzat bu adama babamdan habersiz gittim. Haline acidim. Ayagina giderek hatirini sordum. Üzülerek söylüyorum ki hiç pişmanlik duymuyor ve özür dilemiyordu. Eger pişman olsaydi, babama gelip affedilmesi için ricada bulunacaktim, hatasini tamir etmesine vesile olacaktim" diye buyurmuştu. Gavs Hazretleri "Muhammed Raşidimiz bir kimseye kizdimi gidip yatiyor, kimsenin kalbini kirmak istemiyor" buyurmuşlardi. Veda sohbetinden sonra dinleyenlere "sizi ayakta tuttum, yoruldunuz, hakkinizi helal ediniz" diye buyurmuşlardi.

HAC ZİYARETİ

İlk hacca halife olunca 1968 yılında gitmişti. İkinci defa hacca 1975 yılında gitmiştir. Yolda hatmeyi hiç bırakmadılar, arabaları toplayıp ortasında hatme yaptırıyordu. Oradada irşada devam etmiştir. Mekke ve Medine halkına hürmet edilmesini isterdi. İbadete çok devam ederdi.

İRŞAD

Daha önceki büyük mürşidler gibi Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) de Ümmet-i Muhammedin Allah Teala‘ya teveccüh yeri, ümit kapisi ve tevbe vesilesi idi. O ulu zat hayatini yaklaşik son yirmiiki senesindeki irşadi boyunca hergün yüzlerce hafta sonlarinda ve özel günlerde binlerce kişiye Allah adina tevbe veriyor, dogru yoldan ayrilmayacaklarina dair söz aliyordu. Irşadinin ilk yillarinda tek tek tevbe verirken ileriki yillarda kalabalik arttigindan iki elini uzatarak sigabildigi kadar insanlara gruplar halinde tevbeyle bey‘at veriyordu. Kişiler grup grup, önüne diz çökerek, onun söyledigi tevbe sözlerini tekrarliyor, sonra da bu sözlü tevbeyi sünnet-i seniyede tarif edildigi gibi, abdest ve gusl abdesti alarak kilacagi iki rekat tevbe namazi ile saglamlaştiriyordu. Daha sonra bu şahislar usulünce Allah‘i (c.c.) zikrederek ve diger nafile amelleri ögrenerek sünnet-i şerife uygun, ihlas ve tevazu içinde dinini yaşamaya gayret gösteriyordu.

İkamet ettiği Adıyaman‘ın Kâhta kazasının Menzil köyü yerleşim yerlerinden uzakta olmasına rağmen insanların, Allah‘ın yardımı ve fethi, Rasulullah (a.s.)‘m bereket ve feyzi ile akın akın gelmesiyle devamlı kalabalık bir şehir görünümünde, şen ve hareketli idi. Sadece Türkiye‘den değil diğer İslam ülkelerinden hatta Avrupa‘dan gelerek tevbe yapıp intisab edenler oluyordu.

Hazret, Allah Teala‘nın kıyamete kadar açık tuttuğu tevbe kapısından kim gelirse, kılık-kıyafetine, sa-çma-başına değil zahiren de olsa tevbe niyetine bakıyor, tevbe için diz çökme anlayış ve tevâzusunu gösteren herkese el uzatarak, tövbe veriyordu. İsteyene zikrullah (gizli zikir) usulünce tarif ediliyordu.

Görünürde herhangi bir kimseyi oraya çekecek cazibe olmadığı halde insanların ona teveccühünü ve gruplar halinde tevbe edişini, daha güzel yaşamak için dine yönelişini görenlerin akılları hayrette kalıyordu. Zira Hazret bu davetini ve irşadını sözlü olarak değil, mânevi nazar, Rabbani hal ve bizce farkedilmeyen ilahî bir cezbeyle yapıyordu. Onun yaşadığı hayat ve hal Allah adına bütün meramını anlatmaya kafi geliyordu.

Ümmeti icabet ve ümmeti davete rahmet olarak gönderilen Rasulullah (s.a.v.)‘in tam varisi olmasının alameti mü‘min-kafir herkese, her kesime tevbe ve intisab kapısını açık tutmasıydı.

O‘nun derdi Allah (c.c.)‘tı. Davası kulluktu. Cihadı ıslahtı. İstediği; ihlas, sevgi ve gayretti. Allah rızası için ve samimi niyetle yanına giden herkes, Allah yolunda ondan bir nasib almış ve muhakkak bereketlenmiştir. O‘nu şahid tutarak Allah‘a tevbe edenlerin ekseriyeti, tevbesinde sadık kalmaya ve İslamı Allah ve Resulünün istediği gibi yaşamaya çalışmıştır.

Bu zamana kadar kendisinden rahatsız olanlaı Allah düşmanları olmuştur. Hakkında mahkemelere duyurulan bütün suç ve suçlamalar şunlardı:

"Bu zat, etrafında kalabalıkları topluyor!"

"İnsanlar akın akın gelip, ziyaret ediyor, elini öpüyorlar!"

"Herkese tevbe ettirip, zikir öğretiyor!"

"Milleti içki ve uyuşturucu gibi şeylerden tövbe ettirip, tekel satışlarının düşmesine ve devletin zarar görmesine sebep oluyor!" v.s.

O ise, bütün teveccüh ve nazarını bu tür itham sahibi şaşkınlara değil, Allah Teala‘nın açtığı tövbe kapısına koşan aşıklara dönderdi ve Nur Ceddi‘nin (s.a.v.) garib kalmış ümmetine, O‘na vekaleten, bereketli ellerini uzatıp tevbeye davetine devam etti. Talebelerine:

"Allah‘a gelin, Allah‘a dönün, O‘na gideceğiz, O‘na gidiyorum" diyerek bir sonbahar günü Rabbi Kerim‘inin:

"Ey mutmain olmuş nefis (sahibi kulum): Sen Rabbinden razi, Rabbin de senden razi olarak O‘na don. (Gel, salih) kullarimin arasina katil. Gir cennetime!" davetine uyarak aramizdan ayrildi. Allah bizleri şefaatından mahrum etmesin.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Seyda Hazretlerinin Menkibe Ve Kerametleri

Seyda Hazretlerinin Menkibe Ve Kerametleri

Gavs Hazretleri kendi eliyle yetiştirdigi, hem zahiri (şer'i), hem de batini ilimleri Ögretip manevi makamina varis biraktigi ogluna kendisi henüz hayatta iken dergâhin bir çok işini tevdi etmiş olup çogu zaman birşey soruldugunda "Gidin Raşid'e sorun" diye buyururlardi. Gavs hazretleri (k.s.) bir sohbetinde; "Kendi yerine kendinden daha büyük bir şeyh birakmadan vefat eden mürşid, indallah'da mesuldür" demişlerdir. Vefatlarindan Önce bu sözü hatirlayarak: "Elhamdülillah, biz bunu yaptik. Raşid bizden büyüktür" diyerek Mu-hamnied Raşid (k.s.)'in manevi yönden, kendilerinden daha büyük oldugunu belirtmişlerdir. Anlatıldığına göre Gavs hazretlerine (k.s:) bir meselenin nasıl yapılacağı sorulunca tebessüm ederek: "Siz onu Muhammed Raşid (k.s.)'e sorun. Bizim mühendisimizde odur. Benim kanaatimce dünyanın bütün mühendislerini getirseniz, Muhammed Raşid'in akli gibi olmaz. Ben onlarin gönüllerinin kirilmasini istemedim. Siz Muhammed Raşid'in dedigini yapin" derdi.
* 1974-75 yılında şikayet üzerine gelen subayla şu konuşma olmuştu. Subay Seyda Hazretlerine "Muhammed Raşid sen gençsin yakışıklısın, güzelsin ne diye sen bu gençliğini heder ediyorsun, bu işe başlıyorsun. Sonu yoktur bu işin. Bir fayda olmaz. Hiç bir şeyin de yok. Gel bu işten vazgeç. Biz de senden vazgeçelim. Bu kadar seni rahatsız etmeyelim." Seyda Hazretleri cevaben "Komutan biraz sabret. Eğer bizim gayemiz Allah rızası ise bu iş devam eder ne sen, ne ben hiçbir kişi bu insanları dağıtamaz. Eğer gayemiz Allah rızası değilse birkaç gün sonra kimse benim kapımı çalmaz. Kimse de senin yanına gelmez. Hiç kimse ne beni, ne de seni rahatsız etmez. İkimiz de evimizde rahat ederiz" dedi.
* Gavsın (k.s.) vefatından sonra sadıklardan biri şu rüyayı görür: Resulullah (s.a.v.) Sahabe-i Kiram ve Sadatların hazır olduğu mecliste dediler: -Gavs (k.s.)'ın zahirinden ve batınından Seyyid Muhammed Raşid hazretleri (k.s.) hariç kimse pek bir şey anlayamadı.
* Genellikle teveccüh olduğu günlerde çay verilirdi. Bir sabah halife iken Seyyid Muhammed Raşid hazretleri (k.s.) demlenmiş çay ve şeker getirip sofiye verdi. Herkese üçer bardak dağıtmasını emretti. Ben bu çay, bu kadar insana yetmez diye içmeyip sonunu bekledim. Baktım ki herkes üçer bardak çay içti. Sıra bana geldiği zaman soğumuştur diye gönülsüz olarak aldım. Baktım ki, çay ocaktan yeni inmiş gibi sıcak. Demliğe baktım daha yan bile olmamış, şekerde aynı. Bu halleri görünce ehhıllah'ın kadir ve kıymetini bilip edepli olmaya gayret ettim.
* Bir gün Gavs hazretlerini (k.s.) ziyaret için iki kişi geldi. Hz. Gavs (k.s.) bunlara memleketlerinin ismiyle hitap edip, iltifat etti. Birisi dedi:

-Efendim, bu benim kardeşimdir, delidir. Biz bunu zincirle baglariz, derdine tibben bir çare bulamadik, en son doktor "Bu bizim işimiz degil, bunu ancakhocalar iyi eder" dedi. Biz de sizin isminizi duyduk ve geldik. Ben ömrümü gafletle geçirdim, yalnız dün gece bir rüya gördüm, rüyamda tanımadığım, iri vücutlu, siyah sakallı, cübbeli, sarıklı ve nurani bir zat odama girdi ve baş, şehadet ve orta parmaklarının üçünü birden kalbime vurarak, kalbimden yumurta büyüklüğünde simsiyah bir şey çıkardı. Kalbim hala ağrıyor, ama kalbimde bir iz yok. Gavs hazretleri (k.s.) bu sözleri dinledi tebessüm etti: "Allah (c.c.) şifalar versin, inşallah iyi olur." buyurdu. Zincirlerden kurtulan hastayla Gavs (k.s.)’in elini öperek çiktilar. Agabey: "Rüyamda gördügüm zat bu degildi. Burada başka şeyh var midir? diye sordu. Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) gösterilince şaşirarak rüyada gördügü zatin o oldugunu söyledi. Hemen gördüm ve kalbindeki yumurtayi siz çikardiniz" dedim. O da eliyle işaret ederek: "Sus Allah (c.c.) her şeye kadirdir. O'nun fazlu ihsani çoktur." deyip beni susturdu ve hastaniza Allah hayirli şifalar versin." deyip bizi ugurladi.
* Hocanın birisi rüyasında Hz. Rasûlüllah'ı görüyor, şu şekilde buyuruyor "Benim öyle bir oğlum varki Allah (cc) benim ümmetimin bir kısmını onun hatırına vermiştir. Şu anda divanda sobanın yanında üzerinde siyah bir örtüyle yatıyor." Hoca hemen gidip bakıyor ve o kişinin Şeyda Hz.lerinin olduğunu görüyor.
* Bir gün Şeyh Muhammed Arapkendi (k.s.) yörenin taninmiş ulemasindan Molla Nuri'ye misafir olmuş. Ben de ziyarete gittim. Akşam sohbetinde dediler: -Bize gereken şudur. Boyunlarimizi uzatalim, Şeyh Abdülhakim'in (k.s.) manevi mirasçisi Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) üzerimize basip geçsin, çünkü Nakşi Tarikatinin şerefi bugün onlardadir. Itiraz edenler oldu. Cevaben: -O Gavs olmasaydı, Şeyh Muhammed Raşid (k.s.) böyle olmazdı, buyurdu.
* Birgün Menzil'e gidiyorduk, varmamıza kırk dakika vardı, o sırada akşam oldu. O sıralarda Şeyda hazretleri (k.s.) akşamla yatsı namazı arasında sohbet ediyor, bizde kitap haline getirmek için banda alıyorduk. Bir an önce sohbete yetişmek için arkadaşlardan rica ettik, Şeyda hazretlerinden (k.s.) himmet isteyinde vaktinde varalım, diye. Gerçekten sohbet yeni başlarken köye vasıl olduk ve banda aldık. Ertesi gün Diyarbakır'a geri dönerken arabanın kilometre saatine gözüm takıldı. Her zaman Diyarbakır çıkışı kadranı sıfırlardım, kaç kilometre yaptığımı bilirdim. Daima 152 kilometre olarak ölçerdim, fakat bu defa 142 kilometreyi gösteriyordu. Göstergemi bozuldu diye düşündüm fakat Diyarbakır'a dönüşte yine 152 kilometre katettim. Demek kilometre kadranı bozulmamış, Şeyda hazretlerinin (k.s.) himmetiyle yol 10 kilometre kısalmıştı.
* Seyda hazretleri (k.s.) babası Gavs hazretlerinin (k.s.) vefatından sonra ilk defa Kasrik'e gittiğinde hocaları ve sofileri camiye toplayarak: "Benim babamı sevenler Allah (c.c.) rızası için seviyorlardı, bizde kabiliyet varsa onun yolundan gitmeye gayret göstereceğiz. Eğer kabiliyetimiz yoksa doğru yoldan ayrılmamıza sebeb olursanız Hz. Peygamberin (s.a.v.) huzurunda sizden davacı olurum" diye dört defa buyurdular. * Yine Seyda hazretleri (k.s.) kayınbiraderine hitaben: "Hacı, biz bu yolda hiçbir şey yapmamışız, biz ise kaşığımızı alıp yiyoruz" diye buyurmuşlardı.
* Birgün 83 yaşinda bir zat Seyda hazretlerinin meclisine geldi. Bu zatin bazi söz ve hallerini oradakiler begenmeyip tenkid ettiler. Bu zat o zaman şöyle demişti: "Ben bu yaşima kadar dinin hiçbir emrini yapmadim. Aşin derecede sarhoş oldugum birgün, dostlarim beni buraya getirmişler ve Şeyda hazretlerinin (k.s.) elini öptürüp banyo yaptirdiktan sonra caminin altina yatirmişlar. Sabah uyandigimda tanimadigim bir çevre ve insanlarla karşilaştim. Şeyda hazretlerini (k.s.) gördügümde ayak parmaklarimdan bir nur girip bütün vücudumu kapladi. Bu nur beni o halimden bu halime çevirdi. Ben şimdi onyedi günlügüm." Işte evliyanin nazari cezbeyi dogurdu. Cezbe de ilahi aşk ve muhabbeti meydana getirerek bu kişiyi, Allah (c.c.)'a dönüp, dinini ögrenip yaşayan biri haline getirdi.
* Batı vilayetlerinin ileri gelenleri toplantı halin-delermiş. Sofra kurulmuş. Alkol almayanlara diğerleri "Niçin alkol almıyorsun, yoksa sen de mi Adıyaman'a gittin" diye soruyorlarmış. Gerçekten bu darbımesel haline gelmişti. Menzile gidip tevbe edenin sifatinda Islam nuru, anlakinda Hz. Resulullah'm ahlaki tecelli ederek Şeyda hazretlerinin (k.s.) baglisi oldugu gözlenirdi. * Bir gün Şeyda hazretlerinin (k.s.) meclisinde bir zatla taniştik. O zat şöyle dedi: "Ben 55 yaşindayim, islam adina iki şey biliyorum: Birisi, Allahu Ekber, digeri Bismillah. Hayatta işlemedigim günah kalmadi. Maddi yönden durumum çok iyi, amma hayattan hiç tad alamiyorum. Hind fakirlerine gitmeyi düşünüyorum. Bu zati duydum, yanina geldim. Ben de insanlar gibi gülmek, eglenmek istiyorum. Ruhi sikintidan dolayi perişan haldeyim. Bu zatı Şeyda hazretlerinin (k.s.) huzuruna çıkardılar. Şeyda (k.s.) dedi: "Tevbe et, Allah her şeye kadirdir." O zat tevbe etti. Akabinde namaza başladı ve üç ay içerisinde haramı helali öğrendi. O zat hal ve cezbe sahibi sofilerin meclisinden ayrılmazdı. Ona: Sen bu cezbeli sofilerden ne fayda görüyorsun?" diye soruldu. O şöyle cevap verdi: "Onlar ellerini bana değdirseler, bağırıp çağırsalar benim kalbime ilahi aşk ve muhabbet geliyor" Bu zat evliyanın nazarı, tekkenin bereketi ve sofilerin muhabbeti olmasa idi ne ile istikâmet sağlardı.
* Seyda hazretlerinin (k.s.) mürşidinin mürşidinin mürşidi Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s.)'in beldesi Nurşin hakkinda Üstad Bediüzzaman (k.s.) Arapça Mesnevi-i Nuriye'nin Hubab risalesinde şöyle buyururlar: "Eger istersen hayalinde Nurşin Karyesinde-ki (köyündeki) Şeyda'nin meclisine git, bak orada fukara kiyafetinde melekler, padişahlar ve insan elbisesinde melekleri bir sohbeti kudsiyede göreceksin. Sonra Paris'e git. Göreceksin ki akrepler insan suretinde ifritler adem suretinde olmuş." İşte Seyda hazretleri (k.s.) ömrü boyunca bu zatların yolunu devam ettirmekle uğraşmıştır.
* Gavs Hz.leri (k.s.) rahatsızlığının ileri safhaya ulaşmadığı bazı zamanlarda şöyle buyururlardı: " Şah-ı Hazne'den (k.s.) az bir zaman sonra onun bölgesinden birisi kalkacak ki; en az Şah-ı hazne (k.s.) yi yüz misli geçecek. Keşke biz onun zamanında yaşayıpta ona bir hafta müridlîk yapabilse idik. Burada Şah-ı Hazne'den (k.s.) murad kendileri, kasdedilen mürşid ise Şeyda Hazretleridir, (k.s.) * Gavs Hazretlerinin sağlığında sıkıntılı bir rüya görmüştüm. Ertesi Sabah tabiri için Kasrik köyüne gittim. Teveccüh yapılacağından kalabalık çoktu. Camiye girdim. Şeyda Hazretleri o zaman talebe idi. Birkaç arkadaşıyla oturuyordu. Ziyaret ettim, geri çekildim. Elindeki Kur'an-ı Kerimi açtı, yedi sayfa çevirdi ve şu Ayet-i Kerimeyi okudu "edhulennehüm fi cenneti." Bunun üzerine benim bütün sıkıntım kayboldu.
* Bir gün Menzile bir hasta getirdiler. Şeyda Hz. (k.s.) lerinin evini sordular, bende camiye gelir oraya götürün dedim. Oldukça halsiz, adeta cansiz bir kişiyi arabadan çikarip camiye götürdüler ve yatirdilar. Şeyda Hz.leri (k.s.) geldi, namazini eda ettikten sonra hastanin yanina yaklaşti. Dua okuduktan sonra elini hastanin başina koydu ve ayagina kadar gezdirdi, hasta sahiblerine döndü: " Allah şifa versin, saglik Allah'tandir, hastalikta. Biz dua ettik, gerisi Allahu Tea-la'nin bilecegi iştir. Bizim elimizde birşey yoktur." diye buyurdu. Bunun üzerine sahibleri hastalarini alarak hiçbir şey demeden ve teybe de almadan gittiler. Ben de içimden kızdım, niçin böyle inançsız kişileri yolluyorlar. Mübareği rahatsız ediyorlar dedim. Bu olaydan 2-3 gün sonra şöyle bir rüya gördüm: Camideyim ayni hasta yatiyor, fakat çenesi aşagi dogru hareket etti, kulagi uzadi ve büyüdü garip bir şekil aldi. Gavs hazretleri de ayakta kibleye karşi duruyordu. Birden Şeyda hazretleri (k.s.) geldi, hastaya nazar etti, hastanin şekli degişti ve simasi çok güzel bir hale geldi. Uyaninca ferahladim,Seyda hazretlerine anlatayim hoşuna gitsin dedim. Ertesi sabah caminin önüne gittigimde Şeyda hazretleri iki kişiyle konuşuyordu. Yavaşça sag tarafina yaklaştim, rüyami anlatacaktim, dönüp bana bakti, sonra konuştugu iki kişiye şöyle hitap etti: "Bazi kişiler bir rüya görüyor; sanki ne olmuş! Görmüş, gitmiş!". Bunun üzerin utanarak oradan uzaklaştim. Aradan 1-2 ay geçti. Köye bir araba geldi. Içinden 6-7 yaşlarinda bir çocukla bir adam indi. Adami görünce gözlerime inanamadim. Hasta olan şahisti, tamamen iyileşmiş, sihhat bulmuştu. Camiye gittiler, tevbe aldilar. Hastalik hidayete vesile olmuştu. Benim de kalben itirazima büyük bir ders verilmişti.
* Seyda hazretleri (k.s.) birgün Hatme-i Hace-gan'dan çıkmış, caminin Önünde sofiler ziyaret ediyordu. O sırada sırt çantasıyla birlikte yabancı olduğu anlaşılan bir kişi yaklaştı, ziyaret etti, mübarek tebessüm ederek: "Hoşgeldin" dedi. Yabancının ne dediğini anlamadık, birisi tercüme edince Nemrut'u ziyaret için geldiğim, yarın oraya gideceğini söyleyince Şeyda hazretleri (k.s.) dönüşte yine buraya gel dedi, o da söz verdi. Üç gün sonra geri döndü. Şeyda hazretlerini görünce yanına gitti "ben sana söz" dedi. Mübarek tebessüm ederek "hoşgeldin, biz gidip namaz kılacağız, sana namaz yok sen camiye gelme burada kal" dedi. Biz ikindi namazım kıldık, hatmemizi yaptık dışarı çıktık. Yabancı kişi "İslam başka" diyerek kapıya koştu, camiye girdi. Şeyda hazretlerinin (k.s.) önünde ağ-lıyarak tercüman aracılığıyla kelime-i şehadet getirdi ve müslüman oldu. Bir hafta kaldı, islamiyeti öğrendi, temsil yetkisi alarak İngiltere'ye döndü.
* Bir gün dili tutulmuş bir fakih getirdiler. 7-8 gün devamli gezdi. Bir ara bir otobüs gelmişti. Bu fakih şoförü gözlemeye başladi, aniden şoförün yanina geldi. "Dur gitme" dedi. Daha başka kelimeler de söy-ledi. Babasi duyunca çok sevindi. "Bize son çare olarak buraya gelmemizi söylemişlerdi. Çok şükür oglumun dili açildi." dedi. Gadir köyünden Diyarbakır'a alış-veriş için Seyda hazretleriyle (k.s.) getmiştik. Günlerden cuma idi. Cuma namazımızı camide kıldık. Bir ara Şeyda hazretlerini (k.s.) tamemen kaybetmiştim. Namaz bitince baktım iki saf Önümde duruyor. Sen burada yoktun deyince buradaydım dedi, ben de seni burada göremedim dedim. Ertesi gün köye doğru kamyonla yola çıktık. Yolda araba arızalandı. Şoför yedek parça için Kozluğa gitti. Biz de bir köprü altında beklemeye başladık. Bir ara bir pikap geldi, köprüye 1-2 metre kala lastiği patladı. Ben Şeyda hazretlerine (k.s.) söyleyince köprünün altından çıktı. Pikaptakilerle tanıştık. Onlar Şeyh Seyda-i Ceziri'nin (k.s).evlatlarıydılar. Birisi de Şeyh Nurullah Ceziri (k.s.) idi. Şeyda hazretleriyle birlikte oturdular, sohbet ettiler. Birbirlerine sen benim arabamı bozdun, hayır sen benim arabamın lastiğini patlattın diye latife yaptılar. Arabalar tamir edildikten sonra biz Gadir köyüne döndük, onlarda Hz. Veysel Karani'ye gittiler.
* Ayağımda rahatsızlık vardı. Şeyda hazretlerine (k.s.) söyledim, Diyarbakır'a gitmemi söyledi. Ben de bulunduğum yerde halletmeye çalıştım. İlaç aldım, tabii ilaç yapanlara gittim, ne yaptıysam iyileşmedi. En sonunda Diyarbakır'a gittim ve hastalığım iyileşti.
* Gavs Hz.lerinin sağlığında bir hacı efendi gelerek "Efendim ben rüyada Rasûlüllah (sa.v)'i gördüm ve şu senin oğluna (Şeyda Hz.lerine) çok benziyordu" diye söylemişti.
* Şeyda hazretleri (k.s,) Gökçeada'da iken zor şartlar altinda bizi kabul etti. Ortami uygun olmayan bir şirkette çalişiyordum. Muhafazakar bir şirketten teklif geldi. Mübarege anlattim, nasil çalişma olacagini izah ettim. Sordular: Hesaplari kim tutacak, teminat istenecek mi? Ben güven esasina göre çalişacagimizi söyleyince "Zamanimizda dogru tüccar yok ki, hepsi zarar ettik der" buyurdu. Ben de biliyorum dedim. Mübarek: "O şirkete geçme perişan olursun." dedi. Bu sözleri 1984 yilinda söyledi. Ben de girmedim. Daha sonra 1989-1990 yilinda başka bir Islami usulle çalişan şirket kuruldu, izin almak için Mübarege gittim, mesaisinin agir oldugunu, ticaret yapildigini söyledim. "Sen bayan olmayan yerde çaliş, ticaret kolaydir." buyurdular. O şirkete geçtim, iş hususunda hiç zorluk çekmedim, tek başina yüzlerce kişinin yapacagi işin altindan kalkabildim. Bu arada kar-zarar ortakligi yapilan müteşebbislerin hepsi zarar beyan ettiler. Bunlarin içinde islami yönü çok kuvvetli olarak bilinenler de vardi. Ben mübaregin dedigini 10 sene sonra anlamiştim. Bu birinci kerameti idi. Ikincisi ise en karmaşik işlerde dahi duasinin bereketiyle başarili olmamdi. * Şeyda hazretlerinin (k.s.) Ankara'ya teşrif ettikleri zamandi. Binlerce kişi bulundugu yerde toplanmiş tevbe ediyorlardi. Ben de siram geldiginde elini tuttum, tevbeye başladim, sonra başimi kaldirip bakinca hayretler içinde kaldim. Orada o zatin yerinde sadece ve sadece bembeyaz bir görüntü vardi. Tövbe bittiginde tekrar bakinca eski haliyle gördüm.
* Eklem Romatizması denilen ayaklanmı,elleri-mi, boynumu ve bütün vücudumu ağrıtan ve oynatmayan hastalıktan muzdariptim.Tedaviye rağmen yazı yazamıyor,boynumu oynatamıyor yürüyemiyordum.Ömür boyunca hastalığımın devam edeceğine kanaat getirmiştim. Şeyda Hazretlerini (k.s.) ziyaret ettiğim bir sırada yine ağrılarım dayanılmaz bir haldeydi. Ağlıyarak bu sıkıntıdan kurtulmak için Rabbi-me dua ettim. Akşam tevbe aldım , hava serindi, soğuk suyla gusl aldım, sonra uyudum. Sabah namazına kalktığımda ağrılarımdan eser yoktu. O günden sonra bir daha eklem hastalığı görmedim.
* Kocam devamlı içki içiyor, bazen kavga ediyordu. Bu duruma çok üzülüyordum. Doktorlara gittik, fakat çare bulamadık. Devamlı dua ediyordum. Bir ara Güneydoğu'da bir zat varmış giden içkiyi bırakıyormuş diye duydum. Allah'ım benim kocama da nasibet diye dua ettim. Ramazan ayı girmişti; kocam içki içmiyor teravihe gidiyordu. Birisiyle arkadaş olmuş, Menzile götürmeyi teklif etmişti. Kocam kabul etti, gidip geldiğinde içki aklına bile gelmiyordu. Namaz kılıyor, zikirini yapıyordu. Bunun üzerine bende namazımı düzgün kılmaya başladım, örtündüm ve tevbe aldım. Allah dostu sayesinde ailemiz düzene girmişti.
* Hanım arkadaşlarla Şeyda Hazretlerini (k.s.) ziyarete gitmiştim. Bayanlar gece otururken arkadaşım beni pencereye çağırdı. Gördüğüm manzara olağanüstüydü: Caminin üzerinde gövde kalınlığında camiyi kuşatmış şekilde nurdan bir halka ve halkanın tam ortasında gökyüzünde dolunay. Herkesin gördüğü bu manzara bir saat sürdü ve mübareğin camiyi terketmesiyle aniden kayboldu.
* Seyda Hazretlerinin kucagina 5-6 yaşlarinda bir çocuk verdiler. Solgun, halsiz, dili dişari sarkmiş olan çocuk muhtemelen felçliydi. Mübarek çocuga bir şeyler söyledi, tebessüm etti. Bir müddet sonra çocugu yanindakilere uzatti. Herkes sararmişti. Çocuk canlanmişti, kollarini ellerini oynatiyordu. Yakinlari çocugu birbirine veriyor sonsuz bir şekilde seviniyorlardi.
* Bir gece yarısı eve yalnız dönüyordum. Yolumun üstünde bir cami ve avlusunda 6-7 adet mezar vardı. Tam ortadaki mezarın dibinde bembeyaz kefeniyle yatan bir cenaze gördüm.Çok korktum ve ürperdim, hızla eve doğru yürüdüm. Uzun süre bu olayın etkisinde kaldım. Sonraları bunun Şeyda Hazretlerinin himmet ve bereketiyle kabirlerin keşfi hali olduğunu öğrendim.
* Seyda Hazretlerini ziyaretten dönüyorduk vakit geceydi. Bir ara uyuklamaya başladim. Aniden gözlerimi açtim, baktim ki araba uçuruma dogru gidiyor, şoförümüz uyuyor. Birden arabanin bir tarafinda Şeyda Hazretlerini diger tarafinda Gavs Hz.lerini gördüm. Arabayi tutup yola düzgünce birakip kayboldular. Sarsintiyla uyanan arkadaşlar ne oldugunu anlayamadilar. Büyük zatlarin yardimiyla mutlak bir kazadan kurtulmuştuk.
* Seyda Hz.leri (k.s.) İstanbul’daki Hocalardan bahsederken Molla Sadreddin Yüksel'den bahsetti. Ben de çok yüksek âlim olduğunu söylüyorlar deyince: "Evet, Hazretin tekkesinde okumuş, Şeyh Maşuk Hazretlerine (k.s.) yakın damat olmuş çok yüksek alim, sen de ziyaretine git." dedi. İstanbul'a dönünce Molla Sadreddin Hocaefendiyi ziyarete gittim. Sohbet esnasında: Efendim dedim, dünyada çok yüksek ulema var, aynı zamanda mürşid-i kamiller var. Bu ikinciler de hüsnü teveccüh ve cemaat daha çok bunun hikmeti nedir? Cevaben: Ben meşhur bir âlimim, bugün Bayazit Meydanina çiksam arkamda elli kişi zor toplarim. Ama senin şeyhin Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hazretleri bir beldeden bir beldeye gitse çevresinde 20-30 bin insan toplaniyor. Bunun sebebi hakikatta Hadi olan Allah (c.c.)'dir, hidayet onun elindedir. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e dahi ya Habibim sen istedigini hidayete getiremezsin demiş. Şu halde hidayet sahibi Allah (c.c.)dir, yalniz Allah-u Telala bir kulunu severse ona hidayetten bir nusret bir inayet verir. Allah kimin eline hidayeti verirse o irşad sahibi olur. Ne yapalim ki bu asirda senin şeyhinin eline hidayeti Allah (c.c.) koymuş, Resulullah (s.a.v.) koymuş bunun sirri budur diye açikladi.
* Görevli olarak bir gurup Siirt'ten Bitlis'e gidiyorduk. Arabalarımızı yolun kenarına koyarak Gavs Hz. lerini ziyaret için Kasrik köyüne girdik. Abdest alınan havuzun kenarında Seyyid Muhammed Raşit Hz. leriyle (k.s.) karşılaşdık. Edep, selam ve hürmetten sonra Gavs Hz. lerini (k.s.) sorduk. Yayla'ya gittiğini söyledi. Yayla nerede diye sorunca Kasrikin arka tarafında bulunan dağları göstererek: Dağların en üst kısmındadır. dediler. Gavs Hz lerini görememenin acısı, üzüntüsüyle görevliyiz aşağıda arabalarımız var müsade ederseniz gidelim dedik. Şeyda Hz.leri de size birşeyler yedirelim içirelim sonra gidersiniz dediler. Mecburen beklemeye başladık. Bir saat-iki saat derken ikibuçuk saat geçti. Gele gele ufak ufak doğranmış kabak ve üzerine yumurta kırılmış yemek takdim edildi. İçimden bu yemek çabucak pişebildiği halde bu kadar beklemenin sırrı nedir diye geçirirken bir anda sesler yükseldi: Gavs Hazlerleri geliyor! Gavs hazretleri geliyor! Yemeği yarıda bıraktık, dışarıya fırladık, hakikaten Gavs Hazretleri bir katıra binmiş yanında bir iki sofiyle dağdan iniyor. Sevinçle ziyaret ettik, siz camiye gidin ben geliyorum dediler. Biz camiye gittik. Katırı çeken gözlüklü Abdülcelil isminde kunduracı bir sofi: "Yahu bu gelen sofiler kimmiş! Gavsımız yaylada ziyafetteydi onun için keçi kesmişlerdi, yemeği bırakarak bizi camide misafirler bekliyor onlar elem ve ızdırap içindeyken bizim bunu yememiz olmaz buyurdu ve yayladan Kasrik'e indik" dedi. Burada Gavs Hazretlerinin bizim camide beklediğimizi bilerek gelmesi ve yine Şeyda Hz. lerinin de bu duruma vakıf olarak bizi bekletmesi âlî birer keramettir.
* Özel arabamızla Hacc'a gidecektik. Hazreti Sultanımız bize talimat verdiler, bilahere şu emri verdiler. "Siz karayoluyla gidiyorsunuz, İrak'a uğrayacaksınız Musul peygamberler diyarıdır, orada bir gün kalın. Bağdat evliya-ı izam diyarıdır arada iki gün kalın" Sultanımız Seyyid Muhammed Raşid Hz. lerinin talimat ve duasıyla yola çıktık Musul'da 24 saat kaldık, Bağdat'a geldik, 2 günde orada kaldık. Sonra Küfe, Necef ve Kerbela'ya geldik. Danıştığımız kişiler Kerbela'dan Ammana geçişin 1000 km olduğunu yakıt bulunmadığını ve yolun çöl fırtınasıyla kapandığını söyleyerek tehlike ikazında bulundular. Bunun üzerine yol korkusuyla Bağdat'a geri dönerek 3. günde orada kaldık. Kuveyt vizesi alarak Riyad'a geçtik, oradan da Mekkeyi Mükerremeye geçtik. Neticede onbin km. yol katederek Şeyda Hz lerine kavuştuk, Menzile geldik. Ziyaretten sonra buyurdular: Yolculuğunuz nasıl geçti? Ben: Sultanım tam on bin km oldu, hamdolsun arabamızın lastiğine çivi dahî batmadı. Duanız bereketiyle yolucuğumuz çok güzel geçti. Musulda birgün kaldık Bağdat'ta ... derken buyurdular "Kim dedi sana üç gün kal, ben demedim mi iki gün kal!" Ben yemin içerek Allah şahit Rasulüllah şahit, sözünüzü dinlememek kastıyla değil Kuveyt vizesi almak için zaruretle kaldım deyince yine buyurdular: "Ben biliyorum sen zaruretle üç gün kaldın. Ama sen de bil ben senin ne yaptığını biliyorum!"
* Hac farizası esnasında Medine'yi Münevvere-de 40 vakit namazı Resulü Kibriya (s.a.v.) efendimizin asr-ı saadetteki mescidlerinin hudutları dahilinde eda ediyorduk. Birlikte Molla Muhammet Arapkir ve Molla Muhammed Beşiri isimlerinde iki Nakşibendi Şeyhi vardı. Hayatımda böyle bir lutfa ilk defa mazhar olmam dolayısıyla Resulullah (s.a.v.)'m müjde vereceği içime doğdu. O gece yattım, rüyamda Ravza-ı Mutahharada şebeke-i Resulullah'm huzurundan beyaz bir at çıktı, şahlandı, yere inince at değişti, kayboldu, yerine oturan, beyaz sakallı nurani bir zat halini aldı. Ben Ya rabbi bu zat Peygamber veya Sahabe mi diye düşünürken bana dönerek: "Mürşidine varirsın, hacetini söylersin, ne emir verdi yaparsan muradına erersin" dedi. Menzü'e döndüğümde bu rüyayı Şeyda hazretlerine naklettim: Efendim ben 40 vaktin mükafatını beklerken git diye Mekke'den tekkeye gönderdiler, bu tekke ne zaman bitip te Mekkeli olacağız." dedim. Şeyda hazretleri buyurdular: "Sen İbrahim Hakkı hazretlerinin menkıbesini okumadın mı? Fakirullah'ın kapısına yazmamış mı? Bu kapı Haccül Ekber'dir. Sen her Mekke'ye gideni veli mi olur zannettin? Ama her tekkede salih amel eden veli olur." (Nebinin kadrini bilmek için velinin rızasını tahsil şarttır. Mekke'nin kadrini bilmek için velinin kadrini bilmek şarttır. Veliden terbiye almayan Mekke'nin de Nebinin de kadrini bilmez).
* Rüyamda yüksek bir dağda bulunuyorum. Dağın önünde bir yol var. Bana hitabedildi: "Yeryüzünde hayatta ne kadar Evliya-i Kibar varsa burdan geçecek." Ben de bugünkü Reis-i Evliya'da başlarında geçecek mi? diye sordum. Evet, dikkat edersen görürsün dediler. Beklemeye başladım. Deve tüyü renginde cübbe giymiş bir zat göründü. Yaklaştı, göre göre Şeyda hazretlerini gördüm. Sonra yüz metre sonra bir veli daha, sonra bir veli daha, böylece hepsi geçtiler. Veliler bitince nereye gidiyorlar diye merak ettim, peşlerinden gittim. Bir anda kendimi bir mekanda buldum. Şeyda hazretleri oturuyor karşisinda deve tüyü cübbeli bir veli daha oturuyordu. Ortada üzerinde nu-rani bir yiyecek bulunan sofra bulunuyordu. Şeyda hazretlerinin karşisindaki zat sultanimiza sordu: "Efendim bu zamanin Reisü'l-Evliyasi siz misiniz?" Şeyda hazretleri buyurdu: "Içimizden birisidir" Ben içimden elbette ben degilim diye geçirdim. Karşidaki zat ben Reisü'l-Evliya degilim dedi. Bunun üzerine Şeyda hazretleri: "Ben desem ki Reisü'l-Evliya'yim bu edebe uyar mi?" dedi. Karşidaki zat: "Tamam şimdi belli oldu. Reisü'l-Evliya sizsiniz efendim." dedi.
* Rüyamda Mescid-i Aksa'daydım. Kapının yanında iki tane Peygamber kabri vardı. Onları geçerek Mescid-i Aksa'nın içine girdim. Tabanda iki kat halı vardı. Üstteki halı Hz. Resulullah'ın ayak izlerinin değdiği yerlerde alttaki halıyı gösterecek şekilde kesilmiş gibi boş. Her tarafı gezdikten sonra beni Peygamber kabirlerinin birinin üstüne çıkardılar ve kabir kubbeye kadar yükseldi. Bu esnada Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) hazretlerini bütün Peygamberlerin bulundugu bir odaya aldilar. Ben yüksekte oldugumdan odada olanlari göremiyorum, ancak kapida Ibrahim adinda bir veli var, olanlari bana aktariyor: Şeyda hazretlerine 12 tarikatin zikrini talim ediyorlar, sirasiyla Mevlevi, Rufai, Kadiri, Halveti, Celveti... bütün tarikatlarin zikir usullerini talim ettiler. Sonra Şeyda hazretleri odadan çikti. Peygamberin sandukasi Mescid-i Aksa'nin tabanina tekrar indi. Ben koştum baktim, Şeyhimin sarigina 12 ayri renkte, 60-70 cm uzunlugunda 10-15 cm genişliginde şeritler asilmiş. Her tarikatin zikrini ve reisligini ayri renkte şeritler temsil etmekteydi. Rüyayi Şeyda hazretlerine naklettim, hamdü sena etti. Tekrar anlattirdi. Efendim size zikirleri talim ettiren hangi peygamberdi diye sorunca: "Rüyayi gören sensin hangi Peygamber oldugunu da sen söyle" diyerek olayi kapatti.
* Seyda hazretleri inşaat yaptiriyordu. Ben de bir ara yorgunlukla bir tarafa çekilip uyudum. Rüya görmeye başladim: Rüyamda Cihar-i Yar-i Güzin Efendilerimiz [(Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.)] yanyana dört sandukada yatıyorlardı. Sandukaların arasında bir kapı vardı. Ben kapıdan aşağı indim. Sanduka-i şerifler yukarda kaldı. Aşağı kısım arkası kapalı önü açık bir sahra oldu. O sırada Gavs hazretleri (k.s.) çıktı geldi ne yapıyorsun dedi. Ben de Cihar-ı Yar-ı Güzin Efendilerimizin katibiyim, gelen evrakları tashih ediyorum, dedim. Nasıl ediyorsun?" buyurdular. "Efendim evraklar geliyor büyük bir kütüğe kaydediyorum. Sonra, vilayet ismi yazılı zarflara koyuyorum." dedim. Peki sen Hülafe-i Raşidin Efendilerimizin konuşmalarını duyuyor musun? dedi. Ben de bazen duyuyorum, bazen duymuyorum dedim. Uyandım. İnşaata gittim. Şeyda hazretleri halen inşaattaydı. Yaklaştım, Efendim ben bu rüyayı gördüm deyince, o gelen evraklar senin vasıtanla tev-be telkini yapılacak insanların isim listeleridir. Günü gelince o insanlara, bu tarikatı sen telkin edeceksin buyurdular.
* Avrupa'da görevliyken bir genç getirdiler. Eroinmanmış, hastanelerde tedavi ettirememişler. Bana geldiler orada Şeyda hazretlerinin bağlılarının tekkesinde kaldı. Aradan 15 gün geçti. Babası sevinçle geldi, Allah razı olsun oğlum eroini bıraktı dedi. Daha önce uzun saçlı iken bir ay sonra Menzil'de gördüğümde saçlarını kesmiş sakal bırakmış idi. Nasılsın diye sorunca: "Hamdolsun efendim o rahatsızlık bitti çıktı gitti" dedi.
* Yine Avrupa'da iken birçok genç gördüm. Esrar kokain, eroin kullanıyorlardı. Şeyda hazretlerinin irşadının ulviyeti ve kudsîyetiyle hepsi de bu alışkanlıklarını bıraktılar, tevbe ederek sakal bıraktılar, Allah yoluna yöneldiler.
* Medine'de Molla Muhammed Emin hazretleri isminde âlim ve kâmil bir zat vardı. Rusya'yı terkettikten sonra 10 sene Mekke'de 49 sene de Medine'de kalmıştı. Hacca gittiğimizde ziyaretine gidiyorduk. Bir ara rüya gördüm. Rüyada elimde valiz vardı. Bu valizden antika, nadide bir seccade çıkarıp Molla M. Emin'e veriyordum. Bu rüyayı Medine'deki Şeyda Hazretlerinin temsilcisine anlatınca: "Molla Muhammed Emin'e Şeyda hazretlerinin temsilciliğini verelim." dedi. Bunun üzerine kendisine teklifte bulunduk. Molla Muhammed Emin: "Benim bu vazifeye kabiliyetim yok, bu emaneti taşıyamam" dedi. Fakat ısrarımız üzerine kabul etti. Aradan bir yıl geçti. Tekrar Molla Muhammed Emin hazretlerinin ziyaretine gittik. Ben Şeyda hazretlerinden vazife aldiktan sonra durumunun nasil oldugunu sorunca: "Ben daha önce 16 sene başka bir Şeyh'e müridlik yaptim. Fakat şu son bir senede Şeyda hazretlerine baglandiktan sonra durumum çok degişti, halim çok güzel oldu." dedi. Ben bunu nasil farkettigini sorunca: "Eskiden Resu-lullah'tan ilahî beyanlar nakledilince aglamam yoktu. Bir senedir gözlerimden yaş gitmiyor, çok agliyorum. Bundan anlaşiliyor ki bu kapida feyzi ilahî daha fazladir." diye cevap verdi. Hayatının son günlerinde cildinde hafif bir kaşınma ortaya çıkmıştı. Bu yüzden karşısında edebsiz-lik olur diye Şeyda hazretlerini bu dünyada ziyaret etmek nasib olmadı. Ve Rahmeti Rahman'a kavuştu.
* Yurtdışında Şeyda hazretleri adına tevbe veriyordum. Birgün felçli bir hasta getirdiler. Tevbe etti, bayılır gibi oldu. Kendine gelince bağırmaya başladı. Ben ne olduğunu sorunca: "Beni Şeytan'm elinden çok güzel bir zatı muhterem kurtardı." dedi. Araştırınca gördüğü zatın Şeyda hazretleri olduğunu anladık. meti olarak senin yüzünü benim yüzüme benimkini de seninkine benzetti. Allah ondan razı olsun."
* Büyük bir kamu kuruluşunda çalişiyordum. Rahatsiz oldum, bir çok doktora gittim. Şifa bulamadim. Yakinlarim çok büyük bir hastaneye yatirdilar. Doktorlar benden ümidi kesmişlerdi. Tabiri caizse ölümü bekliyordum. Bir gece agladim, yalvardim: "Ya Rabbi senin dostlarindan, sevdiklerinden kimse yok mu? Sen onlardan birisine benim halimi bildirsen de, benim derdime şifaya vesile olsun." dedim. Kisa bir süre sonra sakalli, sarikli nurani bir zati muhterem'in latif ruhaniyeti hastanedeki odama yalniz oldugum anda teşrif buyurdular. Benim vücuduma teveccüh buyurdular, dua okudular. Ve sonra kayboldular. Ben doktorlarin ve ailemin hayreti ve şaşkmligiyla birlikte iyileştim, eski sihhatime kavuştum. Eski normal yaşantima döndüm. Fakat o zati unutamiyor, her firsatta bulurum ümidimi taşiyordum. Bir gün camide bir arkadaş Menzil'de çok büyük bir Allah dostu vardir diyerek Şeyda hazretlerinin resmini gösterdi. Fotografi görünce gözlerime inanamadim, bana gelen zat o idi. Hemen ziyaret için yola çiktim. Menzil'e vardiYine komşularimizdan kendisine cinlerin musallat oldugu bir kadin vardi. Çok rahatsiz oluyordu. Bir-gün benden tevbe vermemi istedi. Gerekli şartlari yerine getirdikten sonra yanima geldi. Bana: "Niçin ne gördügümü sormuyorsun." dedi. Ben sorunca: "Gavs hazretleri ve Şeyda hazretleri geldiler, bana okudular ve rahatsiz oldugum yeri tedavi ettiler." dedi. Aradan yillar geçti bir daha rahatsizlanmadi.
* Yurtdışında çalışıyordum. Çalıştığım yerde eskiden teröre bulaşmış, ateist bir arkadaş vardı. Şeyda hazretlerinden bahsettim. İlgi duymaya başladı. Tasavvufa meyletti, İslami hayat yaşamaya başladı. Bir-gün çalıştığım yere eski sendikacı arkadaşları gelmişti. "Eyvah şimdi ben ne yapacağım dedi." Ben de Şeyda hazretlerinin himmet ve bereketiyle bu işin içinden çıkarız" dedim. Arkadaşım motor bölümünde çalışırken ben sendikacılara yöneldim, onlar beni arkadaşım zannederek: "Merhaba. Seni çoktandır görmüyoruz, sakalda bırakmışsın dediler. On-onbeş dakika beni arkadaşları gibi görerek konuştu gittiler. Arkadaşımda bu durumdan memnuniyetini belirterek yanıma geldi ve şöyle dedi: "Cenab-ı Hak Şeyda hazretlerinin kerağımda nerde olduğunu sordum. Camide dediler. Heyecanla camiye girdim, benim iyileşmeme sebeb olan zat orada oturuyordu. Koştum, ayaklarına sarılmak istedim. Zatı muhterem ayaklarını çekmek için ayağa kalktı, hızlı olarak uzaklaştı, ben de arkasından gittim, sonunda ziyaret ettim. Hatta dışardan bu olayı görenler: "Şeyda hazretlerini bir deli kovalıyor." demişler. Allahu Teala'ya hamd olsun ki manevi olarak görüştüğümüz zatı dünya gözüyle de görerek bağlanmak nasib oldu.
* Babamı Ankara'da büyük bir hastanede ameliyat etmişlerdi. Ameliyatta alınan parça kanser olarak rapor edilmişti. Ben vatani görevimi yapıyordum. Şeyda hazretleri durumdan haberdar edildi, dua istendi. Aradan birkaç ay geçti, babam yeniden kontrol edildi. Bu sefer rapor temiz çıktı. Ağabeyim Şeyda hazretlerini ziyarete gittiğimde mübarek: "Doktorlar yanılmışlar, değil mi?" demiş. Bu olay mübareğin duasının bereketiyle bir keramet olarak tecelli etmişti.
* Seyda hazretleri birgün Gavs hazretlerinin Merkadinin kapisini bizzat tamir ediyordu. Bizler izliyorduk. O sirada bahçede bir meczub (deli) geziyordu. Ben içimden Şeyda hazretleri elindeki keseri birakta bu kadar sofi var bunlar çalişsa diye geçirdim. Tam bu sirada meczub bana dogru gelerek: "Onun Allah'in Rahmetine ihtiyaci yok mu?" dedi. Seyda hazretleri de dönüp benim gözlerimin içine bakti.
* Hac farizasını yerine getiriyorduk. Türk kafilesinden bir kişi dikkatimizi çekti. Yanma gittik, selam verdik, nereli olduğunu sorduk. Adıyamanlı olduğunu söyledi. Bizlerin Şeyda hazretlerine bağlı olduğumuzu öğrenince şu hatırasını anlattı: Ben Adıyaman'da çok süfli bir hayat yaşıyordum. Alkol kullanan arkadaşlarla gece-gündüz birlikteydim. Hanımım Şeyda hazretlerine gitmişti. Bir gece yine alkollüyken masada arkadaşlarım beni tahkir ettiler: "Senden izinsiz karın nasıl Menzil'e gider, onun niçin dersini vermiyorsun?" dediler. Kızgınlıkla eve gittim. Her zaman olduğu gibi beni güleryüzle karşıladı, hizmetimi gördü. Ben bahane bulmak için: "Hanım, ben falan uygunsuz kadınla evlenmek istiyorum, ne dersin." dedim. Eğer evlen derse bana onumu layık görüyorsun diye, yok evlenme derse benim evlenmeme niçin karşı geliyorsun diye dövecektim. Fakat o: "Bey, sen bilirsin." dedi. Ben beklemediğim bu cevap karşisinda ne yapacagimi bilemedim, sinirlendim, dışarı çıktım, motosikletime bindim. Hızla sürerken en son gördüğüm bir kamyonun tamponuydu. Gözlerimi açtığımda bir hastane odasındaydım. İki bacağım ve bir kolum alçıdaydı. Yüzüm parçalanmıştı. Doktor geldi. Ben doktora teşekkür edecekken: "Bana değil sana gece-gündüz bakan ve devamlı dua eden ve mürşidinden yardım isteyen bu hanıma teşekkür et" dedi. Karım başımın uçundaydı ve her zamanki teslimiyetli ve saygılı tavrıyla hizmet etmekteydi. Ben bu durum karşısında iyileşince ilk işim Şeyda hazretlerine gitmek olsun diye içimden geçirdim. Neticede hastaneden taburcu oldum, Menzil'e ziyarete gittim. Şeyda hazretleri avludaydı. Mü'minler elini öpüyordu. Ben de sıramı bekledim, yaklaştım, tam elini öpecekken sağ elini çekerek arkasına koydu. Sol eline davrandım, o elini de arkasına çekti ve bana dönerek: "Sen bizim kızımızı sahipsiz mi sandın." dediler. Ben bunun üzerine pişmanlığımı belirttim. Mübarek gülerek: "Hadi gel sen de bizim bir evladımız ol" diyerek, tevbe verdi ve bizi kabul buyurdu.
* Seyda Hz.leri babası Gavs Hz.leri gibi daima "Bizim tankımız, topumuz misvak ile tesbihimizdir" derdi. Gökçeadada iken her gün imza attığı defter vardı. Polisler "Biz defteri getirir sana evde imza attırırız, sen yorulma, hastasın" deyince Şeyda Hz.leri "Hayır, madem devletim emretti, hergün geleceğim. Bırakın polisi, en ufak bir bekçinizi bile gönderseniz, ben 100 km de, 1000 km de yaya gelirim" dedi. Yine "Nedir bu kadar mühimmat, asker. Bir bekçi bize haber, yazılı bir kağıt getirseydi biz o emre uyup kendi arabamla, çocuklarımla gelirdim. Bu kadar masrafa, benzine ve zaman israfına gerek yoktu" buyurdular. Yine Gökçeada da iken "Allah'a dua edelim, bizi buraya getirmiş, imtihan ediyor, sabredelim, şükredelim" derdi. "Şimdiye kadar yaptigimiz kullugun on katini yapmaliyiz. Cenab-i Hak sadik olup olmadigimizi imtihan ediyor" buyurdu.
* Buraya kadar bahsedilenler Şeyda hazretlerinin keramet ve menkibelerinden ufak bir kisimdir. Onun irşadi zamamizda yurtiçinde hemen her vilayette ve yurtdişinda birçok ülkede kendisini bir vesileyle taniyan, ziyaret eden, hastasi iyileşen, alkolü ve uyuşturucuyu terkeden onbinlerce kişi mevcuttur. Bunlarin başindan geçenler yazilsa ciltler dolusu kitap eder. Biz burada deryadan bir damla misali birkaç örnek vermekle yetindik.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Seyda Hazretlerinin Sohbet Ve Görüşlerinden örnekler

Seyda Hazretlerinin Sohbet Ve Görüşlerinden örnekler

NEFİS İNSANIN EN BÜYÜK DÜŞMANIDIR
Seyda hazretlerinin sohbetlerinde en çok üzerinde durduğu konulardan biriside nefistir:
"Nakşibendi yolunun bütün çalışmaları evradi nefsi öldürmek ve yok etmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar. İnsanin evini yıkan en büyük düşmanı kişinin nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır. Bir kimse ki nefsini yener. Zikirle, letaifle nefsini ezer, ortadan kaldırırsa, o zaman Allah'la o kimse arasında bir engel kalmaz. Nice çalışıp amelini tamamlayan kimse vardır ki Allah'ın keremi ve ihsanı olmadığı için nefsini yok edememiştir.ü İnsanı helake götüren nefsidir. Firavun, Şeddat ve Karun'un nefisleri büyüdü, büyüdü sonunda ilahlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp, yükselecek bir şey kalmayınca -haşa- Allahlık davası etmeye başlar, haddini aşar, azgınlaşmış nefsinin iddiasına uyar. Her şeyden evvel insanin kendini ve yaratilişini tanimasi lazim. Kendini tanimayan Allahu Teala'yi da tanimaz. Kendini tanimasi için evveliyatini, yaradilişini, neyden meydana geldigini düşünmesi lazimdir. Insanin azamet-i Hűda karşisinda bir pire kadar kiymeti yoktur. Her türlü günah, zulüm ve hakaret nefsin büyüklük taslamasi ve kibrinden ileri geliyor. Onun için insan kendini fakir, aciz, biçare, mahzun ve boynu bükük görmeli, kuvvet ve kudretini bulunmadigini, kendinden aşagi bir mahluk olmadigini bilmeli ve kendini adam olarak görmemelidir ki Allahu Teala onu yükseltsin, mertebeler ihsan etsin kibiri, azameti ortadan kalksin." Seyda hazretleri nefsin kötülüğünden bahsederken önceki sadatlardan da örnekler verirdi:
"Bir gün Seyda'yı Tahi'ye bir sofi ziyarete gelmişti. Sofiye şeyhinin sohbetini etmesini söyleyince sofi Şeyhim derdi ki: "Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz." Bu söz Seyda'yı Tahi'nin çok hoşuna gitti. Vallahi çok doğru bir söz, bundan daha güzel bir şey olmaz. İnsan nefsini gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Gübre hafif olup su üstünde kaldığı gibi insan nefsini hafif tuttukça yönelir su üstünde kalır, ağır tutarsa suyun dibine batar. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz." "Allah dostları, Allah erleri daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur. Sadatın nisbeti nefissiz ve boynu büyüklerin üzerine olmuş, halifeler onlardan olmuştur. Allah yolu fakirlik ve tevazuyla kazanılır. Suyun yüksek yere akmadığı, daima aşağı, çukur yere akıp doldurduğu gibi, Allah yolu da fakr ve yoklukla kazanılır.
Nefsin sebeb olduğu zararların en çoğu Alemlerin Rabbinin insan vücûdunda yarattığı latifeler üzerinedir. Nefs onları zamanla değiştirerek yaratılış gayesinden uzaklaştırır, dünyaya yöneltir. Bunun için insanın ayağı devamlı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki baş kaldirmaya gücü yetmesin, ancak insan kendini aşagi ve noksan gördükten sonra nefs ölür. Nefs devamlı Allahu Teala'nın emirlerine muhalefet ettiği için insan devamlı nefsiyle harb halinde olmalı, nefsin dizginlerini elden bırakmamalıdır. Zira Allah yolu, Allah'ın rızası nefsin istekleriyle bir arada olmaz. Her kim vücudunun rahatını, keyfini düşünerek hareket ederse, o kimse nefsi tarafından helake sürüklenir. Böyle kimse nefsinin elinde esir gibidir; insanın imanını yok eder, ahirette ebedi cehennemlik olmasına sebeb olur. İnsan amelini görmemeli, hep günahlarını görmeli, birşey olmadığını bilmelidir. Çünkü insan amelini görürse kendinde nefs meydana gelir, nefis kabarır. Ama hizmet böyle değildir, insan çalışırsa nefis vücud bulmaz, bilakis kırılıp, rezil olur, alçalır. Vird bitince sevab kesilir, çalışmasıyla ise yapılan iş kaldığı müddetçe sevap devam eder. "Alemlerinin Rabbi; ilticadan, yalvarıp yakarmadan, ricadan hoşlanır. Büyüklük taslamadan ise asla hoşlanmaz. Büyüklük Allah'a mahsustur. İnsan ne kadar hakir, fakir, zelil, Rabbine karşı ne kadar yalvarış ve yakarışta olursa o kadar makbul olur. İnsan hayırlı işlerinden dolayi Ögülürse, kendisinde nefs meydana gelmemesine, kalbine tesir etmemesine dikkat etmeli, aslinin bir avuç toprak oldugunu aklindan çikarmamalidir. Kişi ne kadar zayif, kuvvetsiz, tahammülsüz, sabirsizdir. Birazcik başi, dişi veya karini agrisa aciz oluyor, sabirsizlik gösteriyor. Allah insana el atinca, kuvvetten kesilip yere yikilinca, elleri tutmaz olunca, hastalanip yataga düşünce yaratilmişlarin en ednasi, en acizi oldugunu anlar, însan aklini başina almali, işin sonunu düşünmeli, kuvvetine, erkekligine güven-memelidir. Mazluma, mülküne, çoluguna, çocuguna, eşine dostuna, akrabalarina aldanmamalidir. Hepsi gelip geçicidir. Yüzünü samimi olarak Allahu Teala'ya döndürüp salih amel işlerse ancak kurtuluşa erebilir. Nefis aynen azgın ata benzer. Dizginleri zapte-dilmeyen azgın at gibi sahibini yere çarpıp parçalar, belki kendisi de beraber parçalanır. Yani hem kendini, hem de sahibini felakete götürür. Ama atın dizginleri sağlam olarak tutulur, ona hakim olunursa, at koşar, yönelir, ağzından köpükler akar ve felakete sebeb olmadan sahibine teslim olur. İşte nefs de böyledir, hakim olunursa insanı Allah'a götürür. Allah'a ancak nefse hakim olursa ulaşılır. Allah'a ulaşmak iki adımdır. Birinci adım nefsin üzerine konur, ikinci adımda Allah'a ulaştırır. İnsan kendini herkesten daha aşağı ve diğer insanları kemalinden üstün bilmelidir. Yaptığı amelleri görmemelidir. Yaptığı amelleri beğenen kimse Allah yolunda ilerleyemez. Amelini iyi gören amelini artırmaya lüzum hissetmez. İnsan amelini görmeyerek nefsini tanımalıdır. Nitekim Sadat-ı Nakşibendi: "MEN AREFE NEFSEHU FEKAD AREFE RABBE-HU (Nefsini tanıyan Rabbini de tanır)" demişlerdir. İnsan kendi nefsini tanımayana kadar gerçek manada Rabbini tanıyamaz. Hazreti Resulullah: "Ey Allah'ım beni kendi gözümde küçült, insanların gözünde büyük eyle" diye dua buyurmuştur.
Allah'ım beni kendi gözümde küçült ki kendi varlığımı nefsimi görmeyeyim, kendimi hep noksan göreyim. Başkalarının gözünde büyült ki beni büyük görüp davetimi kabullenerek iman etsinler buyurmuştur. Bütün kainat uğrunda yaratılan Peygamber (s.a.v.) böyle dua edince, artık insan ne yapmalıdır? Kendini herkesten aşağı görmelidir. Şeyda hazretleri Gavs hazretlerinin bir sohbetlerinde şöyle buyurduklarını nakleder: "Nakşıbendilerinin üstadları bağlılarına hep aynanın arka tarafındaki kusurları göstermiştir. Aynanın ön tarafındaki iyilikleri göstermezler.
Kişi aynanın arka tarafına bakınca da kendilerini iyi görmezler yaptıklarını beğenmezler. Nefislerinin kötülüğünü görürler. Nefisleri vücud bulmaz. Artan amellerini görmezler, amelleri yok diye yakınır, arttırmaya çalışırlar. Böyle olunca Alemlerin Rabbi onların manevi derecelerini arttırır, rızasını nasib eder. Başkalari ise aynanin ön yüzüne nazar eder, iyiliklerini görür, nefisleri vücud bulur, kendilerini büyük görürler. Başkalarinin kusurunu görürler, kendilerini onlardan üstün görürler. Makamlari yükselmez, terakki edemezler. Bazen kazandiklari rütbelerini kaybederler. Bundan dolayi Nakşibendi Sadatlari baglilarini bu türlü kibir ve ucubdan korur, kusurunu gösterir, iyiligini saklarlar." AMEL "Allah (c.c.) yanında en makbul insan takva sahibi olandır, doğru yolda gidendir. İnsanın büyüklüğü, iyiliği ameline göredir. İnsanın ameli ne kadar çok olursa, Allah'a (c.c.) yanında o kadar makbul ve iyilerden olur. Cehennem ve kabir azabından muaf tutuldukları, büyük yaratıldıkları halde Peygamberlere dahi Cenab-ı Hak taat ve ibadet etmelerini emretmiştir.
Onlar da asla muhalefet etmemişlerdir. Şayet etselerdi Peygamber olamazlardı. Allah'ın yanında en makbul kul, en efdal Peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bile en çok ibadet eder, taatte bulunur ve Hak yolunda eza ve cefaya katlanırdı. İbadetlerinin çokluğundan dizleri şişerdi. Yine de Allahu Teâlâ: "EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU HAREKET ET" diye hitabda bulunmuştu. Bu ayeti kerime inzal oldu. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Beni Hud süresi ihtiyarlattı" buyurmuştur. Hz. Peygamber Allah'tan bu kadar korkar, emirlerine karşı gelmekten çekinirdi. İnsanda Allah'a kullukta böyle olmalı. Kimsenin canı, keyfi çalışmak, ibadet yapmak istemese bile, Allah'ın gazabına uğramamak, cehennem ateşinde yanmamak, ahirette perişan olmamak için yüzünü Allah'a döndürmeye mecburdur. Nasıl dünya hayatında, perişan ve muhtaç olmak İstemi-yorsa ahiret içinde aynı şeyi istemeli, Allah'ın emirlerine uymalıdır. Şayet uymazsa öldüğü vakit Allahu Teala ona azab eder, kabir azabı çeker, sonunda cehennemlik olur. İşte bu felaketlere uğramamak için, insanın yüzünü Allah'a çevirip emirlerine uyması lazımdır ki Allah onu tanısın, Allah dostluğu rahatlıkla olmaz, Allah (c.c.)'a rahatlıkla kavuşulmaz.
Evliyaullah, mürşidi kamiller pek çok amel etmişler, Alemlerin Rabbine çokça taat ve ibadette bulunmuşlar, vücutlarını çok ağır amellerle yormuşlar eziyetler çekmişler, sonra Allah dostu olmuşlardır. Ahiret dünyadan çok daha makbuldür. Ahiret hayatı çok daha uzundur. Ahiretin keyfi ve zevki dünyanınkinden çok daha hoştur. Şu halde insan taat ve ibadette bulunmalıdır. En makbul şeyin Allah sevgisi olduğu bilinmelidir. Allah'a kulluk dünya işinden zor değil, dünya işi kadar yorucu değildir insan yirmidört saatte bir saat yüzünü Allah'a (c.c.) çevirip beş vakit namaz kılamaz mı? Her farz namaz en çok beş dakika sürer. İnsan bunu yapamaz mı? Esasında insan kendini kandırıyor. Yoksa haram yemek istemese yemeye-bilir, zulüm yapmak istese yapmayabilir, fesatlık yapmayabilir, gıybet etmeyebilir. Demek ki hepsi insanın elindedir. Şeytanın silahı yoktur ki insana çevirip zorla kötülük yaptırsın. Şeytanın yapabileceği yegâne şey kalbe vesvese verip kötülüğü telkindir. Hepsi bu kadardır, tüm kuvveti budur. Eğer insan ona uymazsa hiçbir zarar veremez. Fakat insanın canı Allah'ın emirlerine karşı gelmek istiyor, bedeninin rahatını onda görüyor, şeytanda insana yol gösteriyor. Eğer insan Allah yolunu tutar, onunla dost olursa kimseye minneti kalmaz. Kimse ona düşmanlık yapamaz. Allah'a karşı kimse gelemez. Zira bütün kuvvet ve kudret onun elindedir. SABIR "İnsan ne kadar hilim sahibi, ne kadar sabırlı olursa Allah'ın yanında o kadar makbuldür. Çünkü sabır, tahammül ve hilim Peygamber (s.a.v.)'in meşrebidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) hep sabır ve tahammül sahihiydi, hilmi çoktu. Sabır ve tahammülden daha güzel bir şey yoktur. Onun için insan daima sabır ve tahammül sahibi olmalı, gönlü geniş olmalı, uğrayacağı zulüm ve hakaretlere tahammül etmeli, Peygamber (s.a.v.) şeriatına uymalı, onun yolunda gitmelidir. Dünyada bunlardan daha güzel, daha iyi hiçbir şey yoktur.
Sabır Allah'tan, acele ise şeytandandır. İnsan işlerinde sabır ve tahammül sahibi olursa Alemlerin Rabbi de onun işlerini düzeltir, yok eğer acele ederse işinde başarılı olamaz.
DÜNYA
Dünya adamlarından dünyaya gönül bağlayanlardan aslandan kaçar gibi kaçılmalıdır. Dünya ehlinin toplandığı yerlerde Allah bahsi olmaz, dünya bahsi, dünya işi, gıybet bulunur. Buralara devam edenlerin haya ve ahlakı değişir, Allah'tan dünyaya dönerler. İnsan elinden geldiği kadar dünyaya gönül vermemeli dünya ehlinin toplantılarına, sohbetlerine gönül vermemelidir. Çünkü zararı insanın dinine olur, faydası ise hiç yoktur. Toplantılarına gidenin Allah'a sevgisi kesilir, taat ve ibadeti azalır, kendisinde Allah aşkı kalmaz. Dünyanın insanı bozmaması için çok dikkat edilmelidir. Dünya işinde de çalişacagiz,, onu da terketmeyecegiz, fakat ahirete zarar vermemesi için dikkat etmeliyiz.
Dünya muhabbeti Allah muhabbetinden fazla olursa insan tehlikeye girer. Öyleyse Allah sevgisinin daha fazla olmasina dikkat etmeli, Allah düşüncesi kişinin kalbinde olmali, insan daima Allahu Teala'nin rizasini gözetmeli ve tek gayesi Allah olmalidir. Dünya işleri sadece araç olarak görülmeli insanin kalbine girmemelidir. Dünyayi sevmemeli, keyf ve zevkine aldanmamalidir. Her işimizde, virdde, tövbede, taat ve ibadette hep Allah rizasi gözetilmelidir ki kiyamet günü, selamete ersin ve ebedi olarak cennete girsin. Dünya hayatı ebedi değildir, boştur. Dünya hayatı göçebelerin hayatına benzer. İnsanın Ömrü, malı, evladı, gençliği, akrabası hepsi geri alınmak üzere verilmiş birer emanettir. Allahu Teala hepsini geri alacak, insan çıplak olarak ahirete gidecek, ancak üç-beş metre bez götürebilecek ki o da çürüyecek. Dünya malından yanında hiçbir şey kalmayacak. Onun için insan dünyaya fazla kıymet vermemeli, dünyayı dai-,ma arkaya atıp ahireti önüne almalı, insanın gözü hep ahirette, Allahu Teala'nın hoşnutluğunu kazanacak şalin amellerde olmalıdır. İnsan dünyaya mağrur olmamalı, çünkü kendi malı değildir. Ben müslümanım, ben Allah'ın rızasına kavuşmak istiyorum, ben cennete girmek istiyorum diyen kimsenin kalbinde dünya olursa, aradan yüz sene de geçse Allah'a yaklaşamaz. Bilakis Allah'tan uzaklaşır. İnsan dünyayı, dünya hayatını sevdiği ve dünyada kendisine bir zarar gelmesini istemediği gibi, Ahireti de düşünmeli, sevmelidir. Gerçekten ahireti düşünen kimse ahirete dünyadan yüz derece daha fazla önem verir. İnsan düyaya bel bağlıyarak arkasından gitmemelidir.
Dünyanın bahtı yoktur, bedbahttır. Milyon, milyar sahihleri nerede? Ne faydasını gördüler? Dünya malı Allah yolunda harcanmadıktan sonra insanın helakine, imanının tehlikeye girmesine sebep olur. Zira Allahu Teala dünyaya emek verilsin, dünya malı toplansın diye insanı dünyaya getirmemiş, insanı dünyaya kendine kulluk etsin diye, kendine yönelsin diye getirmiştir.
ALİMLER VE İLMİN ÖNEMİ
Alimle cahil kimsenin yaptıkları günahların hesabı bir değildir. Alim kimse bir günah işlediğinde kendisine sadece bir hesap yazılır. Cahil kimseye ise dinini öğrenmediği için helali ve haramı bilmediği, öğrenmeye lüzum görmediği veya Öğrenmekten kaçtığı için iki günah hesabı yazılır. İşlediği bir günaha birisi cehaletinin, bilgisizliğinin, tembelliğinin cezası digeri de işlediği günahın cezası olmak üzere iki günah yazılır. Dinîne zararı olacak şeyleri tembellik ederek veya tenezzül etmeyerek sorup Öğrenmeyen kimse cahildir, ahmaktır. Şayet peygamber (s.a.v.) içimizde olsaydı, gider ona sorardık. Madem ki o yoktur. O zaman iş vekilleri olan alimlere kalır. İnsan dinini öğrenmek için hiç utanmadan sıkılmadan gördüğü alimden sormalıdır. Alimin ona cevap vermesi vaciptir.
KULLUK
İnsanlar çeşit çeşittir. Alimi var, cahili var, evliyası var peygamberi var. Ama iş kulluğa gelince hiç fark yoktur, herkes eşit olarak kulluk emirleri ile mü-kelleftir. Peygamber bile bu emirlere karşi gelemez.
Şayet bir zellesi ortaya çiksa mutlaka cezalandirilir. Nitekim Adem (a.s.) zellesinde öyle olmuştur, yillarca pişmanlik ateşinde yanmiş, aglamiş, sizlamiş, tövbe ve istigfar etmiş ta ki tevbesi Alemlerin Rabbi tarafindan kabul edilinceye kadar. İnsan yapmakla mükellef olduğu şeyleri mutlaka yapar, yerine getirir. Hatta bu ilahi emirle olursa mecburiyet daha kesin olur, yapılması farz olur, vacib olur. Muhalefete izin verilmez. Hükümete karşı olan vatan borcu gibi sorumluluklarında aynı bunun gibidir. Herkes seve seve askerlik yapmaya mecburdur, kimse ben yapmam diyemez. Kaçmak isteyen, kurtulamaz mutlaka yakalanır. İşte bunun gibi insan Allah'ın hükmünden kurtulamaz. Nereye giderse gitsin Allah oradadır. Onun gücü herşeyin üstündedir. Sorumluların ilahi adaletten kaçmaları mümkün değildir. Nereye giderse gitsin Allah'ın vazifeli mahlukları onu bulur, yakalar, zebanilere teslim eder, cehennem ateşine sürüklenecek ve orada suçundan dolayı cezalandırılacaktır.
Öyle ise insan dünya zevklerini, vücût rahatını değil de Allah'ın emirlerine, onun azametini düşünmeli, hükmünün herşeye geçtiğini, bundan kurtuluşun mümkün olmadığını idrak ederek itaatkâr olmalıdır. Bu itaat severek veya zorlama ile de olsa mecburidir. Emirlere uyma farzdır. Eğer insan gerçekten akıllı, bilgili olsaydı, kendini düşünseydi Rabbine yönelir, taat ve ibadetinde kusuru etmemeye çalışır, geçici keyf ve zevklerini ardında koşmazdı. İnsan günah işlemeye niyetlendiğinde Allah'ın azametini düşünmeli, cehennemi gözünün önüne getirmeli ki kendini günahtan koruyabilsin. Hayır işlemeye niyetlendiğinde de cennet nimetlerini gözünün önüne getirirse daha çok heveslenilir. Bu sayılanlar avam (halk) içindir. Havas tabakası (seçkinler) ne cenneti ne cehennemi gözetirler. Onları gözettiği tek şey Allah'ın emirleridir. Madem biz Allah'ın kullarıyız, madem ki Alemlerin Rabbi olan Mevlamız, Halîkimizdir, bizi yaratmıştır, bize düşen onun emirlerini yerine getirmektir derler. İşte Allah dostlarının, büyük velilerin hali böyledir.
TEVBE
Bir gün Seyda Hz.leri "Siz bilir misiniz Gavs (ks) Hazretleri neden böyle büyük bir zat oldu?" Cemaat sükut etti. Şeyda Hazretleri devamla "Gavs Hazretleri tevbe verirken kendisi de tevbe edenle birlikte kendi günahlari için Allah'a tevbe ederdi" diye buyurmuşlardir. Alemlerin Rabbi ilahî kanununda nasil hareket etmemizi gerektigini belirtmiş, gitmemiz gereken yolu göstermiş, yolunu şaşirip sapitanlar için de dönüşü kolaylaştirsm diye tevbe maddesini koymuştur. Insan günah işleyip, emirlere karşi gelipte gönülden pişmanlik duyarak tevbe ederse Allahu Teala onun bu tevbesini kabul eder, günahini affeder. Tevbe çok büyük, çok yüksek mana ifade eden bir lütf-u ilahidir, Alemlerin Rabbinin büyük bir rahmetidir. Tevbe ömrünün büyük bir kısmını ilahi kanunun dışında geçiren kimsenin af dileyerek tevbe etmesi halinde bu zaman boyunca yapmış olduğu günah ve hataların silinmesine neden olarak bir Kerem-i İlahidir. Kulunu böylece temizleyen Allahu Teala'nm keremi bu kadar çok, şanı bu kadar yüce, rahmeti bu derece coşkundur. İnsan yetmiş-****en senelik koca koca bir Ömrü isyan ve günahla geçirmiş olsa, ne kadar kötü, ne kadar gaddar merhamet ve şefkatten mahrum olsa bile onun bütün kusurlarının tek kelimeyle silen Cenab-ı Hakk4 m rahmet, kerem ve ihsanının hayranı olmamak mümkün değildir. Halbuki biz insanlar ise, hayatı boyunca bize iyilik yapmış bir kimsenin, bir seferlik otsun bize karşı gelmesine, hasmâne davranmasına dayanamayız ve ilk fırsatta o kimseyi ağır bir şekilde cezalandırmakda tereddüt etmeyiz. Allahu Teala insana bu kadar kolaylıklar göstermiş iken bunlardan istifade etmeden günahlarıyla huzura varan kullarına ne ceza verse gene azdır.
ALLAH DOSTLARI (VELİLER):
Allah dosttan, Allah'ın yanında değerli, makbul kimselerdir. Onların dışına bakın, batınların bilmeyen halk onlan sıradan bir alim zanneder. Diğer alimlerle aralarında bir fark görmez. Onlar "zahirleri halk ile batırılan Hakk iledir" sırrına ermişlerdir. Batınlarının ne kadar yüksek olduğunu, ne kadar kıymetli olduğu-nü insanlığa ne kadar yaraılı olduklarını, İndallah'ta ne kadar makbul olduklarım sadece Allahu Teala bilir, başka kimse bilmez. Alemlerin Rabbi hidayet nasib edeceği kimselere evliyaların gerçek yönlerinden bir nebze gösterir ve hidayetlerine yolaçaı. Fakat velilerin gerçek yönlerini bilmeyenler ve görmeyenler onları basil bir molla veya cahil kimse zanneder. Allah dostları, O'nun izni olmaksızın gerçek yüzlerini kimseye göstermezler. Şayet göstermiş olsalardı, çok kimse hidayete gelirdi. Fakat izinsiz gösteremezler. Alemlerin Rabbinin izni olduğu ölçüde halka yararları dokunur. Allah hidayeti dilediğine verir, Allah'ın muradı yoksa Peygamberler bile hiç kimsenin hidayetine vesile olamazlar. Evliyanın gıybetini etmek, sadatın gıybetini etmek, özellikle Nakşibendi Sadat'ın gıybetini etmek çok tehlikelidir. Gıybet ederek alimin, velinin etini yemek insanı zehirler ve zararı imanınadır. Sadatın münkirliğini yapanların ekseriyeti küfürle gider denmiştir. Velilerin bereketinden, nazarından, himmetlerinden yararlanmak için o zatları bulup izlerinden gitmeli onları tcrketmemelıdir. EvliyauIlarha yakın olan kimse onların safının içinde yer almış olur. Kurtuluşa da onlarla beraber erişir Öyleyse insan gayretli olup onların yolunda gitmekten geri durmamalıdır. Onları saflarından uzak kalmamalı ki, onlar uçunca (Allah'a vasıl olunca) insan da onlarla birlikle uçsun. İnsan onlara [abı olursa, onlar da kıyamet günü huzuru ilahide o kişiye şefaatçi olurlar. Bu dünyada onlara yakın olan kimse, aynı yakınlığı ahirette de muhafaza eder, orada da onlara yakın olur. Allah dostları, zahmet çekerek, ızdırap çekerek çeşitli sıkıntılardan sonra bu makamlarını elde ederler. Allah rızasını elde ettikten sonra Allah hidayeti ellerine verir, alem onlara koşar, hidayet talebinde bulunur. Onlar da hidayetlcrine vesile olurlar. Aynı zamanda onların çalışmalarının, namazlarının, oruçlarının, zikirlerinin sevablarına ortak olurlar, ibadet yapanların da sevabları eksilmez. O Allah dostunun manevi kazancı her gün biraz daha artar, milyonları, milyarları bulun Ümmeti Muhammcd'in öyle veliler gehnişki iki-üç milyon müslümani ve kafiri irşad etmiştir. Velilerde Allah kullandır, beşerdirler. Diğer insanlardan fazla olan bir tarafları yoktur. Ama imanları kemal, akıllan istikâmet üzeredir. Nefis ve şeytanın peşinden gitmez, Alemlerin Rabbinin emirlerine göre hareket ettiklerinden makamları âlî olmuştur.
AHİR ZAMAN
Seyda hazretleri içinde bulundugumuz bu devrin ahirzaman oldugundan sik sik bahseder, deliller getirir, kötülüklerin, günahin arttigini buna karşilik yapilan iyilik ve ibadetlere kat kat sevap verilecegini müjdelerdi: Bu zamanda insanların bindebiri bile ahirete dünyadan fazla kıymet vermiyor. Dünya işinde eksiklik olunca hastalanıyor ve yataklara düşüyor. Fakat ahireti elinden gitse hiç umursamıyor, dünyası ahiretinden bin kat makbul olmuş oluyor. Hâl böyle olunca nasıl Allah insandan razı olur? İnsanın yanında değerli şey Allah'ın (c.c.) rızası, dostluğu ve ahiret olmalıdır. Sahabeler zamanında birisi cemaatle namaza yetişemezse matem tutardı. Evde cenaze varmışçasına üzülürdü. Arkadaşlari cemaati kaçirdi diye ona taziyede bulunurlardi. Işte ahiret ve Allah rizasi, aşki, sevgisi yanlarinda bu kadar kiymetliydi. Tabii ki onlar da Ce-nab-i Hakk'in yaninda makbullerdi. Bu zamanda insanlarin binde dokuzyüz doksandokuzu Allah yolunu terk etmiş ve ibadetten habersiz hale gelmiş, geriye kalan binde birinin ise ahiret işleri çok perişan ve gevşek durumdadir. Artık insanda dünyanın sonuna gelinmiştir, kıyamet iyice yaklaşmıştır, kanaati doğmaya başlıyor. Bununla beraber sûrun son nefhasma kadar Allah dostları bulunacak, eksik olmayacaktır. Bu devir aynen mahşerde peygamberlerin bile "nefsî-nefsî" diyerek yalniz kendi nefislerinin kurtulmalarini diledikleri duruma benziyor. Insan yalniz kendi nefsini kurtarmaya çalişmalidir. Artik vaaz, nasihat devri degildir, çünki hiçbir tesiri olmuyor. Çünkü dünya sevgisi, keyfi ve safâsi çok artmiş, Allah'in emirlerine karşi gelme çogalmiş, helal ve haram gözetilmez oluyor. Bu devirde irşad oldukça zorlaşmiş, insanlar dini arkasina atmiş, Allahu Teala'dan bahsedildigi zaman rahatsiz olmaya başlamiştir. Din garib olmuştur. İnsan şimdi onun bunun sözüne iltifat etmemeli, Allah'ın eserlerini görerek kendini irşad etmeye, yüzünü Cenab-ı Hakk'a döndermeye, kendini kurtarmaya çalışmalıdır. Kişi kimsenin işine karışmamalı, gıybet, fesatlık etmemeli, vefasız olmamalı, günahlara bulanıp Allah'ın emirlerine karşı gelmekten kaçınmalı, kimseye zulüm ve hakaret etmemeli, büyük günahlardan kaçınmalı, farzları mutlaka eda etmeli, elinden geldiği kadar hayır ve hasenat işlemeli, sadaka vermeli, nafile oruç tutmalı, sünnetleri ihyâ'ya çalışmalı, elinden geldiği kadar ölüm gelip çatana kadar bu hâl üzere olmaya çalışmalıdır. Gavs hazretlerine sorulmuş: "Efendimiz, bu kadar cezbe ehli, muhabbet ehli, vird ehli vardi. Şimdi hepsi gevşemişler ve tembellik içindedirler. Bu niçin böyle oluyor?" Gavs hazretleri buyurmuş: "Evet, artik hidayet kalmamiş da ondan. Bizimkisi bu zamanda vallahi bir idaredir, aldatmaca gibi birşey. Çünkü tam hidayet şimdi hazreti Mehdi'nin elindedir. Tam mana-siyle hidayeti o yapacak. Biz ise çoluk, çocuk nasil al-datilirsa, eglendirilirse öyle yapiyoruz." Eski zamanda uçak ve benzeri hızlı ulaşım araçları yoktu, kafirler islamın içine girmemişlerdi. İsla-mın içinde Allah bahsi, Allah ehlinin sohbeti olurdu. Ne zamanki bu araçlar çoğaldı, o vakit müslümanlarla kafirler içice girip birbirine kavuştu. Kâfirin kıyafeti, kâfirin ahlâkı, kâfirin elbisesi islamın içine karıştı. Müslümanların ahlâkı bozuldu, kâfirlerin adetlerini, görüşlerim, bozuk fikirlerini aldılar. Namaz kılmıyorlar, oruç tutmuyorlar, Allah'tan haberleri yok. Sadece kalbimize bak bizim kalbimiz temizdir, esas olan kalb temizliğidir, diyor. Halbuki onlara bunu telkin eden, kandıran şeytandır. İnsan bakır kaba benzer. Bakır kab kalaylanıp temizlenmezse içi pas tutar, kirlenir ve çü-rür. İnsan da ibadetle, namazla, oruçla Allah'ın taâti ve rızasını kazanmakla temizlenir. Aksi taktirde insanın kalbi şeytanın yeridir, tasarruf sahasıdır. Böyle insan manen ölüdür. Ahir zamanın bu olumsuz yönlerinin yanında olumlu yönleride bulunmaktadır: Ahir zamanda dünyaya gelen bir kimsenin kabir hayatı nisbeten kısa olur. Dolayısıyla kabirde göreceği azab da kısa olur. Ahir zamanda yapılan bir amele eskiden yapılan elli amel sevabı yazılır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Ahir zamanda yapılan bir amele zamanımızda yapılan elli amel sevabı yazılır" Bu müjde karşısında sahabeler sormuşlar: "Ya Resu-lullah, bizim yaptığımız elli amelin sevabı mı yazılır, yoksa sizin yaptığımız elli amelin sevabı mı?" Resu-lullah (s.a.v.): "Sizin?" diye cevap buyurmuştur. Öyle ise insanın bu nimete karşı çok çalışıp gayret göster-mesi gerekir ki Alemlerin Rabbi ona büyük bir maneviyat zenginliği versin. Seyda-i Tahi (k.s.) buyuruyor ki: "Bu zamanda namazını kılan orucunu tutan, zekatını verip hacca giden ve kendini büyük günahlardan koruyan kimse küçük evliyadır." Bu söz söylendiğinde (100 yıl önce) irşad, ilim tahsili müslümanlık ve şeriatı Muhammediye serbestti. Halbuki bu zaman daha çok bozulmuştur. Eğer Seyda-i Tahi evliya olarak görüyorsa ben (Seyyid Muhammed Raşid hazretleri) iman ve itikadı sağlam, helal ve haramı bilen, namazını kılıp, oruç tutan, zekatını veren kendini büyük günahlardan koruyan bu zamanın müslümanlarının sevabını sahabenin sevabı derecesinde görüyorum. Böyle kimseler aynen sahabenin sevabını alırlar. Çünkü zaman çok bozulmuş, din ve iman çok zayıflamıştır. Şimdi zorluk çoktur, sevab da çoktur.
ÖLÜM
İnsan için ölümden daha büyük ve tesirli bir nasihat yoktur. İnsan hayattan, dünyanın zevk eğlence ve safâsından alıkoyan, evladından, dostlarından, ahbap ve akrabalarından koparıp alan ölüm çok zor ve mühimdir. Zira o bir an işidir ve herkes içindir. Öyle ise insan ölümden korkmalı, her an gözönünde bulundurmalı ve aklından çıkarmamalıdır. Eskiden yakını Ölen bir kimse altı ay hatta bir sene hep ölümü düşünür, onu unutmaz, Ölümü gözünün önünde bulundururdu. Hep ölümü düşündükleri için içlerine yerleşen ölüm korkusu onları günahlardan menederdi. Maalesef bu zamanda ölüm çok basit görülüyor, kimsenin aklına düşüncesine gelmiyor. Birisi öldüğünde sanki ölüm sadece ona ait bir olaymış gibi hiç ibret alınmıyor. Hatta cenaze kabirde defnedilir-ken başındaki kimseler gülüşüp konuşuyorlar, şakalaşıyorlar. Orada bile ölümü hatırlamıyorlar; ölüm sadece cenaze içindir, biz Ölmeyeceğiz, dünyada devamlı kalacağız der gibi bir tutum içinde bulunuyorlar. İnsan hasta da olsa hapistede olsa, her ne halde bunursa bulunsun dünya nimetlerinden faydalanabilir. Fakat ölüm gelince bu nimetlerden istifade edemez. Çünkü ölüm insanı dünyadan alır kabre sokar, kabir taşının altına yatırır ve üzerine toprak atılır yataksız, yastıksız ve yorgansız sert ve karanlık mezarda bırakır. Soğukta yukarıdan sızan yağmur ve kar sularının altında yapayalnız ve ısınmaksızm elli, altmış, yüz belki de bin sene kıyamete kadar bekler. Bazen beklemenin yanında azab da vardır. İşte insan bu derece önemli olan ölümü unutmamalı hep aklında olmalı tutmalı ve hep hazırlıklı olmalıdır. Salih ameller yapmalı yüzünü Allah (c.c.) döndürmeli, emr-i ilahiye karşı gelmemelidir ki kabrin soğuğundan etkilenmesin. İnsan hiç acıkmamak üzere doymak hiç parçalanmayacak elbiseler giymek, bitmeyecek zevk ve sefa sürmek istemektedir ama bu imkânsızdır, olmayacak şeydir. Maalesef bugün insan hiçbir şey yapmadan taât ve ibadetsiz Allah'ı tanımadan çıplak, perişan ve âvâre olarak ahirete göçmektedir. Kişi tamdık ve bildiklerinden vefat edip gidenleri unutmamalıdır. İnsan dünyanın boş olduğunu bilmektedir, sonu olmadığını herkesin göçüp gideceğini bilmektedir ama şeytanın kalbine girerek vesvese vermesine aldanmaktadır. Şeytan vesveseyle ölümü unutturur, dünya sevgisini ve hırsını kalbe aşılar. Allah korkusu ölüm düşüncesi gidinceye kadar uğraşır durur. Kâfirlere azab, cennet, cehennem yoktur diye müslümanlara ise Allah Gafur ve Rahimdir, günahları kıyamette affeder diye telkinde bulunur. Ağlayan çocuğa annesi birşeyler vererek susturduğu gibi şeytanda dünya işlerini öne sürerek onlara Allah'ı, kabri ve haşri unutturur. İnsan ölümü unutsa bile Allah ölümü unutmaz. Saati dakikası ne kadar ise insan düyada o kadar kalır. Cenabı Hak ne kadar takdir etmişse o kadar kalır. İnsan dünya hayatı sona erdiği eceli geldiği zaman dünyada bir saniye bile fazla kalamaz, bütün mal ve mülkünü verse bile ecelini bir dakika tehir ettiremez. Rabbül Alemin takdir buyurduğu saat ve dakika dolunca hemen melekler göğsüne oturur ruhunu kalıbından çekerek ahverirler.
SAĞLIK
"Size sorarım şifa cebimde mi ki dağıtayım? Bana gelenlere doktora gitmelerini söylüyorum, onlar, her çareye başvurduklarını, ancak sonuç alamadıklarını ve bana geldiklerini söylüyorlar. Bu durumda ben onlara ne diyebilirim. Allah belanı versin mi diyeyim. Yine bir defa hastalık için dua istendiğinde ellerinde bulunan ilaç kutularını göstererek "Allah razı olsun biz de doktora tedavi oluyoruz siz de doktora gidin" diye buyurmuşlardı. Yine göz ameliyatı olmuşlar, kınlan bacağını doktora tedavi ettirmişlerdi. Ayrıca her 15 günde bir muntazam olarak doktor tarafından kontrol ediliyordu.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Nakşibendi Tarikatiyla Ilgili Görüşleri Ve Uyguladiği Edebler

Nakşibendi Tarikatiyla Ilgili Görüşleri Ve Uyguladiği Edebler

Seyda hazretleri (k.s.) sağlam bir itikad bilgi sinden sonra fıkıh kaidelerinin (ilmihal bilgileri) iyice öğrenilmesini tavsiye eder, bundan sonra Nakşibendi adabının tam olarak uygulanmasını isterdi. Kendi uygulamalarında ve yaşantısında hiç bir zaman Sünnet-i Şerife ve Şeriat-ı Garra'ya aykırı en ufak bir hareketi görülmezdi. Bilhassa kadınlarla erkeklerin bir arada bulunarak çeşitli faaliyetlerde bulunmaları, sohbetleri gibi zamanımızda dikkat edilmeyen uygunsuz davranışlar üzerinde çok dururdu. Bağlılarından bunlara dair istismar edici şikayetlerin gelmesi onu çok üzerdi. Bu zamana kadar tarikatın saf olarak korunması şeriat ve tarikat adabına tam olarak riayetten dolayı olduğunu sık sık tekrarlardı. Nakşibendi tarikatının iman ve ümmet-i Muhammede mensubiyetten sonra üçüncü büyük nimet olduğunu birçok sohbetlerinde anlatmışlardı: "Nakşibendi tarikati hakikî ve paha biçilmez bir tarikattir. Bundan istifade edip gayeye ulaşmak ancak tarikata uymayan şeylerden kaçinmak, tarikatin yolundan gitmek ve Allah (c.c.)'a ulaşmaya hedef edinmekle mümkündür. Kurallarina uyulursa, görecegi istifadeyi hiçbir şeyde göremez. Bu, insani Allah'a götüren en kestirme ve emniyetli yoldur. Ancak hakiki Nakşibendi olabilmek için, insanin tarikat adabina, şartlarina ve talimatlarina göre hareket etmesi, dikkatli rabita yapmasi lazimdir. Bu öyle büyük bir tarikattir ki daha henüz girilmeden bile insanda degişiklikler olmaya başlar. Allah muhabbeti kalblere dolmaya başlar, dünyadan yüz çevrilir. Fakat tarikata girildikten sonra bu haller kuvvetlenmeye başlar. Dünya sevgisi kesilir, eski cimrilik, nefret, kin ve düşmanlik hallerinin kalmadigi, eski davranişların terkedildiği gözlenir. Arkadaş çevresinin degiştigini görür, huyu farklilaşir, halim olur, sabir ehli olur. Allah (c.c.)'ın bahsedildigi sohbetler her şeyden tatli olur, taât ve ibadet hoş gelir. Nakşibendi olduktan çok kisa bir süre sonra yüzünü Allah'a döndürür. Hatta bazilari samimi olarak şeyhinin elini tutup tevbe ettigi andan itibaren, adap ve talimat almadan Allah (c.c.) evliyalari arasina karişir. Nakşibendi Tarikatinda olanlar, mensub olmayanlara baktigi zaman onlarin helal-haram demeksizin önlerine ne gelirse, hoşlarina ne giderse, almakta ve yapmakta olduklarim görüp fikih ve tarikattan haberleri olmadigini görüyor. Fakat tarikata girince, bunlan farkediyor, dikkat etmeye başliyor. Rabbine karşi vermiş oldugu söze:
"Ya Rabbi, ben pişmanim, yaptigim bütün günahlardan nadimim. Keşke yapmasaydim, inşaallah bir daha yapmayacagini "
ahdine sadik kalarak Allah (c.c.) Teala'nin dostlugunu gözetir. Allahu Teala'yla dostluk ise insani şeytanin şerrinden mutlak korur; zira tarikat-i aliyye'ye intisab eden kimse devamli zikirle meşgul oldugundan şeytan ona yaklaşamaz."
Seyda hazretleri (k.s.) hakkinda en çok sarfedilen sözlerden birisi: "Niçin sohbet yapmiyor?" .idi. Hemen her zaman duyulan bu itham tam olarak gerçekleri yansıtmıyordu. İrşadının başlangıcından beri çevresinde bulunanların şehadetine göre ilk yıllarda akşam ile yatsı namazları arasında mazaretleri dışında cemaate düzenli olarak sohbette bulunurdu. Bu durum ziyaretçilerin akın akın gelip, akşam namazından saatler sonrasına kadar süren tevbe ve tarikat telkinine kadar devam etmiştir. Şeyda hazretleri bundan sonra sohbet etmeye zaman bulamamıştır. Ancak özel durumlar veya seyahatlerde uygun anlarda nadiren sohbette bulunmuşlardır. Zaten kendiside daha Önceleri sohbetin zahiri sözlerinin değil manevi tasarruf gücünün Önemli olduğunu; esas gücün mürşid-i kamilin meclisteki cemaate tasarrufatıyla ortaya çıktığını söylemişti. Zahiri sözle tesir olsaydı vaiz ve hocaların kalabalık camilerdeki halka hitaplarının etkili olması gerektiğinden bahsederek şu şekilde buyurmuşlardı: "Sohbet bir eğlencedir. Nasıl ki üç-dört yaşındaki çocukları lafla eğlendirirler, mükafatlandırırlar veya kandırırlar ise sohbette büyükleri cennetten bahsedip neşelendirmek, cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Salikleri başlangiçta tarikata aliştirmak için sohbet yapilir. Esasta, hakiki Nakşibendi tarikatinda sohbet yoktu, sonralari bir rükün mesabesinde olan sohbete Sadati Nakşibendi çok fazla kiymet vermemişlerdir. Irşad sohbetle degil manevi tasarruf iledir, Şayet irşad sohbetle olsaydi, binlerce vaiz, hatip ve konuşmasi güzel kimselerin birer mürşid olup irşad makaminda oturmalari icab ederdi. Tam tersine, Gavsi Hizani gibi zatlarin çok az sohbetle çok geniş kitleleri irşad etmeleri irşadin zahiri sözle degil, batini olan manevî tasarrufla oldugunun işaretidir. Sohbet ise manevî tasarrufa zemin hazirlayan, talipte alma gücünü kuvvetlendiren bir araçtir. Zaten bu zamanın insanlarını sadatın himmeti ve manevî tasarrufu olmadan düzeltmek çok zordur. Çünkü fesad çoğalmış, her tarafı zorluk ve günahlar sarmıştır. İnsanın bunlara karşı direnme gücü olmadığı için Nakşibendiyye tasarrufu ve himmeti olmaksızın Allah'ın yolunu tutmak mümkün olmaz. Eskiden insana nefs ve şeytan düşman iken şimdi bütün alem insanın dinine ve imanına düşman olmuştur. Bunlarla ancak Nakşibendi silsilesinin himmeti ve manevi kuvveliyle mücadele edebilir. İsteklilerin Nakşibendî Tarikatı Pakistan'da, Hindistan'da, Yernen'de bile olsa hiç durmadan oralara koşup tarikata intisap etmeleri icab ederdi. Allah dostluğunu kazanmak isteyenleri bu tarikatın ne kadar faydalı olduğunu çok iyi bilirler. Nakşibendi Tarikatında ve diğer tarikatlarda tek gaye Allah'ın rızasını kazanmaktır. Peygamberin (s.a.v.) şeriatına tam ittiba ederek şu husus bilinmelidir; mak-sud tarikat değil Allah'ın zatı, Allah'ın dostluğudur. Allah'ın rızası kazanılınca insanda hiçbir noksanlık kalmaz, dünya ve ahiretin iyikleri ona verilir. Dünyadaki mükafatlardan daha önemlisi ahiret hayatındaki güzelliklerdir; ebedi olarak rahat, huzur, saattet ve nihayet Cemalullah'a kavuşmaktır."
Seyda hazretleri Nakşibendi tarikatinin başlangicinin Hz. Ebubekir Siddik (r.a.) hazretlerine dayandigini, onun da bu yolun adab ve talimatini Hz. Resulul-ah'tan talim ettigini söylemiş ve şöyle anlatmiştir: "Bu öyle bir tariktir ki insanın amelinde riyanın eseri bile bulunmaz. Zira yapılan görevler kişinin kendisi ile Rabbi arasında kalır, hiç kimse sırrına vakıf olamaz, hatta Allahu Teala'nın meleklerinin bile, haberi olmaz. Sevap yazmakla görevli olan meleğin haberi olmadığı için yapılan amelleri hesap defterine geçiremezler. O Allah'ın ilminde ve emanetinde kalan gizli bir mal olduğu için varlık duygusuna yol açmaz, hayırları batıl etmez. Ancak kıyamette Alemlerin Rabbi açıkladığı zaman bilinir. Gavs hazretlerinin cahil, ilimden nasipsiz bir müridi vardı. Bir gün Gavs hazretlerine: "Kurban, kalben zikir yaptığım zaman melekler yazmıyorlar. Fakat sesli zikir yapıp salavat getirdiğimde meleklerin yazı yazarken kalemlerinin sesini duyuyorum. Tekrar kalben zikire geçtiğimde sesleri duyamıyorum." dedi. Bunu saflığından, bilmediğinden söylüyordu. Gavs hazretleri: "Doğrudur, kalpten yaptığın gizli zikri Allahu Teala'nın melekleri yazmazlar. İnsanın ağzından çıkmayana kadar onlar yazmazlar, fakat yapılan zikirde melekler yazmadı diye kaybolmaz. Kıyamete kadar Allahu Teala'nın yanında emanette kalır." buyurdular. Nakşibendi de esas insanın kalbidir. Yapılacak zikirse onun ıslahıdır, kalbin çalışması içindir. Çalışmaya başlayan kalb aynen saate benzer, sahibi başka işlerle meşgul olsa bile o saat gibi çalışmasına devam eder. Çalışmıyorsa da sahibine fayda temin etmez. Aynı zamanda kalbi çalışanın durumu, dükkanı dolu olup kazancı çok olana benzer ki çalışmaya başlıyan kalbi, her vakit devamlı olarak Allah'ın zikriyle meşgul eder. Bir saniye, bir dakika bile boş durup gafil olmaz. Halbuki boş olanın durumu da dükkanı boş olana benzer. Kalbi bir dakika zikrederse geri zamanı boş geçer, haliyle kendisine de bir dakikalık zikir yazılır. Radyo evi çalıştığı zarnan nasıl açılan her radyodan ses çıkarsa, çalışmadığı zaman akşama kadar radyoyu açık bıraksan ses gelmezse, vücudun radyoevi olan kalb Allah'ın zikrini yaptığında bütün vücutta onunla zikreder. Şayet kalb ölüyse tüm vücutta ölüdür. Bu tarikatta zikirlerin hepsi hafidir (gizlidir), aleni (açıktan) hiçbir şey yoktur. Vird, Rabıta, Teveccüh, Hatme ve diğer zikirlerin hepsi gizlidir, insanın Rabbi ve kendisi arasındadır. Tarikatı Nakşibendide mürid tevbe alıp intisab edince Alemlerin Rabbi mürşidin ervahından bir tane halkeder. O devamlı müridle olur, kalbine tasarrufta bulunur. İsterse milyonlarca mürid bulunsun Allahu Teala o kadar ervah yaratır. Bu Alemlerin Rabbi için zor değildir. Allahu Teala dostları olan Sadat-ı Nakşibendi için binlerce, hatta onbinlerce ervah yaratır ve böylece tasarrufta bulunmalarına izin verir. Mürşid-i kamil Cenab-ı Hakkın izniyle ve yardımıyla ervahı vasıtasiyle müridin durumundan haberdar olur. Günah işlemeye yellenmez, namaz vakti uykudan uyanama-yınca şeytan musallat olunca Allahu Teala'nın bildir-mesiyle müridi görür, ikaz eder ve mani olur. Bugün Nakşibendi Tarikatin'dan başka tarikatlar özelliklerini kaybetmişlerdir. Gavs hazretler: "Nakşibendi Tarikati Hz. Mehdi'ye kadar bozulmadan devam edecek ve Hz. Mehdi'ye intikal edecek (Hz, Mehdi Nakşibendi Halifesi ve Seyyid olacak). Mez-heblerden Hanefi mezhebi, tarikatlardan da Nakşibendi tarikati kiyamete kadar devam edecek." buyurmuşlardir. Buraya kadar sayılan sebeblerden dolayı ve günahlardan sakınıldığı, halkın menfaat gördüğü ve onunla Allah'ın yoluna girilip talibinin çok olması dolayısıyla Nakşibendi Tarikatına devamlı hücum edilmektedir. Bal arısı nasıl tatlıya konuyorsa, tabiatıyla bu tarikata da saldırı olacaktır. Fakat şu ana kadar eksilme olmadan sürmüştür ve sürecektir. Tarikatı Nakşibendiye hakkında Şeyda Hazretle-ri'nin zaman zaman belirtmiş olduğu görüşlerini aktardıktan sonra bu yolu talebedenlerden uyulması istenen edeblerden kısaca bahsetmek istiyoruz. Zira tarikatın anası edebdir, insan Allah-u Teala'ya ancak edeble erişir, erişemeyende edebi terkettiğinden erişemez, bilinen sözdür: "Vusulsuzlük, usulsüzlüktendir (erişememek, kuralsızlıktandır.)" denmiştir. Bundan dolayı tarikata giren bir talibin aşağıda sayılan adaba uygun hareket etmesi menfaati icabıdır: Tarikatten gaye kendi nefsini ıslah etmek ve ihla-sı kazanmak içni Muhabbetullahı tahsil etmektir. Bu işin temeli ise MUHABBET VE GAYRET'tir. Şah-i Nakşibend (k.s.) hazretlerinin açikladigi gibi bu yolda kemâl derecesine erişmek için bütün vaciplere uyulacak, bid'atlardan, ruhsatlardan kaçinarak haram ve mekruhlardan sakınılacaktir. Bu tarîk batil ve şeriate muhalif saçma sapan sözlerden uzaktir. Eğer şeriat hududu tesbit edilmemiş olsaydı,.nefs ve şeytanin bizi aldatacagi muhakkakti. Lakin şeriatin hududuna tecavüz etmek muhabbet ve gayrete ziddir. Bu nedenle şeriat hududunu aşmak veballerin enbüyügüdür. Şeriatin emirleri oldugu gibi tarikatin da adaplari vardir. Bu kurallara uymak lazimdir. Batil şeyler ihdas edip asliyette olmayan bid'atlari çikarmak en büyük ahlaksizlik ve en büyük adapsizliktir.
Her şeyin bir kanunu bir nizami vardir.
*Tarikâtında kanunu vardır. Tarikat edep erkandır.
*Sofi edepli olmalıdır. Tasarrufa şekle degil, edeple erişilir.
*Aksi haller kalbe zararlıdır.
*Dergaha ziyarete gelenler Şeyh hazretlerinin elini incitmeden yumuşakça tutmali ve incitmemelidir.
*îlk gelişte ve dönüşte olmak üzere ancak iki kez elini öpmelidir. Aksi haller kalbe zararlidir.
TEVBE VE ADABI

Tevbe, çok kıymetli bir lütfü ilahidir. Gönülden pişmanlik duyup tevbe eden kimsenin seyyiati (kötülükleri) Allah (c.c.) tarafindan silinip yerine miktarmca hasenat (iyilik) yazilir. Bütün günahlari hayra tebdil edilir. Kalben değilde sadece dille yapılan tevbe için ikinci bir defa tevbe etmek gerekmektedir.
TEVBENİN ŞEKLİ

"Ya Rabbi yapmış olduğum bütün günahlarımdan ben pişmanım. Keşke yapmasaydım. İnşallah bir daha ben yapmayacağım. Ben kabul ettim. Seyyid Abdul-baki hazretlerini (k.s.) kendime şeyh kabul ettim" denilir.

TEVBENİN ADABI

* Tevbenin vakti ve özel bir yeri yoktur. Her zaman ve her yerde verilebilir.
* Her gün tevbe alınabilir. Yalnız bu âdet haline getirilmemelidir.
* Tevbe alırken kıbleye dönmek adaptandır.
* Şeyh hazretlerinden uzak yerde bulunanlar yilda bir tarikat tazeleyebilirler.
* Mürşidinden çok uzakta olan vekillerde bir yildir gelmiyorlarsa birbirinden tevbe alabilir, tarikat tazeleyebilir.
* Kadınlara tevbe, perde veya kapı arkasından verilir.
* Erkek vekil kendisine nikahı düşmeyen (anne, teyze, kızkardeş, hala gibi) kadınlara el tutarak tevbe verebilir.
* Kadın vekiller de kendisine haram olmayan (koca, evlat, kardeş gibi) erkeklere tevbeyi el tutarak verebilir.
* Mazereti olanlar (hastalık, fakirlik, yaşlılık, izin alamamak gibi) yılda bir tarikatını, 20-30 günde bir tevbesini vekiller yanında tazeleyebilirler.
* Namazını kasden terkeden, büyük günahlardan birini işleyenler vekiller yanında hiç beklemeksizin tevbesini tazeleyebilir.
* Kadın vekiller özel hallerinde sadece tarikat verebilir. Rabıta-hatme yapamaz. 8 şart, rabıta, vird, hatme talimatlarını verebilir. Diğer kadınlarda rabıta, vird hatme yapamaz.
* Namaz kılmayı bilen buluğa ermiş ve ermemiş çocuklara da tevbe verilir.
* Cinli veya perili olanların namaz kılabilecek kadar normal olanlarına tevbe verilir. Daha ağır durumdakilere tevbe verilmez.
* Sarhoşa sarhoşkende tevbe verilebilir.
* Başka tarikatta olanlara veya hiç bir tarikata mensup olmayanlara isterlerse tevbe ve tarikat verilir.
* Hatmede zikir taşlan ortaya gelmişken tevbe Istemek adapsizliktandir.
* Zaruret halinde abdestli olmadan tevbe alınıp verilebilir.
* Şeyh hazretlerinden bir günde birden fazla tevbe ve tarikat tazelemek zararlidir. Uzun bir müddet sekiz şarti (20-30 gün gibi uzun bir zaman) geciktirenler de yapmalidir. Veya yeniden tarikat almalidir.
* Tevbe eden sağırsa, okuma yazma biliyorsa kağıda yazılıp eline verilir, dille tekrarlayarak yapar. Dilsizler kalben yapar. Okuma bilmiyorsa tevbe verilebilir. Tevbe alan dilsizse tevbeyi kalbi olarak yapacaktır.
* Ölüm anında da olsa kişiye tevbe verilir.
* Erkek vekiller kapı veya perde arkasından tevbe verirken kadının da tevbeyi cehri söylemesinde bir mahzur yoktur.
* Vekil olmayan bir sofinin tevbe ve tarikat vermesi geçerli değildir.
* Şeyhten uzakta olan sofiler vird, rabita, hatme veya rüyada gördüklerini başkalarina söyleyemezler, vekile söyleyebilirler.
BÜYÜK TEVBEYI TAZELEMEYİ GEREKTİREN HALLER
Tevbe eden kimse madem ki (bir daha ben yap-mıyacağım) diye söz veriyor. Allah (c.c.)'la olan ahdine sadık kalmalı sözleşmeyi unutmamalıdır.
* Tevbeyi bozdum ben bu yoldan, yani tarikattan çıktım diyen tarikat tazelemelidir.
* Lafza-i Celal virdi esnasında cezbesiz bilerek ve açıktan sesli olarak 3 defa zikreden tarikat tazelemelidir.
* Cehri zikrin her türlüsüne 3 defa katılan veya 3 ayrı mecliste açık zikir yapanlar tarikatını tazelemelidir. Lakin açık zikre katılıp da açıkta zikretmeden sessizce oturana tarikat tazelemek icabetmez.
* Büyük-küçük günahları helal kabul edip işleyenler (yani kişiyi imandan çıkaran her halde o kişi) imanını, nikahını, tarikatını tazelemelidir.
* Gereksiz yere tarikat tazelemek adapsızlıktır. Büyük günah işleyenler, namazi mazeretsiz terkedenler tarikati tazelemelidirler.
SEKİZ ŞART
Tevbe alan kimse sekiz şarti yapmazsa hiç bir fayda görmez.
SEKİZ ŞARTIN YAPILIŞ ŞEKLİ
1- Tevbe niyetiyle abdest almak abdest azalarını yıkarken bu azalar ile işlemiş olduğu günahlarını hatırlayarak Allah (c.c.)'dan mağfiret olunması için yalvarır.
2- Tevbe niyetiyle boy abdesti almak, ben vücudumun kirini su ile yıkadım temizledim. Ya Rabbi sen de ilahi nurunla benim kalbimin zûlümatım temizle ve beni affet diye yalvarır.
3- Tevbe niyetiyle istihare namazı kılmak iki rekat olan istihare namazının birinci rekatında Fatiha'dan sonra "Kafinin" sûresi, ikinci rekatında Fa-tiha'dan sonra "İhlas" sûresi okumalıdır. Bilinmiyorsa bilinen sûrelerle namazını kılar.
4- Tevbeyi 3 kere tekrarlamak Kalb ve lisanen: "Ya Rabbi yapmış olduğum bütün günahlardan ben pişmanim, keşke yapmasaydım. inşallah bir daha yapmayacağım" der ve bunu 3 defa tekrarlar. Gözler kapatılır ve adabın sonuna kadar açılmaz.
5- 25 Estağfirullah demek Dil ile hafifçe söylenir. Bu istiğfar huzuru kalble ve günahlarından pişmanlık sebebiyle içi yanarak yapılmalıdır.
6- 8 Fatihayı Şerife okumak Kalbin pasının gittiğini, sadatın himmetiyle ilahi feyzi kabule hazır bir hal aldığını düşünerek sadatlann himmetini celbetmek için tek tek sekiz Fatiha'yı okur ve aşağıda yazılı yerlere hediye eder.
Her Fatiha'yı evvela Peygamberimiz (s.a.v.) ve alî ve ashabının (r.a.) ruhlarına hediye eder. İlave olarak her Fatiha'ya kendi numara sırasında yazılanları söyler. Hediye sırasına göre isimler: 1- Şah-i Nakşibend (k.s.) Şeyh Seyyid Abdülkadir Geylani (k.s.) 2- Abdulhalik Gücduvani (k.s.) İmam-ı Rabbani (k.s.) 3- Şeyh Mevtana Halid Zülcenaheyn (k.s.) Şeyh Seyyid Abdullah (k.s.) 4- Şeyh Seyyid Taha (k.s.) Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s.) 5- Şeyh Abdurrahman-i Tahi (k.s.) Şeyh Fethullah (k.s.) 6- Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s.) Şeyh Ahnied Haznevi (k.s.) 7- Şeyh Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s.) Şeyh Sultan Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hazretlerinin ruhlarina ve 8- Şeyh Seyyid Abdulbaki (k.s.) Hazretlerinin ruhaniyetine hediye edilir. İsimleri ezbere bilenler ezberinden söyler.
Bilmeyenler: Bize sekiz şart talimatı verilirken söylenen isimlere hediye ettik derler. Gözlerini açıp isimleri kağıttan okumazlar. Talimatı verenin, 8 Fatiha'nm hediye edildiği isimleri tevbe edene tek tek söylemesi lazımdır. Hediyeden sonra: Ya Resullah (s.a.v.) Al ve Ashabı (r.a.): Kalbimin huşu ve huzuru için mürşidime "Emir" buyurmanızı niyaz ederim der; Sonra sadatlara dönerek Ya Sadatın ervahları, kalbimin huşu ve huzuru için mürşidimden "Rica" da bulunmanızı niyaz ederim diye yalvarır.
7- ÖLÜM RABITASI Fatihaların hediyesinden sonra feyzin geldiğini kabul eder, lakin kalbin bu feyzi almasına mani (mal, evlat gibi) unsurlar olduğunu düşünerek, bunların vesvesesinden kurtulmak için ölümünü tefekkür eder. Yani yatağında ölmek üzere can çekiştiğini düşünür ve bunu fırsat bilen şeytanın imanını çalmak için baş ucunda hazır olduğunu hisseder. Mal, akraba ve çocuklarından şeytanın vesveselerine karşı yardım ister fakat yardım göremez. Bunun üzerine bir rabıta ile sa-datın himmetinin son nefeste kendisine ulaştığını ve şeytanın defolduğunu tefekkür eder. Bu rahatlık içinde ruhunu Azrail (a.s.)'a teslim ettiğini düşünür. Sonra insanların cesedini yıkadığını, kefenlediklerini, namazını kıldıklarını ve kendisine dua ettiklerini düşünür. Allah dilerse duaları kabul eder, dilerse etmez düşüncesiyle iyice içtenlikle Rabbine sığınır. Sonra tabutunun kabristana gittiğini ve insanların kendisini kabre bırakarak dostlarının üstüne toprak serptiklerini düşünür. Sonra dostları ayrılır ve sorgu melekleri gelir ."Suallerin cevabını ancak Allah'ın yardımı ve Sadatın himmetiyle cevaplandırmak mümkündür. Anlaşilan odur ki; dünya ve ahirette insani ancak ve ancak Allah sevgisi ve Sadatlann himmeti kurtarabilir. Onun için insan kalbini sadata çevirmelidir.
8- MÜRŞID RABITASI Bu rabıta sırasında üstadı gayet azametli ve heybetli olarak hayal etmek gerekir. Sofi şeyhin kendisini reddetme korkusu ve kabul etme ümidi ile medet iste-'yen bir kalble mürşidini rabıta eder. Kendisini mürşidinin huzurunda tasavvur eder. Mürşidin şeklini (ru-haniyetini) hayalen gözönüne getirir. Hayalinde canlandırdığı mürşidinin iki kaşı arasında çıkan çok beyaz ve şeffaf süt gibi bir nurun ve feyzin kalbine veya ağzına aktığını sonra genişleyerek, o nurun ve feyzin bütün vücudunu kapladığını düşünür. Letaiflerine mürşidinden nisbet getirmeye çalışır. Bu şekilde on-onbeş dakika bekler. Kafi miktarda oturduğuna kanaat getirip kalkacağı sırada, adabı yaparken yapmış olabileceği hata ve noksanları için 25 estağfirullah söyler, sünnet üzere yatar.
SEKİZ ŞARTIN EDEPLERİ
* Tarikat alan bir kimse sekiz şarti yapmamiş ise, yapmasi için zorlanmaz.
* Şartlar yatsi ile sabah namazi arasinda yapilmalidir. Çok zaruret varsa gündüz de yapilabilir. Bu gece yapmaya hiç imkani olmayanlar içindir.
* Şartlar, tevbe alindigi günün gecesi yapilmalidir veya ilk firsat buldugu gece yapmalidir.
* Şartlari yapan kimsenin gusülden sonra güneş dogana kadar konuşmasi, yemesi yasaktir. Oruç tutanlar sahur yemegi yiyebilir. Unutarak konuşulur ve yenilirse bir şey lazim gelmez. Namaz kilabilirler.
* Şartlar yapilirken bilerek bir kusur, noksanlik yapilmişsa ikinci bir defa şartlari yapmalidir.
* Şartlari yaparken Fatiha'yi bilmeyenlere gerek namaz esnasinda gerek Sadatlara hediye edilecegi zaman yaninda oturan kimse yüksek sesle Fatiha'yi okur o da tekrar eder böylece vazifesini yapar.
* Şartlan yaparken gusülden sonra abdesti bozulsa, guslü tekrarlamaz yalniz abdestini yeniden alir. Kaldigi yerden devam eder.
* Şartlari yapanlardan bilmeyenlere hatme, rabita talimati verilir. Sadatlarin isimlerini ezberleyenlere vird talimati da verilir. Istemeyenler talimat için zorlanmaz.
* Şartlan yapanlann bir miktar yatip uyumaya çalişmasi lazimdir. Hiç uyumayanlarda en az 15 dakika yatar kalkar. Uyumak insanin elinde olmadigi için bir şey olmaz.
* Şartlari yaparken uyuyakalip tamamlayamayanlar yeniden yapmalidirlar.
* Şartlari yapacak kimse o gece şartlara başlamadan önce nafile ibadet yapabilir. Şartlar arasinda nafile ibadet yapmaz. Şartlan tamamlayip belli bir miktar uyuduktan sonra yapabilir. Ama o gece nafile ibadet yapmamasi daha uygundur.
* Sadece kör olan kimseye talimat verilir, şartlar tam istenir.
* Tarikat tazeleyen usta sofiler en kısa zamanda şartları yapmalıdır. Aksi takdirde zararlıdır.
* Hiç yerinden kımıldamayacak kadar hasta olan kişi sekiz şartı yattığı yerden yapar. Abdest gusül yerine teyemmüm yapar su kullanmaz. Diğer maddeleride yattığı yerden yapar. Namazı ima ile kılar.
* Sekiz şart yapmiş kadinin emzirdigi çocugu varsa mümkünse biberonla süt verir olmazsa emzirir.
RABITA
Rabıta kalbin mürşide bağlanmasıdır.
* Rabıta "Sadık" larla beraber bulunmak demektir.
* Rabıta Sadatlara kadar uzanan, onlara bağlayan manevi bir bağdır. Nasıl ki zahiren huzurlarına vanlıyorsa rabıta ile de onların huzuruna varılır.
* Fayda ancak manevi tasarruf ve rabıta huzuru ile olabilir.
RABITANIN ÇEŞITLERI
a) Mürşidinden uzakta iken:
* Gözler yumulur
* 25 Estağfirullah denir, sofi kendisini mürşidinin huzurunda tasavvur eder. Mürşidinin suret ve hayalini (ruhaniyetini) gözünün önüne getirir. Sofi kendi iki kaşı arasında bir gözü varmış da oradan mürşidini görüyormuş gibi bir nurun ve feyzin kalbine veya ağzına aktığını, daha sonra genişleyerek bütün vücudunu o nurun ve feyzin kapladığını düşünecek, devamlı olarak mürşidinden bütün letaiflere nisbet getirmeye çalışacaktır. Kafi miktar oturduğuna kanaat getirince 25 Estağfirullah der kalkar. Gözlerini açar. b) Mürşidinin Huzurunda Rabita Gözler yumulur 25 Estağfirullah denir. Sofi mürşidinin huzurunda kalbini Allah (c.c.)'ın nisbetinden fakir görüp, mürşidini ise Allah (c.c.)'ın feyzi ve nisbeti bakımından çok zengin görecektir. Bu ilmi yakine kavuşan sofi kalbini mürşidinin önüne açarak devamlı olarak mürşidindeki feyze talip olacaktır. Sonra 25 Estağfirullah der gözünü açar.
RABITA EDEPLERİ
* Rabıta abdestli olarak yapılır.
* Rabıta anında abdest bozulursa rabıta terkedilir. Rabıta vakti çıkmamışsa tekrar abdest alıp rabıtaya oturulabilir.
* Rabıta en az 5 dakika olmalıdır. Beş dakikadan sonra ne kadar devam edilirse o kadar menfaatli olur. Otuz, altmış dakika uzatılabilir.
* Rabıta tamamen terkedilmemelidir. Az da olsa yapılmalıdır. .
* Diğer manevi rabıtalar akşam ders rabıtasından başkadır.
* Ders rabıtası akşamla yatsı namazları arasında yapılır. Fakat Ramazan ayında öğle ile ikindi namazları arasında yapılır.
* Ders rabıtasını vaktinde yapamayanlar başka vakit yapamaz.
* Rabıtanın kazası olmaz.
* Seyahatte rabıta terkedilebilir, yapılması efdaldir.
* Seyahatte taşit içerisinde (uçak-taksi-otobüste) ders rabitasi yapilabilir.
* Mürşidini hiç görmemiş olanlara rabita talimati için mürşidinin resmi gösterilebilir.
* Tarikat alıp sekiz şartı yapanlar rabıta talimatı alıp Öyle rabıta yapmalıdırlar. Rabıtayı erkek ve kadınlar hepsi Seyyid Abdulba-ki (k.s.) hazretlerine yaparlar. (Bayanlar S. Abdülbaki Hz.lerinin yüzü yerine nur veya ayın parlaklığı gibi perdeli bir durumda rabıta yaparlar) Herhangi bir mazareti olanlar, konuşmaksizm gözü açik olarak rabita yapabilir. Acil işi olanlar (seyahat, nöbet mesai gibi) 25 estagfirullah çeker, gözleri açik olarak yaparlar. Yalniz bu sirada konuşmamalidirlar.
VİRD VE VİRDİN ADABI
Evrad-ı Nakşibendiyenin tümü, en büyük zarara sebep olan nefsi yoketmek (sindirmek) içindir. Virdde her Fatiha hediye edildiğinde sadatın ervahı orada hazır olur. Sadatın ervahı ile beraber Peygamber (s.a.v.) ve Al ve Ashabının da ervahı hazır bulunur. Dolayısıyle sofi onlar tarafından tanınmış olur. Tanınınca da dar zamanlarında yardımına yetişirler, sevgileri kazanılmış olur, hatmede de böyle olur. Sofi günde iki defa bir hatmede bir de "vird" çekerken sadatın ruhaniyetini hazır edip nazarı altına girmelidir. Günde bir veya iki defa Sadatın nazarı altına giren kimse için korku olmaz. Sadâtı Nakşibendi onu bırakmaz. Peygamber (s.a.v,) onu yalnız bırakmaz.
VİRDİN ÇEŞİTLERİ
1-KÜÇÜK VİRD
Sadâtı Kiramın isimlerini ezberleyemeyenlere verilir.
a) İhlası Şerife
b) Subhanallahı Velhamdülillahi ve Lailahe illal-lahu Vallahu Ekber, Vela havle vela Kuvvete illa Bil-lahil aliyyil Azim.
c) Salavatı Şerife Başlangiçta zikirlerin herbirinden 70 şer adet verilir. Istendikçe her defa 20 şer 20 şer arttirilir. Her birisinden 700-1000'e kadar çikilabilir.
*Çekimi vird adabına uygun olarak kıbleye doğru abdestli oturulur. nır. -Başlagiç ve sonunda 25'er Estagfirullah söyle-
1- Bu virdin tesbihatı dil iledir. - Başa örtü almak gerekmez.
2- Lafza-i Celal Virdi: Abdestli olarak kıbleye dönülür. Başa bir örtü alınır. Adap üzere oturulur. Sonra şöyle tefekkür edilir. " Yarabbi ben günahkarım. Bunun için senin zikrini yapmaya layık değilim. Sonra gözler yumulur. Hafif bir sesle
1. 25 estağfirullah denir.
2. 8 fatihayı şerif okuyup sekiz şart adabında yazılı olduğu yerlere hediye edilir.
3. 3-5 dakika mürşidine rabita yapilir.
4. 5000 defa "Allah (c.c.)" demek.
Rabıtadan sonra:
a) Ağız kapalı
b) Dil üst damağa yapıştırılmış bir şekilde
c) Kalbi olarak zikre başlanir. Zikir teşbihi kalb üzerinde sag elin baş ve orta parmaklan arasina alinir. Baş ve orta parmak uçlari bitiştirilip kalbin üstüne dokundurulur. Şehadet parmagi ile tesbih hareket ettirilir. Her yüzün (teşbihin bir devri) sonunda "ilahi ente maksudi ve rizake matlubi" (ilahi dilegim zatinin sevgisi, amacim rizana kavuşmaktir.) denir. 4. Sonunda veya teşbihten kalkilmak istendiginde 25 Estagfirullah denir ve şöyle tefekkür edilir. Ya Rabbi, senin zikrini yaptim ama gafletle yaptim. Sen kendi fazlin ve ihsaninla benden kabul buyur, der ve gözler açilir. Zikir için iki tesbih kullanır. Birisi piyasada satılan normal tesbih diğeri istenirse 50'lik sayı tesbihidir.
VIRDDE RABITA ADABI

a) Mürid virdin başlangicinda mürşidini kendisine feyiz verici olarak düşünür.
b) İlk estağfîrullahtan sonra mürid kalbinin huşu ve huzuru için mürşidinden yardım talebi için rabıta yapar.
c) Her yüz de bir "ilahi ente maksudi ve rizake matlubi" den sonra davasında sadık olabilmesi için mürşidinden yardım isteyecektir.
d) Son estağfinıllahtan sonra ise virdinin kabul olması için mürşidinden yine yardım isteyecektir.
VİRDİN ADABI

* Abdestli olarak kıbleye dönülerek yapılır.
* Vird esnasında abdest bozulursa vird terkedilir. İstenirse abdest tazelenip tekrar oturulur veya başka bir vakte tehir edilir.
* Yapılmayan günün virdi kaza olmaz. Vird çekmek için en efdal vakit sabah namazı sonrasıdır. Veya farz namazları müteakiben yapılandır. Akşam ile yatsi arasi rabita vakti oldugu için vird çekilmez ama rabitadan sonra kalan vakitte çekilebilir. Vird için kerahat vakti yoktur. Güneş dogup batarken ve ortada iken çekilebilir. Vird çekme süresi birgün içinde başladigi saattten ertesi günü ayni saate kadardir. Her şahis başlangiç zamanina kendisi karar verir. Ertesi gün ayni saate kadar istedigi zaman çekilir. Vird istenirse verilir, zorla verilmez. Adapsızlıktır. Vird mürşide danişilarak 21000'e kadar vekiller-; den artirilabilir. Alınan vird vekilce indirilebilir veya zaruret varsa terkettirilebilir. Vird gizli, kalbi çekilir. Açıktan sesli çekilmez.
* Her yüz de bir "ilahi ente maksudi ve rızake matlubi" derken dil yerinden oynar ve hafif bir sesle söylenir.
* Vird tesbihi tek tek ve süratli çekilmelidir. Kasden üç-beş teşbih atlayarak çekilmez.
* Vird artırmak isteyenler mürşidine veya vekile müracaatta bulunmalıdır.
* Şehadet parmagi olmayanlar veya sag eli olmayanlar sol elle vird çekebilirler.
* Ayaklan uzatarak vird çekilmez. Zaruret varsa olabilir.
* Vird esnasında herhangi bir tecelliyat olursa vird terkedilmez.
* Şeyh huzurunda hizmet edilirken, dergahtaki hizmette vird terk edilebilir. Mümkünse boş zamanlarda çekilebilir.
* Seferde imkan olursa vird çekilir yoksa terkedilir.
* Kamu görevlisiyken vird-rabıta-hatme terkedilebilir, imkan olursa yapılır. Acil işler olsa dahi, derse oturup fatihalari okuyup bir kaç yüz veya bin vird çekmesi hiç yapilmamasindan iyidir. Vird bir kaç bölüme ayrılabilir. İlk bölümde Fatihalar okunur sonraki bölümlerde okunmaz. Diğer bölümlere başlarken ve biterken 25 Estağfirullah ile rabıta yapılır. Vird çekerken sayı teşbihinin nerede kaldığını unutan kimse aklına gelen en az sayıdan başlar. Tarikat tazeleyenlerin vird talimatlarını yeniden almalarına lüzum yoktur. Unutmuş ise alabilirler. Virde oturuş adabi, sag kalçayi yere koyarak, aksi teverrük oturuşu ve bagdaş kurarak oturuşdur. Dizleri rahatsız olanlar vird esnasında oturuş şekillerini değiştirebilirler. Vird esnasında zaruretsiz bir yere dayanmak adapsızlıktır. Vird somya-sedir gibi yüksek şeylerin üzerinde yapilmamalidir. Saglik tehlikesi varsa yapilabilir.
* Vird esnasında üstüne örtü almak adabtandır. Lakin örtü olacak bir şey bulunmaz veya sıcaklık fazla olursa Örtü alınmayabilir. Fakat duvara yakın oturup duvarla kendi arasından bir insan geçemeyecek kadar mesafe kalmalıdır.
* Letaif virdi şeyh hazretlerinden istenir.
* Letaif talimatı Şeyh hazretlerinin (k.s.) emri ile verilir.
* Bir sofi virdini zaman zaman terk etse veya hep terk etse, hiç virdi yoksa bile o yine sofidir. Tarikattan düşmez.
LETAİF VİRDİ
Letaif Virdi; iyi kulak veriniz! Her cesedde bir kalb vardır, o kalbde bir gönül vardır. O gönülde bir sır vardır, o sır da bir hafi vardır O hafi'de bir Ahfa vardır, işte Ben bu Ahfadayım. (Hadisi Kudsi) Letaifler insan vücudunda yer alırlar. Alemi Emirdendirler. Bunlar görülmezler, hissedilmezler. Yerleri Allah (c.c.)'uı arşının üstündedir. İnsan nefsinin arzularına uyunca letaifler hakiki vazifelerini unuturlar. Letaifler ancak Lafz-ı Celal çekildikten sonra hakiki görevlerine dönebilirler.
LETAİFLER VE İNSANDAKİ YERLERİ:
KALB:
Yeri sol memenin dört parmak altındadır. Huzur ve tecelliyatla görevlidir. Nuru sarıdır.
RUH:
Yeri sağ memenin dört parmak altındadır. Allah (c.c.)'ın muhabbeti ve cezbeyle görevlidir. Nuru kırmızı renktir. SIR: Yeri sol memenin iki parmak üstüdür. Vahdeti taleple görevlidir. Nuru beyaz renktir.
HAFİ:
Yeri sağ memenin iki parmak üstüdür. İstiğrak olmakla görevlidir. Nuru siyah rengindedir.
AHFA:
Yeri göğüs kafesinin üst ucundaki boyun çukurunun iki parmak altındadır. İzmihlalle görevlidir. Nuru yeşildir.
NEFS:
Yeri iki kaşin ortasidir. Nuru mavi renktir.
LETAİF VİRDİ ÇEKİMİ

1- Lafza-i CelaTin kalb üzerinde çekilmesi gibi her bir latife üzerinde de Lafza-i Celal çekilir.
2- Fatihaların hediyesi ve istimdat talepleri Lafza-i Celal virdinin aynısıdır.
3- Letaif virdi 21.000'den başlar. Bu rakam 6 latifeye bölünüp her birisi için çekilecek rakam bulunur. Her latifede 1000'er çekilir. Herbir turda 6000 çekilmiş olur. 25000 çekecek olan 4 turda 24000 bin çeker geriye kalan 1000"i de her letaife 100 çekerek tamamlar. Sonra kalan küsuru 400'ü her tarafa 33 çekerek bir turda 200, iki turda 400 olur tamamlanir. Letaif virdinde, letaiflere virdin taksimi önce 1000'er 1000'er taksim edilir. Kalan kurtarırsa 500'er 500'er taksim edilir. Kalan kurtarırsa 100'er 100'er taksim edilir. Kalan olursa 33'er 33'er taksim edilir. Önce 1000'likler, sonra varsa 500'lükler, sonra 100'lükler, sonra 33'lükler çekilir. 1. Örnek: 29 bin virdin taksimi Binlikler x 6 = 6.000 6000 x 4 tur = 24000 Kalan 29000-24000= 5000 500 x 6 = 3000 Kalan 5000 - 3000 = 2000 100x6 = 6001. tur 600x3 tur =1800 Kalan 2000- 1800 = 200 33 x 6 = 198 yani 200 tamamlanır. 24000 + 3000+1800+200 1000 lik, 5000 lik, 100 lük, 33 lük toplam = 29000 4- Letaif virdi sırasiyle önce kalb, sonra ruh, sonra sır, sonra hafi, sonra ahfa, sonra nefs üzerinde çekilir.
HATME-I HACEGAN
Sadat-ı Nakşibendi yanında hatme çok kıymetlidir. Hatmesiz kalınmamalıdır. İnsan Nakşibendi olduktan sonla nerede bir hatme yapılırsa hissesi içindedir. Bir defa hatme bir de vird çekerken sadatm ruha-niyetinin nazarı altına girmelidir. Tarikate girip de mazeretsiz olarak evde oturup da hatmeye girmeyen kimseyi ne Peygamber (s.a.v.) ne Sadat-ı Kiram tanır. Camiden ve hatmeden uzak kalmayınız.
BÜYÜK VE KÜÇÜK HATME:
Hatme cemaatin durumuna göre büyük veya küçük olarak yapılır. Cemaatte "Elamneşrahleke" süresini ezbere bilen 11 kişi varsa büyük hatme yapmak caiz olur. Yapılmazsa bid'at olur.
HATMEDE RABITA ADABI
1- Hatme esnasında kalbin huşu ve huzurlu olması için sofi mürşidine kısa istimdadi bir rabıta yapmalıdır. 2- Hatme duasında isimleri okunan sadatlar hat-mede oturanların hediyelerini mürşid hazretlerine teslim ederler. Bunun içindir ki gözler açılmadan evvel sofiler hediyelerden mahrum edilmemeleri için mürşidinden yardım isteyecektir.
HATMENİN ADABLARI:
* Sofi bir günde iki hatmeye katılamaz. İki hatme idare edemez.
* Diğer Nakşibendi tarikatında olanlar bizim hatmemize katılabilir. Bizde onların hatmesine katılabiliriz. Katılman hatme sesli (cehri) olmamalıdır.
* Diğer bir Nakşibendi tarikatında hatmeye katılan bir kimse aynı gün kendi tarikatımızın hatmesine katılamaz. Çok büyük adabsızlıktır.
* Abdestsiz hatmeye oturulmaz.
* Abdest bozulduğu takdirde hatme terkedilir. Abdest alınınca hatme duası başlamadan evvel tekrar oturulabilir.
* Hatme idarecisinin abdesti bozulduğu takdirde hatmeye devam etmez. Hatme yaptırmasını bilen bir başkası devam eder. Abdestini tazeleyip hatme duasından önce yetişebilirse isterse tekrar hatmeyi idare eder veya sükut edip hatmeyi dinler.
* Tarikat tazeleyen sofiler' sekiz şarti yapmasalarda hatmeye katilabilirler.
* Hatme; taş, teşbih taneleri veya benzeri sert bir cisimle yapilir. Teşbihin ipligi koparilip taneleri serbest kalinca ancak teşbihle yapilir.
* Hatme duası okunmaya başlanmamışsa hatmeye katılınabilir. Dua başlamışsa artık hatmeye katılınmaz.
* Hatme başlangicindan sonuna kadar gözler kapalidir. Açilmasi kesinlikle yasaktir. Ikaz edildigi halde gözlerini açan olursa taş dagitici onu hatme yerinden dişari çikarir.
* Hatmeye küçük çocuk katılamaz.
* Yeni tarikate girip şartlari yapmayanlar katilamaz. Şartlan yapip hatme talimati almamiş olanda katilamaz.
* Hatme yaptıran hatmede sırtını kıbleye dönüp oturmalıdır.
* Hatmede iken acil bir ihtiyacı çıkan hatmeden çıkabilir.
* Hatme duası okunurken Resulullah (s.a.v.) Sahabe ve Sadatın isimleri zikredilirken onlarla ilgili salat ve tazim cümlelerini hafif dille söylemelidir.
* Hatmeye başlandiktan sonra ve duadan evvel giren kimse hatme halkasinin arasina veya ortaya oturur. Gözlerini kapatarak 25 Estagfirullah söyler. Bu durumda önceden kendisine taş verilmedigi için hiç bir şey okumaz. Rabitada kalir.
* Hatme için kerahat vakti yoktur.
* Bir yerde hatme yaptıracak kimseye ihtiyaç olursa vekil bunu seçebilir.
* Açık arazide hatme yapılmaz. Ancak kimsenin göremiyeceği tenha bir yerde yapılabilir. Etrafı örtü ile çevrilmesi mümkün ise yapılmalıdır.
* Hatmede ikindiden sonra "Amme", yatsıdan sonra "Mülk (Tebareke)" okunur. Bilinmeyen süre yerine başka kısa bir süre okunur.
* Hatme tek başina da (küçük hatme) yapilabilir. Tabiki bütün tesbihati tam olarak yapacaktir.
* Tek kişi hatme yaparken ipi kopanlmamiş saglam teşbihle yapmaz. Ipini koparip yapar. Çok zaruret olursa bagli teşbihle de yapabilir.
* Hatme yaptıran duayı ezbere bilmiyorsa gözünü açıp kitapdan okuyabilir. Okumaya başlamadan evvel ve sonra ise gözler kapalı olmalıdır. En kısa zamanda dua ezberlenmelîdir.
* Küçük hatmede ilk ve son fatihaları okuyacak olan hatme başlamadan önce tesbit edilirler.
* Küçük hatmede hatme duası başlarken, hatmeyi yaptıran elindeki taşlan önündeki kaba bırakır ve sağındakine verir. Oda yine sağındakine verir, böyle sıra ile taşlar toplanır.
* îki kişi hatme yaparken önce imam 4 diger şahis 3 Fatiha okur. ikinci Fatihada imam 3 digeri 4 Fatiha okur.
* Üç kişi hatme yaparsa imam 3 digerleri 2 şer Fatiha okur (önceki Fatihada) sonraki Fatihada imamin solunda oturan 3 digerleri 2 şer okur.
* Küçük hatmede Fatiha taksimi başlangici önce imamdan, 2. turda ise imamin solundaki şahistan başlayarak yapilir.
* Hatme yapanlar yediden fazla ise ikinci Fatihalarda imam okumaz.
* Büyük hatmede taş dagiticisi bulunmasi adaptandir.
* Büyük hatmede taş dagitici taşlari sagdan itibaren başlayarak dagitir. Ihlasi şerif taşlarini ise soldan başlayarak dagitir. Hatme duasi başlayacagi zaman taş dagitici taşlan sagdan başlayarak toplar.
* Büyük hatmede on adet işaret taşi kullanmak adaptandir. Kullanmamak adapsizliktir.
* İkindi ve yatsı hatmelerine katılamayan kendi başına veya evinde yapabilir.
* Sofi kendisine nikahı düşmeyen kadınlarla hatme yapabilir.
* Açık (sesli) zikir yapan tarikat mensupları sekiz şartı yapmadan büyük ve küçük hatmeye giremezler.
* Kardeş hanimi, baldiz gibi kimselerle hatme yapilamaz.
* Hatmedeki manevi görüntüler imkan olursa Şeyh hazretlerine anlatilabilir.
* Hatmede arkaya, sağa, sola veya herhangi bir şeye dayanmak, yaslanmak adapsızhktır.
* Hatmede halka şeklinde dizler birbirine bitişik adap üzerine oturulur. Mazereti olanlar serbesttir.
* Taşlarin dagitimi tek sayida olarak üç-beş-yedi yapilir. Mazereti olanlara az taş verilebilir (çocuk, hasta gibi).
* Taş dagitan, 25 Estagfirullah deyip gözler kapatilinca taş dagitma vakti gelince yerinden kalkar vazife bittiginde gelip yerine oturur. Böyle yaparken herhangi bir şey okumaz. Çünkü görev yapmaktadir.
* Hatme esnasında kendisine taş verilen kişinin ab-desti bozulursa elindeki taşlan yanındaki kişilerebırakarak dışarı çıkar. Hatme duası okunmadan geri gelirse uygun bir yere oturur. Hatmeyi tamamlar.
* Hatme duasını yaparken sadatların manevi unvanlarının bazı kısımlarını unutan kimse, o sadatın ismini zikredip geçebilir. Diğer sadatın duasını okur.
* Hatme yapılan yerde uyuyan kimse çocuk olursa zarurete binaen hatme yapılır.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Seyda Hazretlerinin Itikat Ile Ilgili Görüşleri

Seyda Hazretlerinin Itikat Ile Ilgili Görüşleri

Seyda hazretleri itikadın tam olarak yer leşmesi, muhafazası vç kâmil hale ulaşmasi üzerinde hassasiyetle dururdu. Özel veya genel sohbetlerinde iman nimetinin büyüklügü ve kiymetinin anlaşilmasini anlatarak şöyle buyururlardi:

"İnsan biraz düşünecek olsa, iman nimetinden daha büyük bir nimetin olmadigini hemen anlar. Zira iman, insanin ebedi cehennem azabindan kurtulmasina vesiledir. Iman öyle bir nimettir ki batidan doguya kadar bütün dünya malindan, hükümdarligindan, saltanatindan daha faydali ve makbul, paha biçilmez nadide bir incidir. Alemlerin Rabbi insana bu nimeti nasip ve ihsan ettiginden dolayi hassasiyetle muhafaza edilmeli, elden çikmamasi için azami gayret gösterilmelidir. Zira imanla şereflenmeyen kimse Allah korusun küfür üzerine son nefesini verir. Böyle kişiye ne peygamberin ne de evliyanin şefaati fayda verir. Öyle ise, insan akilsiz degilse imanina en ufak bir leke getirmemeli, onda herhangi bir noksanligin meydana gelmemesine dikkat etmeli, aşkla ve şevkle korumalidir. Salih amele devamla birlikte günahlardan ve Allah'in emirlerine karşi gelmekten kaçinmakla imanini takviye etmelidir. Zira insan imanini istikamet üzere kurnaya, kâmil hale getirmeye ancak taât ve ibadetle ulaşabilir. Allahu Teala da bize (Amele devam-edin, ta ki sizde hakikat meydana gelip itikadiniz kemale ersin) buyurmaktadir. Allah dostlari fenâfillah makamina itikatlarinin tam, imanlarinin kamil olmasi sebebiyle varmişlardir."

İmanın kıymetini bu şekilde anlattıktan sonra tehlikeleri hususunda uyarılarda bulunarak dikkat edilmesi gereken noktalar üzerinde dururdu:

"İnsan için her an tehlike mevcuttur. Bu tehlike alim de olsa, maneviyat ve makam sahibi de olsa, hatta Gavs, Kutbul arifin veya Abdallardan da olsa herkes için geçerlidir. Öyle ise insan hiçbir şeyine güven-memeli, ne sofiliğine, ne de şeyhliğine güvenmeli ve son nefesine kadar, acaba imanımı kurtarabilir miyim, onu tehlikeden koruyabilir miyim? diye endişe duymalıdır."

Seyda hazretleri iman nimetini, büyüklüğünü ve tehlikelerini böylece vurgulamış, tekrar tekrar bahsetmiş ve itikad konusunda bağımsız bir kitap olan Kita-bul Akaid'de itikatla ilgili görüşlerini bağlıları ve ümmeti Muhammed için teker teker sıralamıştır. Bu görüşlerin çoğu herkes tarafından bilinen klasik bilgiler olmakla birlikte azımsanmayacak Ölçüde orjinal düşünceler de ihtiva etmektedir. Mübareğin beyan buyurduğu sözlerini yorumsuz ve yalın olarak aktarıyoruz:

Din akide üzerine kurulmuştur. Akide olmayinca imanda olmaz

İnsanı cehennemden koruyacak tek şey, iman ve itikattır.

Müslümanlık ismi almakla hiç kimse islam olmaz. Rabbül alemin insanın itikadına bakar.

Rabbül alemin iman ve itikadı nasip etmekle insanları kafirlikten kurtarıp islam ve imanla şereflendirmiştir.

Ameli salih ve Allah rızası, Allah'ın emirlerine olan itikatla sabitleşir.

Allah'ın emirlerine muhalefet etmenin müsebbibi, iman ve itikadın kalplerde tam yer etmemesindendir.

Ehlullah olan zatlar tam bir itikat üzeredirler. Kur'an'a ve Kur'an’ın içindeki emirlerin cümlesine itikat ederler.

Fenafillaha ulaşan evliyalar, itikatlarinin tam olmasi sebebiyle, bu yüksek makamlara ulaşmişlar ve nihayet ermişlerdir.

Rabbül alemin bizleri İslam olarak halk etmiş ve islami akideyi nasip etmiştir. O halde hareketlerimiz de bu Akideye göre olmalıdır. İnsan iman ve itikadı olmayan kimselerin sözlerine iltifat etmemeli, onların bozuk itikatları sebebiyle onlara uyup delalete düşmemelidir.

Kelam ilmini öğrenmek caizdir. Günümüzde ise kelam ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir.

Eşya ve manalarin hakikati vardir. Hayal de vardir.

Eşyayi yaratan, eşyaya şekil ve suret veren Rabbül Alemin 'dir.

Duyular, haberler ve istidlal, bilgi edinme yollandır.

Bilgi malûm olanın olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu yaratılmışların ilmidir. Allah'ın ilmi ise, birşeyin aslının ne olduğunu, ne olacağım kuşatması ve haberdar olmasıdır.

Dillerin aslı Rabbül Alemin'in yaratması ve gözetmesiyledir. İnsanların kullanmasıyla son şekillerini almışlardır. Dil olmazsa insanların anlaşmaları ve birbirleriyle konuşmaları mümkün olmaz.

Eşyalar, maddeler, hava, madunu, mekan, hareket ve sükun; araz, cevher ve cisimler alemden-. dir. Alem. ise Allah'dan başka var olan bütün varlıkların adıdır. Alem içinde bulunan her şeyi de Allahü Teala yaratmıştır.

Alem yaratılmıştır. Alemi yoktan var eden Rabbül Alemindir. Allah'ın her şeyi yaratmaya gücü yeter. Ancak kendisi gibi bir Allah yaratması muhaldir.

Misak vardır, Hakdır. Rabbül Alemin Hz. Adem (a.s.)'rn zürriyetinden misak almıştır. Rabbül Alemin ruhları yarattığında "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim?" diye sorduğu zaman ervahlar dört kısma ayrılmışlardır. Birinci kısım: "Evet" diyenlerdir. Bu kısımda olanlar evet demelerinden pişman olmayıp, imanlarında istikrar göstermişlerdir. Bunlar önce ve Ölünceye kadar iman üzeredirler. İkinci kısım: "Hayır" diyenlerdir ki, bunlar hayır demelerinden pişman olmayıp inançlarında devam etmişlerdir. Bunlarda evvelinde ve ahirinde küfür üzeredirler. Üçüncü kısım: Önce "Evet" deyip sonra niçin biz evet dedik, keşke demeseydik diye pişman olarak "Hayır" demişlerdir. Bunların öncesi islam iken sonunda küfür üzeredirler yani helak olmuşlardır. Dördürcü kısım İse: Önce "Hayır" deyip, sonra niçin biz hayır dedik keşke demeseydik diye pişman olarak "Evet" demişlerdir. Bunlarında öncesi küfür iken sonunda iman üzeredirler yani kurtuluşa ermişlerdir.

Allah'a verilen ezeli sözü bozmamak lazımdır. Her kim ezeli imanından pişman olup döner ve küfrederse fıtri olan imanını değiştirmiş ve her kimde pişman olmayıp imanını açığa vurursa imanında sebat etmiş olur.

Bütün bunlar islam fıtratı üzerine doğarlar. Rabbül Alemin İslam fıtratı üzerine halk ettiği kullarını muhakkak ki sevmişte böyle bir ihsana mazhar kılmıştır.

İman dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir. İman öyle büyük bir nimet, bir incidir ki, mağripten maşrike kadar bütün dünya malı onu satın almaya muktedir değildir.

Dilsiz ve küfre zorlanan kişinin imani sahihtir. Bir kişi zor altinda "Allah yoktur" diye dille söylese ve fakat kalbi itikadini bozmasa imanina bir zarar yoktur. Şayet dil ile söylemedigi takdirde ölümle karşilaşacaksa dil ile söylememesi caiz degildir. Zira o kişi söylememekle, kendi nefsinin katili olmuş olur,

İcmali olarak Allah'a ahiret gününe, kitaplara, meleklere, peygamberlerine, kadere, hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna inanmak vacibdir. Fakat tam iman, tafsili olmalıdır.

İslam'ın rükünlerine itikat etmiş bir mukallidin, imanı vardır ve sahihtir.

İman esasları değişmez, imanın şartlan aynıdır, artmaz ve eksilmez. Ancak amel olmazsa iman zayıflar. İmanı kamil ise ancak amel ile olur.

İman yakınlık itibariyle azalır ve çoğalır. Allah rızasını talep etmek insanda ne kadar çoksa, ta-at ve ibadeti ne kadar fazla ise imanı da o derece kamil olur, insan Rabbül Aleminin emrine muhalefet ettikçe imanı zayıflar ve azalır.

Yeis halindeki insanın imanı kabul değildir. Ölüm baygınlık ve uyku gibi hallerde insanın imanı gitmez, imanı vardır.

İman eden kimse ben hakikaten mü'minim demelidir. İmam-ı Şafi'nin: "Ben inşallah mü'minim, sözünde'belki insanın son nefesi kastediliyor. Ancak böyle bir kimsenin inşallah ben mü'minim demesi caizdir. Zira insan son nefeste imanlı gidip gitmemesi belli değildir.

İman yaratılmış değildir. İman insanın ebedi cehennem azabından kurtulmasına bir vesiledir.

Bütün müzminlerin zahirine bakarak iman sahipleri olduklarına hükmederiz. Zira din zahire hükmeder, batına hükmetmez.

İmanda itibar sonucadır. İnsan Ömrünün evveliyatı pek mühim değildir. Mühim olan nihayeti sekerat zamanıdır. Şayet ömrünün sonunda hüsnü hatime nasib olmazsa isterse kutup olsun ne faydası olur. Yine de güzel son muttakiler, yüzünü Allah'a çevirenler ve salih amel işleyenler içindir.

İman İslamdan, İslam imandan ayrılmaz. Fakat imanın erkanı başkadır. İslamm erkanı başkadır, iman itikat ve tasdiktir. İslam ise itaat ve boyun eğmedir.

Allah'ın zatını bilmede ve İslam'ın rükünlerini yerine getirmede mü'minler.eşittirler. Ancak efdaliyet ameldedir. Bir kişinin ameli çok olursa o da Şeyh Abdulkadir Geylani gibi olur.

Bütün farzlar, farz oldukları zaman yerine getirilmelidir. Zira bütün kazançlar Allah'ın rızasında, salih amelde toplanır. Ameldeki gaye Allah'ın emrine uymak, nefs ve şeytana muhalefettir.

Bir kimse amelini yaparken gösterirse artık o ameli Allah için yapmamış olur. Böyle olunca Neuzubillah şirk olur. Şirk ise küfürdür. Şeytanın amelini görmesi nihayet bütün amellerinin reddedilmesine sebep olmuştur.

Mürted müslüman olduktan sonra kafir olan kimsedir. Mürtedin işlemiş oldugu amellerin sevabi zayi olur, günahlari ise kalir. Zira sevaplari imana baglidir. Imani giderse sevaplarida imanla beraber silinip gider.

Mürted İslam'a davet edilir, gelmezse hemen öldürülür.

Din Rabbül Alemin*in emirleridir, her peygamberin Allah tarafından getirdikleri hükümler vardır. Peygamberin söylediği hükümler Rab-bül Aleminin emirleridir. Peygamberin emirlerine göre hareket eden kimseler için tehlike yoktur.

Allah'ın ahkamı ve hakikat aynı şeydir. Aralarında hiç bir fark yoktur. Her kim ben hakikat ehliyim diye iddia ettiği halde peygamberin hükümlerine uymazsa o kimse yalancıdır.

Tevhitte olan şüphelerin en kisa zamanda giderilmesi şarttir. Insan saglam olarak tevhit bilgilerine, akideye sahip olmalidir. Allah'in azameti, kudreti hususunda, insanin imani saglam olmalidir.

Bir kimsenin kalbine küfür gerektirecek bir düşünce gelirde söylemezse o kimsenin imani sa-hihdir. Zira o kimsenin kalbi elinde degildir. Fakat dili elindedir. Dili ile açiklar söylerse kafir olur.

Kıble ehlinden bir kimseye, küfür gerektirecek bir durumu yoksa kesinlikle kafir denmez. Zira bir müslüman diğer bir müslümana kafir derse kendisi kafir olur.

Allah'ı kendini tanıttığı şekilde tanırız. Allah'ı tanımak için başka delile ihtiyaç yoktur. Delilsiz olarak Allah'ı tanıyor O'nun Hak olduğunu biliyoruz.

Allah birdir, iki olması mümkün değildir. Şayet iki olmuş olsa kainatın düzeni bozulurdu. Farzı muhal iki olmuş olsa biri dese ki Adem ölsün diğeri dese ki: Yok Adem ölmesin, böyle olunca arzu edilen nizam kaim olmaz ve zıtlık teşekkül ederdi. O halde Allah tekdir, ortağı yoktur.

Allahu Teala ebedül ebeddir. Ezelidir. Allahu Teala (şey) adi ile anilir. Zira "şey" varliktir, var olandir.

Allah'ın sureti, şekli yoktur. Rabbül Alemin cevher ve araz değildir. O cisimsiz, cevhersiz var olan bir şeydir.

Allah vardır, diridir. Hayat sahibidir. Lakin onun için ruh söz konusu değildir.

Rabbül alemin için nefs denilmesi caizdir. Zira nefs var olandır.

Allah nur değildir, nuru yaratandır. Allah insanların düşündükleri gibi de değildir. Onların dediklerine de benzemez. O halde Allah'ın nur olduğunu söylemek caiz değildir.

O tatlan kokuları dokunulan şeyleri bilendir. Fakat koklama tatma ve dokunma onun için sıfat değildir.

Allah'ın kemal ifade eden sıfatları olduğu gibi el yüz göz sıfatlan da keyfiyetsiz olarak onun sıfatlarıdır. Bu sıfatlar insanların düşündüğü ve benzettiği gibi değildir.

Rabbül Alemin hiçbir varlığa benzemez. Varolan hiçbir nesne de Rabbül alemin'e benzemez. Rabbül alemin gibi yoktur. O sınırlı da değildir. Allah'ı sınırlandırılmış bir varlık kabul etmek küfürdür.

Rabbül Alemin hiç bir şeye ihtiyaç sahibi degildir. Rabbül alemin'in arşi-kürsü levh ve kalemi vardir.

Arş vardir. Mülk olmasi caiz degildir. O bir nurdur. Mahlukun onu idrak etmesi mümkün değildir.

Arş ve sema dua yerleridir. Dünyanin bereketlerinin esaslarida semadandir. Bunun içindirki Allah'a niyazda gözler, dua da eller yukariya dogru kaldirilir. Ayrica sana vahyin indigi yerdir. Dünya semasim da yildizlar kuşatmiştir.

Rabbül alemin kendim vasıfladığı şekilde bizde kendisini vasıflarız. Madem ki Rabbül Alemin kendini arşı istiva ve istila ile vasıflıyor biz de aynı şekilde onu vasıflarız.

Rabbül Alemin vasfeylediği şeylerde ne arzu ve ne murat etmiş ise, bizde ona iman ederiz.

Gelmek ve gitmek sonradan varolanların sıfatıdır. Mahlukatın sıfatıyla Rabbül Alemini vasıflandırmak caiz değildir. Fakat Allah'ın gelmesinden Allah'ın muradının ve dilemesinin açığa çıkması anlaşılır.

Allah mekandan münehzehtir. Ona nisbet edilen hiç bir yerde yoktur olamaz. Fakat O bütün vasıflarıyla her yerdedir. Süt içinde yağ gibi... Allah her tarafta zatıyla hazır, nazırdır. Onun sağı, solu, önü arkası yoktur.

Rabbül Aleminin misli yoktur. O kendine has sıfatlarla vasıflanmıştır. Bu sıfatlar Allah'ın ne ayrı nede gayrıdır. Onun sıfatları ebedi kadimdir. Bu sıfatların yaratılan mahlukatın sıfatlarına hiçbir şekilde benzemesi mümkün değildir.

Allahu Teala'nın zatı ile kaim selbi sıfatları vardır, ezeli ve ebedidir.

Allah'ın hayat sıfatı vardır. Zatı sıfatlarmdan-dır. Rabbül Alemin ezeli ve ebedi zatı ile kaim bir hayati vardır.

Allah'ın kuvvet ve kudret sıfatları vardır. Bu sıfatlar, Allah'ın zatıyla kaimdir, ezelidir, ebedidir. O herşeye gücü yetendir, her şeyi yapandır ve niçin yaptığı da sorulmayandır.

Allah'ın ilim sıfatı vardır ve zatıyla kaimdir. Mahlukatın her yaptığı şey onun ilmi dairesi içindedir. O gizli ve aşikar herşeyi bilendir.

Allah'ın kelam sıfatı vardır. Kelamı ile kadim olan Rabbül Alemin kelam sıfatıyla konuşandır. Onun kelamı yaratılmamıştır.

Kün "ol" emri Allah'ın ezeli kelamıdır.

Allah'ın semi ve basar sıfatlan vardır ve ezeldir. Mahlukatın gizli ve aşikar her yaptığı şeyi Rabbül Alemin işiten ve görendir. Onun sıfatlan kulların ki gibi vasıtalı değildir.

Allah'ın irade sıfatı vardır. İrade sıfatı ezeli sıfatlardandır. Allah'ın zatiyle kaimdir. Allah irade edicidir. Her şey onun dilemesi irade etmesiyle vücuda gelir.

Allah her şeye kadirdir. Ne istese yapar. Eşya ve fiillerin hepsi Allah'in irade ve meşiyetiyle-dir. Allah'in güzel amellerde muhabbeti vardir. Serde ise nza ve muhabbeti yoktur.

Allah kafirin küfrünü kötü kazancından dolayı dilemiş mü'minin imanını ise yine onun hayırlı güzel amellerinden dolayı murat etmiştir. Zira Allahu Teala insana cüzi irade vermiş insanı fiilinde muhtar kılmıştır. Bazı kimseler kendi yaratılışını bile inkar etmekte haşa bizleri Rabbül Alemin yaratmadı demektedirler. Böyle düşünen kimseler itikadı olmayan kafirlerdir. Bunları Rabbül Alemin küfür karanlığına terk etmiştir. Halbuki mü'minleri İslam olarak halk etmiş, mü'minlere İslam akidesini nasip ederek onları iman aydınlığına çıkarmıştır.

Azamet ve kibriya Allah'ın zatı sıfatlanndan-dır. İnsan azameti ilahiyeye bir baksın ve kendi durumunu mülahaza etsin. Rabbül Alemin büyüklük taslayanlardan asla hoşlanmaz. Büyüklük ve azamet ancak ona mahsustur.

Allah'ın hikmet sıfatı vardır. Allah'ın fiilleri hikmetsiz değildir. Ancak insanın fiilini hik-metsizlikle nitelemek caizdir. Rabbül Alemin boşu boşuna bir şey yaratmamış, bir işte yapmamıştır. Her şeyinde bir hikmet vardır. Bazısı bilinir bazısı bilinmeyebilir. İnsan bunu busede bilmesede mutlak manada o işin hikmeti vardır.

Tekvin ve mükevvin Allah'ın fiili sıfatlarmdandır. Fiili sıfatlan ise muhdestir. O halde tekvin ve mükevvin de muhdestir.

Allah'ın sıfatlarını Farsça söylemek caizdir. Fakat Allah'ın eli manasında "yedullah" tabirini başka bir dille zikretmek caiz değildir.

Allah sözünden dönmez. Sözlerinde bir yanlışlık, bir yanılma da olmaz. Rabbül Alemin müstehak olanlardan intikam alıcıdır. Onun intikam ve tehdidinden dönmesi bir lütufdur. Onun dediği hiç bir şeyde hilaf çıkmaz. Haşa Rabbül Alemin zalim değildir. Kimseye zulmetmez.

Ahirette Allah'ın 'görülmesi vardır haktır. Kim itikadı sağlam ve emirlere itaatli ise Rabbül Alemin kıyamet günü onu çağırır ve "Gel ey kulum,Peygamberimin amelini gör" der bununda fevkinde Rüyetullahı nasip ederek, Cemalullahı görme şerefi ile şereflendirir.

Bu dünyada hiç bir kimse kaş gözüyle Rabbül Alemini göremez. Allahu Teala kimseye nüzul etmez. Ancak evliyalar Allah'in nuri tecelliyatlarini görebilirler.

Kemiyet ve keyfiyet olmaksızın Allahu Teala rüyada görülebilir.

Kafirler için cennetten Allah'ı görmek mümkün değildir. Ancak onlara mahkemede hesapta gazap ve korkutma niyeti mümkün olabilir.

Allah'ın hakikatini kimse göremez. Hz. Peygamber (s.a.v.) miracda Allah'ı baş gözüyle değil kalb gözüyle görmüştür.

İsim ve müsemma bazen aynıdır. Bazen zatın gayrıdır. Bazen de ne aynıdır, ne de gayndır.

Allah'ın kemal ifade eden isimleri vardır. En güzel isimler Rabbül Alemine aittir.

Allah'ın melekleri vardır. Meleklere inanmak şarttır. Meleklerin yeri göklerdir, mamafih yeryüzünde olanlarda vardır. Meleklerin hem gökte hemde yeryüzünde vazifelen vardır. Onlar için uyku, yemek ve içmek yoktur. Gece ve gündüz bir lahza bir saniye bile Allah'ın zikrinden taat ve ibadetinden geri kalmazlar. Melekler nurdan yaratılmış Allah'ın kullarıdır.

Melekler günah işlemezler, onlar günahdan masumdurlar. Yaratildiklari andan ta kiyamete kadar devamli olarak Rabbül Alemine taat ve ibadetle meşgul olurlar.

Meleklerin erkeklik ve dişiligi yoktur. Melekleri bu vasifla vasiflamak caiz degildir.

Melekler çoktur. Kesin sayılarını bilmek mümkün değildir. Ancak onu Rabbül Alemin bilir.

Meleklerin Resulleri dört büyük melektir. Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azraildir. Cebrail vahiy meleğidir. Rabbül Alemin kendisi ile Habibi ve Peygamberleri arasında onu vasıta kılmıştır. Mikail rızk, yağmur gibi tabiat olaylarının tayini ile görevlidir. İsrafil sur meleğidir. Surla kıyametin ve Öldükten sonra bütün canlı varlıkların dirilecekleri zamanın geldiğini haber verecektir. Kaval şeklinde olan bu Suru İsrafil ağzına götürmüş üflemeye hazır olarak emir beklemektedir. Azrail ruh kabzeder canlıların ruhlarını alır. Emrinde de ölüm melekleri vardır. Rabbül Alemin Azraile bütün mahlukatların ruhlarım kabzettikten sonra meleklerinde canını almasını bildirecektir. Azrail emri yerine getirecek ve geriye birtek kendi kalacaktır. Rabbül Alemin onada "Öl" diye emredince Azrail'de hemen orada ölüverecektir. Baki olan ancak Rabbül Alemindir.

Hafaza melekleri vardır haktır. Her insanın omuzu üzerinde hafaza melekleri mevcuttur. Sağ omuzun üzerinde olan meleğin elinde defter ve kalemi devamlı olarak insanın yaptığı hayırları-hasenatları kaydederler. Sol omuzun üzerindeki melekler ise devamlı olarak insanın yapmış olduğunu günahları yazarlar. Bütün bu yazılan hayır ve günahlar kıyamet gününde ortaya dökülür. Allah'ın huzurunda açığa vurulur.

Meleklerin şefaati vardir. Melekler zikir meclisinde bulunurlar. Insanoglunun Allah'in rahmetinden ve meleklerin duasindan istifade etmesi için Allah'in anildigi zikredildigi yerlerde bulunmasi onlara devam etmesi icap eder. Allah'in anilmadigi yerlerden de uzaklaşmasi lazimdir ki meleklerin nefreti üzerine olmasin.

Meleklerin kıblesi arşdır. Meleklerin bazısı Kıyam'da bazısı Rüku'da ve bazısı da secdede olmak üzere arş'a yönelirler.

Allah mü'minlere cenneti vaad etmiştir. Meleklerde cennet ehline hizmet edeceklerdir. Onlarda cennetten Allah'i görürler.

İnsanların mü'min olanları her bakımdan meleklerden üstündür, şereflidir. Bu üstünlük Allah'ın belirtmesiyledir.

Yaratılanlardan en üstünü Resulullah (s.a.v.)'dir. Sonra diğer peygamberlerdir. Bütün peygamberler meleklerin Resullerinden üstündür. Sonra muttakiler sonra umum mü'minler ve sonrada meleklerin avamıdır.

Allah tarafından gönderilen bütün kitaplara iman şarttır. Rabbül Alemin emir ve nehiylerini kitaplar vasıtasıyla peygamberlerine bildirmiştir.

İlahi kitaplar vardır. Bütün bu ilahi kitapların kaç kitap olduğunu insanın bilmesi icap eder. Dört büyük kitap: Tevrat; Hz. Musa (a.s.)'a, Zebur; Hz. Davud (a.s.)'a, İncil Hz. İsa (a.s.)'a, Kur'an'da Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'ya gönderilmiştir. Ayrıca 10 sahife Hz. Adem (a.s.)'a, 50 sahife Şit, 30 sahife Hz. İdris, 10 sahifede Hz. İbrahim (a.s.)'a Allah tarafından indirilmiştir. Allah'ın emriyle her ilahi kitap peygamberlerin zamanında gelmiştir. Her kim bir ilahi kitap ve sahifeleri inkar ederse kafir olur. Her peygamberin zamanı ve hükümleri ayrıdır. Zebur, Tevrat ve İncil'in hükümleri indirildikleri Peygamberlerin zamanında geçerlidir. Şu anda onların hükümleri bizi ilgilendirmez.Çünkü Kur'an-ı Kerim Hz.

Peygamber (s.a.v.)'e indirildiğinde hükmen diğer kitapların hükümlerini nesh etmiştir. Bizi şu anda Kur'an'ın hükümleri ilgilendirir.

Kur'an Allah'ın kelamıdır. Allah kelamı ise sonradan olma, yaratılmış mahluk değildir. Allah'ın kelamı cisim, cevher ve araz değildir.

Kur'an'daki kıssalar Allah kelamıdır. Yaratılmış değildir. Muhteva itibariyle Kur'an üç kısma ayrılır. Birinci kısım vaazdır. İkinci kısımlar hükümlerdir. Üçüncü kısım ise Enbiya kıssalarıdır.

Kur'an'ın hepsi Allah kelamıdır. Kur'an yaratılmış da değildir. Fakat Hz. Musa (a.s.) Firavun gibi diğer yaratıkların sözleri ise yaratılmıştır.

Kur'an-ı Kerim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e indirilmiştir. Kur'an 23 senede tamamlanmıştır. 114 sure, 6666 ayetten müteşekkildir.

Kur'an-ı Kerim Hz. Osman zamanında kitap haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Hz. Osman'dan önce Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in bu hususta çalışmaları olmalarına rağmen Hz. Osman zamanına kadar kitap haline dönüştürülememiştir. Her kim Hz. Osman tarafından cem edilen Kur'an'ın bir ayetini inkar ederse kafir olur.

Geçmişte oldugu gibi gelecekte de Kur'an nazmi ve manasiyla mucizedir. Ins ve Cin bütün güçlerini toplasalar onun bir ayetinin benzerini bile meydana getiremezler.

Kur'an-ı Kerim'in tamamı zikir yönünden müsavidir. Zira o Rabbül Aleminin kelamıdır. Ancak bazı ayet-i kerimeler zikr olunma yönünden faziletçe farklı ve üstündür.

Rabbül Alemin Hz. Peygambere (s.a.v.) Kur'an-ı Arapça olarak indirmiştir. Hz. Peygamber zamanında o beldelerde Arapça lisan konuşulmaktaydı. Rabbül Alemin insanların daha çok menfaat görmeleri için Kur'an-ı Arapça indirmiştir. Kur'an-ı Kerim'in Arapça-dan başka bir dille okunması doğru değildir.

Müteşabih ayetleri tevil etmiyoruz, etmeyiz. Müteşabih ayetlerin manasini ancak Rabbül Alemin bilir. Başka kimsenin bilmesi mümkün degildir.

Allahu Teala peygamberleri göndermiştir. Peygamberlere inanmak vaciptir. Peygamberler Allah'in elçileridir. Allah onlari insanliga, mahlukata elçi olarak seçmiştir. Rabbül Alemin emirlerini Cebrail elçiligiyle peygamberlerine bildirmiş, teblig etmiştir. Peygamberlerde Allah'in varligini ve emirlerini insaniliga haber vermişlerdir.

Peygamberlerin, peygamberliği isbat olunmuştur. Peygamberlik davalarının doğruluğu için inanmayan kafirlere mucizat göstermişlerdir. Peygamberlerin mucize göstermeleri haktır. Mucizelerin halikı ise Rabbül Alemindir.

Peygamberlerin peygamber oluşlari vahyin gelmesine baglidir. Ne zaman vahiy gelmişse Al-lah'dan ne zaman emir gelmişse ancak o zaman peygamber olmuşlardir.

Peygamberlerde sıdk, emanet, ismet, fetanet, nezafet, tebliğ ve hıfz gibi peygamberlerin kendisine has sıfatların bulunması vacibtir. Peygamberler hakkında muhal olan sıfatlar ise sayılan sıfatların zıddı olan şeylerdir.

Peygamberlere iman ederken bir sayı tayin etmeden Allah'ın göndermiş olduğu bütün nebi ve resullere iman edilmelidir. Kur'an'da zikro-lunan peygamberleri bilmek icab eder. Ayrıca Hz. Üzeyr, Hz. Lokman ve Hz. Zülkarneyn de Kur'an da zikredilmektedir. Fakat bu üç zatın veli mi, nebi mi olduğu belli değildir.

Peygamberlerde bizim gibi beşerdir. Bir beşer için caiz olan yemek, içmek, nikah, hastalik, savaş ve ölüm gibi haller peygamberler içinde caizdir, geçerlidir.

Bütün Peygamberler, peygamberlik mertebesine sahip oldukları gibi, yine her peygamber velilik mertebesiylede vasıflanmıştır.

Kadından peygamber olmaz. Zira Peygamberin erkek olması icab eder. Geçmişte böyle bir şey görülmediği gibi gelecekte de böyle bir şeyin zuhur etmesi zaten mümkün değildir.

Peygamberler masumdurlar. Vahiyden öncede, sonrada küfür etmemişlerdir.

Günahsız kimse olmaz, Allah'ın nebileri hariç. Zira Peygamberlerin emre muhalefet etmesine asla müsade olunmaz. Şayet bir zelle husule gelirse mutlaka uyandırılırlar. Kendinde zelle meydana gelmiş olan Peygamberler dünyada iken cezalandırılmıştır. Zira Peygamberler kıyamette kesinlikle günahtan masumdurlar.

Peygamberlerin kıyamette şefaatları vardır, hakdır. Bütün Peygamberler Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e şefaat talebinde ve kendi ümmetleri içinde şefaat ricasında bulanacaktır. İmanı olmayan kimse, Peygamberlerin şefaatından istifade edemez.

Resullere, Nebi de denilir ama Nebilere Resul denmez. Resuller kendisine kitap verilip ümmeti olanlardır. Nebi ise kendisine sahife ve kitap gelmemiş ümmeti olmayanlardır. Bir Nebi kendinde, önceki Resulün hükümlerine tabi olup, onu ihya eder.

Resul ve Nebiler öldükten sonrada Resul ve Nebi olarak kalırlar vasıflarını kaybetmezler.

Allah katında şüphesiz bütün Peygamberler şereflidir. Onların şerefleri ve yücelikleri ahiret-tede devam eder. Fakat hükümleri dünyada kalır. Amelleride diğer insanlarda da olduğu gibi irtihalden sonra devam etmez.

Peygamberlerin en efdali Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dir. Sonra Ulu'1-Azm olan dört büyük Peygamberlerdir ki Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Nuh (a.s.), sonrada diğer peygamberlerdir.

Hz. Adem (a.s.) ilk insan ve ilk peygamberdir. Peygamberliği haktır.

Hz. Musa (a.s.) ses ve haif olmaksızın perdeli olarak Allah'ın kelamını işitmişttir.

Peygamberler Allah'dan gelen vahye göre hareket ederler. Ona göre hükmederler. Şayet gelmezse onlarin mutlak içtihadlari vardir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) Allahu Teala'mn Resulüdür. Hemde Habibidir, dostudur. Bütün kainat bir yerde o bir yerdedir. Dini bütün dinlerden üstün Ahkamı ise kıyamete kadar geçerlidir.

Muhammed (s.a.v.) Allah tarafından bütün insanlığa gönderilmiş hak peygamberdir. O sadece bir milletin, bir kavmin veya Arapların peygamberi değildir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün insanların peygamberi olduğu gibi bütün cinlerin de peygamberidir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) hiç bir peygamberin ümmeti değildir, olmamıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Miraç haberi haktır. Hz. Peygamber uyanık olduğu halde Kudüs'e gelmiş. Kudüs'ten de semaya Allah'ın istediği yere kadar hem ruh hem de bedeni ile çıkmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in cennetle müjdelediği Aşereyi Mübeşşere'nin cennete gireceklerine şehadet ederiz. Cennetlik olduklarına dair müjde alan Aşereyi Mübbeşşere yapmış oldukları taat ve ibadetle o makama ulaşmışlardır. Halbuki evveliyatında küfür üzere idiler. Ama hakikati görüp küfrü bıraktılar ve ondan sonrada o kadar çalıştılar ki Rabbül Alemin onlardan razı oldu. Onları bu dünyada iken cennetle müjdeledi.

Hz. Hatice, Hz. Şevde, Hz. Aişe, Hz. Hafza, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Habibe, Hz. Zeynep Binti Cahş, Hz. Zeynep Binti Huzeyme, Hz. Meymune, Hz. Cüveyriye, Hz. Safiyye Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hanimlaridir. Hz. Peygamberin hanimlari bizim annelerimizdir.

Hz. Peygamberin (s.a.v.) yedi evladı vardır. Üçü erkektir. Bunlar Abdullah, Kasım, ibrahim'dir. Dördü kızdır bunlar Hz. Patıma, Zeynep, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'dür.

Hz. Muhammed (s.a.v.) iman üzre ölmüştür. Hz. Peygamberimiz dünyada çok kalmadi. Altmişüç senelik az bir ömür sürdü. O ki yerde gökte ne varsa bütün kainat hepsi onun hürmetine yaratildi. O halde dünyanin tamami temelinden boştur.

Hz. Peygamberin şefaati haktir. Hz. Peygamberimiz o kadar büyük halk edilmiştir ki, onun şefaati olmasa kiyamet günü hiçbir Peygamber
bile cennete giremez.

Hz. Peygamberimiz şimdiki halde de peygamberdir. Onun risaleti ebedidir. Fakat getirdigi hükümler ebedi degildir. Ancak bu hükümler ümmeti için kiyamete kadar geçerlidir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) en son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Her kim iddia edip ben Peygamberim derse o bir yalancıdır o bir kafirdir.
Ahirete iman edilmelidir. Ahiret vardır. Diriliş haktır. Ahirette insanlar on kısım olacaklardır. Birinci kısım Enbiya, Evliya, Şuheda'dir. Diğer dokuz kısım ise arızalı olan günahkarlardır. Rabbiil Alemin insanları kabirden çıkaracak tekrar diriltecek ve evvelki haline getirecektir. İsrafil (a.s.) bütün mahlukatın ruhlarının içinde bulunduğu sura üfürecek ruhlar çıkıp dağılacak her ruh kendi cesedini bulup içine girecektir. O zaman uykuda ki bir insanın uyanması gibi insanlar dirilecektir.

Hayvanların hasrı haktır. Hayvanlar ölümle , kurtulurlar. Öldükten sonra onlar için azap yoktur. Onların gördükleri hep bu dünyadaki-lerdir. Ahirette onlar Allah'ın sorularına cevap verdikten sonra toprak olacaklardır.

Mizan haktır. Kıyamet gününde bununla Allah'ın istediği şekilde ameller tartılacaktır. Rabbül Alemin mizanı kurup Hz. Muhammed (s.a.v.)'i tahtına oturttuğu zaman günahkardan feryadı figan yükselir. Azgın at gibi tepinip meleklerin elinden kurtulmaya çalışırlar. O dehşetli manzarayı ve cehennem ateşini gören peygamberler bile yüzünü arşa çevrip ve "Ya Rabbi nefsi nefsi" diye feryad ederler.

Amel defterinin okunması haktır. Rabbül Alemin insanların yaptıklarını aynı zamanda hafaza meleklerine yazdırmakta kayıda geçirtmektedir. Bu yazılanlar kıyamette Rabbül Aleminin huzurunda okunacak kişi kendi defterinde ne varsa onu bilecek ve yaptıklarını inkar edemiyecektir.

Araf ehli olanlar vardır. Mizanda sevap ve günahları denk olanlar ve deliler araf ehlindendirler.

Sırat haktır. Sırat inişli yokuşlu bir köprüdür. Kıldan incedir. Cehennem bu köprünün altındadır. Herkes sırattan geçecektir. Kafirler cehenneme düşecek, mü'minler ise yıldırım gibi geçeceklerdir.

Hesap haktır. Rabbül Aleminin "onlardan hesap soracağım" sözü gerçektir. Mağripten maş-rika kadar bütün ins ve cin tekrar diriltilip hepsini mahşerde hesap için bir araya toplayacaktır. Müslümanlara hesap sorulacak ama, kafirler için mahşerde hesap yoktur. Onlar doğrudan doğruya cehenneme atılacaklardır. Kim ne yaparsa kendine yapmış olur. Hiç kimse başkasının hesabını vermez. İnsanın babası Gavs olsa bile.

Kıyamette hasımlaşmak vardır. Hasımlaşmak sevap almak ve vermek şeklinde olacaktır. Şayet sevabı yoksa onun yerine bir o kadar günah yüklenecek ve cehennem de kalacaktır. Rabbül Aleminin huzurunda ilahi mahkemede haklar sahiplerine iade edilmek suretiyle, eğrilik kalmayacak ve herşey dosdoğru olacaktır. Her hak, hak sahibine verilecektir.

Kıyamette azaların konuşması vardır. Kıyamet gününde herkes günahlarının muhasebesini kendi kendine yapar. Çünkü her uzuv kendi günahını dile getirir. Rabbül Alemin insanın ağzını mühürleyecek uzuvlar konuşacaktır. Eller ve ayaklar şahitlik ederek herşeyi itiraf edeceklerdir. O zaman insan yaptıklarını inkara mecal bulamıyacaktır.

Kevser haktır. Kevser havzu Allah'ın habibi Muhammed Mustafa (s.a.v.)'nındır. Rengi beyaz kokusu güzeldir. Allah'ın emirlerine uyup Resulullah'ın sünneti seniyesine ittiba eden mü'minler kevserden içeceklerdir.

Cennet ve cehennem vardır. Hakdır. Şu anda da mevcutturlar. Cennet sekiz tabaka, cehennem yedi tabaka halinde yaratılmıştır. Cennet yukarda cehennem alçaktadır. Cennet Rabbül Alemin'in mükafat için halketmiş olduğu bir yerdir. Cehennem, Neuzubillah itaatsizlik eden küfüre giden kimseler için şedid bir gazap yeridir. Cennette, cehennemde Allah'ındır.

İçindekiler ile birlikte cennet ve cehennem ebedidir. Ebedül ebeddir. Dünya gibi fani değildir. İnsan için ölüm olmayan, ebedi bir hayat olan cennet hayatı ve o büyük nimetler ne güzeldir, Cehennem ise Neuzubillah küfürle gidenler için ebedi bir azap yeridir. Onlarda orada ebedi olarak kalacaklardır. Ne kötü ne korkunçtur.

Cennet nimetleri ve cehennem azabına kavuşma Allah'ın kader ve kazasının bir neticesidir. Cennet nimetleri aklın kavramasının idrak etmesinden çok fevkindedir. Cehennem'azabı öyle bir azaptır ki hiçbir azapla ölçülemez. Gerçekten Allah 'in azabı pek çoktur.

Kıyamet gününde arş, kurs, levh, kalem cennet ve cehennem ve ruhlar olmak üzere bu yedi şey yok olamayacaktır. Ebedül ebed.
Ahirette şefaat haktir. Rabbül alemin nusret vermezse merhamet etmezse ve insana gazaba gelirse ne peygamberin ne de evliyaullah'm ne de diger şefaat edicilerin şefaati ona ulaşir.

Kur'an'ın meleklerin şefaati vardır. Peygamberimiz ve peygamberler, evliyalar şehitler ve Ölmüş küçük çocuğun şefaatta bulunmalarıda gerçektir. Bir kimse Rabbül Aleminin şefaat yetkisi verdiği sadatı sever onların arkası sıra gidip, ona tabi olursa onlarda kıyamet günü Huzur-u Rabbül Aleminde o kimseye şefaatta bulunurlar. Fakat imanı olmayan kişi peygamberin, evliyanın ve şefaat izni olanların şefaa-tından istifade edemez.

Ölüm vardır. O da bir an içindir ve herkes içindir. İnsanın eceli geldiği zaman dünyada bir saniye bile fazla kalamaz. Rabbül Alemin madem ki ölümü tadacaksınız demiş o halde ölüme mani olunamaz, durdurulamaz.

Allahu Teala hayatı da ölümü de yaratmıştır. Ve her ikisinin sebeplerini de yaratmıştır. Öldürülen kişi Allah'ın ezeli takdirine göre kendi ölümü ile ölmüştür. Yeni eceli ile ölmüştür. Ecel iki türlüdür. Birinci mübrem olandır ki bu şekilde olan mutlak o anda ölecektir. İkincisi ise muallak olandır ki sebeplere bağlıdır. Sebeplerden dolayı ecel geciktirilebilir. Yine Allah'ın takdiriyledir.

Ölen kişi dünyaya dönemez ve geri gelemez. Çünkü Ölüm bir seferdir. Ölümden sonra ancak haşra gidilir.

Dirilerin Ölülere dua etmelerinde ve onlar için sadaka vermelerinde ölülere fayda vardır. İbadetlerin sevabının bağışlanmasında ise sadaka ve hac caiz olup, namaz ve oruç gibi malı olmayan bütün ibadetler de caiz olmaz.

Allah dualara icabet eder. İsterse kabul eder, isterse kabul etmez. Rabbül Alemin ilticadan yalvarıp yakarmadan ricadan hoşlanır. İnsan ne kadar hakir, fakir, zelil ve Rabbül Alemine karşı ne kadar yalvarış ve yakarışta olursa o kadar makbul olur. Allah'ı hiç hatırlamamak dua ve niyazda bulunmamak o kimsenin küfre yaklaşmasına sebep olur.

Kafirlerin duası kabul değildir. Allah onlara dünyalık veriyor ama duaları için değil. İsyana devam eden kişiye Allah'ın nimetler vermesi o kişi için bir istidraçtır. Yani onu azaba ve helake sokmak içindir. Kafirlerin dünyada nimet-lenmesi Allahu Teala'nm Rahman ismi şerifinin tezahürüdür.

Vasiyet haktır. Öldükten sonra işlerin tanzimi ve borçların tanzimi için vasiyet farzdır, haktır.

Kabir azabı vardır, haktır. Bazı mü'minlere ve kafirlerin tümüne kabir azabı vardır. Allah'ın emirlerine muhalefet eden kişiler Öldüğü vakit kabir azabı çekerler. Kabir azabından kurtulabilmek için İslama uymak icap eder.

Kabir azabının hem ruh hem bedenle beraber yapılacağı en doğrusudur. Fakat azabın keyfiyetini bilemeyiz. Allahu Teala nasıl isterse öyle azap eder. Onun herşeye gücü yeter. Allah dostluğu kazanılmazsa kabirde insanın yardımına imdadına kimse yetişemez. Kişi orada yapayalnız tek başına kalır.

Kabir sıkıştırması mü'min olsun kafir olsun vardır, haktır. Kabir mü'minlere şefkatli ananın seferden dönen evladını kucaklaması gibidir. Lakin kafirlere ise çok şiddetlidir.
Kabirde azaplanmak ve nimetlenmek vardır. Allah'a asi olanlar cezalanırken muti olanlar nimetleneceklerdir.

Peygamberlere, Aşereyi Mübeşşereye, şehitlere, mü'min ve müşriklerin akil balig olmadan ölen çocuklarina ve deliler için hesap, soru, münker ve nekir yoktur.

Kabirde soru sorulması vardır, haktır. Ölen kişiye münker ve nekirin Rabbini, Kitabını, Peygamberini, Dinini sorması vardır. Ayrıca münker ve nekir'in soracağı sorulardan biriside mevtanın sakalının olup olmadığıdır. (Erkeğe) Rabbül Aleminin vermiş olduğu bütün dünya nimetleri için ahirette sual vardır.

Ölenler dünyada olanları Önce Ölenlere haber verdikleri gibi, kabir hayatında olanları da birbirlerine haşir gününde heber verirler.

Mahlukatın fiillerinin hepsi Allah'ın kaza ve kaderi ile meydana gelir. Hayır ve şerrin Allah'ın emrinde kudretinde olduğuna iman etmek şarttır.

Kader Allahu Teala'mn ezeli takdiridir. Kaza ise ezelde takdir edilen kaderin dünyada yerli yerine günü ve saati gelince zuhur etmesidir.

İşlenen her hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna inanmak icap eder. İyi işlerde Allah'ın rızası ve hoşnutluğu vardır. Şer işlerde Allah'ın kazası takdiri dilemesi vardır ama rızası ve hoşnutluğu yoktur.

Allah alemi yaratmadan evvel eşyanin durumunu insanlarin amellerini kendi cüzi iradesi ile yapacaklari hayir ve serleri ezeli ilmi ile bilip ezeli iradesi ile levh-i mahfuza hükmetmek sureti ile degilde vasfetmek sureti ile herşeyi yazi ile yazmiştir.

Rızk vardır, haktır. İster helal olsun ister haram olsun rızk verici Rabbül Alemindir. İnsan Rez-zak-ı Alemi unutup zenginden rızk istememeli-dir. Allah'ın Rezzak olduğunu bütün umurunun Allah'a ait olduğunu unutmamalıdır.

Haramda rızkdır. Allah'ın emirlerine uygun olmayan kazanç cezayı gerektirir. Çünkü kul rızkı helal olmayan yoldan nefsani isteklerine uyarak arayınca Rabbül Alemin o kula o rızkı verir. Fakat emri ilahiye muhalefetinden dolayı cezaya çarptırılır.

Rızk ne eksilir ne de artar. Allah'ın rızkı her sene başı Allah'ın ezeli takdiri üzerine taksim edilir. Mülk Allah'ındır verse de alsa da onun bileceği iştir. Veren Allah olduğuna göre insan muhabbetini verilmiş mala değil veren Allah'a bağlamalıdır.

Allah'ın yanında zengin fakir ayrımı yoktur. Rabbül Aleminin kimini fakir kimini zengin etmesi kullarını imtihan, tecrübe içindir. İnsan fakirleri sevmelidir. Zengine de zengin olduğu için sevgi beslememelidir.

Kulun kuvvetine göre dinin mubah kıldığı işlerde çalışması, ihtiyaç durumuna göre sünnet ve farz olabilir. Allah'a güvenmeli rızkı Rabbül Alemin'in verdiğine inanmalıdır. Allah bir yerden insana nzk verdiği zaman ona riayet edip o işe sarılması icap eder ki Rabbül Alemin onun rızkını kesmes Rabbül Alemin verdiği nimetin kıymetini bilmeyenlerin elinden alır. Hiçbir iş tembellikle olmaz. Muvaffakiyet, samimiyet ve ciddiyetle çalışmaya bağlıdır.

Kafirlerin dünyada nimetlenmesi vardır. Kâfir istemediği halde kâfire verilen bu nimetler Allah'ın Rahman sıfatının bir tecellisidir. Kafirlere verilen bütün nimetlerin hiç birisi kâfire faydalı olamaz. Zira kâfirin ahiretten nasibi yoktur. Onu cehennem azabından koruyamaz.

Allah'ın şu anda yaratacağı bir şey kalmadı denemez. Allah her an bir iş yaratır. Diriltmek, öldürmek ve bunun gibi şeyler şu anda Allah'ın yarattığı işlerdendir. Allah'ın kazası ezelde takdir ettiği şeyleri yaratılacakları zamanda vücuda getirmesi demektir.

Bütün mahlukattan zuhur eden fiiller Allah'ın yaratması iledir. Her şeyi Rabbül Alemin yaratır. Allah'dan başka bu fiilleri yaratan bir başka varlık yoktur olamaz.

Fiiller iki kısma ayrılır. Birincisi mutlak kader olandır. Yani mecburi ve zorunlu fiillerdir. İkincisi ise cüzi ihtiyar, seçme ve kulun isteğine bağlı olan fiillerdir. Böyle olmasına rağmen bütün fiillerin yaratıcısı Allah 'tır.

İnsan fiillerinde muhtardır. Cüzi irade sahibidir. İnsana irade verip serbest bırakan Al-lah'dır. Allah insana irade-i cüziye vermiş ve ona Peygamberleri yoluyla doğru yolu göstermiştir. İnsanın fiilleri her ne kadar inşanın kazanması ile ise de onun gerçek halikı Rabbül Alemindir.

İstidat (güç yetirme) seçme fiiller için kullarda vardır. Herkese istediğini yapmak için kuvvet güç veren Rabbül Alemindir. Allah kuvvet vermese hiç bir insan ne hayır ve ne de şer isteyip yapabilir.

Her fiil için kudret fiille birliktedir. Fiilden önce ve sonra değildir.

Kudret iki fiile yeterli değildir, fakat her fiilin f kudreti ikinci bir fiil içinde sebep ve bedel yoluyla geçerli olur.

Kuvvet zıt olan iki fiile münavebe suretiyle geçerlidir. Bir anda değil. Taat gücü masiyete masiyet gücü de taat gücüne geçerli ve uygundur.
İnsanlar istemeye istemeye bir iş yapmak durumunda değildir. Cebir zorlama onları fiilleri için imkansızdır. Allah kimseyi cebirle iş yapmaya zorlamamaştır. Allah insana iradeyi cüziyye vermiş onu ihtiyar sahibi kılmıştır. Onu ihtiyar sahibi kılması demek zorlamanın olmaması. Her kim Allah'a sırt çevirirse Allah'da ona sırt çevirir.

Kul Muhayyerdir. Cüzi irade sahibidir. Kul kötülüğü isterse Allah ona kuvvet ve kudret verir ve kul o fiili yapabilir. Ama Allah kötülüğü sevmez onda rızası yoktur. O kul o işi yaparsa kendi fiilinden dolayı cezayı hak kazanır. Şayet kul güzel bir iş yapmak isterse Allah ona kuvvet verir kul o fiili yapabilir. Allah'ın güzel fiillerde hoşnutluğu vardır. Kulun o fiilinden dolayı da Allah ona mükafaat verir.

Herhangi bir iş yapmadigindan bir fiilde bulunmadigindan dolayi uykudaki insanin, akil balig olmadiklarindan küçük çocuklarin, akil yoklugundan dolayi mükellef bulunmayan delilerin fiillerine sevap ve azap tereddüp etmez.

Kul için fiil vardır. Ama kul işinin yaratıcısı değildir, yapıcısıdır. Bu yüzden kulun fiili Allah'ın fiilinden başkadır. Allah'ın fiili o şeyi yaratmasıdır. Her şeyi Allah yaratır. Her şey Allah'in elindedir.

Fiiller başka bir fiil meydana getirmezler. Insanin vurmasinin hemen akabinde camin kirilmasi ve buna benzer şeylerin hepsi Allah'in yarat-masiyladir. Bu neticeleri meyadan getirmede kulun bir kudreti yoktur. Fakat sebep yoluyla ona nisbet edilir ve hükmen kul mesul olur.

Allah insana taatımn (gücünün) üzerinde birşe-yi teklif etmemiştir. İnsanın ne kadar kuvveti varsa Allah o kuvvete -kadar teklif eder. İnsan sadece gücünün yettiği şeyleri yapmakla emrolunmuştur. Zira insanın ne olduğunu taat ve kuvvetinin ne ölçüde bulunduğunu Allahu Tea-la daha iyi bilicidir.

Kul Allah'ın emir ve yasaklarından mükellef olduğu andan ölünceye kadar hiçbir surette o kuldan teklifler düşmez. Ve o kul tekliflerin kalkacağı bir durumda ulaşamaz.
Akıl bir nurdur ve yaratılmıştır. Aklın etkisi kalbedir. İnsanın kalbi de aklının nuruyla var olan mevcudatı idrak eder.

Kabbül Aleminin ihsanlarından biri de insana akıl vermesidir. Zira kendini bilmede en büyük vasHa akıldır. Dünya ve ahiret nimetleri akıl ile elde edilir. Aklın yeri kalbdir, ziyası ise dimağdadır.

Allah'ın yapılmasını emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Dinin emirleri akla hitap eder. İyiyi ve kötüyü güzel ve çirkini birbirinden ayırdedemeyene deli derler. Mükellef olan akıl güzel ve çirkini iyiyi ve kötüyü bilir.

İnsanların hepsi akıl bakımından müsavi olmazlar, herkesin akıl dereceleri ayrı ayndır. En efdal olan Hz. Peygamberimizin aklıdır sonra diğer peygamberlerin aklı en yüksek ve en fazla olandır. Sonra evliyaların aklıdır ki buda onların manevi mertebe derecelerine göredir. Sonrada mü'minlerin aklı gelir. O da yine nıü'minlerin manevi derecelerine göredir. Sonra da akılları boş olanların aklıdır ki o da kafirlerin aklıdır. Onların aklı en aşağıda ve dünyalıktır.

Dini ilimler akıldan efdaldir. Akıl ilmi idrak için bir vasıtadır. Akıl ilme, ilim aklın büyüklüğünü azametini idrake götürür. Mükellef olan herkesin dini bilgileri öğrenmesi icap eder.

Melekler Allah'ın emirlerini tutmakla görevlidir. İnsanlar cinler ve şeytanlar ise kesinlikle emir ve yasaklarla mükelleflerdir. Mükellefiyet ilahi emirlerde olduğu zaman mecburiyet daha kavi olur. Yapılması vacip farz olur. Muhalefete müsade edilmez. Rabbül Aleminin emri ins, cin ve bütün mahlukladır. Hiç bir istisna yoktur.

Akıl Allah'ı bilmek için bir vasıtadır. Allah'ı bilmeyi farz kılan yine Allah'tır. İnsan aklı sebebi ile devamlı tefekkür içindedir. Kainata bakıp Allah'ın azametini, izzetini ve büyüklüğünü veya Allah'ın ayetleri hakkında tefekküre dalan kimse için, Allah'ı bilmemek mazeret sayılmaz.

Dini meseleleri bilmek Allah'ın bildirmesine bağlıdır. Akıllı kişinin birşeyi yapması veya yapmaması Allah'ın bir davetcisinin lisanıyla ona hitap etmesiyledir. Ameli meselelere insan ancak akıllı kişinin hitabıyla mükellef olur ve birşey yapması icap eder. Akıl baliğ olmadan evvelki hayatından sorumlu olmayan çocuk, akıl baliğ olduktan sonra yaptığı her işten, hayatının her dakikasından, hatta her saniyesinden sorumludur. Onun islamı geçerlidir. Allah'ı bilmekte bir mazereti yoktur. İslam'ın aslı ona vaciptir.

Rabbül Aleminin çirkin kıldığı haram kıldığı ve yasakladığı herşey kendi zatında günahtır. Her türlü günah nefisten, nefsin büyüklük taslamasından ve kibirden zuhur eder. İnsan ne zaman ki fakrını, acizliğini idrak ederse nefsin kibir ve azameti kalmaz. Allah'ın emrine göre hareket etmeye başlar. İnsana en büyük zarar Allah'ın emirlerine muhalefet ederek günah işlemekten gelir.

Mutlak küfürden başka büyük günah işleyen kimse imandan çikmaz, ne kafir ne de münafik olur. Fakat her günah işlendiginde zayiflayan iman sekarat zamaninda sekaratin agirligini ve" yükünü çekemeyebilir. O zaman ebedül ebed cehennem ateşinde kalir.

Büyük günah işleyenler gibi küçük günah işleyenlerde iman üzeredir. Onlarin küçük günahlari namazla ve diger güzel amellerle af olunur. Yapilan günahlar küçük günahdir diye aldirmazlik olmaz. Çünkü insan küçük günahlarinin neye sebep olacagini bilemez.

Günahlar mü'minden imanı kaldırmaz. O üzerede mü'mindir. İman insanı Allah'ın müthiş azabından kurtarmaya vesiledir. İnsands zerre-i miskal kadar iman olsa günahı ne kadî çok olursa olsun sonunda onu Allah cehennet azabından kurtarır.

Şirk mutlak küfürdür. Rabbül Alemin şirktei başka istedigi kimselerin günahlarini af eder Şirkin affi mümkün degildir.

Günahlardan dolayı hesap vardır, haktır. Rab] bul Alemin insanın zerre-i miskal kadar yaptığından gafil değildir. İnsan ne yaparsa küçül ve büyük günah mutlak karşılığını görecek ve cezasını çekecektir.

Seyyieye, kötülüğe azmetme kesinlikle günah] tır. Fakat Allah'ın vaadinden dolayı bağışlan] ması mümkündür. İyiliğin güzel, kötülüğün bi o kadar fena olduğunu bilen insan iyiliğe hereket etmelidir. Emirlere uyulmayarak kazanılan günahlar ve kötülükler insanı azaba götürür. Bu ise ne fenadır.

İyiliğin sevabı kat kattır. Bir kötülüğe ise bu ceza yazılır. Bu Allah'ın bir lütfudur. Ahir zaman da yapılan bir amele eskiden yapılan elli amel sevabı yazılır. Rabbül Alemin ahir zamanda azıcık çalışmaya büyük mükafatlar vermesi ne büyük Kerem-i ilahidir, ne büyük lütfi ilahidir.

Allah ve Resulüne iman etmiş ve itikatinda küfür noktasinda olmayan, günahkar, fasik bir mü'minin arkasinda namaz kilmak caizdir. Ve kilinan namaz iade edilmez.

Tövbe vardır, haktır. Tövbe eden kimse tövbesini ağzından değil gönülden etmelidir. Zira kalben yapılmayan tövbe, tövbe değildir. Gönülden pişmanlık duyup tövbe eden kimsenin seyyiatı Allah tarafından silinip yerine miktarınca hasenat yazılır. Bütün günahları hayra tebdil edilir. Tövbenin ihlasla yapılması halinde tövbe sahibi yüzünü Allah'a çevirir. Halini düzeltir kötü işlerden el etek çekerse, böyle bir düzelme olan kimsenin tövbesinin kabulüne işaret vardır. Zira Allah'a hiçbir şey vacip değildir. Ancak Allah vadinden dolayı kişinin tövbesini kabul eder.

Varolan her günah kendisinden üstündeki günahlara nisbetle küçük aşagida bulunan günahlara nisbetle büyük olmasi en dogru olandir. Şirk (küfür) en büyük günahtir. Diger günahlar bunun yaninda küçük kalirlar. Yine birçok küçük günah vardir ki büyük günahlara sebep olmaktadir. Devamli işlenen günahlar küçük günah bile olsa Allah'in yaninda büyük günah gibidir.

Şeytan kafir olmadan önce o derece taat ve ibadet yapiyordu ki en iyi meleklerden sayilmişti. Şeytan ibadet ettigi bu devirlerde mü'min sayiliyordu.

Rabbül Alemin şeytana secde etmesini ve bu suretle Hz. Adem (a.s.)'in üstünlügünü kabul etmesini emrettigi halde şeytan kibirinden dolayi secde etmedi. Allah'in emrini yerine getirmedi. Şeytanin bunca kulluguna ragmen bir tek emre itirazi ve kibri kendisinin imandan tard edilmesine, kafir olmasina sebep teşkil etti.

İns ve cinin nikahı şer'an caiz değildir. Bu cinsleri aynı olmadığı içindir. Cin şeytanlarıyla ins arasında dünyevi bir irtibat yoktur.

Cin şeytanlari gözden gizlidirler, kimse onlari göremez. Görülmemesinin hikmeti onlarin korkunç ve çirkin yaratilmasindandir. Görülmüş olsalardi şayet, insanlar onlardan korkarlardi. Şeytan ve cin dünyada bizi görürler biz onlari göremeyiz. Ahirette ise biz onlari görürüz onlar bizi göremezler.

Şeytan ve cinin vesvesesi vardir, haktir. Yalniz bir zorlama şeklinde degildir. Şeytanin yapabilecegi tek şey kalbde vesvese meydana getirip kötü işleri yaptirmaya çalişmaktir.

İnsan imanı terkedince şeytan bu fırsattan yararlanıp o insanın imanını çekip alır. Fakat şeytan müminin imanını zorla cebren alamaz. Şeytanın aldatması vardır, zira şeytan Rabbül Alemin, Gafurur Rahimdir diyerek insanı kötülüğe teşvik eder. Her kim benim gücüm şeytanla mücadele etmeye yetmiyor dese o kimse yalan söylüyordur.

Cinler ve şeytanlar dumansiz ateşten yaratilmişlardir. Bütün onlar Allah'a kulluk, taat ve ibadet için yaratilmişlardir. Kulluk gayesinin dişinda kalan bir başka gaye için yaratilmamişlardir. Onlardan mümin olanlarin cennete kafir olanlarin ise cehenneme girmesi vardir, haktir.

İnsanlar gibi cinlerinde tövbesi geçerlidir. Allah isterse onların günahlarını da affeder.

Yemek artıkları, otlar ve bunun gibi şeyler cinlerin yiyecekleri arasındadır.

Allah'ın dostları evliyalar cinlerle beraber olabilirler ve onlarla toplantı yapabilirler.

Cinler de insanlar gibi mükellefdirler. Onlarda Ahirette Allah'ın cemalini görürler

Haksız yere cinin öldürülmesi caiz değildir. Cini öldüren mümin katildir. Bunun gibi cinlerden yardım talep etmekte caiz değildir.

Gayb'dan haber veren kahine ve fala inanmak caiz değildir. Bu ve bunun gibi gaybtan haber verenlere inanmak küfürdür.
Sihir ve nazar vardır. Haktır.

Ruh hakkında konuşmak caiz değildir. Ruhda beden gibi bir mahluktu.

İnsanların, meleklerin, cinlerin ve hayvanların ruhları vardır. Hayvanların ruhları insanların, meleklerin ve cinlerinki gibi değildir.

Ruhun çeşitli şekillerde bedenle ilişkisi vardir. Bu ilişkiler sirasinda ruh, bedenle beraberdir.

Allah'ın velileri vardır, haktır. Velilere inanmak şarttır. Velileri inkar Allah'ın ayetlerini inkar olup bu ise sapıklıktır, küfürdür. Evliyalarda Allah'ın kullarıdır. Onlarda herkes gibi insandırlar, beşerdirler. Hiç fazla tarafı yoktur. Onlar nefis ve şeytanın peşinden gitmez. Allah'ın emirlerine göre hareket ederler. Binaenaleyh Allah'da onları nihayete eridirip makamlarını âli etmiştir. Kıyametten önce yeryüzünde hiç mü'min kalmayacak ki Allah dostu nasıl bulunabilir? Kıyamet günü Evliyaullah için ne mahzun olmak ne kederlenmek ve ne de korku vardır. Allah dostlan evliyalar, Allah'a olan sevgilerinin coşkunluğundan, önlerine diz çöken kimseleri dünya sevgisinden koparıp Allah'ın müstakim yoluna bağlarlar. Allah dostları Allah'ın müsadesi olmadığı için gerçek yüzlerini kimseye göstermezler. Şayet göstermiş olsalardı çok kimse hidayete gelirdi. Evliyaların gerçek yönlerini görmeyenlerin gözünde evliyalar sadece bir molla hüviyetindedir, bir cahil kimse gibidirler. Allah dostlannı sevenler besledikleri muhabbetten dolayı Allah'ı da sevmiş olurlar ve böylelikle Allah'ın dostluğunu kazanırlar. Çünki Allah için Allah dostlarına muhabbet Allah'ı sevmek demektir. Ancak Allah Evliyalarının münkirliğini yapanların ekserisi küfürle giderler. Allah dostlarına yakın olmanın faydası çoktur. Bu dünyada evliyalara yakın olan kimse aynı yakınlığı ahiretde de muhafaza eder. Bütün dünyanın keyf ve zevki bir araya gelse ehlullahdan gelen keyf ve lezzetle mukayese edilemez. Rabbul Alemin insana dost olursa herkes ona itaat etmek mecburiyetinde kalır. Allah dostlarının hem dünyada hem ahirette isimleri yücedir.

Velayetin hasıl oluşunda velayet sahibi velinin kendi veliliğini bilmesi şart değildir. Buna rağmen bazı velayet sahibi veliler kendi velayetlerini bilirken, bazılanda kendi velayetlerinin durumundan haberleri bile olmayabilir.

Peygamberin yoluna mutabaat eden onun emirlerinden ayrılmayanlara veli denir. Allah'ın emirlerine muhalif hareket eden hülefanın, saa-datm elinden hidayet olmaz. Peygamberin yoluna muhalif olan onun hükümlerine uymayan kimse ne kadar veli olsa da velayeti yüksek bulunsa da keşif ve kerameti yer ve gök katlarım doldursa bile sonu yoktur. Nasipsizdir. Çünki çürük temel üzerinedir. Çabuk geçip gider. Rabbul Alemin bir tek yol koymuş önümüze, on değil. O biricik yol peygamberin yoludur, o da Rabbul Aleminin emirleridir.

İster veli, ister, Kutup, ister Gavs olsun hiç bir velayet makamı o velayet sahibi veliyi Allah'ın emir ve yasaklarından mükellef olmaktan kurtarmaz.

Günahsız kimse olmaz. Evliya da olsa günah-dan masum değildir. Ehlululah olan zatlar bir günah işleyecekleri zaman nefislerini azablarla teskiye edip tedip etmişlerdir. Bunca Allah dostları Evliyalar vardır. Onların bu kadar büyük olmaları Allah tarafından ellerine bunca hidayet verilmesi Allah'ın emirlerine uygun hareket etmelerinden dolayıdır.

Bir evliya ne kadar büyük olsa da bir peygamberin ayağı altından kalkan toz kadar olamaz. Hiç bir veli hiç bir surette bir peygamberin derecesine ulaşamaz. Çünkü Rabbül alemin Peygamberleri son derece büyük ve kıymetli yaratmıştır.

Evliyaların en üstünü Hz. Ebu Bekiri Sıddık (r.a), sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman (r.a.) ve sonra da Hz. Ali (r.a.) dir.

Allah dostu olan Ehlullahların son nefesinde iman üzerinde ölmüş olduğuna kesinlikle hükmetmek mümkün değildir. İman için her an tehlike mevcuttur. Alim de olsa manevi sahibi veli de olsa gavs-kutbul Arifin'de olsa yine de iman için tehlike vardır. İnsan hiç bir şekilde hiçbir şeyine güvenmemeli. Son nefesine kadar imanını kurtarabilirmiyim diye endişe duymalıdır. Yine de güzel son, hüsnü hatime yüzünü Allah'a çevirenler ve salih ameller işleyenler içindir.

İstikamet kerametten üstündür. İnsan imanını istikamet üzre kılmaya, kâmil hale getirmeye çalışmalıdır. Evliyaların imanları kemalde, akılları istikamet üzeredirler. İş keşif ve keramette değil, Allah'ın hoşnutluğunda onun razı olmasındadır. Herhangi bir keşif ve keramet görmeyen istikamet üzere olan kimsenin durumu daha iyidir. Allah'ın emirleri istikametinde hareket etmeyen kimse akılsız, deli bir kimsedir.

Evliyanın kerameti vardır, haktır. Allah'ın Evliyalarında çok keşif ve keramet bulunur. Fakat evliyalar keşif ve kerametlerinin bilinmesini istemezler.

Mucizeler Enbiyaya aittir. Onu herkes görür ve bilir. Kerametler evliyaya aittir fakat bunu herkes bilmez. Peygamberler istediği zaman mucize gösterebilir. Mucizeyi getiren peygamberler mucizeyi bilir ve onun kendi mucizesi olduğunu kabul eder.

Evliya ise istediği zaman keramet göstermez. Keramet evliyadan zuhur eder fakat vukuundan önce bundan heberi olmaz. Evliyadaki keramet bağlı bulunduğu peygamberlerin bir mucizesi sayılır. Bu; o peygamberi tasdik etmek, geçerli kılmak içindir.

Rüya vardır. İnsana bazı şeyler rüya yoluyla beyan olur. Bu beyan olunanlar şeriata uygunsa ve bu kimse ona göre hareket ederse indallahta mesul değildir.

Kafirde görünen harikalar mucize ve keramet değildir. Allah düşmanlarında görünen harikalar onların küfrünü artırır. Allah'ın emirlerine uymayan yerlerdeki haller istidraçtır, boştur ve sonu zındıklıktır.

Hz. peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) eşrefi mahlukat ve efdali peygamberdir. Ümmetlerin en efdali ümmeti Muhammeddir. Bu şeref Hz. Muhammed'in şerefinden gelmektedir. Onun ümmeti de diger ümmetlere nisbetle şereflidir, itibarlidir.

Bütün kainatın yaratılmasının müsebbibi en üstün olan Fahri âlem Muhammed Mustafa (s.a.v.)"dır. Sonra diğer peygamberler sonra Aşereyi mübeşşere ve sahabenin tümü ve daha sonra tabiin, takva sahibi müminler ve diğer bütün müslümanlar. İnsanların müslümanları cinlerinkinden efdaldır.

Hz. Peygamberimizin ümmetinden en makbul en efdal olan Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.)'tır. Daha efdal kimse yoktur. Ümmetin erkekleri içinde en önce iman etme şerefine o ulaşmıştır. Hz. Peygambere çok sadık ve onu çok tasdik etmiştir. Sonra Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'dir. Sonra Aşereyi Mübeşşere, Bedir ve Uhud savaşına iştirak etmiş olanlar ve sonra Biat'ül Rıdvan'da bulunanlardır.

Tabiinin en hayırlısı Veysel Karani'dir.

Kadınların en üstünü Hz. Fatıma ve Hz. Peygamberin eşleridir.

Dünya kadınları hurilerden üstündür. Dünya kadınları Hûrul Ayn'dır.

Sahabe çocuklarının üstünlüğü babalarının ef-daliyet tertibi üzeredir. Sahabeden, sonrakiler ise ilim ve amelleriyle üstün .tutulurlar.

Müslümanların çocukları cennettedir. Kafir çocukları ise arasattadır. Böyle olmakla beraber kafirlerin çocuklarının durumu Allah'a havale edilir.

Sahabeyi hayırla anarız. İmanda önde giden sahabeler amelde de öndedirler. O kadar ibadet etmişlerdir ki dünyada iken cennetle müjdelen-mişlerdir. Müjdeyi aldıktan sonra da amellerine devam ederek hakiki olarak Allah'a yönelmede sebat etmişlerdir.

Sahabeye ve Selefi Salihine uyulması şarttır, Onların arasında çıkan ihtilaflar hususunda sükut lazımdır.

Ebu Talib imansız olarak ölmüştür. Hidayet ancak Rabbül Aleminin elindedir. Allah murad ettiği kimselere hidayet verir. Eğer Allah'ın muradı yoksa Peygaber (s.a.v.) bile bir şey yapamaz.

Mekke-Medine-Kudüs yeryüzünün en faziletli beldeleridir.

İslam'da imamet müessesi vardır. İmamın Ku-reyş'ten olması gereklidir. Erkek akıl baliğ olmalıdır. Takva, ilim ve şecaat yönünden üstün olması lazımdır. İmam'm Haşimi ve zamanının en faziletlisi olması şart değildir.

Hz. Peygamber nassla hiçbir kimseyi imamete tayin etmemiştir.

İmamette iki kişiye uy^nak caiz olmaz. Mü'minlerin seçımf oldukları imama itaatları vaciptir.

Zalim ve günahkar imam imandan çıkmaz. İmameti geçerlidir. Fakat günahkar imam tövbeye davet edilir.

Zorla imam olanın imameti caizdir. Maslahat için geçirlidir. Emirleri yerine getirilir. Zira fitneden korunmak gerekir.

Hz. Ebu Bekir'in hilafeti haktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hak halifesidir. Yine Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin hilafeti haktır.

Dört büyük halifenin fazilet dereceleri efdali-yetleri hilafet sıralamasına göredir. Yani Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali tr.a.)'dir.

Hz. Ali hayatta iken Hz. Muaviye Peygamberin halifesi değildir. Hz. Ali'den sonra Hz. Muaviye bir emirdir, hükümdardır.

Hz. Muaviye oğlu Yezid bir zalim ve bir münafıktır.

Müctehid hata da yapar isabet de edebilir. Hatasında bir sevap, isabetinde iki sevap alır.

Bir müctehidin başka bir müctehidi taklidi caiz degildir. Bir meselede Sahabenin ittifak veya ihtilaf ettigi biliniyorsa bu durumda sahabeyi taklid etmek caizdir.

Müctehidin en efdali İmam-ı Azam Ebu Hani-fedir. Sonra İmam-ı Malik sonra İrnam-ı Safi ve sonra da İmam-ı Ahmed bin Hanbel'dir.

Nasslar kesinlikle zahiri manalarına alınırlar. Nasslan reddetmek caiz değildir.

Kişinin kendi mezhebine uymasi vaciptir.

Zaruret ve ihtiyaçtan dolayı ruhsatı kastederek bir kişinin mezhep değiştirmesi mümkündür, caizdir.

Kıble ehlinin bozuk inançlarından ve bunlardan dolayı meydana gelen bozuk mezheplerden uzak durmak gerekir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli olmak üzere bu dört mezhep hak üzeredirler. Bunun dışında kalan diğer mezhepler bozuk bir haldedir. İtikada ters düşen bozuk inanç yapılarından dolayı onların tekfir edilmesi caizdir.
Sofi Hz.Peygamberin emirlerine ve sünneti se-niyyesine uyandır. Gerçek büyük sofilerin çoğunluğu Ehli sünnet Ve'l cemaat itikadındadır.Ehl-i sünnet vel cemaatın dışında diğer bozuk fırkalar olduğu gibi sapık sofi mezhepleri de vardır. Gerçek dışı olan sapık sofiyye mezheplerinin tekfiri de caizdir

Ehl-i sünnet Vel cemaat, fırkayı Naciyedir. En efdal ve hak olan görüş ehli sünnet ve'l cemaattır. İmam-ı Azam, İmam-ı Maturidi, İmam Malik, İmam-ı Eşari İmam-ı Safi, İmam-ı Ahmet bin Hanbel Ehli Sünnet Vel Cemaatın imamlarıdır. Ehli Sünnet Ve'l Cemaat Ku-ran'ın yolu peygamberimizin sünneti, Sahabenin, Tabiinin, Evliyaların ve fakihlerin mezhebidir.

Kıyametin küçük alemetleri vardır. İlmin kalkması faizin, zinanın, rüşvet ve kan dökülmesinin çoğalması gibi hallerin zuhuru küçük alametlerdir. Artık kıyamete doğru sondur, nihayete gelinmiştir. Çünkü bütün küçük alemetler zahir olmuştur.

Kıyametin büyük alametleri vardır, haktır. Dumanın, Mehdinin ve Deccalın çıkması. İsa (a.s.) m inmesi, yecüc mecücün, Dabbetül arzın çıkması. Kuran'ın silinmesi ve Kabe'nin yıkılması gibi haller kıyametin büyük alametlerindendir. Ahir zamandayız. Kıyamet asrında, çünkü sadece büyük alametler kalmıştır.

Mehdinin çıkması vardır haktır. Onun ismi Muhammed babasının ismi Abdullah'dır. İlmi siyaseti bilen son İslam halifesidir. Ümmet-i Muhammedin son hidayeti Hz. Mehdi'nin elindedir. Küçük alametler hep zahir olmuş hiç tutulacak taraf kalmamıştır. Artık iş büyük alametlerin ilki olan Mehdinin zuhurundadır.

Deccalin çıkması vardır. Nefis kendisinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. Nefis büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbirşey kalmayınca haşa Allahlık davası etmeye başlar. İşte deccal haddini aşmış ve ağırlaşmış nefsinin iddiasına uyup ilahlık iddia eder. Sanki deccal kendisinin Allah olmadığını olamayacağını, bilmiyor mu? biliyor tabi fakat onu helaka götüren onun azgınlaşmış nefsidir.

Hz. İsa (a.s.) kıyamete yakın zamanda yeryüzüne inmesi haktır. Hz. İsa Hz. Rasulullah'ın getirdiği hükümlere göre hareket edecektir. Ne İncil'e ne de yeni bir hükme göre hareket etmeyecektir. Kendisi bir Peygamber olarak değil müslümanlann bir alimi olarak vazife icra edecektir.

Yecüc ve Mecüc'ün çıkması Haktır. Dabbetül Arz'ın çıkması haktır. Kabe'nin yıkılması vardır. Güneş'in batıdan doğması haktır. Günden güne adım adıma kötüye gidilecektir ki Rabbül Alemin dünyayı harab etsin.

Allah'ın emirlerine tazim ve saygı gösterilmesi şarttır. İslâmın mukaddes ve mübarek saydığı mevhumlardan birine küfür kelimesini söylemek caiz değildir. Akidenin, imanın ve yapılan bütün amellerin korunması için küfür sözlerden ve kelimelerden kaçınmak gereklidir. Her kim ki bilerek kasten küfür kelimesi söylerse o kimse kâfirdir. Ona mürted hükmü uygulanır. Her kim de hata, dil sürçmesi neticesinde ağızdan küfür kelimesini sarf ederse o kimse kâfir olmaz; birşey yapması icabetmez. Fakat o kişi tövbeye davet edilir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Seyda Hazretlerinin Veda Sohbeti

Seyda Hazretlerinin Veda Sohbeti

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdulillahi Rabbil alemin.Vessalatü vesselamü ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.

Allah (c.c.) bizlere üç büyük nimet bahsetmiştir. Bu nimetlere çok şükür etmemiz lazımdır. Bu nimetlerden birincisi ve en önemlisi; Allah (c.c.)'in bizi Müslüman olarak yaratmasıdır. Bizim de bu nimete karşılık Allah (c.c.)'a çok ibadet etmemiz lazım. Oruç tutmak, zekat vermek, sadaka vermek, namaz kilmak Allah (c.c.)'in bize bahşettiği en büyük nimetlerdendir. Bu ibadetlere karşilik Allah (c.c.) müslümanlara cenneti ve içindeki nimetleri hazırlamış ve ebedi olarak orada kalacaklardır. Ona göre ibadetleri artirmamiz lazim gelir.Allah-u Teala (c.c.) bize hidayet yolunu göstermekle büyük bir lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Kafirler bu lütfü ilahi'ye icabet etmediklerinden ötürü onlara ebedi cehennem ateşi ve izdirabmi hazirlamiştir.

İnsan bir düşünecek olursa, parmağını tuttuğu bir mum ateşine bile parmağını tutamazken nasıl olurda ebedi ateş olan cehennemlik amelleri işler, günahlardan sakınmaz ve ibadet yapmaz? Bütün bunları düşünerek ibadetlerimizi artırmamız lazım. Allah (c.c.) tüm dünyanın servetini bize vermiş olsaydı ve bu serveti Allah (c.c.) yolunda tasadduk etseydik yine de müslüman olmanın şükrünü eda edemezdik.

Allah (c.c.)'m bize bahşettigi ikinci büyük nimet; bizleri en son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmeti olarak yaratmasıdır. Nasıl ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) paygamberlerin en efdali ve en üstünü ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti de ümmetlerin en üstünüdür.

Hz. Musa (a.s.) Levh-i Mahfuz'a baktığı zaman, orada Hz. Muhammed (s.a.v.)'in öyle hasletlerini, büyüklüğünü, faziletini görmüş ki, "Ya Rabbii Keşke beni de Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti olarak ya-ratsaydın, başka bir şey istemezdim" buyurmuştur. Biz böyle bir peygamberin ümmetiyiz. Buna layık olmaya çalışalım.

Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Benim ümmetimin evliyaları, Beni İsrail peygamberleri gibidir. (Bu,büyüklük bakımından değil, hidayet bakımındandır.) " Eskiden gönderilen peygamberlerin bir kısmı yalnız kendisini irşad etmiş, bir kısmı yalnız kendi ailesini, bir kışımı kendi içinde bulunduğu kabilesini, bir kısım da yalnız bulunduğu köyü irşad edebilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetinin evliyaları, mür-şid-i kamilleri ise daha fazla irşadda bulunarak daha çok kişinin hidayete ermelerine vesile olmuşlardır.

Allah (c.c.)'ın bize sunduğu üçüncü büyük nimet, Allah (c.c.)'ın Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmetini son ümmet olarak, bizleri de ümmetin en son kısımlarında yaratmasıdır. Diğer ümmetler binlerce ytl toprak altında (kabirde) yattıkları ve günahkar olanların kabir azabı çektikleri halde, bu son ümmet az bir süre toprak altında yatacaktır. Ve (günahkar için de) azapları da çok kısa bir zaman sürecektir.Cenab-ı Hakk'ın bizlere farz kıldığı namazda huşu ve takvaya da çok dikkat etmeliyiz.Namaz peygamber (s.a.v.)'e miraçta farz kılınmıştır. İlk önce elli rekat olarak farz kılınmıştır. Bu emirle Rabb'in huzu-randan dönen Hz. Peygamber (s.a.v.) altıncı kat semada Hz. Musa (a.s.)'m ruhaniyeti ile karşılaşır. Hz. Musa (a.s.), Resullah Efendimiz'e (s.a.v.) elli vakit namazın çok olduğunu, bunun ahir zaman ümmetine ağır geleceğini, Allah (c.c.)'tan namaz vakitlerini azaltması için niyazda bulunmasını söyler. Resulullah (s.a.v.) da tekrar Allah-u Teala'nın (c.c.) huzuruna varıp, elli vakit namazın ağır gelebileceğini, vaki
tleri biraz azaltması için Alah-u Teala'nın (c.c.) huzuruna varıp, elli vakit namazın ağır gelebileceğini, vakitleri biraz azaltması için Allah-u Teala'ya (c.c.) niyazda bulunur.

Allah-u Teala (c.c.) da namazları on vakit azaltarak kırk vakte indirir. Resullulah Efendimiz (s.a.v.) geri dönerken tekrar Hz. Musa (a.s.) ile karşılaşır. Hz. Musa (a.s.) yine bu kadar vakit namazın çok olacağını söyler ve biraz daha azaltılması için tekrar Allah-u Teala (c.c.)'nın huzuruna gitmesini söyler. Bu gidip gelmeler birkaç kez daha tekrarlanır ve namaz vakitleri sonunda beş vakte indirilir. İşte böylece Muhammed aleyhisselam ümmetine her gün beş vakit namaz farz kılınır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Musa aleyhisselam'ın bizzat kendisi ile değil ruhaniyeti ile görüşmüştür. Tabii ki Allah (c.c.)'ın dostları ölmez, yalnızca nakil olur yer değiştirir. Onların himmeti, yardımı her zaman vardır.

Hz. Musa (a.s.), Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ve O'nun ümmetinin fazilet ve büyüklüğünü, Allah (c.c.) katındaki değerini Levh-i mahfuz'da gördükten sonra şöyle buyurur: "Ya Rabbi! Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti olamadım. Bari ümmetini görenlerden olsaydım" diye arzu ediyor. O sırada İmam-ı Gazali (rh.a)'nin ruhaniyeti oraya geliyor ve Hz. Musa (a.s.) ile görüşüyor.

Hz. Musa (a.s.):

-Sen kimsin? diye sorunca, îmam-ı Gazali:

- Muhammed Oğlu, Muhammed Oğlu, Hamid Oğlu İmam-ı Gazali'yim diye cevap verir. Bu cevap üzerine Hz. Musa (a.s.)

-Künyeni neden bu kadar uzun söyledin, yalnızca İmanı-ı Gazali deseydin yetmez miydi? diye sorar. İmam-ı Gazali (rh.a) de cevap olarak

-Allah (c.c.) Hazretleri, ile konuşmaya gittigin zaman sana "sag elindeki nedir?" diye sordugunda, sen onu tanitirken "O benim asamdir. Ona dayanirim ve onunla davarlarima yaprak silkerim ve onda benim başka hacetlerim de vardir" diye uzun uzun anlattin, kisaca cevap verseydin yeterli olmaz miydi?" şeklinde sorusuna soruyla cevap verir. Hz. Musa (a.s.) da cevap olarak:

-Ben Allah-u Teala (c.c.) ile biraz daha fazla konuşabilmek için uzun uzun açikladim, der. Imam-i Gazali (rh.a) de cevap olarak:

-Sen Allah (c.c.)'in büyük peygamberlerindensin. Kelimetullah'sın. Kitab verilenlerdensin. Onun için seninle daha fazla konuşabilme şerefine nail olmak için uzun açıklamada bulundum, der.

İşte Hz. Musa (a.s.) ile bu derece yakın olabilen İmam-ı Gazali (Rh.A.) zamanının en büyük alimi idi. Ama tasavvufu sevmeyen tasavvuf münkiri idi. İmam-ı Gazali (rh. A.)nin kardeşi ise tasavvuf ehli veli bir zat idi. İmam-ı Gazali (rh.a)'ye ilminden dolayı, her müşkülü olan fetva almaya geldiği halde, kardeşi arkasında namaz bile kılmıyordu.

İmam-ı Gazali (rh.a) arkasında namaz kılmadığı için kardeşini annesine şikayet etti. Annesi kardeşini camiye cemaate gitmesi için ısrar etti. Gayesi İmam-ı Gazali (rh.a)nin gönlünü almaktı. Gazali'nin kardeşi annesine;

-Anne, onun arkasında benim namazım olmaz, dedi.

Bunun üzerine annesi fazla ısrar etti: "Bak oğlum, o senin büyüğün, sen cahilsin, ağabeyin alim kişidir, herkes ona geliyor, müşkülünü halledip gidiyor, herkesin namazı kabul oluyor da seninki neden kabul olmasın? Mutlaka gidip arkasında namaz kılacaksın" diye çok ısrar edince İmam-ı Gazali'nin kardeşi camiye gidiyor. O gün İmamı Gazali (rh.a)'ye namazdan önce bir kişi geliyor ve hayız (kadınlık hali) hakkında bir soru soruyor, İmam-ı Gazali (rh.a) de "Namazdan sonra gel, cevabını vereyim" diyor.

Namaza başlayinca Imam-i Gazali sürekli hayiz (kadinlik hali) ile ilgili soruyu düşünüyor ve namazin tamamini cevap hazirlamakla geçiriyor, bu arada imam-i Gazali'nin kardeşi sürekli tekbir aliyor, sonunda namazi bozuyor ve yeniden kiliyor.

İmam-ı Gazali, kardeşinin ikide bir tekbir almasına ve namazı bozup, tekrar kılmasına çok üzülüyor ve annesine şikayette bulunuyor.

Annesi, "Oğlum, neden ağabeyinin namazına müdahale ettin, cemaatın içinde mahcup duruma düşürecek hareket yaptın, hani bana söz vermiştin, Namazı kılıp gelecektin? deyince, İmam-ı Gazali'nin kardeşi annesine;

-Anne, bir insan göbeğine kadar kana bulanırsa onun arkasında kılman namaz kabul olur mu? diye soruyor ve "bu soruyu abime de sor" diyor.

Annesi, İmam-ı Gazali'ye bu soruyu aynen aktarıyor.

İmam-ı Gazali (rh.a) namazdaki durumunu hatırlıyor, namazı hayızla uğraşmaktan tam olarak kıldıramadığını ve kardeşinin de keşif sahibi olduğu için haline vakıf olduğunu anlıyor. Gerçekleri görüyor ve daha önce inkar ettiği tasavvuf ve tarikat yoluna giriyor. Gerçekleri gördüğü ve alim de olduğu için çalışarak kısa zamanda Gavs oluyor.

Bu nimete layık olmak için çok çalışalım, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e hakiki ümmet olmaya gayret edelim.

Padişah ne kadar büyük olursa, hizmetçisi de o kadar büyüktür. Hasan-i Basri Hazretleri çarşiya çikip, bir dükkana ugramiş. Bir adamin çarşida elini kolunu sallaya sallaya, gururlu ve kibirli bir şekilde gezdigini görür. Hasan-i Basri (rh.a) "Bu kim ki gururla^ ellerini kollarini sallaya sallaya yürüyor?" diye sorar. Orada bulunanlar.

"-Bu şahis padişahin hizmetçisidir, onun için böyle yürüyor" derler. Bunun üzerine Hasan-i Basri (Rh.a.):

"-Ben de Sultanlar Sultanı Allah (c.c.)'ın kuluyum. Ben neden bu adamdan daha iyi yürümeyeyim?" der ve çarşının içinde ellerim kollarını sallaya sallaya bir süre gezinir.

Bizim de üzerimize düşen, Sultanlar Sultani'na çok ibadet edip, çok çalişmamizdir. Zaten Allah-u Te-ala (c.c.) "Insanlari ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattim" buyuruyor. O'na layik olmaya gayret edelim. Bizlere bildirmiş oldugu hayirlari yapmaya çalışalım. Zaten Allah-u Teala (c.c.) da şöyle buyuruyor: "Azaba duçar olmadan önce (tövbe edip) Rabbiniz'e dönün ve O'na teslim olun. Sonra yardim olunmazsınız. Ansızın haberiniz olmadan azap size gelmeden evvel Rabbiniz'den size indirilenin en güzeline (nehyedildiklerinizi birakip emrolunduklariniza) tabi olun."

Dünyada yapılan günahların hesabı, azabı ve cezası ahirettedir. Ölmeden önce iyi amelde bulunmaya acele edin.

Bir insan yalnızken, tek başına, günah işleme fırsatı olduğu halde Allah (c.c.)'tan korkarak o günahı işlemezse, Allah (c.c.) ona çok büyük ecir ve sevap veriyor. O davranış (günahtan kaçış) mümin için en hayırlı iştir. Bu durum imanın kemale erdiğinin işaretidir.

Kalabalıktan çekinerek günah işlemeyen kimseye sevap yoktur, ama yalnızken ve elinden geldiği halde, yapabilecek durumdayken gühahı işlemeyene çok sevap vardır.

Bütün insanlar, herkesin birbirinden kaçacağı o günde, hesapları görüldükten sonra bir kısmı cennete bir kısmı cehenneme gitmek üzere ayrılırlar. Herkes gideceği yere gitmeden önce; anne, baba, oğul, kız hepsi birbirlerine sarılıp vedalaşırlar. Bu vedalaşma . beşyüz yıl sürer. Vedalaşma bitince melekler gelir ve "Vedalaşma bitmiştir, artık yeter, ayrılın" diyecekler. Sonra herkes hak ettiği yere gönderilecektir. Cehenneme gidenlere Allah (c.c.):

"-Ey ademoğulları! Şeytana itaat etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana itaat edin, doğru yol budur, diye size bildirmedim mi?" diyecektir.

Allah (c.c.) yine:

"-Bugün onların ağızlarım mühürleyeceğiz. Elleri bize konuşacak ve ayaklan da neler isledilerse ona şahitlik edeceklerdir." diye buyurur.

İnsanların omuzlarında iki melek vardır. İşlenen bir günahı tövbe edebilir diye sağdaki melek, soldaki günah yazan meleğe yirmidört saat yazdırmıyor. Bu süre içerisinde tövbe etmezse bir günah yazılıyor. Sevap meleği ise, her sevap ve iyilik için on ile yediyüz katı kadar sevap yazıyor. Hiç beklemeden, hemen yazıyor. Bundan büyük nimet var mı?

Allah (c.c.) kulunu bağışlamak, affetmek için adeta ufak bir bahane arıyor. Madem Allah (c.c.) bahane arıyor, biz de gayret edelim. Dünya ile mağrur olmayalım, ona aklanmayalım.

Sofiler ayakta çok beklediler, onun için sohbetime burada son veriyorum. Allah (c.c.) hepinizden razı olsun. İnşallah nasip olursa cumaya kadar evimize dönmek niyetindeyiz.

Allah (c.c.) hepimizi affetsin, inşallah.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Seyda Hazretleri Hakkinda Basinda çikan Yazilar

Seyda Hazretleri Hakkinda Basinda çikan Yazilar

GÖNÜLLER SULTANI

Vazife:
Hekimoğlu İSMAİL

Allah indinde din, İslamiyet'tir. Gerçek müslümanlar bulunduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır Demek ki islamiyet, kıyamete kadar yaşayacak. Yaşanan bir din için Allah, dine hizmetkar olacak kullarını göndermektedir. İslamiyete hizmet eden herkes, Allah'ın memurları hükmündedir. Görünmemekle beraber her birinin rütbesi vardır.

Keramet:
İslamiyete hizmet edenlerin en belli vasfı keramettir. İslami ahlaka sahip olmak, İslami ilimleri bilmek bir bakıma keramet gibi görünse de, alışmışlığın dışında bazı işlerin yapılabilmesi de keramet planında yer almaktadır. Kerametin en mühim şekli, insanlara, İslam'ca yaşamayı verebilmektir.

Ayyaşlarin Tevbesi:
İki ayyaş bir taraftan kadehleri boşaltırken, bir taraftan da çene çalıyorlardı:
-Senin ki artık içmez oldu.
-Sorma yahu, bir hoca görmüş, kendisi hoca kesilmiş,
Kahkahayı bastıktan sonra:
-Adam hem içmiyor, hem sakal bırakmış, hem de camiye gidiyor. Ha babam ha!..
-Görmesem inanmazdım.
Biraz sustular. İkisi de kadehlerim tutuyor, ikiside sigarayı tellendiriyordu.
-Biz de gitsek mi?
-Anlamadım!
-Kafayı iyice çekelim, ceplere de birer tane yerleştirelim. Bagaja da dolduralım, bakalım hoca ne yapacak?
Yine güldüler, kadeh tokuşturdular. Bu karara sevinmişlerdi.
Bir hafta sonra sarıklı cübbeli, entarili bir şahsın karşısına dikildiler. Ayakta duramayacak kadar sarhoştular.
-Para verdiniz, gidip için...
Onların hayatları "içmek"ti. Hoca da "için" diyor. Hemen ayrılıp arabanın yanına döndüler. Kendi tabirleriyle çilingir sofralarını kurup, içmek istediler, mümkün değil, tek yudum alamadılar. O zaman şişeleri taşa çaldılar.

Tevbe:
Yarabbi, işledigim günahlara tevbe ediyorum. Keşke işlemeseydim. Bir daha işlemeyecegim...
Bunun arkasından sekiz şart, abdest, gusül abdesti alınacak, iki rek'at tevbe namazı kılınacak...

Keramet mi?
Namaz kılmayan, namaza belki düşman olan kimseler abdest almaya başlıyor. İslam okyanusuna giren bu adamlar titriyor, ürperiyor. "Allah" diye bağırıyor. Şubat ayındayız, mevsim kış. Soğuktan değil, hayatın değişmesinden dolayı titreyenler, rengi kireç gibi olanlar, yeni bir hayata geçenler, içkiye, kumara veda edenler, meyhaneyi kapatanlar, namaza başlayanlar, sakal bırakanlar...

Gong!
Olup bitenleri anlamaya çalış. Bunlar akılla, kitapla izah edilemez. Şu ayyaşın abdest alışına bak! Şu komünistin Allah deyişini dinle! Şu kumarbazın maddeten ve manen ellerini yıkamasını seyret! Artık modern hayatın çölünde vaha kurulmuş.Artık islami bir hayatın çizgileri çizilmiş. Artık ferman ferman üstüne inmiş, boyunlar bükülmüş, eller bağlanmış...

Çorba:
"Müslümanlar para kazanın zengin olmayın" cümlesinin tatbikatı burada. Gönüller Sultanı, Asr-ı Saadeti yirminci asra getirmeye çalışıyor. Yüzlerce, binlerce insana kendi kazancından çorba içiriyor, ekmek veriyor, kimseden birşey alınmıyor. Herkese bir şeyler veriliyor. Çorba ve ekmek bugünkü standartların dışında. Fakat sahabe çorbasına ve ekmeğine çok yakın.
Camiler yaptırmış tıklım tıklım dolu. Yatsı namazında üst üste secde ettik, imam kendisi...
Sonra camide halı üstünde uyuyanlar. Mevsim kış, Soğuk, şiddetli, üşüyen var, hasta olan yok... Dedim ya akıl üstü, kitap dışı şeyler... Hatta, dışarda beton üzerinde yatanlar olmuş, yine hastalanan yok. Hastalıkları iyileşenlere de rastladım. Kuyruk:
Yatsıdan sonra tekrar abdest aldım. Talimata göre artık konuşmak, yemek içmek yok. Saat dokuz, üstü açık dört banyonun önünde, gusül abdesti için kuyruğa girmişler. Bekleyenlere dikkat ettim. Bunlara el yıkatmak mümkün değilken, bu geç vakitte, kar serpiştirirken, soğuk su ile gusül aldıran güç nedir?
"Bekleyen çok" diye gittim gece yarısı saat bir de geldim. Yine kuyruk var. bu iş başka...Ben de gusül aldım. Söylenenleri gücüm yettiği kadarıyla yapmağa çalıştım.

Mehenk:
Gördüğüm, duyduğum herşeyi islamın mihengine vurmaya çalıştım. Bildiğim kadarı ile İslama aykırı bir hal yok. İslamiyeti yaşama gayreti, bir kısım kabahatlerin üstünü örtüyor. Bir fakih, "Allah" diye bağrılmasını hoş karşılamadı. Halbuki bir kısım insanların vücut serinde dehşetli değişimler oluyor. Büyük fırtınalar içinde, en güzel feryad, yine "Allah" demektir.

Sürgün:
Düşünüyorum, bir kisim insanlari devlet sürgün ediyor. Gönüller Sultani kendi kendini sürgün etmiş. Şehirlerden uzaklaşmiş. Tepeler üzerinde, en basitinden yerler yapmiş. Evler basit, cami büyük!... Televizyon, radyo, gazete yok. Siyaset, parti, iktidar hirsi yok. Şehirlerin günaha akan caddeleri, hileli hurdali ticaretleri yok. Gayri ihtiyari zaman kendi kendime sorum "Türkiye'de miyim?"
Irklar, kavimler kaynaşmiş, diller bir kelimede ittifak etmiş: "Allah!"

Su:
Dikkatle bakınca İslamiyetin keramet gerçeği burada da oldukça bol. Mesela, asırlardır susuz olan bu topraklarda, bir yer kazılmış, su çıkmış. Bu sudan hergün binlerce kişi abdest alıyor, içiyor, yıkanıyor ve bahçeler sulanıyor. Kıraç topraklarda güzel bahçeler kurulmuş
İlim Alah'ın İslam Allah'ın ve hepimizi yaratan Allah! Gönüller Sultanı bir insandır, Allah'ın askeridir. Emir almış, vazifesini yapıyor.
Falan köyün camisi cemaatsizmiş. Şimdi gençlerle dolu. Çünkü Gönüller Sultani'm görmüşler.
Öğle tatilinde camiye koşan işçiler, onu görmüşler.
Çantasını kenara bırakıp namaz kılan gençler, onu görmüşler.
İslamiyetin Hak din olduğuna binlerce delil var Bir de Gönüller Sultanı'nın icraatı...

MENZİLDE BİR GÜNEŞ BATTI
Hekimoğlu İSMAİL

Menzil, varılacak yer demektir. Hiç kimse "Falan yere gidin" demedi, herkes oraya akın akın gitti. Evvela devlet gözetledi: "Ne oluyor?" diye, sonra Muhammed Raşid Efendi'yi gözetim altına aldı, sorgulaması yapıldı:
-Biz, kimseye gelin demiyoruz, onlar kendi istekleriyle geliyorlar. Onlara bir şey de söylemiyoruz...
Şeklinde ifade verdi fakat, yakasini bir türlü birakmadilar. Neticede o bizi birakti, dünya yurdundan ahiret yurduna göçtü.
"Allah indinde din İslamiyettir" buyuruluyor, "Allah dinini kıyamete kadar koruyacaktır" deniyor. Halbuki islami eğitim hemen hemen yok edilmiş, günah selleri sevapları da alıp götürmüş, ortada ismi Müslüman fakat Avrupa hayatı yaşıyan insanlar kalmış... Bu durumda İslamiyet nasıl devam edecek?
Sebepleri yaratan Allah, bazan sebepleri aşarak icraatini sürdürüyor. Menzil'de bunun tatbikatini gördük.
Menzil Urfa yolu üzerinde, Urfa'ya yakın bir yer. Eskiden burası bir bozkırmış. Raşid efendi'nin dedesi buraya gelip, gayet basit evler yapmışlar, bir- kaç haneden ibaret bir belde kurmuşlar. İşin en Önemli yanı buradan bir su çıkmış, tadı değişik amma güzel içmeye, temizliğe, bahçe sulamasına yetecek kadar sanki kendi kendilerini sürgün etmişler, şehirlerden kaçıp, ıssız bir yerde ikamete başlamışlar. Fakat milyonlarca insanın bulunduğu şehirlerde kendilerini yalnız hissedenlere inat, bunlara hergün binlerce insan akın akın ziyarete gelmiş. Evet, orada bulunduğum üç gün içinde hergün otobüsler, taksiler, minibüsler dolusu insan gelirdi.Mahşeri bir kalabalık vardı, bu insanları oraya çekip getiren neydi? Niçin geliyorlardı? Yaz, kış demeden, yorgansız, yataksız camide veya surda burda nasıl yatıyorlardı? Ne yiyip içiyorlardı?
Evet, İslami Öğretim ve eğitim yok edilirken, Müslümanlar sebeplerin dışında, İslamiyet'le müşerref olup, İslamiyet'in hakkaniyetine alenen inanıyorlardı.
Raşid efendi, pek konuşmazdi, vaz-u nasihatte bulunmazdi. Sadece imamlik ederdi. Amma onu gören kötü alişkanliklarini terk eder, bazilari sakal birakir, dini kiyafetler içinde işine bakardi. Nasil ki, miknatis, demir cinsinden şeyleri miknatislandirirsa, o da yanina yaklaşana Islami hayati aşilardi. Bu, elbette Allah vergisiydi. Islam'dan uzaklaşan bir kisim kullarini Allah, bu şekilde Islam'a çekiyordu.Her irktan, her mezhepten, hatta her dinden insanlar gelirdi, bunlari getiren sebebi anlamak mümkün degil, amma giden bir daha gitmek ister, sevdiklerini de götürürdü.
O, seyyiddi, âli beyttendi. Bu noktada düşünüyorum: Hazreti Ali'yi sevdigini söyleyen, onun soyuna hürmetkar ve bagli olan Aleviler, bu seyyidler kervanina tabi olsalar gerçek manada Hazreti Ali'ye de tabi olurlar.Seyyidler çok önemlidir, onlardaki hal ve tesir daha başkadir.
Raşid Efendi Arapça, Türkçe ve Kürtçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü Türk'ü, Arap'i kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermani idi, bir kisim bürokratlar kadrini bilmedi. Osmanli Devleti'ni asirlarca ayakta tutanlar,Raşid efendi gibi kimselerdi. Türkiye, bunlarin kiymetini bilmedigi için şimdi başimiza PKK olaylari çikti. Çünkü Islamiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve onun gibiler sürekli gözetim altinda bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alindi, kisacasi rahat birakilmadi, olaylar PKK'lilara malzeme oldu. Islamiyet her irki, her mezhebi, kisacasi Mülümanlar'i kardeş ederken bugünkü kavmiyetçilik kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkan taninsaydi Güneydogu hadiseleri olmazdi.
Dedik ya, "O, seyyiddi". Seyyidler kervanı yollarına devam edecek, bu kervana katılanların dünya ve ahiretleri cennet olacaktır inşaallah.

BİR MANEVİ ÖNDERİN KAYBI
Fehmi KORU
Vefatının üçüncü günüydü ve vefatı öğrendiğimiz günden beri ilk defa biraraya geliyorduk. Yüzündeki buruk ifadeyi açıklamak için, "İnsanın mürşidi Ölünce içinde bir boşluk kalıyor" dedi. Birkaç gündür etrafta hissettiğim sarsılmanın en derin anlamım bunu söyleyenin yüzüne baktığım o an çıkardım. Yakınımdaki birçok insan, şu sıralarda içlerinde derin bir boşluk hissediyorlar. Ve o sebeple buruklar...

Hayatında hiçbir iniş çıkışı bulunmayan, davranışları önceden kesitirilebilir bir insan olan babamın, hepimizi şaşırtan iki ani ve fevri davranışını gördük bugüne kadar... Biri, bizlere kızıp biraz kafasını dinlemek istediğinde, neredeyse 30 yıl aradan sonra, askerliğini yaptığı il olan Malatya'ya çekip gitmesiydi. Diğeri ise, birkaç günlük bir başka ortadan kaybolmasıydı. Döndükten bir müddet sonra, o da iyice sıkıştırınca, Adıyaman'ın Menzil köyüne gitttiğini itiraf etmişti.

İzmir nere Adıyaman nere? Esnaflar çevresinde biçok kişi, her hafta birkaç otobüsle Menzil ziyaretini alışkanlık haline getirmişler; cami arkadaşları onu da ikna edip, bizlere bile haber vermesini beklemeden Menzil'e sürüklemişler... Sorguladığımızda, orada gördüğü basit ama anlamlı hayattan bölük pörçük sahneler aktarmıştı: Altı her zaman kaynayan kazan, dışarıdan gelenlerin yatması için hazırlanmış yer yatakları, cemaat halinde kılınan namazlar... Kimsenin aç, açıkta ve manevi korumasız kalmadığı bir yermiş Menzil...

Başkalari manevi hayatin dişinda kalmişlar "ölümü" zor idrak ediyorlar. Çok kisa sürede olup bitenler onlari şaşirtiyor olmali. Cuma namazi sirasinda vefat eden bir insan, sevenleri tarafindan hemen köyüne götürülüyor, Şafii gelenegine uyularak vakit geçirmeden topraga veriliyor... Ölümle topraga verme arasinda yalnizca 24 saat geçmesine ragmen onbinin üzerinde insan Menzil'e gelmiş bile... Türkiye'nin her tarafindan...

Şeyh Raşid Erol, vefatindan sonra çikan yazilardan ögrendigime göre, Öyle fazla konuşan bir "mürşid"degilmiş...Onu ziyaret edenler, Menzil'de bulduklari ortamin etkisinde kalirlarmiş... Daha dogrusu, sözlü ikna yerine, hal ve tavriyla teblig yöntemi imiş onunki... Baglandigi esaslar ve takipçilerinin izlemesini istedigi ilkeler, varligiyla etrafina örnek olarak insandan insana geçiyor olmali...

Mana aleminin dışında kalanlar işte bunu anlayamaz. Onların zannetikleri, inanan kesim arasındaki ilişkilerin madde ve para temeline dayandığıdır... Biraz daha insaflı olanlar, önder durumundaki kişinin cazibesinin etkisini de kabul ederler. Ancak hiçbirinin aklına, kalpten kalbe bir yol olabileceği gelmez... Konuşmadan anlaşılabileceğini düşünmezler bile.. Oysa, Seyyid Raşid Erol, Öyle çok konuşmayan, insanları etkilemek için hiç çaba göstermeyen, ama insanların peşinden ayrılmadığı bir "mürşid"di.
Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkanlarla misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terkediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terkediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarım da "Menzil"e çevirmişlerdi...

12 Eylül askeri darbesinin en baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zo-, runlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskan edilmis bir adayı... İkametgahıda, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü.

Kenan Evren, sonradan kitaplaştirdigi anilarinda, Turgut Özal'a ilk olumsuz teşhisi koymasina Şeyh Raşid Erol'un vesile oldugunu anlatir. Özal, sagligi bozuk, sevenleriyle irtibati kopmuş Şeyh'in sürgün hayatinin sona ermesini talep etmiştir. Her halde, bunu, uygun bir dille yapmiş olmali. 12 Eylül'ün kudretli lideri, "Yaptigi teklif igrençti" gibi bir şeyler söyler... Bir manevi liderin zulmüne.son verilmesini igrenç bulan Kenan Paşa...

Seyyid Raşid Erol'un zorunlu ikametinin sona erdirilmesi, askerlerin göreve getirdigi merhum Turgut Özal gibi siyasiler tarafindan başarilamaz, ama yine onlarin kurdugu partinin başina getirdikleri bir başka emekli askerin devreye girmesi etkili olur. MDP Lideri Turgut Sunalp Paşa, parti işinde yaninda bulunan siyasetten anlayan bir kadronun telkiniyle, Şeyh Raşid Erol'un daha uygun bir yere taşinmasini saglar... Ankara'daki kisa bir ikamet, ANAP iktidarinin ilk günlerinde, yeniden Menzil'e dönüşle noktalanir.

Köydeki cenaze töreninde Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkani Muhsin Yazicioglu da bulunmuş... Yeniden Doguş Partisi (YDH) lideri Hasan Celal Güzel de... Fotograflara baktim, çeşitli vesilelerle tanidigim yiginla insan gördüm. Hepsi de sevgi ve bagliliklarini sunmak üzere oraya gitmişlerdi, besbelli... Bagliligi olan bir yakinim, gitmesi mümkün olmadigi halde gitmediginin izdirabini çekiyordu, törenden dört gün sonra bile... Binlerce kişi ayni duygulan paylaşiyor olmali şimdi...
Cuma günü Meclis'e gittim ve cuma namazım da orada kıldım. Zaman'dan vefat haberini duymuşlar, ama teyidi için bir kanal gerekmiş... Benim aklıma ilk gelen isim, Şeyh ile uzaktan ilgimi kuran işadamı Ahmet Etöz oldu. İzmir Caddesi'nde spor malzemeleri mağazası olan Ahmet Bey, vefat haberiyle birlikte hastaneye koşmuş... Magazasinda çalişanlar vefati dogruladilar. Şimdi kimbilir ne kadar üzgündür Ahmet Bey...

Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Muhammed Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi. Vefatı, onu tanıyan, ona bağlılık duyanlar kadar, onu uzaktan sevenleri de derinden üzdü.

TRT bu vefattan herkesi haberdar edebilirdi, etmedi. Gazeteler, etki alanının genişliğini tam kestiremedikleri için, kısa haberler vermekle yetindiler...
Şeyh Raşid Erol, kendi çizgisini devam ettirecek hayırlı evlatlarla onbinlerce bağlısını geride bıraktı. Onu tanıyamamış bizim gibiler de yokluğunu hissedecekler... Ama en büyük kayıp, ayrılık ve bölünme belasının pençesine düşmüş olan ülkenindir; bunu unutmayın...

Mekanı cennet olsun...

SEYYİD MUHAMMED RAŞİD (K.S.)'NİN ARDINDAN
Vehbi VAKKASOĞLU

Soru: Türk toplumunda yaşayan birisi olarak vefatinin sene-i devriyesi dolayisiyla Seyyid Muham-med Raşid (ks) Hz. hakkinda gözlem, duygu ve düşüncelerinizi anlatir misiniz?

V. Vakkasoğlu: Evet, o mübarek zatın da gerçekten çok büyük bir hayranlığı içerisindeyim:

Ne yazık ki sadece hayranlığı bile, gerçekten beni hala heyacanland.ırır. Kendilerini ilk ziyaret ettiğim zaman, hatta ziyaretim sırasında daha kendilerini görmeden, bulundukları mekanda ve çevrede ruhani-yetlerini hissettiğim bir büyüktür. Allah (cc) rahmet eylesin. Allah (cc) şefaatlerine bizleri ulaştırsın'înşa-allah, sevenleri olarak. Tabii, bu bizim gözlemimiz fazla önemli değil. Bu Mübarek zatlar hakkında söz söyleme hakkına ve selahiyetine de hiçbir zaman sahip değiliz. Böyle bir soruya muhatap olduğumuz için,ben ayrıca hem büyük bir sevinç hemde büyük bir mahcubiyet duyuyorum. İnşallah O'nun üzerine söz söylemenin de bir bereketi ve feyzi olur, bundan istifade ederiz. Bir tarihte son Osmanlılardan Münevver Ayaşlı Hanımefendiden dinlemiştim. O da ziyarete gitmiş. İngiltere'den gelen Müslüman olmuş bir İngiliz kafile, bunlar da tarikat mensubu insanlar merak etmişler, Türkiye'de yaşayan Allah dostlarını bir görelim diye. O zaman gidip ziyaret etmişler, Muhammed Raşid Hazretlerini. Çoğu Hanım olduğu için hanımlara yakın konuşmayı arzu etmediği söylenmiş kendilerine. Ama onlar, o gönül insanları, maddeden, maddenin getirdiği batılılıktan bunalmış insanlar, "uzaktan olsun görelim" demişler ve Münevver hanimdan ben dinlemiştim "Nasil bir kanaat edindiniz? diye sordum evladim demişti bana, uzaktan görünen maddi, manevi hali, eşgali, tavri, hatta görünüşüyle onun gerçek bir Nakşi şeyhi, bir Veli ve Allah Dostu olduguna inandim. Yaklaşmamiza, bizatihi muhatap olmamiza hiç gerek kalmadi. O'nun ruhaniyeti, bizi o kadar uzak mesafelerde kavramişti" demişti. Ingiliz Müslümanla-nnda ülkemize ilk defa gelen insanlarin da bu karara Çok katilmiş olmalari,, gerçekten bizim için, zaten inandığımız bir şeyin tesciliydi ve bana göre çok Önemliydi. O Mübarek Zatın, en çok hoşuna giden Özelliklerinden bir tanesi kesinlikle gıybet ettirmemesi, cemaatleri ve tarikatları, bir rakip firma olarak kesinlikle görmemesi ve onlar hakkında soru sorulupta konuşma mecburiyetinde kaldığı zaman da bizatihi şahit olmuşumdur; daima Övgüyle daima onların hizmetlerini takdirle yadetmesidir. Tabii oldukları büyükleri, diğer Allah dostlarım hürmetle, saygıyla ve hakikaten büyük bir tevazuyla anması oıîun gösterdiği o tevazuyla şahsen benim ve diğer dinleyicilerin de muhakkak ki gözlerinde çok daha büyümüştür. Müslümanlara örnek olması gereken çok önemli bir davranıştır bu... İslam Kardeşliğini bugün tesis etmek için, bu anlayışa ihtiyacımız var. Tabii, Muhammed Raşid Hazretlerinin neslinden ve manevi silsilesinden geldiği babalarını (Gavs Hz.) da ben bizzat görmedim. Çok yakında olmama rağmen göremedim. Adıyaman'da çalışıyordum o sırada. Vefatı da o tarihlere rastladı. Onun da yanlarına ve yakınlarına varmadığım halde, benim yaşadığım çok kerametleri varrdı. Çok arzu ettim, göremedim. Ama rüyamda gördüm. Hakikaten, çok, unutamadığım heyacanları, manevi feyzleri yasatmasına şahit olmuşumdur. O'nun hem evladı, hem de maddi ve manevi olarak silsilesini devam ettiren Muhammed Raşid Hazretlerini de gerçekten o feyze sahip, insanları irşad eden büyük bir Veli olarak gördüm. Oradaki insanlarla ayak üstü bir sohbet etmiştim. Onları öyle mutlu gördüm ki, yeni gelmişlerdi. Hatta ayyaşliktan, uyuşturucudan, serkeşlikten vb. ip-tilalardan kurtulamamiş olarak orada bulunanlari gördüm. Ve onlarda öyle bir sevinç, öyle bir huzur gördüm ki bunlar aninda meydana gelen şeylerdi ve adeta beş yildizli otelde dünyanin en güzel memleketin gezmeye gelmiş insanlarin haletini, ruh halini gördüm. Onlar yataklara bile sahip olmayan, sirt sirta adeta Çanakkale şehitleri gibi yan yana dizilmiş adim atacak yer kalmamiş bir mekanda yatip kalkiyorlar. Ve sadece bir tabak çorbayla ve oranin ekmegi ile beesleni-yorlar. Yani maddi imkan içinde, bu kadar fakir, gerçekten çok fakir ve maddi imkanlardan yoksun bir mekanda, bu insanlari mutlu eden, bu kadar huzura kavuşturan ne idi diye düşündüm. Çünkü onlarinda daha önce böyle birr maneviyattan haberleri yok ve böyle birşeyi yaşamamişlar. Evet, yani oranin güzelligine o zatin oraya .verdigi feyzi görmemek için insan kör olmalıydı, ama olması bile geçerli bir sebep değildi. Çünkü o huzur, insanın hakikaten gönlüne yayılıyordu. Evet, rahmetle anıyoruz ve o hizmetin yine o nesilden ve o soydan geelmiş birileri tarafından devam ettirilmesinden de büyük bir memnuniyet duyuyoruz. İnşallah madde vefatlar, manevi vefatlara sebep olmaz, ve bu hizmet, feyz vermeye, insanları irşad etmeye devam eder.

İnsanımızı ayakta tutan, iç ve dış bozgunculara karşı güçlü ve dirençli kılan, kültürümüzü nesilden nesile sessiz sedasız büyük bir tevazu ile nakleden büyükler vardır. İsimleri, resimleri bilinmez büyüklerdir bunlar. Çünkü saklanmayı, mahremiyet perdesiyle örtülü kalmayı kendileri isterler.Onlar kendi varlıklarını öne çıkaran her türlü hal ve hareketten uzakta kalmaya özel bir özen gösterirler, hizmetlerinin karşılığını hakiki alemde görmeyi umarlar, bunun için de talip oldukları şey sadece ve sadece Cenab-ı Hakk'ın rızasidir.

Bu büyükler, Allah rızası yolunda, dayanılması çok zor ceberutlara, baskıcılara, laiklik perdesine bürünüp gizlenmiş din düşmanlarına rnüthiş bir direnişle karşi koymuşlar, yollarindan dönmemişler, gelecege dair ümitlerinden vazgeçmemişlerdir. Daha dogrusu, gelecegin nasil olacagini fazla da düşünmeden Islam'a, imana sahip çikmişlar, neticeyi Allah'in rahmetinden bekleyerek riza ve tevekkül göstermişlerdir.

Bugün iman ve İslam davasındaki insanlarımız yakın geçmişimizde yaşanan şerefli mücadeleleri bilmek zorundadırlar. Bilmek ve vefa duygusunun gereğini yerine getirmek zorundadırlar. Geçmişin sıkıntılarını bilmek, hem bugünümüz için dersler verecek, hem de içinde bulunulan kolaylık ve imkanların şükrünü ihmal etmemeye sebep olacaktır. Ayrıca bu isimsiz kahramanların tanınması, hizmetlerinin bilinmesi, onların haksız suçlanmalarının da Önüne geçecektir. Zira bugünün şartlarından geçmişe dönüp bakınca, birtakım yanlış değerlendirmeler yapılıyor ve bu suretle de devrin ilim adamları, Allah dostları, manevi dinamikleri suçlanabiliyor.

İşte onlardan biri... Bir büyük silsilenin günümüzdeki temsilcisi, manevi dünyamızın temel yapı taşlarından Muhammed Raşid Erol Hazretleri... Ebedi aleme göçüsüyle bütün mü'minleri büyük bir hüzne boğdu. Ancak, milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bir dönemde dahi ne yazık ki, başta devlet radyo ve televizyonları olmak üzere medyamız bu olayı görmezlikten geldi. Bu görmezden gelişin temel sebebi, bir eski hastalıktır. Bizi bir vatanda iki millet haline getiren eski bir hastalık. İşin içine din, dindarlık, daha doğrusu islamiyet girince, bir kısım aydın ve bürokratımızın hâlâ kendilerim kurtaramadıkları lâiklik hassasiyetiyle çekinmek, korkmak, endişelenmek ve bu suretle de uzak kalmak, lakaytlaş-mak duygusu... Onbinleri ilgilendiren ve heyecanlandıran bir olayda dahi kör ve sağır kalmak vurdumduymazlığı, bu eski aydın hastalığının temel belirtisidir. Oysa ki, vefat eden maneviyat kutbu, ülkenin sadece güneydoğusunda değil, her yanında bir manevi asayiş muhafızı gibiydi. Ona gönül bağlamış olanlar, her türlü kargaşaya ve teröre karşı, ülkenin her yanında güçlü bir teminat idiler. Ve varlıklarıyla terörü önlemeye giden yolun nerelerden geçmesi gerektiğini de işaretini veriyorlardı. Anadolu'yu bir huzur ortamı haline getirmekte samimi olanların onlarla ortak paydalar aramamaları mümkün mü?

Evet, daha kısa zaman Önce, Muhammed Raşid Erol Hazretleri'nin başına gelen sürgünlü olaylara bakılınca, yöneticilerimizin bindiği dalı kesme gafletini bile aşan bir şaşkınlık içinde olduklarını açıkça müşahede ediyoruz. Nedir bu korku? Bırakınız bu büyüklerin faaliyetlerine yardım etmeyi, onların vefatlarını ve bunu meydana getirdiği yurt sathına yayılan acıyı haber değerinde bile görmemek gafleti hala sürebiliyor. Bu kafayla halkla bütünleşmek nasıl mümkün olacaktır? İnançlarda, uuygu ve düşüncelerde birlik ve beraberlik nasıl sağlanacaktır? Bütün yurt sathında olduğu gibi, Güneydoğumda da temelli ve esaslı bir birliğin ve ortak paydanın adı İslam'dır. Artık bunu yok saymanın imkanı kalmamıştır.

O bölgemize saldıran eşkıyanın bile, gerçek yüzünü din açısından göstermeye başladığı bizzat Genelkurmay Başkanı Sayın Doğan Güreş Paşa tarafından açıklanmıştır. Güreş Paşa'ya göre, bir kısım teröristler. "Buralarda eskiden bizim ecdadımız yaşıyordu ve kiliseler vardı" diyorlar. Dış kaynaklı, Ermeni destekli Hıristiyani hülyaların açığa çıktığı bir zamanda bile artık bazı tarihi yanlışları bir tarafa atıp, insanımızı İslam harcıyla birleştirmeyi, düşünemeyenlerin samimiyetlerine nasıl İnanacağız?
Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri'nin mensup oldugu manevi silsile, iman ve irşad sahasinin en parlak ve etkili yollarindandir. Öyle ki, bir zamanlarin meşhur eşkiyalari olan Mamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin sohbet halkasinda yepyeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarindan tamamen çekilerek, tertemiz bir ömür yaşamişlardir. Bunun binlerce örnegi, o mütevazi Menzil'de halen yaşanmaktadir.

Bunca ibretli olaydan sonra, hâlâ birtakım temelsiz fobilerle yurdumuzun manevi dinamiklerine, göz yummanın gafletle de tarifi zorlaşmaktadır. O maneviyat büyükleri bu dünyadan ve sizlerden birşey beklemiyorlar. Siz ise iddialı olduğunuz dünyevi rahat ve huzurun sağlanmasında onlara çok çok muhtaçsınız. Bırakınız inancı, böyle bir fayda için bile onlara yak-laşamamamn; dost olmamanın altındaki psikoloji nedir? Evet, artık bu tahlili yapmanın ve birtakım fobilerden, komplekslerden kurtulmanın çoktan zamanı geldi ve geçiyor bile.

Muhammed Raşid Hazretleri'ne Allah 'tan rahmet, geride kalan sevdiklerine sabr-i cemil diliyor, bu kudsi silsilenin kiyamete kadar "Imana hizmet" yolunda muvaffakiyetini Cenab-i Hakk'tan niyaz ediyorum.


ASR-I SAADETTEN UZANAN BİR DAL

Cemil TOKPİNAR

MANEVİYAT semamızdan bir yıldız daha ebediyetler ülkesine kaydı.

Fanilik diyarında vazifesini tamamlayan bir maneviyat kutbu alem-i ervaha uçtu. "Menzil Şeyhi"diye bilinen Nakşibendi şeyhlerinden Seyyid Muhammed Raşid Erol (k.s)
Hazretleri rahmet-i Rahmana kavuştu.

Müridleri arasmda,daha çok "Seyda Hazretleri" diye anılan M. Raşid Efendi, bilhassa 1980'lerde tanınmış ve çevresinde büyük tesir icra etmişti.
Türkiye'nin her yerinden otobüslerle ziyaretine giden binlerce insan, tevbe alıp memleketine dönüyor ve daha önce işlediği günahları terkederek, İslami bir yaşayışa giriyordu.

Bizim Bolvadin'den de yüzlerce insan ziyaretine gitmiş ve tarikat dersi almişti.

Memleketimizde ara sıra kafile teşkil edilir. Otobüsle gidilirdi. Yine böyle bir ziyaret organize edilmisti. Lise sondayız. Sömestir tatiliydi. Ben de hem merak ettiğimden hem de duasını almak için gitmek istedim.

Bir otobüsle yola çıktık. 1980'in Şubat'ıydı. Hava çok soğuktu. Şiddetli bir kış yaşanıyordu. Otobüsle benden bir iki yaş küçük, genç bir hemşeriyle beraber oturuyorduk. İsmi Said'di Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ'da kalırken sık sık Bolvadin'den geçtiğinden bizim orada çok iyi tanınıyordu. Bu yüzden çok kimse çocuğuna Said ismini veriyordu. Yol arkadaşım da bunlardandı.

Ben yanıma bir kaç risale almıştım. Yolda onu okuyarak yanımdaki arkadaşa bu eserlerin ehemmiyetinden bahsettim.

Yola çıktıktan galiba bir gün sonra, Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyüne ulaşmıştık. Çok kalabalıktı. Bizim gibi ziyarete gelen birçok kafile vardı.

Yemek olarak genellikle çorba ve bulgur pilavı ikram ediyordu. Yöreye has ekmek ve otlu p,eynir vardı.

Seyda Hazretlerinin imamlığında vakit namazlarını ve Cuma namazını kıldık. İnsanlar namazdan sonra grup grup geliyor, tevbe alıyorlardı. Hatırımda kaldığı kadarıyla
Seyda Hazretlerinin önüne oturup, "Allah'ım, Ben pişmanım, bir daha yapmayacağım. Gavs Hazretlerim kendime Şeyh kabul ettim" diyorlardı.

Bu şekilde günahlarina tevbe edip, tarikat dersi alanlar, gerekli zikir ve ibadetlerini yapiyorlardi.

Çok meşakkatli bir yolculuktan sonra yanibaşina kadar gittigim halde ne yazik ki, elini Öpüp duasini isteyemedim. Niçin yapamadim? Çünkü, yanma varanlarin hepsi tarikata giriyorlardi, ben zaten risale-i Nur'la imana hizmet etmeyi esas aldigimdan tarikat dersi almayi uygun bulmadim. Aksi takdirde Üstadima sadakatsizlik etmiş olurum diye düşündüm. Şeyhin huzuruna varip, "Efendim, ben tarikat dersi almayacagim. Sadece dua talep ederim" demeyi de uygun bulmadim. Kendisini kirmiş olurum diye düşündüm, çok çekindim. Oysa lisan-i münasiple meramimi anlatip, elini Öpebilirdim, her neyse...

Menzil'den dönerken Urfa'ya uğradık. Bediüzzaman Hazretlerinin parçalanan kabrine gittim. Fatiha okudum. Daha sonra orada tanıdığım birisiyle dersaneye gittik. Namaz kılıp, ders yaptık.

M. Raşid Efendi hakkinda çok şey söylenebilir. Ancak on binlerce insani irşad ettigi bir gerçektir. Ayrica amel ile birlikte ilme de ehemmiyet verirdi. Mü-ridlerine Risale-i Nur'u okuyup istifade etmelerini söyledigini işitmiştim.

Bir gün Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey'e merhumu sormuşlar. O da "Asr-ı Saadetten uzanan bir daldır." cevabını vermiş. Allah gani gani rahmet eylesin.

MUHAMMED RAŞID EFENDI

Altınoluk Dergisi Aralık 1993, Say t: 94

Geçtiğimiz ay dar-ı bekaya tevdi ettiğimiz Mu-hammed Raşid Erol Efendi ülkemizin gönül mimarlarından birisidir. Bir Allah dostudur. Son dönem tarihimizin sancılı hayatında, şahsında unutulmaz manalar taşıyarak yaşamış, ebedi aleme de öyle göçmüşlerdir. Bir Allah dostu temiz yaşar, temiz ölür, geride güzellikler bırakır, kutlu bir iz burakır. Muhammed Raşid Efendi de izi takip edilecek kutlu önderlerden olmuştur.

"Doğunun farklı manalar yüklendiği bir zamanda Doğu'da yaşamasına rağmen ülkenin doğusundan batısından coşkulu bir gönül akımının hedef noktası ^ olrnası, Türkiye için kurtuluşu işaret eden remizler ta-Şir Türkiye O'nu anlasaydı, bunca sancıyı yaşamazdı eminiz. Çünkü böyle Allah dostları, tıpkı bayrağını taşıdıkları Aallah Resulü (s.a.) gibi şahıslarında iklimleri* kavimleri, renkleri, sesleri, dilleri kardeş yaparlar.

Birbirine ısındırırlar. Onların yüreklerinde buluşanlar dost olurlar, kardeş olurlar. Adıyaman'ın Menzil köy-"ceğizinde yuva tutan bu Allah dostu da, ülkenin her dilden, her kavimden, her topraktan çocuklarını kolla n arasına almış, birbirine katmış ve sonunda Allah yolunun yolcuları yapmış, yani kardeş yapmıştır. Menzil ikliminde Türkün Kürd'ün düşmanlığı yoktu. Arabın, Çerkezin-Lazın, Gürcünün de öyle...Hatta Avrupalının, Amerikalının da... Öyleyse ülke, bir Allah dosu-tunun gönül ikliminde buluşsa, dertsiz olurdu, sancısız olurdu.

Muhammed Raşid Efendi, yalniz bir dost iklim oluşturmakla kalmadi. Onun varligi ile ihya olan küçük Menzilcik, "şerefü'l-mekan Bi'1-mekin-Mekanin şerefi, orada ikamet edenin izzeti sebebiyledir" sözünün tam temsil yeridir. Şerefi veren Allah Tealadir. Eger insan O'na, sadece O'na baglanirsa, O insani aziz eder. Isterse insanlarin gözlerinin görmeyecegi ellerinin kolay ulaşamayacagi mekanlarda yaşasinlar. Çünkü Allah'tir diledigini aziz kilan, diledigini zelil eden... Irtihallerinde peşlerinde sadece Menzil köyü degil, onun gönül ikliminde buluşan koca bir dünya buluştu. Öyleyse Izzeti Allah yolunda aramak gerek. Orada mahviyete'erilirse, Allah, insani insanlar nazarinda aziz kilacak. "Menzil Şeyhi"Muhammed Raşid Efendi'nin bize biraktigi bir ibret de bu.

Bir başka ibret daha var ki, bu da insanımizdaki şahsiyet sarsintisini tedavi edecek adresi gösteriyor. O, Islam'dir. O, Islam'in rahmet iklimini hayata taşiyan tasavvuf mektebidir. Muhammed Raşid Efendi'nin bir özelligi, dara düşmüş gönüllerin tevbe pinarinda yikandiklari mahal olmasidir. Allah, her kuluna degişik ikramlar lütfeder. Muhammed Raşid Efendi, sanki Rabbimizin, tevbe kapisidir. Ona gelen, tevbe kapisindan girer, yikanir, arinir, durulur, bir güzel insan haline gelir. Şöyle bir etrafiniza bakiniz, o tevbe kapisindan geçmiş, güzel yüzler görürsünüz. Içkiden tevbe etmiş, uyuşturucudan tevbe etmiş, kumardan, yuvasi yikimin kenarindan dönmüş, cinayete karişip, gönlü yufkalaşmiş bir nice insan... Muhammed Raşid Efendi'nin duasi, nazi niyazi, bir şefkati, nazari insanlari adeta bir ölüp dirilme ameliyesinden geçirmiş ve ortaya yepyeni bir kişilik çikmiş. Ders ne? Şu: Insanlari günahlari sebebiyle bitirmemek gerek. Gerek ki Allah'a yakaracak bir kalb sahibi olmali ve onunla dergah-i ilahiyeye yönelmeli. Orada kapilar her zaman açik. Yeter ki ulaşabilsin.

Ulaş ve kardeşin için dua et; kirinden arinsin. Mü'min izzet ile donansin yeniden.

Muhammed Raşid Efendi'nin arkasindan, Türkiye'nin hakim sisteminin tavri içinde bir şeyler söylemek gerekir. Türkiye'nin hakim sistemi, bir çok Islam alimine, Allah dostuna dünyayi zindan etmiştir. Kimilerinin hayatlarina kastedilmiştir. Bu zulümler, onlarin izzetinden bir şey eksiltmiş degildir. Aksine onlar, önder insanlardi, ümmetin istirabini yaşarken de öderlik ettiler. Şehitlikte de, cihadda da öncü oldular. Yüzü kara kalan o zulümleri yapanlardir. Onlarin ahirette yüzleri karadir. Ama dünyada da kara yüzlüdürler. Işte tarih o kara suratlari teşhir edip duruyor. Muhammed Raşid Efendi, sistemin çile haşatindan nasibini alan Allah dostlarındandir. 12 Eylül döneminde hasta halinde sürgün yaşamiştir. Vefatindan sonra da devletin yayin organlarında hakkinda tek satir çikmamiştir. Bu, bu sisteme utanç olarak yeter. Toplumun ana sütunlarini ihmal eden, ihmal eden ne kelime onlari yikmak için savaş veren bir sistem, ne kadar sagliklidir, ne kadar kalicidir?

Yaşanan sancilar bu sorunlarin açik cevabini vermiyor mu? Oysa sistem bu Allah dostlarını anla-saydı, onları sevseydi, onlara dayansaydı, onları toplumun ana dayanakları haline getirseydi... Ama o zaman sistem öncelikle onların inanç iklimini anlamış olmaz mıydı? Elbet öyle olurdu.

Şimdi sistem bir firsati daha kaçirdi. Anlayişsizligi, günahlari ve tabii sancilari ile başbaşa kaldi.

Muhammed Raşid Efendi Hazretlerine rahmetle niyaz ediyor, fatihalar gönderiyoruz. Gönül dostlarina, manevi evladlanna taziyelerimizi sunuyoruz.


SEYDA HAZRETLERI BÜTÜN ÜMMET-I MUHAMMED'E YOL GÖSTERDI

Sadık ALBAYRAK (Gazeteci-Yazar)

- Raşid Efendi'nin Türkiye'deki misyonunu anlatirmisiniz?

-Raşid Efendi (R.A), şöhrete ulaşmiş ismiyle "Şeyda Hazretleri", neseb olarak Eh-i Bey t'e mensuptur. Necip bir nesilden gelmesi dini ilimler kadar ta-savvufi gelişmede de büyük pay sahibi olmuştur. Tarikat olarak Nakşibendilige olan vukufu Türk-Kürt-Acem ya da Arap halklari üzerinde etkisi büyük olmuştur. Her ilmin bir mektebi olmasina ragmen Türkiye'de tekkeler kapatildigi halde müteselsilen hilafet hirkasini giymek suretiyle bu tarikat çizgisini sürdürmüştür. Bu durum tarikatların tekke ve zaviyelerde yapacakları hizmetin yasaklarla önlenemeyeceğini göstermiştir. Şeyda Hazretleri en canli örnegini temsil eder. Cedleri Mevlana Halidi Bagdadi ve daha sonra, gelenler meşruti ve ceberrut yönetimler, tarafindan ve siyasi güçler tarafından baskıya uğramalarına rağmen bu çizginin devam ettirilmesi Şeyda Hazretle-ri'ne kadar gelmesi kendilerinden sonra da beklenen ve görünen fonksiyonu icra edeceğinin bir işaretidir. Şeyda Hazretleri'nin cedleri hangi baskı ve zulme uğramışlarsa kendileri de aynı şekilde bundan payını almıştır. Hiçbir siyasi otoriteye başkaldırmadığı halde Cenab-ı Peygarnber'in Ehl-i beyt'in çizgisini sürdürüp siyasi otoritenin mefluç, müflis ve mülevveş bir hale girdiği toplumun değişik katmanlarındaki insanları bir tek çizgiye getirmesi, en çok şeriat ve tarikat düşmanlarının tepkisini çekmiştir. Batılılaşmanın kol gezdiği metropol şehirlerden uzak bir köyde ömür sürerken Türkiye ve Türkiye'nin dışından kafileler halinde insanların otobüslerle Menzil'e gelmesi, Menzil-i maksut'a ermelerine vesile olmuştur. Bu durum, bu gelişme, bu yeni ihya hareketi daha çok bizde militarist baskilar sirasinda kendini'gösterdiginden, kendi evinden barkindan alinarak batiya sürgün edilmesi, gözetim altinda bulundurulmasi müridanina en umulmadik hareketlerin reva görülmesi, yaptigi hizmetin büyüklügünü gösterir. Ehl-i tarik ulviyet ve yüceliklerini, çektikleri çile ile pekiştirirler. Zaten geçtikleri yollar çileli yollardir. Aldiklari hilafet hirkasi icazeti onlari ister istemez bu yola sevkeder. Böylece kendilerinden sonra gelecek olan toplumlara öncülük vazifesi görürler. Şeyda Hazretleri de Türkçe-Kürtçe ile belirli degil de, degişik lisanla tüm ümmete hitab etmiştir. Böylece yaptigi hizmetler ne Türklere, ne Kürtlere ne de Araplara maledilebilir. Tümden ümmeti Muhammede yol gösterici olmuştur. Diliyoruz ki, kendisinden mustahlef olanlar bu yolu devam ettirirler.

-12 Eylül yönetimi Şeyda Hazretleri'ni neden Çanakkale'ye sürgüne gönderdi?

-12 Eylül yönetimi solla, aşiri uçlarla ugraştigi gibi müslümanlarla da ugraşmayi bir görev bilmiştir. Çifte standart uygulamakla çarpikligin üstesinden gelebileceklerin sandilar. Halbuki 12 Eylül'cü militaristler Şeyda Hazretlerinin yaptigi hizmetleri engellememiş olsalardi, bugün belki de Türkiye'nin irkçi şoven bir kurt meselesi olmayacakti.
Türkiye'de bugün, ne acidir ki dogrudur, bir Bosna-Hersek bunalimi yaşa mayacakti. 12 Eylülcü militaristler kafalarina yerleştirilen sarik-cübbe ve teşbih korkusu Şeyda Hazretleri'nin üstüne gitmeyi amaçlamişlardir. Bu baski tersine tepen bir silah gibidir. Menzil cemaatinin daha çok yayginlik kazanmasina sebep olmuştur. Yani zulüm, şiddetini artirdikça mazlumlarin sayisi da çogalir.

- Devletin resmi medya araçları, TRT ve Anadolu Ajansı özellikle sanki böyle bir olay yokmuşçasına davrandılar. Bütün özel kuruluşların ilgisine rağmen resmi kuruluşlar cenazeyi ısrarla du-yurmadılar. Bunun altında hâlâ 12 Eylül uzantısı korkuları mı var acaba?

-12 Eylül uzantısı değil de rejimin 70 yıllık tercihi kendini göstermiştir. Şöyle ki, bugün resmi ideoloji medyasını yönlendiren iktidar çevreleridir. Bu kurumlarda yer alan etkili kişiler masonik zihni yet H adamlardi. Bunun böyle olmasi dogal karşilanmalidir. Resmi ideolojinin medyası böyle bir tavrı ilk defa göstermemektedir. Yani, Batılı sistemin çift standart uygulaması resmi ideolojiden yana olanlarla, resmi ideolojiye İslami perspektiften bakanlara karşı çelişik bir tavrı olmuştur. Bir haham, bir papaz resmi ideolojinin haber kaynaklarında aldığı yer kadar, bir şeyhin, bir alimin, .İslami görüntüsü bir değer ifade etmemektedir. Bunu fazlaca da yadırgamamak lazım. Türkiye'deki Batılılaşmanın öncüleri bu tercihi Lozan'da yaptılar, o günden bugüne devam ediyor. Resmi ideolojinin çizgisinde bir sapma görülürse o zaman gidişten endişe etmeli, yeni stratejilerin, planların Müslümanlar üzerinde oynanmak istendiği akıldan çıkarılmamalıdır.

SEYDA HAZRETLERİ

Sadık ALBAYRAK

Seyda Hazretleri büyük veli bir zattı. Etrafa saçtığı ilim ve zühd hayatı ile, genişleyen halkanın bir hikmet ve ihlasa dayalı olduğu, kendiliğinden nürna-yan olur, Bugün onun yolunu izleyenler onun da geçmişten tevarüs ettiği yolda, genişleyen halkanın, müstahlef olmuş kişilerce İslam'a ve kafur (kafur) diyarına yaydırılmasını ivedi hale getirmektedir.

Seyda Hazretleri'nin sorumluluk alanı, bir devir feneri gibi, dost yanını aydınlattığı gibi, Türkiye'nin hudutlarını aşarak, aktar-ı İslama yayılmıştır, bunun, kendiliğinden oluşması hiç bir zoraki propagandanın olmaması çizilen yolun saf ve samimi ana hatları ile tesbit edilip hayata hakim kılınıp tozlu gönüllere bir iman ve vecd halini doğurmasından ileri gelmektedir.

Cenab-ı Peygamberin şeriat-ı garra-ı Ahmediyyesini bize kadar ulaştıran bu zevat-ı kiram olduğundan meşayihin ölümü yeni dirilişlere vesile olduğu için Şeyda Hazretleri selefleri gibi halefleri ile de yaşatılıp rahmet ve niyaza mazhar olacaktır. Her geçen ardından gelenlerle daha da yükseldiğinden Cenab-ı Peygambere yakınlıkla Ümmet, üstünlük kazanıp felah bulur.


SEYYİD MUHAMMED RAŞİD (K.S.)

Aleaddİn ÖZDENÖREN

Ben Seyda Hazretlerini babasının şeyhine mensup Siirtte Ali Arıncak köyünde rahmetli olan Ali Arınç vasıtasıyla tanıdım. Çok büyük etkinliği var. Ve hala bu etkinlik devam ediyor. Ben bizzat Adıyaman'a gittim. Kendilerini gördüm. Elini öpmek bize nasip oldu. Muhakkak ki çok büyük bir insan ve ona hiç şüphe yok. Türkiye'de çok yaygın ve kendisini seven mürid topluluğu var. Mesela İzmit neresi Adıyaman neresi o kadar çok seven var ki herhalde bu millete bu kadar yardım edecek bir zat zor gelir. İnşallah gelir de. Çok müstesna bir insan, bunun dışında Türkiye'de alkolizmin büyük ölçüde önüne geçmiş bir insan Ben Sincan trenine biniyorum. Orada satıcı çocuklar var. Hepsi intisap etmişler, içmeyi falan bırakmışlar. Satış yaparken Menzile Menzile diye bağırıyorlar; tabii millet acaba ne diyor bu çocuklar diye soruyorlar. Böylesine kendisini Türkiye genelinde kabul ettirmiş bir şahsiyet Rahmana gitti. Allah gani gani rahmet eylesin. Dualarımızı inşallah kabul buyurur ve ahirette bizi eteği altına alırsa ne mutlu bize.


SULTANIM EFENDİM

Şerif BENEKÇI

1970'li yıllarda yaşadığımız yapay kutuplaşmalardan en zararlı çıkan kesirn, üniversite gençliği olmuştu. Şimdi orta yaş kuşağını meydana getiren insanlarımızın, her biri ayrı ufuklarda yoğunlaşan arayış ve sancılarının bu yurda ve bu yurdun insanlarına nelere mâl olduğunu zamanla daha iyi anladık.

Basmakalıp yargılarını ve tekerlemelere dayalı suçlamalarını zaman içinde elinin tersiyle bir kenara itebilmiş olan herkes, şunu kabul eder ki, vuruşanlar bizim çocuklarımızdı. Lâkin o yıllar, böyle düşünmüyor, yahut düşünemiyorduk. Son olmasını dilediğimiz "gece baskını" na çeyrek kala ayılanlar, "Ne oluyor?" diyenler oldu. Bir yerlerde hata yaptığımızı en iyi biz -vuruşanlar- anhyorduk; çünkü akan kan bizim kanımız, ağlayan bizim anamızdı. Yanlış yerlerde ve yanlış cephelerde saf tuttuğumuzu dramatik derinliğiyle anlamıştık. (1980 Eylül'ünde gerçekleşen askerî darbe ve çarpık uygulamalar, yanlışta ısrar eden arkadaşlarımızı da yol ayrımına getirmiş, böylece bir süreç tamamlanmıştı.)

Farklı bir sese ve farklı bir nefese duyduğumuz ihtiyaç, ekmek ve suya duyduğumuz gereksinimden az değildi. Uğultulu tepeler ve sarp vadilerin çocuğu olan, yaratılışı iktizası uç noktalarda gezinen insanları, ancak okyanus boyutlu derinlik ve ufuk etkileyebilirdi.

O yıllarda, bir dostuma şöyle dediğimi hatırlıyorum:

"Ne bahtsız nesiliz, dostum. Bir Mevlâna'mız, bir Yunus'umuz bile yok... Hani hazret-i insan, hani Allah'ın halifesi?"
ODTÜ'den tanıştığımız dostum, ağlamaklı bir sesle şöyle demişti:

"Duyduğum doğru ise, Urfa yakınlarında bir zat varmış. Peygamberimizin soyundan, deniliyor. Bir gidelim mi ne dersin?"

Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin (ks) varligindan böyle haberdar olmuştum.

Uzun süre, Urfa yönüne doğru dönüp, ufka doğru baktığımı, bir çağrı beklediğimi dün gibi anımsıyorum. Aylar geçti, bir türlü o tarafa gidemedim. Derken, gün geldi, çile doldu ve yol açıldı:

Sultanım, Seyyidim, Mürşidim, Efendim;

Böyle bir sonbahar mevsimiydi; Menzil'e vasıl oldum. Sonradan romana aktardığım bir şafak yürüyüşü böyle başlamış, ben Fırat boylarından size gelmiştim.

O kerpiç duvarlı, toprak örtülü, ak badanalı evinizi görünce içim cız etmiş, 'İşte, gelmem gereken yeı burası' diye mırıldanmıştım.

Derken, kutlu bir ikindi üzeriydi, siz Efendim gölündünüz köy meydanında. Menzil meydanı, bir anda kâinat meydanı oluvermiş; ahşap cami, mütevazı şadırvan, duvar diplerinde gezinen birkaç insan ve bahçe duvarının üzerinde uçuşan güvercinler, birden kayboluvermişlerdi.

Sizi görmüştüm,,Sultanim, Efendim: Daha ne olsundu?

Ne can, ne sıcak, ne içten bakmıştınız öyle? Nübüvvet nazarının sizden yayılan ışıltıları arasında, çörek kıvrımlı ve süt beyazı sarığınızın bir yerinde kaybolup gitmiştim:
Gözümün önünde fırıldak gibi dönüp duran kara delikler ve kendimle getirdiğim sorular tanımsız tebessümünüzle yok oluvermişti.

Aradan tam on altı yıl geçti. Anlamsız beklentiler, nankörlükler, "akıl" ve "ben" merkezli saplantılarla geçen tam otuz üç mevsim.

Sizi gereği gibi değerlendiremediğim için ruha-niyyetinizden bir kez daha özür diliyorum; Mürşidim, Efendim.

Sizden bahsetmek benim ne haddime. Yapmaya çalıştığım, bazı ayrıntıların altını gizmekten ve onlan, çok sevdiğiniz Müslümanlara duyurmaktan ibarettir.

Has bir bendeniz anlatmıştı; bir bağ bozumu mevsiminde ondan dinlemiştim: Siz, bahçenizdeki ağaçların arasından süzülerek gelmiş, orada bel belleyen bir sofiyi bir süre seyrettikten sonra, tebessüm ederek yanından ayrılmıştınız. Bahçıvan Nuri edep sınırları içinde size yaklaşmış, öyle masum ve sevimli tebessümünüzün sebebini sorumuş.
"Gurban, o sofinin neyine tebessüm ettiniz, sorabilir miyim efendim?" demiş.

Siz, efendimiz baharlar açan tebessümünüzü şöyle izah buyurmuşsunuz:

"Gülmem şu ki, sofi vargücüyle bele vuruyor. Bütün iradesiyle bele yükleniyor. Bunun sonucu olarak bel topraga batiyor, belleme gerçekleşiyor. Işte insan, sofinin bütün gücüyle bele bastigi gibi, nefsine bir defa vursa, başka bir hamleye gerek kalmadan, ikinci adimda Allah'i bulur."
Biz, ağır rayihalı hacı kokularının mabedde bile insanı bunalttığı ve güzel koku sevgisini bile çarpık algılandığı bir zaman diliminde, siz Efendimizi mihrapta gül koklarken görmekten hoşnuttuk.

Gülü mabedimize soktuğunuz, onu mihrapta kokladığınız, güvercinler için saçak altlarına özel aşi-yanlar yaptırdığınız, toprakta yürüdüğünüz ve toprağa oturduğunuz için; şehirlerden, kasaba ve diğer yerlerden fevç fevç size geliyorduk.

Anadolu ve diğer uzak iklimlerde yaşayan insanların, küçük gece kelebekleri gibi size yönelişleri devletlilerde endişe, sıradan insanlarda "acaba" ve Müslüman entellerde burun kıvırma sebebi olurken, neslimin ve ben-i Adem'in ak bahtlı insanları "Menzil Rahmet Üçgeni"nin girdabına yakalanıyordu.

"Bermuda = Şeytan Üçgeni" merak ve ilgi konusu olmaya daha layik görülürken, ilahi rahmet ve Rabbani esintinin böylesi, insanlari şaşkina çevirmiş, kimilerinin de havsala duvarlarini yerle bir etmişti. Bundandi, kimi bilimsel ve acul kafali zevatin "Güneyli esinti"ye soguk bakişi.

Siz, toprak örtülü evlerin tehlike addedilerek kuşatilmasi, sürgünlere ve her şeye ragmen, pak ceddinizin açtigi aydinlik çizgiyi sürdürdünüz. Horlanmiş bir ümmet, ikiye ayrilmiş bir millet ve kimlik bunalimina sürüklenen gençlik, sizi bulmakta ve benimsemekte gecikmedi. Ateşin ortasinda oluşturdugunuz bahçede, renkler ve irklar yan yana oturmanin, zikir halkasi oluşturmanin ve müslüman kardeşi olmanin doyumsuz keyfini yaşadi. Topraga ilk tohumun atildigi Harran Ovasi'na el sallayan çiplak bozkir tepelerinde Rabbani tecellilerin ve Samedani istihzalarin binlercesi mevsimler boyu uçuştu, durdu. Herkes, gönlünce ve nasibince bir hoşluk yaşadi, ali himmetinizle.
Siz, vaktin iyice daraldığı karalann ve denizlerin bile kirlendiği bir zamanda geldiniz. Rabbim sizi,in-sanlık erdemlerinin dağ doruklarına kaçırıldığı, kalplerin darmadağın olduğu, şaşmaz ve değişmez ölçülerin bile makam ve mevki uğruna akademik tartışmalara mevzu edildiği bir zamanda, ahir zamanda göndermişti.
İyi ki göndermiş. Yoksa bizim halimiz nice olurdu? Hamdimiz, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Sizin amacınız insanoğlunu kurtarmaktı. Öğretiniz sadelik ve derinlik esasına dayanıyor; ve siz, sözün ayağa düştüğü bir zamanda, sükutun zirvesinde kalmayı yeğliyordunuz.
Siz Ahir Zaman Sultanı "Şartsız icazet" veriyordunuz. Bizler Hatem'ün Nebi'nin (s.a.v.) ifadeleriyle "döküntü insanlar" dik. Bir ömrü, gecesi ve gündüzüyle, bizleri toplamakla geçirdiniz. Bizleri çer çöp gibi toplayıp, yer ve gönül sofranıza kabul ettiniz. Yolu Menzil'e düşen ahir zaman gariplerinin eline ağaç, kaşık ve arpa unu karıştırılmış kepekli ekmek tutuşturdunuz, büyük cedleriniz "HalÜ"ler ve "Habib"ler gibi olmak, size gerçekten yakışıyor; ve siz Efendimiz, ko-luydu-bacağıydı, gömleğiydi-entarisiydi demeden, yangından ve bulanık selden, kimi neresinden tuttuy-sanız çekip çıkarıyor, kıyıya alıyordunuz.

Yer dolusu hatalarla geldiğimiz Fırat kıyısındaki köyde, gene yer dolusu mağfiret buluyorduk: Orada tövbe etmenin, "yitik develer"i bulmanın ve Mevlalar Mevlası'nı sevindirmenin doğal sonucuydu bu ("xx")

Hac vakfesi için buluduğunuz dağlar güzeli Arafat'ta daha önce hiç görmediğiniz bir çocuğun karpuz kabuğuna ip bağlamasına yardım etmiş, "Haydi birlikte oynayalım" teklifini kırmayıp, çocuğa oyun arkadaşı olmuş, Arafat handiyse boşaldığı halde, siz alacakaranlığa dek onunla oynamış, çocuk nihayet oyuna doyunca Arafat'tan ayrılmıştınız.

Siz ne ince ruhlu, ne asil soylu, ne güzel insandınız Efendim?

"Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanma-dır"buyuruyor, Hazret-i Kur'an. Biz bu oyun ve oya-lanma'nın kural ve işlerliğini, incelik ve estetiğini siz Efendimizden öğrendik.
Seyyidim, Efendim; Siz, 1414 Hicri yılının hazan mevsiminde fani varlığınızla görüş ufkumuzun dışına çıktınız, yeni bir dünyaya doğdunuz. Şuna yürekten inanıyordum ki, ruhaniyyetiniz ve hoş esintiniz daima bizimle olacak. Yazlık mesciddeki dut ağaçlarının altında kıldığımız sabah namazları ile, ikindi sonları gene sizinle yaptığımız hatmeler yalan dünya'rnn hoş lezzetleri olarak belleğimizde daima yaşayacak.

İnsanın, şu dünyadan güzel hatıralarla dönmesi ne güzel!

Biz seni sevenler, her mevsim Menzil'deyiz: Bahar gelirken, nar çiçekleri açarken, bağ bozumu ve harman zamanı... Senin üzümünü, aşını ekmeğini yemeye, dergahın çorbasını ve ayranını içmeye devam edeceğiz,. Hiçbir şeyyapamaz isek bunları yapacak, hiçbir şey olamaz isek, gene Menzil'de olacagiz. Zira sen bizim 'yol' babamizdin... Seyyidim, Güzel Efendim, Gül Şeyhim, sultanim; vasiyetin ve devrettigin miras başimiza taçtir, zira bizler 'Ehl-i bey t* sevgisini kendimize sermaye bilmişizdir.

Bir Şafak Yürüyüşü'nün şanli başlaticisi! Me'va Cennetleri'nden bize, bu ümmete gülümse. Yüce Rab-bini, sizin ve diger ulu Sadatlarin yüksek sirlarinin kudsiyyetini artirsin ve bizleri, şefaatlerinizden mahrum eylemesin. (Amin, bihürmet-i seyyid'il Mürselin, velhamdülillahi Rabb'il alemin)


EVREN VE MENZİL ŞEYHİ

Taha KIVANÇ

Eski Cumhurbaşkani Kenan Evren anilarinin son bölümünü yine milliyet Gazetesinde yayinliyor.Milliyet, bu bölümün yayinina başlarken, "En fazla tartişilacak bölümler" ifadesini kullandi.Gerçekten Sayin Evren, yakin zamanlar üzerinde kalem oynattiginda, daha fazla toz kaldiriyor.

Sayın Evren, anı yazmakla iki milyar TL kazanacağını ummuştu.Gerçi Millyet gazetesinden dizi için bir para almıyacaktı, ama kitabı telif hakkı olarak eline milyarlar geçebilecekti.İlk cilt birkaç baskı yapınca hesaplar tutacak sanıldı.Oysa müteakip ciltler raflarda okuyucu bekliyor.Yayınevi, milyarlar bir tarafa, eli yüzü düzgün bir telif hakkı ödeyebilmek için, dört ciltle biteceği duyrulan anılara bir cilt daha ekledi.Buna rağmen, yayın bitip hesaplaşma için masaya oturulduğunda eski Cumhurbaşkanı büyük bir hayal-kırıklığı yaşayabilir.Dahası, anılar mali bir.itilaf konusu olabilir yayınevi ile yazar arasıda...

Anıların son bölümü, Turgut Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde geçenlerle iîgili.Sayın Evren, özenle iktidara hazırladıkları MDP ve lideri emekli orgeneral Turgut Sunalp'in değil de, ANAP'ın iş başına gelişini bir türlü gönlüne yedirememiş...Özalın tarikatçı olduğunu bilseydim parti kurmasına izin vermezdim diyor.

Muammer Yaşar Bostanci'nin "Paşalar Politikasi" adli kitabinda ustaca anlattigi o dönemle ilgili herşey daha yazilmadi. Sayin Evren şimdi atip tutuyor, ama, isteseydi bile Turgut Özal'in seçimlere girmesini engelleyemezdi.Izin alarak darbe yapmişlardi, izni veren güç Turgut Özal'in partisi için aracilik yapiyordu.Erkekse izin vermeseydi bakalim...O dönemde, Amerikali'nın biri gidip digeri geliyor ve ANAP'in seçimlere katilmasini engellememesi için Evren'i uyariyordu.

Turgut Özal, Sayın Evren'in yıllar sonra iddia ettiği gibi bir tarikat mensubumuydu? Bugün olup bitenlere bakarak, öyle olmadığı açıkça görülüyor.Tarikat konusunu, mason dayanışması gibi bir şey sananlar, tarikat mensubiyetini locaya kaydolmak gibi bilenler, aksini ileri sürseler bile, Turgut Bey, tarikatçı değildi.

Evren'in anılarında Menzil Şeyhi Muhammed Raşid Erol'un sürgün cezası kaldırması konusuda işleniyor. Evren'e göre, Özal'ın irtica yanlısı olduğunun ilk belirtisi, başbakan olur olmaz, karşısına gelip, Menzil Seyhi'nin sürgün cezasının kaldırılmasını istemesi olmuş...Evren, "Midem Bulandı" diyor.

Turgut Özal, Evren'in bu sözlerini cevaplandır-dı."O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi.Bozcaada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiç sorgulama geçirmeden" dedi. Cevaptan, Menzil Seyhi'nin Bozcaada'daki mecburi ikametinin kaldırılmasını kendisinin sağladığı anlamı çıkıyor.

Oysa gerçek bambaşka... Şeyh Muhammed Raşid Erol'u askerler, hiçbir suçu olmadigini bildikleri halde sürmüşlerdi.Adiyaman ve çevresinde etkili oldugu gibi nami bütün Türkiye'yi sarmiş bir din bilgini olan Menzil Şeyhi'nin varligi onlari rahatsiz ediyordu.Sürgün olarak Bozcaada'yi seçmeleride manidardi.Şeyh'i Bozcaada'daki Şarap Fabrikasi'mn üst katinda oturtuyorlardi.Böylece, ayyaş olarak Menzil'e gelip elindeki şişe ve kadehi kirarak tövbekar olan birçok kişinin "intikamini" oliyorlardi kendi akillarinca...

Şeyh'in sürgünden kurtulmasi için Turgut Özal'da ugraştimi bilmiyorum.Menzil Şeyhi'ne yakin bazi kişilere sordum, onlar da hatirlamiyorlar.Fakat Kenan Evren'in başbakan adayi olarak ortaya sürdügü, o zamanin MDP Genel Başkani emekli orgeneral Turgut Sunalp, Menzil Şeyhi'nin çilesinin bitmesi için çok gayret gösterdi.Bu biliniyor.
Cezayı kaldıran, Muhammed Raşid Erol'u önce Çanakkale'ye, daha sonra da aldığı sağlık raporuyla memleketine geri gönderen ise, Evren'in çok yakını bir başka orgenaraldi: Necdet Üruğ. Üruğ Paşa bir ağabey gibi sevdiği ve bağlı olduğu Turgut Sunalp'ın, "Eğer bu konuyu halledersek çok oy kazanırız" demesi üzerine, araya girmişti.Acaba bunlardan haberdar değil mi Sayın Evren?

Kenan Evren'in bir iddiası da Şeyh Erol'un üfürükçülük yaptığı...Bunun da doğru olmadığını biz biliyoruz, ama bir başkasının tanıklığı daha muteber olur diye Hıncal Uluç'un sözlerini aktaracağız.Sabah yazarı bakın ne diyor:

"Anılarının bir yerinde Evren sözü sürgündeki Şeyh Raşid Erol'a getiriyor.Zamanın sıkıyönetim komutanı, üfürükçülük yaptığı gerekçesi ile, Adıyaman'ın Menzil köyünde yaşayan Şeyh'i Bozcaada'ya sürmüş.Başbakan Turgut Özal da Şeyh'in affını istemiş.

"Evren, 'olmaz böyle şey.Şeyh olarak geçinen bu kişi üfürükçülük yapiyor ve bu yüzden dünyanin parasini kazaniyormuş.Üfürükçülük kanunen de, dinende yasaklanmiştir' diyor.

"Ben o sırada Erkekçe dergisi genel yayın müdürüyüm.Şeyh'in ünü öylesine yayılmıştı ki arkadaşları Menzil Köyüne yolladık.Öğrendikleri ilginçti.Gerçekten Şeyh'in evi yurdun dörtbir yanından gelenlerle dolup taşıyordu.Özellikle içki, sigara ve kumarı bırakmak isteyenleri, yakınları akın akın Şeyh'e getiriyor-lardı.Anlatılanlara göre, Şeyh bunların hepsini tedavi de ediyordu, ama para almıyordu.Tüm ısrarlara rağmen maddi karşılık kabul etmiyordu."

"Arkadaşlarimiz döndüklerinde 'isterse milyarder olur, ama kabul etmiyor' diyorlardi.

"Bu da bizim bildiğimiz..."

Bir dergi yöneticisi iki muhabir göndererek işin dogrusunu ögrenirken, devletin başi, kulaktan dolma şikayetlerle idare ediliyor ve "Tarikatçi oldugunu bilseydim partisine izin vermezdim" diyor.

Kenan Evren, tam dokuz yıl Türkiye'nin kaderine hükmetti, şimdi de Elbe Adası'ndan dönen Napoleon gibi, Armutalan'dan Ankaraya Dönme sevdasında...Bizi de kahreden bu...


EFENDİM, MUHAMMED RAŞİD (K.S.) HAZRETLERİNİN ARDINDAN

Ahmet Selçuk ÖZDAĞ

Menzil-i ırak bu yolun, bu yola kim varası
Müşkülü çoktur bu yolun, bunu kim başarasi
(Yunus)

Gönülleri kainat çapında büyük olan insanları, kelimeleri dar kalıplarıyla ifade etmek son derece zor-dur.Mana iklimlerinin zirvelerinde dolaşan yüce kimseler için bu imkansız derecesinde zor bir iştir.Hiç şüphesiz bunlardan biri, belki de en birincilerinden biri (Mürid Şeyhini, Efendisini öyle bilmeli) de Ahlak-ı hamide sahibi, büyük öncülerden, Peygamber varisi, Silsiie-i Sadatın gözbebeklerinden Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri'dir. (Allah ruhlarını ali etsin, Allah rahmet eylesin)
Görenlerin yüzünde dünya kirinin bulamadığı bir emsalsiz parlaklığı müşahede ettikleri, o büyük şahsiyetin en belirgin vasfı hiç şüphesiz sünnet ve cemaaat yolunda gösterdikleri tarifsiz hassasiyettir.Öyle bir peygamberi metodla, peygamberi meşrebli olarak yaşadi ki, hem otoriteyle çatişmak istemedi, hemde Isla-nii metodtan hiç taviz vermedi.

Şeyh Sunisi (K.Ş.) Hazretleri 40 gün uzakta kalir sonra seslenirdi; "Getirin herhangi birisini getirirler, Rabb-i Rahimimüyn izni ile irşad eder, fena fillah, be-kabillah makamina çikanrdi.Yüz yillar sonra Anadolu'nun kiraç topraklarindan bir güneş dogdu.

Değil birilerini, binleri irşadla görevlendiril-di.Asil bir edayla asli görevini tam bir iştiyak ve vecd haliyle deruhte ettiler.O İbrahim meşrebli idi; aynen Ceddi İbrahim (A,S.) gibi çıkıp seslenecek "Bayrak düştüğü yerden kaldırılır darb-ı meseli gereği insanlığı hakka hakikate, Allah'a davet edecekti.Duyuracak olan da Allahımızdı (C.C.)
Muhammed Raşid (K.S.) Hazretleri oturuşundan kalkişina kadar, yürüyüşünden ibadetine kadar tek bir bidatin bulaşmadigi sade hayatinda Asr-i Saadet'in gü-neşden çaginin nurdan izlerini görmek mümkün-dü.Kendileri ile'tanişmam, 12 Eylül hazan rüzgarlannin vatan çocuklarini acimasizca savurdugu günlere rastlar.O 12 Eylül ki bir tomurcuk için binlerce ormani yakti.Mecburu ikametgah olarak tahsis edilen Buca Cezaevi'nden, Manisa emniyetine götürülmüştüm.Acilarim o kadar uzviyet kazanmiş, şahsiyetim, kişiligim o kadar ayaklar altina alinmişti ki, Islam'in yasakladigi intihan düşünür olmuştum. Zamanin geçmedigi, eziyetlerin zirveleştigi, aklimin durdugu bu demde canima kiymaya karar verdim.Ben med ve cezirlerin fazlalaştiginda uzaklaşmiştim.Bir ara (uyku ile uyaniklik arasi) bir ses duydum, -Muhammed Raşid Hazretleri, Muhammed Raşid Hazretleri- diye birisini çagiriyordu, sesleniyordu. Gözlerimi açtim, karşimda hücremde beyaz sakalli, yeşil cüppeli, iri ücüsseli bir zat.Bir an titredim, acilarim unutturuldu, gülümse-dim.Gördügüm siluet kayboldu.Bir daha sorguya alinmadim. 12 Eylül önceleri, Ahmet Er, agabeyimden, Şeyda Hazretleri'nin ismini çok duydugum için, keramet izhar ettiklerini, hücrelerde dahi tasarrufta bulunduklarina bizzat şahit oldum.

"Tarikat ve tasavvuf; bir telkin ve tavsiye işi degildir, bir nasip işidir" sözü geregince, istihare ve Istişarelerden ve de bazi gönlümüze getirilen ilhamlardan sonra intisap devri başladi.Herkes idraki oraninda na-siplenmiş.Biz de o günden bugüne dek idrakimiz oraninda himmetten nasiplendik.

Bizlere birgün hususi sohbetlerinden birisind şöyle buyurdular: "Islam'a hizmet edin, Islam'a zarar vermeyin, maddenize ve mananiza zor getirmeden hizmet edin" Ne muhteşem bir hizmet düsturu, mücadele anahtari.

"Her kim boynunda "biat" şerefi bulunmaksizin ölürse cahiliyet Ölümü ile ölür."

Gönül erlerinin elini tutan, ellerine tutunanlar için her taraf bağ-ı iremdir.O günden sonra zindanlar, medrese-i yusufiye gül-gülistan oldu bizim için.Buca Cezaevinin koğuşlarını, İmam-ı Rabbani'nin, Abdül-kadir Geylani'nin, Şeyda Hazretleri'nin, Said-i Nur-si'nin ruhaniyetleri doldurdu.Biz Rabbül Alemin ezel şerbetini içmiş bir eli tutalım ki, o da bizi tutsun di-yorduk.Bulduk.El ele, elde Hakk'a ulaşsın istiyorduk.Başardık.Seyda Hazretleri'nin (K.S) davası, insanı karanlıklardan çıkarıp Nur'a kavuşturmak sevdasıidi.Kainatın süsü, yaratılanların en şereflisi olan insanı layık olduğu yere ulaştırma davası idi.Bir cümle ile, "ölü beşeriyetin dirilmesine vesile olmak" ameliyesi şiarı, davası idi.Kanun-i umumidir ki, öğle vakti dünyaya gelen bir dava adamı yoktur.Onlar dairna gece-yarısı karanlıklar içinde dünyaya gelmiş, eziyet ve meşakkat içinde büyümüş, gördükleri zulüm ve işkence ile bilenmişlerdir.Seyda (K.S.) Hazretleri sürgünlere gönderildi, suikastlara maruz kaldı, gözetim altında tutuldu.Ama o irşaddan hiç geri durmadı..."Zaman imanları kurtarma zamanıdır" diyen maneviyat kardeşi tasavvufla yapan son dönemin nadide güllerinden-di.Mübarek Efendimiz'in (K.S.) kucağını kainat içine alacak kadar açarak, herkesi sinesine basması, bir taraftan ümmete merhametin nişanesi iken, öbür taraftan da, zaman imanı kurtarma zamanı, tarikatı de böyle bir vazifenin hareket merkezi olarak görme anlayışının şuurlu bir tecellisi olarak görülebilir.

O Menzil'i ruhani varlığı ile bir asr-ı saadet şehrine çevirendi.
O, dünya ateşler içerisinde iken Menzil'i gül-gü-listan eyleyendi. .
O, herkes şu veya bu sebeple, degişirken Kürd'ü, Türkmen'i, Çerkez'i, Arab'i, Yörük'ü kardeşligin engin denizinde yüzdürendi.
O, herkes cehennemlere koşarken aynen Necip Fazil'in ifadesi ile "Durun kalabaliklar bu cadde çikmaz sokak" diye haykiran insanligi cennete davet eden davetçi idi.
O, Allah'tan haber alan bir silsilenin, sadat-ı teşkilatın numunelerinden biri idi.

Bir gün kendisini ziyarete gitmiştik, bir arkadaşimiz Adnan Menderes'in iadei itibarinin edildigini söylediler.Iyi ve güzel olmuş dediler, döndüler ve buyurdular ki "Sizler de yakin bir zamanda (tarih verdiler) Osmanli'nin iade-i itibarim istersiniz. "Sonra bir kardeşinin seyyidlerin itibarini sordular, buyurdular ki, "Onlarin itibarini Mehdi (A.S.) alacak.

Henüz Medrese-i Yusufiye'den çıkmamıştım.Bir gece bir rüya gördüm, rüyamda bir büyük zat Keçiören'in girişindeki tepelerde (Fatih Sitesi) Muhammed Raşid Hazretleri, Bedüzzaman beraberlerdi.Büyük zat, bana döndü dedi ki, Bediüzzaman geçen yüzyılın kutbu idi, Şeyda da bu yüzyılın kutbudur. 15 gün sonra da zahiri hürriyetle tanıştım.Keçiören'de devletin bir müessesinde çok Önemli görevleri ifa ettirdiler."

Neslimiz mana ve madde planında yeni fetihler yapmak istiyorsa Bediüzzaman, Süleyman Hilmi Tu-nahan, M. Zahid Kutku, M. Raşid Erol (K.S.) gibi gönül erleriyle bir bütün olmak zorundadır.İnanıyor ve iman ediyoruz ki, bu ruhla maneviyat sofrasının ev sahipliğini Müslüman-Türk milleti yapacaktır.(Mane-viyat dünyasının keşfidir.)
Efendimiz; seni tanımak, nefesinden nefeslen-mek, nazarlarına uğramak ne büyük şerefti, bizleri şe-refyab eylediniz.

Şefaatinize nail olabilmek için imanla teslim-i ruh etmeyi Allah bizlere nasip etsin.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Istifade Edilen Eserler

Istifade Edilen Eserler

1- Abdülhakim Hüseyni Sohbetler 1987 2- Abdurrahman-ı Tahi İşaretler 1994 3- İsmal Çetin Edeble Varış Lütufla Dönüş 1982 Özelleşme yolu 4- Dağistani Ömer Ziyauddin Tasavvuf ve Tarikatlarla ilgili Fetvalar, 1986 5- Ildırar Mehmet Seyyid Abdülhakim el Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı, 1983 6- Seyyid Sibgatullah Arvasi Minah, 1982 7- S. Abdürrakib Erol Yüce Nakşibendi Tarikati, 1994 8- Mevlana Halid Bağdadi Mektub.at-ı MevlanaHalid,1993 9- Muhammed Ziyauddin Mektubat, 1977 10- Necip Fazıl Kısakürek Reşahat 1987 11- Cami, Molla Abdurrahman-ı Nefatü'l-Üns min Haderatil Küds, 1974 12- Müftüoğlu Adem Kitabul Akaid, 1989 13- Mert, M. Hanifi Ariflerden İnciler, 1994 14- Korkusuz, M. Şefik Sadati Nakşibend, 1995 Pakiş Yahya -Allah (c.c.) Sevenlerin Yolu 1994 - Adabı Nakşıbendiyye, 1995 16- Çağıl Dr. Ahmet, Adabı Nakşıbendiyye, 1994 17- Soğukoğlu, İ.Halil Hulasatul Adab, 1957 18- Yıldız Ömer Cezbe risalesi 1995 Zikir Risalesi 1995 19- Ömer Yıldız Rabıta ve Tevessül 20- Selvi Dilaver İslamda Velayet ve Keramet, 1990 İntisab ve Cemaat 1995 21- Sağıroğlu Ekrem İmam-ı Rabbani, 1988 22- ŞarkPuri Mahmut Hakim Imam-i Rabbani 1978 23- Şarani Imam Tenbihül Mugterrin, 1971
 
Üst Alt