Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

şeyn

Asya

New member
Katılım
27 Eyl 2006
Mesajlar
1,020
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ýstanbul
DENİZE DÜŞTÜ GÖZLERİM
Üzerine sanki pembe bir sisin çöktüğü hissedilen odanın, kesif sessizliğine çay fincanın duvarlarına gelişi güzel vuran çay kaşığı isyan ediyordu. Çın çın...

İçinde şekeri olmayan, ama karıştılan bir çay... Canan, okuduğu kitabın kahramalarının arasına karıştığından beri, çayının şekeri dahil, hiç bir ayrıntının farkında değil. Sadece kitabın içinde, kimseye sormadan üstlendiği rolü en güzel şekilde oynamanın peşindeydi.

Çın çın... Pembe sisin üzerine ağır ağır vurup geçiyor... Zamana, hayata aldırmadan... Sadece kitap, kahramanları ve bir türlü dinmek bilmeyen çay kaşığı ile fincanın eşliğinden doğan bir çınlama... Canan’ı şu demde sadece onlar cezbedebiliyor. Dünyanın kapısını dünyadakilerin yüzüne vurarak çıkıp gideli çok olmuş görünüşe bakılırsa. Sadece okuyor ve çayından bir yudum almaya hazırlanıyor. Çayının diline hafif hafif yaydığı kekremsi lezzeti olmasa, belki de bu âlemi hatırlamaya hiç niyeti yok.

Her zamanki gibi çay getiriyor onu kendine. Birden pembe sisli odanın ve şimdiki zamanın içine düşüvermenin şaşkınlığını yaşıyor. Üzerine yığılmış harf yığınından silkiniyor ve çayına bir kesme şeker alabilmek için masasının üzerindeki kalp şeklindeki şekerliğe uzanıyor. Kalp şeklindeki şekerliği elinde evirip çeviriyor ve düşünüyor, maddenin her çeşidine kalp şekli verebilme istidadı bulunan insanoğlu... Ah o şekil verme meraklısı insanoğlu...

Neden kendi kalbine şekil vermenin peşine düşmez?
Şekerliğin kapağını hafifçe araladı ve bir tam bir de kırılmış bir şekeri çayına koymak üzere ince, bir o kadar da narin parmaklarıyla kavradı. Şekerleri ve zihnindeki düşünceleri yavaşça çayının içine bıraktı. Çay kaşığı fincanın içinde attığı her turda şekerleri ve düşünceleri biraz daha eritiyordu. Farkında olmadan bir de zamanı eritiyordu fincanında Canan, köpük köpük, duman duman...

Şekerliğin içi şeker kırığı ile dolu... Hepsi yarısından kırılmış bir sürü şeker kırığı... Yarımlar, tıpkı yalnızlığın yarım bıraktığı Canan gibi...

Fazla gelirdi nedense bir fincan çaya iki kesme şeker, ondan kırardı Canan bir tanesini tam yarısından.. Bu sebepten şeker kırıkları ile dolmuş masasının kadim şekerliği.

Âh şeker kırığı, âh... Hayat neden kesme şeker gibi değil? Omuzlarımıza fazlaca yüklenen ağırlıkların bir kısmını, neden kesme şeker misali kırıp bir kutuya dolduramıyoruz, bilahere taşımak üzere?

Neden bütün yükler bir anda omuzlarımıza yüklenmek zorunda? Anlamıyor Canan, anlayamıyor. Şeker gibi hayatın da fazla gelen yanlarını kırmak istiyor, ama beceremiyor nedense. Hayat hep üzerine üzerine geliyor. Ne onu eriteceği demli bir çayı mevcut, ne de ağır gelen yanlarını yontup doldurabileceği bir kutusu. Hayat nasıl isterse öyle karşılıyor her sabah onu. Nasıl isterse...

Düşüncelerin tamamı erimemişti henüz, annesinin kendisine seslendiğini işittiğinde. Daldığı denizden çıkarılmayı hiç sevmezdi Canan, hele denizin derinlerinde yüzmenin tadına varmışsa. Ama annesine de cevap vermeye mahkum hissediyor kendisini. İstemeyerek de olsa, pembe sisli odayı terk ediyor, henüz karıştırdığı çayını ve içinde kendisine de rol biçtiği kitabını terk ettiği gibi. Salonda bulunan annesine içine yorgunluk katıştırılmış kelimelerle karşılık veriyor:

- Efendim anne bir şey mi var?
Annesi şaşkınlık dolu bakışlarını Canan’ın üzerinde gezdiriyor:

- Sen hâlâ hazırlanmadın mı?
Canan iyiden iyiye şaşırıyor:

- Hazırlanmam gerektiğini bilmiyordum anne.

Annesi kızının düşünce sarhoşluğuna tahammül edemediğini belli edercesine sözlerine devam ediyor.

- Allahım bu kız beni deli edecek. Kızım bugün Saniye Teyzenlerin altın gününe gideceğimizi bilmiyormuş gibi konuşma. Hem sen neden hâlâ hazırlanmadın? Anlaşılan yine bir kitabın sersemletici kadehinden içmişsin. Hadi çabuk hazırlan seni bekliyorum, çıkacağız birazdan.

Canan gerçekten bir kitabın kadehinden bir yudum almayagörsün, kendinden geçer gider, tıpkı aşk sarhoşlarına benzerdi. Eee ne de olsa o da bir kitap âşığıydı. Aşkından bir an bile ayrı kalmak istemediğinden yalvaran gözlerle annesine baktı.

- Anne ben gelmesem...
Annesinin sinirleri iyiden iyiye gerilmişti.
- O da ne demek oluyor küçük hanım. Bütün arkadaşlarım okulunu bitirdiğinden beri seni soruyor. Kapıldın yine o büyülü kitaplarına. Ayol biraz insan içine çık. Tamam sana kitap okuma demiyorum, ama biraz da giyin, süslen kendine bak. Gençsin, haminneler gibi eve kapanmanın bir manası yok. İtiraz istemem, hemen hazırlanıp geliyorsun.

Canan büyük bir isteksizlikle, bir o kadar da gireceği maskeli balolar diyarının verdiği rahatsızlıkla odasına yöneliyor. Sözde giyinmek ama esasında kendini müstakbel kaynanalara beğendirmek üzere...

*** *** ***
- Saniye Hanımcığım, yaş pastan pek güzel olmuş. Televizyondan mı aldın tarifini, dedi, Gülay Hanım yaş pastadan biraz daha almak istediğini belli edercesine. Saniye Hanım önce şöyle bir kasıldı, sonra beğenilmenin verdiği gururla muhatabına döndü:

- Hayır şekerim, bu benim özel tarifim. Kimseye vermem bu tarifi, ama sana bir ayrıcalık yapabilirim istersen, dedi. Masanın üzerindeki pastadan Gülay Hanımın tabağına bir dilim daha koydu. Gülay Hanım istemem, yan cebime koy tavırlarına bürünerek:

- Zahmet etmeseydin canım, diye karşılık verdi. Ama yaptığı iltifatın yerini bulduğunu düşünüyordu ve maskesinin üzerinden işte bu tavır akıp gidiyordu o kimsenin hissetmediğini zannettiğinde.

Canan bu maskeli balolar diyarından iyiden iyiye sıkılmıştı. Ama onu sıkıntısı bu kadarla kalmayacaktı. Annesinin yanında oturan Müzeyyen Hanım, Canan’ı işaret ederek Canan’ın annesiyle konuşmaya başladı:

- Kızınız ben görmeyeli pek güzelleşmiş. Kaçıncı sınıfa gidiyor hanım kızımız acaba?
Annesi kızının beğenilmesinden epey memnun görünüyordu.
- Gazetecilik meslek yüksek okulunu bitirdi Müzeyyen Hanımcığım, dedi.
Müzeyyen Hanım sinsi bakışlarını sevimli gibi göstermeye çalışarak konuştu:
- Öyle mi ne güzel! Benim oğlum da mimarlığı dereceyle bitirdi. Askerden de yeni döndü, hayırlısıyla evlendirmek istiyoruz artık, dedi bakışlarıyla Canan’ı süzerken.

Canan’ın annesi, Saniye Hanımın görümcesi olan Müzeyyen Hanımla bir kaç defa Saniye Hanımlarda karşılaşmıştı o kadar. Ama onların ne kadar zengin olduklarını ve sosyetede hatırı sayılır kimseler olduğunu Saniye Hanımdan defalarca dinlemişti. Bu sebepten pek memnun olmuştu Müzeyyen Hanımın kızına gösterdiği ilgiden. Ama Canan annesi bu durumdan ne kadar memnunsa, o bir o kadar rahatsızdı. Bir an önce bu sıkıcı mekândan ayrılmak için boş çay bardaklarını aldı ve:

- Müsaadenizle ben çayları tazeleyeyim, dedi. Müzeyyen Hanım Canan’a olan ilgisini iyice hissettirmek maksadıyla:

- Nazar değmesin kızınız da pek maharetliymiş, dedi.
Canan gerçek yüzlerini saklamak için sadece maskeyle yetinmeyen, bir de aralarına sigara dumanından duvarlar ören bu insanlardan kurtulmak için, elindeki tepsiye boş çay bardaklarını koydu ve hızla mutfağa doğru yöneldi.

Ama maskeliler sanki her tarafını kuşatmışlardı. Mutfakta gülüşen kendi yaşıtlarını görünce iyice bunaldığını hissetti. Ama onlara aldırmamışcasına çayları doldurmaya başladı.

Kızlardan biri elindeki sigaradan şöyle kendini beğenmişcesine bir nefes çektikten sonra yanındakilere döndü:

- Duydunuz mu kızlar, bizim haftalardır yapamadığımızı ilk seferinde şu maharetli küçük hanım becermiş.

Başka bir kız endişeli bir bakışla mutfağa gelen olup olmadığını iyice kontrol ettikten sonra, sigarasının dumanını tüttürerek konuşmaya katıldı.

- Duymaz olur muyuz, baksana bizimki iyice havalanmış, bize cevap bile vermiyor. Ee ne de olsa talih kuşu kondu başına.

Bir diğeri alay etme nöbetini devralırcasına konuştu.
- Geçenlerde çocuğu gördüm bir yakışıklı bir yakışıklı sorma. Arabası da ... markasından. Adam hem yakışıklı hem paralı… Daha ne olsun kızım!

Canan sıkıldığını belli edercesine elinde çay tepsisiyle sessizce mutfaktan çıktı. Salona girdiğinde, somurtkan çehresine insanlara gülümseyen bir maske aradı, ama nafile. Tepsiyi kendini müstakbel kaynana zanneden Müzeyyen Hanıma zoraki bir gülümsemeyle uzattı. Annesi bu durumdan oldukça rahatsız olmuştu. Ne vardı şimdi sanki somurtacak, biraz şöyle işveli gülüşler, endamlı yürüyüşler sergilese olmaz mıydı? Tıpkı Canan’ın diğer yaşıtları gibi. Canan, Müzeyyen Hanımın ezici bakışları altında çayları dağıtırken, annesi Müzeyyen Hanımdan, Canan’ın adına özür diliyordu:

- Kusuruna bakmayın Müzeyyen Hanım. Bugün biraz rahatsız da ondan böyle. Aslında çok neşelidir. Müzeyyen Hanım, bunun bir günlük bir hâl olmadığını anlayacak kadar ferasetliydi. Ama zaten onu da Canan’ı diğer kızlardan ayıran bu hâli cezbetmişti. Kendi gibi davrandığı, kendisini çevresine beğendirmeye zorlamayan bu sadeliklerle bezenmiş hâli. Ama yine de usulüne uygun cevap vermesi gerektiğini düşündü. Parlak rujlu dudaklarından, en az onlar kadar boyamaya çalıştığı sözlerle cevap verdi.

- Ne kusuru canım, insanlık hâli, olabilir. İnsanın bir günü gününü tutmuyor. Bu sözler Canan’ın annesini bir nebze rahatlatmıştı.

- Ya işte dediğiniz gibi, dedi, gözlerini Müzeyyen Hanımdan kaçırırken.

Canan zaten eskiden beri sevmediği bu çay toplantılarından, yapmacıklarla örülü bu dünyadan nefret ederdi. Birden başka başka zamanlara, başka başka mekânlara savrulup gitmek istedi. Olmadı, kaçamadı ama bir yolunu bulup kaçmalıydı. Sahtelikten, kendisini bulabileceği, kendisiyle kalabileceği bir mekana kaçmalıydı. Ama bunu annesine anlatması imkansızdı. Hele de Müzeyyen Hanım gibi bir avcının kendisini oltasına takmak isteyen tavrını gördükten sonra... Ama şansını denemek istedi en azından.

- Anneciğim kendimi iyi hissetmiyorum. Ben eve gidebilir miyim, dedi oldukça sakin bir tavırla. Annesi kızının bir rahatsızlığı olmadığını çok iyi bilmesine rağmen, biraz önce Müzeyyen Hanıma söylediği sözü hatırlayarak izin vermek zorunda kaldı.

- Tabiî kızım, benim de seninle gelmemi ister misin, dedi ima dolu bakışlarını Canan’a hissttirerek. Canan birden keyiflenmişti.

- Hiç gerek yok, siz keyfinizi bozmayın, dedi.
Maskeli balo sakinlerinden onlara acıyan bakışlarını kaçırmaya çalışırken...

*** *** ***
Saçlarını hafif hafif esen yele, siyah gözlerini maviliğe vermişti Canan.
Deniz... Haşin bir çocuk gibi bir türlü yerinde duramıyordu. Yosun tııtmuş bir kayalıkta kendini dalgaların akışına bırakmış gidiyordu Canan.
Hayatın kirli gelen yanlarını, bu engin mavilikte yıkamak istemişti hep, olmamıştı, becerememişti. Her seferinde tek sığınağı deniz olmuştu, ama kirliliklerin üzerini serin mavilerle kapatamamıştı bir türlü.
Tuzdu deniz, yanmaktı deniz ve aynı zamanda yunmak… Mavi serinlikte yanmayı başarmaktı deniz.

Deniz.. içtikçe içesi gelen, baktıkça bakası gelen, insanı mavi serinliğinde sarhoş eden iksir..

Canan yanmaya başlayıp, serinlemeye sebep aradığı zamanlar keşfetmişti bu iksiri. Önceleri ruhunu yakan bakışlardan serinleyebilmek, kalbini yakan günahlardan arınabilmek için koşardı denize. Şimdi ise denizin o mavi serinliği yakıyordu Canan’ı. Canan haykırmak istedi bütün dünyaya; deniz serinletmez yakar, diye. Deniz sudan çok tuzdur, diye ama yine müebbet suskunluğuna bürünmeyi tercih etti. Ne zaman düşmüştü bu ateşe, kim düşürmüştü Canan’ı? Hatırlamak istemedikçe ayaklarını yalayıp geçen dalgalar misali hafızasının kıyılarına vuruyordu yakıcı hatıralar. Çantasından üzerinde bin dallı desenleri olan defterini çıkarttı usulca, sonra mavimsi mürekkepli dolma kalemini. Ama yazmayacaktı bugün, yazamayacaktı. Sayfaları çevirdi yavaş yavaş, aynı zamanda geçmiş günlere dokunma imkânı buluyordu Canan. Günleri müşahhaslaştıran bir nesne oluvermişti şimdi bu bir yığın yaprak.

Okumaya başladı yanarak yazdıklarını:

24.05.2003 - Cumartesi
“Bugün staja başladığım gazetenin toplantısına katıldım ilk defa. Mesleğime ilk adımı atabilmenin sevinci vardı içimde. Ama birisi içimde yanan heyecan ateşinin üzerine döküldü ağır ağır bakışlarıyla. Bakışlarıyla ezdi geçti gönlümü bütün toplantı boyunca. Neler oldu bana anlamadım. İçim yandı, çarpıldım o simsiyah gözlere...
Derin bir siyahlığın içine düştüm, gözlerine düştüm onun. Gözleri eritti beni, zaman erirken akreple yelkovanın arasında. Gözlerini akıttı içime. Neden bunu bana yaptı anlamadım. Daha beni hiç tanımıyor, ben de onu tanımadığım halde, neden benim gözlerim de ona akmaya başladı bilmiyorum. Gözlerin akışıyla başlıyor gönlün akışı... Gözler…
O gözler ki gönüle açılan kapının ta kendisi...”

9.10.2003 - Perşembe
“Şehrin ışıkları büyürken gözlerimde, o büyüdü gönlümün en mutena yerinde. İşlerimde gösterdiğim başarıdan dolayı patronum stajımdan sonra, benim sürekli elemanı olarak görmek istediğini söyledi. Ama ben istemiyorum, mesleğimi delicesine sevdiğim halde istemiyorum. Sırf onu unutmak, onunla artık karşılaşmamak için istiyorum bunu. Annemler: “Kızım sen delirdin mi?” diyorlar bana. Bir sürü insan işsiz geziyormuş da, ben ayağıma gelen kısmeti tepiyormuşum. Off, kime açacağım içimdeki bu büyük yarayı defterimden başka. Üzerini harf harf sarmaya çalışıyorum yaralarımın. Kalbimin üzerindeki örtüyü kaldırsam, kim görür içi cerahat dolu yaramı. Muttasıl kanayan yaramı. Beni gözleriyle hançerleyen o kişinin yanında kalıp daha fazla yaralanmamak için ayrılacağım işten. Sahi gözlerim nerede? Nerede düşürdüm, kimin gönlüne kayıp gittiler benden habersiz? Aşk oluk oluk akarken damarlarımdan bir yıldız kayıyor içimden, geceye doğru. Ve ben savrulup gidiyorum bir kez daha...”

4.4.2004 - Pazar
“Bugün son bir hamle daha yaptı karşımdaki, beni yaralayacak son hamleyi. Beni gözlerinin hararetinde erittiğinden beri hep kaçtım ondan. Belki de yanmaktan kaçtım. Çünkü her seferinde yakıyordu o beni. Serinlemek için denizi buldum. Ama kalbim yenildi, o kazandı. Anladım, o yanmamış sadece yakmış. Ve yaktığı ateşi söndürmeden çekip gidiyor şimdi. Halbuki ateşi yakmayı beceren onu söndürmeyi de becermesi gerekmez mi? Ama o yüreğimdeki yangının tek fâili olmasına rağmen, bunların hiçbirini umursamadan çekip gidiyor. ‘Dünya evine’ giriyormuş bugün hanımın bir tanesiyle. Neresiyse orası? Ben bu dünya evinden nefret ediyorum. Bu dünyanın kapısını yüzlerine vurup çıkıp gitmek istiyorum. ‘Ben yokum bu oyunda, fasülyeden bile olsa o kirli oyunlarınıza alet olmak istemiyorum.’ demek istiyorum. Olmuyor, gidemiyorum bir yere. Kalbim, sana tutundum. Sen bari götür beni menzili meçhul yerlere.”

Bindallı defterini kapatıyor usulca Canan. Olduğu yere mıhlanıp kalıyor sanki. Düşünüyor, annesini, maskeli balolar diyarını, umarsızca üfledikleri sigarayla hayatı ti-ye alan yaşıtlarını ve tabiî ki Müzeyyen Hanımı. Kendisini olabildiğince şirin göstermeye çalışan, ama maskesinin altından sızım sızım bayağılık akan zavallı insanları. Kendi olamayan, kendini bulamayan bir yığın zevatı... Acı bir tebessüm sızıyor dudaklarından yüzüne doğru. Ve bir damla tuzlu gözyaşı, gözlerinden kurtulup, aslı olan denize rucu etmeye koşuyor. Bindallı defterinin son kalan beyaz yaprağına öylesine bir göz gezdiriyor ve sayfanın başında şekillenmeye başlıyor gönlünden akıp gelen mürekkep: Denize düştü gözlerim... Ve kocaman beyazlığın son kelimesini konduruyor gönlünden çektiği o kıymetli mürekkeple: Hükümsüzdür. Önce harf harf yaralarını sarmaya çalıştığı defterini bırakıyor engin maviliğe. Sonra içi yaş dolu gözleri kayboluyor serin mavide. Usulca fısıldıyor hayatın kalbine: Aşk gözde değil, gönüldeymiş. Bırak gitsin gözlerini denize.
 

Asya

New member
Katılım
27 Eyl 2006
Mesajlar
1,020
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ýstanbul
teşekkürler.umarım öyküyü beğenmişsinizdir inşallah.
 

Asya

New member
Katılım
27 Eyl 2006
Mesajlar
1,020
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ýstanbul
ay yok nerde bende o edebiyat.nette rastladım.hoşuma gitti ve buraya koydum.
 
Üst Alt