Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şeyhlere ölü Gibi Teslim Olmak

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
ŞEYHLERE ÖLÜ GİBİ TESLİM OLMAK

Bir müridin mürşidine teslimiyeti hakkında “gassal elinde meyyit, mürşit elinde mürid” sözünü darbı mesel getiriyorlar. Şeyhlere ölü gibi teslim olmak caiz midir?
Cevaplar: Bu söz Şiilerin imamları hakkındaki masumiyet inançlarına benzemektedir. Sufiler de şeyhlerinin la yüs’el(sorgulanamaz) ve la yuhti(hata etmez) olduğuna inanmaya azmetmektedirler. Mesela İsmail Hakkı Bursevi; “Şeytanın peygamberler ve veliler üzerinde bir tasarrufu yoktur” diyerek kafasındaki işkembeden çıkan pisliğini meydana bırakmakta, Peygamberlerin masumiyetine velileri de dahil etmektedir. Bunu Tevbe suresi 31. ayeti reddetmektedir;
Adiy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Boynumda altundan yapılmış bir haç olduğu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim. Bana: "Ey Adiy boynundan şu putu çıkar, at!" dedi ve arkadan şu ayeti okuduğunu hissettim:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe, 31).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla: "Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah'ın haram ettiği bir şeyi) kendileri için helâl kılınca hemen helâl sayıverdiler, (Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi de) kendilerine haram edince hemen haram sayıverdiler."[1] Aynısını Taberi ve Beyhaki Huzeyfe r.a.’den de rivayet etmiştir.
İbni Mesud radıyallahu anh der ki; “Sizden biriniz dininde bir kimseyi taklid etmesin! Zira o iman etmişse iman etmiş, küfretmişse küfretmiş olur. İlle de birine uyacaksanız ölmüş olan sahabelere uyunuz. Zira hayatta olanın fitneye düşmesinden emin olunamaz.”[2]
Muaz Bin Cebel radıyallahu anh dedi ki; “Şu üç şeyden sakının! Alimin sürçmesi, münafığın Kur’an ile (Kur’anı alet ederek) mücadelesi ve boyunlarınızı koparan dünya. Alimin sürçmesine gelince; hidayet üzere olsa bile onu dininizde taklid etmeyin! Lakin ondan ümidinizi de kesmeyin. Münafığın Kur’an ile mücadelesine gelince, şüphesiz Kur’an, yolu aydınlatan bir fener gibidir. Bildiğinizi alın, bilmediğinizi alimine havale edin. Boyunlarınızı koparan dünyaya gelince, Allah kimin kalbini zengin kılmışsa işte gerçek zengin odur!”[3]
Hasen el Basri r.a.’den; “Allah Azze ve Celle, Yahudilere de, Hristiyanlara da Ramazan orucunu farz kıldı. Fakat Yahudiler bu ayda oruç tutmayı bırakıp senede bir gün oruç tuttular. Bu günün de Firavun’un boğulduğu gün olduğuna inanıyorlardı. Hristiyanlara gelince, onlar, Ramazan ayında oruç tutmaya devam ettiler. Ancak bu ay, çok sıcak günlere tesadüf edince oruç zamanını değiştirip, onu sabit bir vakte aldılar. Böyle yaptıkları için de onun süresini 10 gün artırdılar. Bir müddet sonra kralları hastalandı ve bu hastalıktan kurtulmak için 7 gün oruç tutmayı adadı. Bu yedi günü de oruçlarına ilave ettiler. Daha sonra başka bir kral geldi ve; “Niçin üç gün daha oruç tutup sayıyı 50’ye tamamlamıyoruz?” diyerek sayıyı elliye tamamladılar. İşte “Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler”(Tevbe 31.) ayetinden maksat budur.”[4]
Tefsir alimi es-Suddî, bu ayeti açıklarken şöyle der; `Onlar yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak din adamlarının hükümlerine başvurdular. Bundan dolayı yüce Allah bu ayetin devamında `Oysa onlara sadece tek ilaha kulluk etmeleri emredilmişti' buyuruyor. Yani o tek ilah bir şeyi haram kılınca, o şey haram sayılacak, O'nun helal ilan ettiği şeyler helal bilinecek, koyduğu yasaya uyulacak ve verdiği hüküm yürürlüğe konacaktır."
Tefsir alimi Alusi de bu ayeti şöyle açıklıyor; "Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre bu ayetteki ilah edinmekten maksat, Kitap ehlinin din adamlarını evrenin ilahları saydıkları, böyle bir inanç taşıdıkları değildir; buradaki ilah edinmekten maksat, onların din adamlarının kişisel emirlerine ve yasaklarına uymalarıdır."
Gerek bu açık anlamlı ayetten, gerekse Peygamberimizin -son söz niteliğindeki- yorumundan ve gerekse eski-yeni tefsir bilginlerinin sistemine, bu dine ilişkin son derece önemli gerçekler öğreniyoruz. Bu gerçeklere, aşağıda kısaca değinmek istiyoruz:
1- İbadet, yasal hükümlerde Kur'an'ın ayetlerin ve Peygamberimizin bu ayetlere ilişkin açıklamalarına uymak demektir. Yahudiler ile hristiyanlar, hahamları ile rahiplerinin ilah olduklarına inanmak, onlara ibadet amaçlı hareketler sunmak anlamında bu din adamlarını ilah edinmiş değillerdi. Buna rağmen yüce Allah, bu ayette onların müşrik olduklarına, bir sonraki ayette de kâfir olduklarına hükmetmiştir. Bu hükmün tek gerekçesi, onların din adamlarını yasa koyma mercii olarak kabul etmeleri, koydukları yasalara uymaları, boyun eğmeleridir. İlahi hükmün tek sebebi budur. Ayrıca, inançta ve ibadetlerde Allah'tan başkasını ilah edinmiş olmak şart değildir. Sırf bu tutum, sahibini Allah'a ortak koşmuş duruma düşürür. Sırf bu sapıklık, sahibini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
2- Bu ayet hahamlarına yasa koyma yetkisi tanıyan, onlarca konmuş yasalara uyan ve itaat eden yahudiler ile Hz. İsa'ya ilahlık yakıştıran ve ona ibadet amaçlı davranışlar sunan hristiyanları aynı derecede müşrik sayıyor, aralarında hiçbir fark görmüyor. Yani her iki tutum da sahiplerini Allah'a ortak koşmuş saydırma açısından eşit ağırlıklı suçlardır. Her iki sapıklık da sahiplerini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir. Allah Teala buyurur ki;
“İnsanlardan bir kısmı, Allah’tan başkasını O’na denk ve ortak kabul ederler de Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenlerin ise Allah’ı sevmesi çok daha köklü ve devamlıdır.
Varlık sebebine aykırı davrananlar, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi.
O gün, bu dünyada Allah’ın emirlerine karşı gelinerek haksızca kendilerine uyulan kişiler, kendilerine uyanları tanımamazlıktan gelip, onlardan hızla uzaklaşırlar. Oysa onlar; hayatın değişik bölümlerinde, büyük ve önder tanınıyor, örnek alınıyor, peşlerinden gidiliyordu, aziz ve kutsal oldukları iddia ediliyordu.
Ve o anda her iki taraf ta azabı görmüşler, aralarındaki bütün bağlar kopuvermiştir. Ve sonra o inkârcılara uyanlar şöyle derler: Ah keşke dünyaya dönüp ikinci bir fırsat yakalasaydık da, onların bizi tanımamazlıktan geldiği gibi, biz de onları görmezden gelip uzak dursaydık diyecekler. Böylece, Allah yapıp ettiklerini onlara acı bir pişmanlık duygusu tattırarak gösterecek ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir.
Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin güzel ve temiz olanlarından nasibinizi alın ve şeytanın peşinden gitmeyin, zira o kendi gizli olsa da sizin apaçık düşmanınızdır. O şeytan, sizi yalnız kötülük işlemenizi, iğrenç ve çirkin işler yapmamızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi hakkında bilgi sahibi olmadığınız konularda hüküm yürüterek helalı haram haramı helal yapmanızı, böylece Allah’a karşı gelmenizi emreder.
Ama onlara “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde, “Hayır, biz yalnız atalarımızdan gördüğümüz inanç ve eylemlere uyarız” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve doğru yolu bulamayan kimseler idiyseler, yine mi atalarının yoluna uyacaklar?
Böylece O Allah’tan gelen gerçekleri örtbas eden kâfirlerin durumu çobanın haykırışını işiten fakat onu sadece bir ses ve çağrı şeklinde algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Çünkü akıllarını kullanmazlar.”(Bakara 165-171)

Muaz r.a.’den; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;
لاطاعةللمخلوقفيمعصيةالخالق “Halık’a (Allah’a) isyan bulunan hususta mahluka itaat yoktur.”[5]
Birden fazla rivayet yoluyla gelen bu hadis, şu lafızlarla da gelmiştir; “İtaat ancak maruftadır.”, “Allah’a isyan edene itaat yoktur.”, “Allah’a isyan hususunda beşere itaat yoktur.”
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah'a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmiş ise, mutlaka Allah'a isyan etmiştir. Kim emîre itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.[6]
Emire itaati emreden bu gibi hadisleri tasavvufçular suistimal etmişler ve demişlerdir ki; “şeyhine kalben dahi itiraz eden, bir daha iflah olmaz.” Onlara göre “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Bunda da delil olarak şu hadisi kullanırlar;
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim itaatten dışarı çıkar ve cemaatten ayrılır ve bu halde ölürse, cahiliye ölümü ile Ölür."[7]
Bu iddialarının batıl oluşunu aşağıda gelecek olan hadisler ortaya koyacaktır;
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Müslüman kişiye, hoşuna giden veya gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak, masiyet (Allah'a isyan) emredilmişse o hariç, eğer masiyet emredilmişse, dinlemek de yok, itaat de yok."[8]
Ali İbnu Ebi Talib radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir seriyye gönderdi ve birliğin başına Ensar'dan bir zat koydu ve askerlere komutanlarına itaat etmelerini emretti. (Sefer esnasında komutan, bir meseleden) öfkelenip:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana itaat etmenizi emretmedi mi?" dedi. Hepsi de: "Evet emretti!" dediler.
"Öyleyse, dedi, derhal bana odun toplayın!" Hemen odun toplanmıştı. Bu sefer:
"Ateş atın!" diye emretti. Ashab (odun yığınına) ateş attı. Komutan:
"İçine girin!" dedi. Girmek üzere ilerlediler. Ancak birbirlerinden tutup:
"Biz, ateşten kaçarak Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a geldik (şimdi ateşe girmemiz olur mu?)" diyerek girmediler. Öyle durdular. Ateş söndü. Komutanın da öfkesi geçti, Bu vak'a Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a intikal edince:
"Eğer girselerdi, Kıyamet gününe kadar bir daha ondan çıkamazlardı! Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Taat ma'ruftadır!" buyurdular."[9]
Yine; “Ümmetimin alimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” şeklindeki uydurma hadisi delil getirmişler, İbni Arabi ve Bursevi gibileri bunun keşfen sahih olduğunu iddia etmişler[10], Abdulaziz ed Debbağ ise keşfen batıl olduğunu söylemiş[11], Suyuti de uydurma olduğunu belirtmştir.
“Hidayete kavuşma, nefsi kötü huylarından arındırma işi şeyhe bağlı değildir. Aksine Kitap ve Sünnetin muhtevasını öğrenerek onlarla amel etmeye, selefi salihin yolunu izlemeye bağlıdır. Çünkü Kur’an ve Sünnet bizatihi Allah’a hidayet eden, ruh ve nefsi her yönüyle tezkiye edip yetiştiren iki ana kaynaktır. Kişinin bu iki ana kaynak ile kalbî hastalıklarının tedavi edilemeyeceği görüşü ise Allah ve Rasulüne bir iftira, Kitap ve sünnete karşı iptal girişimidir.”[12]
Abdullah İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma’dan; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; "Kim bir imama biat edip, samimiyetle sadakat sözü vermiş ise, elinden geldikçe ona itaat etsin. Bir başkası gelip, önceki ile biat için münâzaaya girişecek olursan sonradan çıkanın boynunu uçurun."
Ravi (Abdurrahman) der ki: "Abdullah İbnu Amr'a yanaştım ve:
"Allah aşkına söyle. Bu anlattıklarını bizzat kendin Resûlullah aleyhis selâm'dan işittin mi?" dedim. Sorum üzerine eliyle kulak ve kalbini tutarak:
"Evet kulaklarım işitti, kalbim de belledi" dedi. Ben:
"Ama, amca oğlun Muaviye, bize mallarımızı aramızda batıl bir şekilde yememizi, birbirimizi öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah Teâla hazretleri (mealen): "Ey iman edenler! Birbirinizin malını haram şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticaret başkadır. Birbirinizi ve kendinizi öldürmeyin. Canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Şüphesiz ki Allah size merhametlidir" (Nisa 29) buyuruyor" dedim. Biraz sustu sonra: "Allah'a itaatte ona itaat et, Allah'a isyanda ona isyan et!" dedi."[13]
Sufilerin iddiası doğru olsaydı, bu hadise göre sufilerin şeyhlerinden yalnız birisini bırakıp diğerlerini öldürmek gerekirdi!! Ama hadisi şeriflerde kastedilen, İslam halifesidir ve halifenin Kureyş’ten olması mecburidir. Bu konuda bir çok hadis olup ikisi şu şekildedir;
İbn Umer (r.a.) şöyle demiştir: Rasullah (s.a.v.): “Kureyş'ten iki kişi kaldığı müddetçe bu hilafet işi Kureyş'ten ayrılmaz” buyurdu[14]
İbni Amr r.a.’dan; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; ''Kıyamet vuku buluncaya kadar hilafet Kureyş'tendir.''[15]
Bugün bir halife bulunmadığı için, sufilerin şeyhe beyat konusunda delil getirdikleri hadisler onlara delil olmamaktadır. Ayrıca onlar, Hızır ile Musa a.s. arasında geçenleri de şeyhe teslimiyet konusunda delil getiriler ve şeriatın zahirdeki hükmüne muhalif bulduğu bir sebepten dolayı şeyhine itiraz ederek ayrılan bir kimsenin küfür üzere öleceğini söylerler.
Fakat Musa a.s.’ın her defasında Hızır a.s.’a itiraz ettiğini ve yollarının ayrıldığını unuturlar!
Ayrıca, ne Musa a.s. Hızır a.s.’a uymak zorundaydı, ne de Hızır a.s., Musa a.s.’ın şeriatına uymak zorundaydı. Ama bugün herkes Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatına uymak zorundadır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem;
“Vallahi bugün Musa a.s. hayatta olsaydı bana uymaktan başka bir yolu yoktu” buyurmuştur.
Yine “Ümmetimi gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan bir yolda bıraktım”[16] buyurarak, sufilerin şaibeli “bâtın ilmi” iddialarına mahal bırakmamıştır.
Bursevi, bir tarikata girip onu terk edenin dinden dönen mürtedden daha beter olduğunu iddia ederek bunda delil olarak uydurma bir hadis getirmiştir; “Kim Allah’a giden bir yol bilir, tanır da sonra o yoldan dönerse Allah ona alemlerde hiç kimseye yapmadığı azabı yapar”[17ancak hadis diye delil getirdiği bu rivayet kaynaklarda Abdullah Bin Hafif’in rüyası olarak nakledilir.[18]
Aslında tasavvuf hakkında ilk konuşanlar da; “Zâhire muhalif olan her bâtın bâtıldır” hükmünde ittifak etmişlerdir. Fakat sonradan ilmi perde olarak gören zihniyet, şeriatın hassas kriterlerinin kaybedilmesine sebep olmuş ve şeriat ilimleri küçümsenerek arkaya atılmış, “Siz ilmi ölülerden ölüler vasıtasıyla alıyorsunuz, biz ise kalbimizin baki olan Allah’tan rivayeti ile alıyoruz” diyerek Kur’an ve Sünnet hükümlerini terk etmişlerdir.
Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a halk hayırdan sorardı. Ben ise, bana da ulaşabilir korkusuyla, hep şerden sorardım. (Yine bir gün
"Ey Allah'ın Resûlü! Biz Cahiliye devrinde şer içerisinde idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?" diye sordum.
"Evet var!" buyurdular. Ben tekrar: "Pekiyi bu şerden sonra hayır var mı?" dedim.
"Evet, var! Fakat onda bulanıklık da var" buyurdular. Ben: "bulanıklık da ne?" dedim.
"Bir kavim var. Sünnetimden başka bir sünnet edinir; hidayetimden başka bir hidayet arar. Bazı işlerini iyi (ma'rûf) bulursun, bazı işlerini kötü (münker) bulursun" buyurdular. Ben tekrar:
"Bu hayırdan sonra başka bir şer kaldı mı?" diye sordum.
"Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran davetçiler var. Kim onlara icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar" buyurdular. Ben: "Ey Allah'ın Resûlü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne emredersiniz?" dedim.
"Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma. (İmam sırtına (zulmen) vursa, malını (haksızlıkla) alsa da onu dinle ve itaat et!)" buyurdular.
"O zaman ne cemaat ne de imam yoksa?" dedim.
"O takdirde bütün fırkaları terk et (kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal" buyurdular."[19]
Şüphesiz bu bulanıklığın ve halis hayır döneminin kararmasının sebebi; nebevi hak yoldan yüz çevrilmesidir. Bu, gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan delillerin bozulmasını beraberinde getirmiştir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Huzeyfe r.a.'ın dehan kelimesini sorması üzerine şöyle buyurmuyor muydu?;
"Bir topluluk benim sünnetimden başkasına uyacaklar ve benim yolumdan başkasına tabi olacaklardır. Sen onları tanır ve karşı çıkarsın."
İşte bu, hastalığın kökü ve belanın kaynağıdır. Şüphesiz bu, metot olarak sünnetten sapmak, gidişat ve amelde nebevi tarzı terk etmektir.
Bununla, "dehan" kelimesinin, hayır kaynaklarının berraklığını bozan bir kir, yani fitnelere tutunulan asırlardan beri yuvalarından başlarını çıkarmış olan Mutezile, Sufiler, Cehmiyye, Hariciler, Eşariler, Maturidiler, Mürcie, Rafızi(şii)ler gibi, güçlerini İslam'da tahrife, dini kendilerine mal etmeye ve te'vile harcayan bid'atçiler olduğu ortaya çıkıyor.
Kur'an'ın sadece resmi, İslam'ın sadece ismi, ibadetin ise sadece cismi kaldı.
Yine "dehan(bulanıklık)" kelimesi, bidatin tehlikesini ortaya çıkarıyor; bidatler, kalpleri bozar, bedenler ise düşmanlar arasında ifsat olur.
İşte bu yüzden Salih selef, bidat ehli ile mücadele etmenin ve onlardan uzak durmanın vacip oluşunda ittifak etmişlerdir.
İmam Zehebi, Siyeri A'lamin Nubela adlı eserinde Süfyan es Sevri'nin; "Kim bidat sahibi olduğunu bildiği birisinden işittiği şeye meylederse, Allah'ın korumasından çıkar ve nefsinin eline bırakılır." Ve; "Kim bir bidat işitirse, onu meclisindekilere anlatıp ta kalplerine yer ettirmesin" Dediğini naklettikten sonra der ki;
"Selefin çoğunluğu bu şekilde sakındırmışlar, kalplerin zayıf, şüphelerin ise zorlayıcı olduğunu görmüşlerdir."[20
Muhakkak ki bizler, her zaman şuna şahid oluruz; müsamahasız fırkalar, sadece kendileri kalıncaya kadar, Allah'a davet meydanında çalışan cemaatlerin aleyhinde olurlar. Diğerlerinin varlığını hazmedemezler.
İş o kadar ilerledi ki, bazıları kendilerinin Müslümanların halifesinin kurduğu cemaat olduklarını iddia ettiler. Bu da bazı vehimlere sebep oluyor;
Bazıları; kendi imamlarına biat etmenin vacip olduğunu iddia ediyor,
Diğerleri; faziletli ve üstün asırdan sonra gelen Müslümanların çoğunluğunu tekfir ediyor,
Başkaları da; kendilerinin cemaatlerin anası olduğunu, diğerlerinin bunun etrafında birleşip, sancağının gölgesinde olmaları gerektiğini iddia ediyor.
Onların çoğu şunu unutuyor!; onlar âdet olarak birer Müslüman cemaatidirler. Şayet Müslümanların bir cemaati, halifeleri mevcut olsaydı, bu ihtilafları, ayrılıkları görmezdik. Allah buna yetki vermezdi.
Hakikatte İslam için çalışanlar, Müslümanlardan birer cemaattir, kıble ehlidirler, lakin Müslümanların cemaati değildirler.
Bil ki ey Müslüman! Şüphesiz Müslümanların cemaati; bütün Müslümanların yolunu intizama sokan, Allah'ın ahkamını uygulamasında kendisine itaat vacip olan, el ve gönül ile kendisine biat edilen bir imamı olan cemaattir.
Hafız İbni Hacer el Askalani, Fethul Bari(13/37)'de Taberi'den şu sözü naklediyor; "Bu işte ve cemaat hakkında ihtilaf edildi. Bir kavim dedi ki;
"Cemaat vaciptir. Cemaat; sevad-ı azam (büyük karaltı)dır." Sonra Muhammed Bin Sirin tarikiyle İbni Mesud r.a.'den, Osman r.a.'ın katli zamanında kendisine cemaat hakkında soran kimseye şöyle dediğini rivayet ediyor;
"Şüphesiz Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetini sapıklık üzere bir araya getirmez."
Bir grup şöyle dedi; "Cemaat ile kastedilen; sahabeler ve ondan sonra gelenler (Tabiin)dir."
Diğer bir grup da; "Kastedilen ilim ehlidir. Şüphesiz Allah onları, halkı üzerine hüccet kılmıştır. İnsanlar din işlerinde onlara uymakla yükümlüdür."
Doğrusu şudur; itaati gerekli olan cemaat ile kastedilen; emri altında birleşilen, beyatı bozulduğunda dinden çıkılan cemaattir.
Hadiste; İnsanların imamı yoksa, gruplara ayrılırlar, kimse bir fırkaya tabi olmaz, hepsi de şerre düşmek korkusuyla güçleri yettiğince uzaklaşırlar diye geçer.
Bu cemaatin, yüksek İslam sarayının binası ve yeniden yükseltilmesi için tek bir el olması gerekir. Onlar tek tek, ayrı ayrı olurlarsa buna güç yetiremezler. Allah, Salihlerin velisidir.
Bu cemaatin hakka tabi olmak ve bütün Müslümanları sevmek için, ayrılıkları yayan hizipçilik engellerini kırmaları, kuvvetten düşürmeleri, kokusunu gidermeleri için mücadele etmeleri gerekir.
Bu yüzden bu cemaatin dışında olan, Müslümanların cemaatinden çıkmış olmaz. Şüphesiz bu cemaatler, Müslümanların cemaati olma sıfatına sahip değillerdir ve imamet davasına yetkileri yoktur.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Huzeyfe r.a.'e, kötülük ve fitne günlerinde özellikle Müslümanların cemaati ve halifesi yoksa, cehenneme çağıran bütün fırkalardan uzaklaşmasını emretmiştir.
Bu nebevi emri açıklarken alimler çeşitli izahlarda bulundular. Şüphesiz bu nebevi emir, hakka sarılma gereğini, hak ehliyle yardımlaşma ve onun kurulması için destek olmayı içeriyor;
1- Bu emir, Kitap ve Sünnete, Selefi Salihin anlayışı ile sarılmayı gerektirmektedir. Irbaz Bin Sariye r.a.'ın rivayet ettiği şu hadis bunun delilidir;
"Sizden kim Benden sonra yaşarsa bir çok ihtilaflar görecektir. Bu yüzden sünnetime ve hidayete erdirilmiş raşid halifelerin sünnetine sarılmanız gereklidir. Ona azı dişlerinizle ısırır gibi sarılıp, bırakmayın"[21]
Huzeyfe r.a.'ın rivayet ettiği hadiste, ihtilaf zamanında, ağaç kökü ısırmak durumunda kalınsa bile sapıklık fırkalarından ayrılmayı emrediyordu. İrbaz r.a. hadisinde de, ihtilaf anında nebevi sünnete ve sahabenin anlayışına azı dişleriyle sarılmayı, sonradan çıkan şeylerden de –ki bunlar sapıklıktır- uzaklaşmayı emrediyor.
Bu iki hadisin açık manalarını bir araya getirirsek; sapıklık fırkalarının zuhur ettiği, Müslümanların cemaatinin ve imamının bulunmadığı zamanda Sünneti Nebeviye’ye, Selefi Salih (rıdvanullahi aleyhim) anlayışı ile sarılmamız gerektiği ortaya çıkar.
2- Huzeyfe r.a. hadisindeki; "Ağaç kökü dişlemek" emri ile zahir manası kastedilmemiştir. Şüphesiz bunun anlamı; hak üzerinde sebat ve sabretmektir, sapıklık fırkalarından Hak tarafına doğru uzaklaşmaktır.
Veya bunun anlamı; filizlenmiş, dallanmış budaklanmış İslam ağacı, fırtınalar ile sarsılacak, dalları kırılacak, geriye sadece kasırgalara meydan okuyan kök gövdesi sabit kalacak. Bu zamanda Müslümanlara, bu kök gövdeyi beslemeleri, ona canlarını ve kıymetli şeylerini feda etmeleri gerekir. Zira bu, zehirli rüzgarların şiddetine rağmen, bu ağacı tekrar dallandırıp budaklandıracaktır.
3- O zaman Müslümanların, fitneleri döndürenleri, belalara aç olanları reddetmek için, ellerini bu sabit gövdeyi kuşatan taifeye uzatmaları gerekir.
İşte "en sonuncuları deccal ile savaşıncaya kadar hak üzere galip olan taife" budur.
Böylece Huzeyfe r.a.'ın rivayet ettiği hadis, üç konu üzerinde sonuçlanıyor;
1- Müslümanların cemaatine sarılmak ve günahkar olsalar bile Müslümanların imamına itaat etmek gerekmektedir. Öyle bir zamanda ne yapması gerektiğini sorduğunda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şu cevabını işitmedin mi?; "Dinle ve Emîr'e itaat et. Sırtına vurup malını alsa bile dinle ve itaat et!"[22]
Müslümanların çoğu hilafet devletinde, sonraki halifelerden zulüm ve fesat görünce, bu işte cahillik ettiler ve hilafet devletinin kaldırılması için kafirlerle ittifak edip birlikte çalıştılar.
Şunu unutuyorlar!; kesin bir küfrü, apaçık bir şirkleri görülmedikçe idarecilere karşı kıyam etmek caiz değildir. Hele bir de onların yanında Allah'tan bir delil, ümmetin Rabbanilerinin ikrarı, Kitap, Sünnet ve ümmetin selefinin tavırlarından çıkarılmış davet fıkhı kaidelerinin güvencesi de varsa…
2- Eğer Müslümanların cemaati ve imamı yoksa, Müslüman kişinin, sapıklık fırkalarından ve ayrılık gruplarından (bütün cemaat ve tarikatlardan) uzaklaşması gerekir.
3- Sapıklık fırkalarından uzaklaşmak demek; onları mücadele olmaksızın, bâtılda serbest hareket eder halde bırakarak uzlete çekilmek değil, aksine Müslümanların bu dinin kökleri olan Kitap ve Sünnete sıkı sarılmaları, bunları Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sahabelerinin anlayışıyla anlamaları ve hidayet imamlarının eğitimiyle hareket etmeleri gerekir.
İnsanları yeryüzünde ve üzerindekilerde hakim olacak olan bu iki büyük esas üzerine davet etmek gerekir. Böylece bundan sonra öğrenecek ve haber vereceklerdir. Muhakkak ki sapıklık fırkalarının mevcut oluşu, yeryüzünde Allah'ın hüccetinin kaim olmayacağı manasına gelmez. Mütevatir olarak rivayet edilen hadislerde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, kıyamet günü gelinceye kadar her asırda hakkı yüklenen bir taifenin mevcut olacağını, ona muhalefet edenlerin onlara zarar veremeyeceğini belirtmiştir.
Şeyhleri İlahlaştırma Ve Onlara Kulluk Etme:
Tasavvufçuların İslâm'dan en fazla saptığı konulardan biri de, şeyhlerini Allah'tan başka tanrı gibi görmeleri veya göstermeye çalışmalarıdır. Müridin şeyhin karşısında zelil, dilini yutmuş, iradesiz, düşüncesiz ve gassalın elindeki cenaze gibi olmasını şart koşmuştur. Bu alçaltıcı kulluğu da, müridin şeyhine bağlılığı, sevgisi, itaati ve kudsi makamlara yükselişinin açık alameti saymıştır. Şeyhine karşı bu şekilde yaşıyan ölü gibi olmıyan müridlerin helak olacağını ve manevi makamlarda yükselemiyeceğini söylemiştir. Bakınız, Tayfur (Ebu Yezid) el-Bistami bunu nasıl dile getiriyor: "Üstadı (şeyhi) olmıyanın imamı şeytandır."
Letaifu'l-Minen sahibi de bunu şöyle ifade ediyor: "Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmıyan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir."
Şeyhine karşı müridin âdabını belirleyen Muhammed Osman'ı da dinliyelim: "Geçtiğin her halde şeyhini görmen ve bunun onun vasıtasıyla olduğunu bilmen gerekiyor. Âdabın biri de namazda oturur gibi huzurunda oturman, onda fena bulman, seccadesine oturmaman, ibriği ile abdest almaman ve bastonuna dayanmamandır. Ermişlerden birinin şu sözünü dinle: Şeyhine "Niçin?" diye soran kimse felah bulmaz. İmajını kalbinden ve hayalinden sakın çıkarma. Bir an olsun ondan gafil olursan, bilki bu senin bedbahtlığındandır. Onda fena makamına erişmeye çalış, böylece onda beka makamına erişirsin."
Tasavvufçular müridin emir veya yasak hiçbir isteğine muhalefet etmemesini emretmektedir. Hz. Peygamber'in sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiçbir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler. Müridin şeyhin avucunda kalması, malını, ırzını ve insanlığını sömürebilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka şeyhi ortak koşan kişinin Allah'a da ortak koşmuş olacağını kararlaştırmışlardır. Şeyhinin tarikatından başka tarikat seçen veya onun istediği yoldan gitmiyen kişinin dinden çıkacağını da söylemişlerdir.
Tasavvuf kitapları insanın şeref ve haysiyetini yerle bir eden, aşağılık, rezil ve sefil bir dereceye düşüren, zalim ve edepsiz her türlü ayağın altında çiğnenmesini sağlıyan, kısaca insanı Allah'ın verdiği insani değerlerden ve izzetten yoksun bırakan bu tür saçmalıklar ve hurafelerle doludur. Bunun neticesidir ki tasavvufçular tapanlar ve tapılanlar diye iki kısma ayrılmaktadırlar.
Yine bunun neticesidir ki bu uyuşturucu saçmalıklarla melankolik olmuş nice yaşlı insanların henüz beşikte altını pisleten çocukların ayaklarına yüz sürdüklerini, şeyh evladı veya mukaddes soyun mübarek nesli diyerek mesih aleyhisselam gibi daha beşikte kerametlerle konuşturduklarını görürsünüz. Tek sebebi de tarikat şeyhi efendisinin oğlu olmasıdır. Çünkü sırrı onda, rabbaniyeti onu kutsallaştırmaktadır. Bütün tasavvufçuların şeyhlerinin her söylediğinin Allah'ın bir vahyi olduğuna inanarak Allah'ın dinine muhalefet etmelerinin sebebi de bu zihniyettir. Çünkü inançlarına göre şeyhlerinin kalbleri Rahman'ın üzerinde istiva ettiği tahtlar, azamet ve büyüklüğünün gökleri, cemalinin tecellileridir. Hidayetini aleme saçtığı ve vahyini insanlara kendisinden ulaştırdığı kutsal yerlerdir. el-Kuşeyri şöyle diyor:"Kim bir şeyhe intisap eder ve kalbi ile ona itiraz ederse, intisap ahdini bozmuş ve kendisine tevbe vacip olmuş olur. Çünkü şeyhler "Üstadların hakları için tevbe kabul olmaz" demişlerdir."!!!?
[1] Tirmizi(3095) Taberi(10/114) Beyhaki(10/116) el Medhal(1/209) Şuabul İman(7/45) İbni Hazm el İhkam(6/290) Sehmî Tarihu Curcan(s.541) İbni Kesir(2/348) Cemul Fevaid(6996) Şatıbi el İtisam(2/370)
[2] Taberani(9/152) ricali sahih ile rivayet etmiştir; Mecmauz Zevaid(1/180) Beyhaki(10/116) Lalkai İtikadı Ehlis Sunne(1/93) İbni Hazm el İhkam(6/255) Hilye(1/136) Safvetus Safve(1/421)
[3) sahihtir. Lalkai İtikad(1/116-117) Taberani Evsat(8/307) Darekutni İlel(6/81) İbni Hazm(6/236) Ebu Nuaym Hilye(5/97) İbni Asakir(58/438) Mecmauz Zevaid(1/186)
[4] M.Ali Sabuni Safvetut Tefasir(1/227) Oruç ibadeti kamerî ay sistemine göre farz kılınmıştı. Kamerî aylar her yıl on gün önce gelmektedir. Dolayısıyla Ramazan ayı yılın her mevsimine rastlamaktadır. Hristiyanlara yaz aylarında oruç tutmak zor geldiği için orucun zamanını değiştirerek güneş sistemine almışlar ve yılın kısa ve değişmeyen serin günlerinde oruç tutmaya başlamışlardır.
[5] Buhari(9/109,4044,6711,6816) Müslim(imaret 39) Nesai(beyat 34) Ebu Davud(2608) İbni Mace(2865) İbni Hibban(4567) Tirmizi(1707) Beyhaki(3/127) Ahmed(1/131,409,5/66) Sahihul Cami(7520) Sahiha(179) Ebu Ya’la(7/4046) İbni Ebi Şeybe(12/543) Mecmauz Zevaid(5/225) Metalibul Aliye(2110) Fethul Bari(13/123) Hatib Tarih(3/145) Taberani(1/154) Tayalisi(2612) Hakim(3/443) Temhid(8/58) Busayri İthaf(5007) Semhudi Cevahirul Ikdeyn(1/121)
[6] Buhârî(Ahkâm 1, Cihad 109) Müslim(İmaret 33, (1853) Nesâî(Bey'at 27, (7/154)
[7] Buhârî(Ahkâm 4) Müslim(1848) Nesâî(7/123) İbnu Mace(3948).
[8] Buhârî(Ahkâm 4, Cihad 108) Müslim(1839) Tirmizî(1708) Ebû Davud(2626) Nesâî(7/160)
[9] Buhari(Megazi, 59, Ahkam, 4, Haberu'l-Vahid 1) Müslim(1840) Ebu Davud(2625) Nesai(7/159)
[10] Futuhat(1/151,223) Bursevi Ferahur Ruh(2/99)
[11] el İbriz(s.55)
[12] Ebu Gudde; Muhasibi’nin Risaletul Müsterşidin dipnotu(s.31-32)
[13] Müslim(1844); Nesai(7,153); Ebu Davud(4248); İbnu Mace(3956)
[14] Buhari(kitabul menakıb, 11) Müslim(1820)
[15] İbn Ebi Asım; es-sünne( no. 1109, c. 1, s. 527)
[16] Ahmed(4/126) İbnu Mace(43)
[17] Kitabun Netice(2/132)
[18] Kuşeyri(s.312)
[19] Buhari(Fiten 11, Menakıb 25) Müslim(İmaret 51, (1847) Ebu Davud(4244, 4245, 4246, 4247).
[20] Siyeru A'lamin Nubela(7/261)
[21] Ahmed(4/126, 127) Ebu Davud(4607) Tirmizi(2815, 2816) İbni Mace(42,44) İbni Ebi Asım Es Sünne(1/29-30) İbni Hibban(1/104) İbni Abdilberr Cami(2/222, 224) Hakim(1/65, 96, 97) Taberani(18/537-602, 617, 625) Beyhaki(10/114) Cem’ül Fevaid(127) Darimi(95) Tahavi Müşkil(1/85-87) Tayalisi(2615-16) Sahihtir.
[22] Müslim(12/236-237-Nevevi Şerhi)
 

casus021

New member
Katılım
30 Ocak 2007
Mesajlar
1,475
Tepkime puanı
380
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Web sitesi
www.islamportali.net
ilim ehli olan insanlara tabi olunur fakat bir ilah derecesinde degil fakat günümüzde bazı kesimlerde ki insanlar herşeyden önce seyhı ön plana çıkarıyorlar ve mededi ondan umuyorlar ALLAH varken kultan meded umulmaz fakat bunu her insan yapmaz
 

hanif_bir_kul

New member
Katılım
22 Mar 2007
Mesajlar
182
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
64
şeyhlere ölü Gibi Teslim Olmak
Olda Seni Kullanip Sömürsünler Kemiefendi
 

ibrahim571632

New member
Katılım
3 Tem 2007
Mesajlar
705
Tepkime puanı
756
Puanları
0
Konum
Mersin
Peygamber(S.a.s.) beni İsa mesih gibi Rab edinmeyin diyerek bizleri uyarmışken Kemi'nin sözlerini yabana atmak yanlış olur.Bir peygambere dahi muhabbette şirk koşma tehlikesi karşımızda duruyorken Allah dostlarına muhabbette ipin ucunu kaçırmamalıyız.Ama bu ikaza kulak verelim derken Allahın has kullarınıda itham etmemeye dikkat etmeliyiz.Biz her gün Rabbimizden Sıratı mustakimi bu yüzden itiyoruz.Haddi aşmamak ve geri kalmamak için öyle değilmi????
 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
cevap

cevap

Tasavvufun Müslümanlar üzerindeki Kötü Sonuçlari

Bu başlık altında ben bir konu açmıştım ama bekir denen şahsın işine gelmedi her halde konuyu bloke etmiş cevapta yazılmıyor:Kur anda ve sünnete Allah inancı nasıl birde Tasavvuf un Allah inancını okuyun Kur an ve sünnette Peygamber inancı nasıl birde Tasavvufta Peygamber inancı nasıl Kur an ve sünnette vahiy inançı nasıl birde Tasavvufta vahiy inançı nasıl bi okuyun bakalım inşaallah ?

Çünkü bir çok kişinin bilmediği daha bir çok konu var tasavvuf adı altında islam adına işlenen ve bunun doğru olduğunu savunan bir çok zavallı zihniyetler var :

Bunları Kitap ve sünnette götürdüğümüzde bu sapıklıkların nasıl meydana çıktığını
görebiliriz.Allah dostu diyorlar ama bunu kim diyor Allah mı diyor bu şahıs benim dostum yoksa insanlarmı diyor bu kişi Allah dostu diye tabiki insanlar diyor bazılarıda bu kişinin kendisine Allah katında şefaat edeceğine inanıyor peki Allah bunun hakkında bir delil indirmişmi bu kişi size benim katımda şefaat edecek .yoksa bu kişi bize Allah katında şefaat edecek diyen insanlarmı ?


ŞEFAAT KONUSUNDA ORTA YOL



بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ


Bu sohbetimizde üzerinde durmaya çalışacağımız konu şefaat meselesidir. Mevzu ile alakalı görmüş olduğum bir çok arızalardan dolayı,konuyu geniş bir şekilde ele almayı ve kolay anlaşılması için de onu çeşitli başlıklar altında işle-meyi uygun gördüm.

Değerli kardeşlerim ! konuya girmeden önce şunu özellikle ifade etmek isterim ki ; Görülen bu tip arızaların temelinde yatan en etkili vesile,bilinçsizce körü körüne dinini yaşamaya yeltenenlerin aşırılıklarıdır.

İşte bundan dolayıdır ki, ben ilk önce din de aşırılık ile alakalı birkaç cümle zikretmeyi konu açısından yaralı görüyorum.

Değerli kardeşlerim,azda olsa araştırma zahmetine katlananlar şunu açıkça göreceklerdir ki ;Gerekgeçmiş cahiliye toplumlarında ve gerekse günümüz cahiliyesinde göze çarpan en çirkin arızalardan bir tanesi de,inananların dinleri hususundaki aşırılıklarıdır. Ve bu aşırılıkları yüzünden de bir çok meselede ya ifrat yada tefrit noktasına gelmişlerdir.

Halbuki İslam,her zaman inananları bu hususta uyarmıştır. Gerek geçmiş ümmetleri ve gerekse bu ümmeti.

Allah’u Azze ve Celle, - bu ümmet ibret alsın diye - geçmiş ümmetleri helak eden bu çirkin durumu yüce kitabında şöyle dile getirmektedir :

يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ وَلاَ تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَق …….

“ Ey kitap ehli ! dininizde aşırılığa gitmeyin.Ve Allah hakında doğru olandan başkasını söylemeyin …………… “
NİSA : 171.AY.

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلاَ تَتَّبِعُواْ أَهْوَاء قَوْمٍ قَدْ ضَلُّواْ مِن قَبْلُ وَأَضَلُّواْ كَثِيراً وَضَلُّواْ عَن سَوَاء السَّبِيلِ لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ

“ Deki : Ey kitap ehli ! dininizde haddi aşmayın ve daha önce sapıtan,bir çoklarını da saptıran ve doğru yoldan uzaklaşan kimselerin heva ve heveslerine uymayın. İsrail oğullarından kafir olanlar,Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir.Bunun sebebi ise,isyan etmeleri ve – dinleri hususunda – haddi aşmalarıdır. “
MAİDE : 77.78.AY.
Allah resulü s.a.v de bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır :

.... عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ؛ قَالَ : قَالَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم : يَا أَيُّهَا النَّاسُ! إِيَّاكُم وَالْغُلُوَّ فِي الدِّينِ، فَإِنَّهُ أَهْلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمُ الْغُلُوَّ فِي الدِّينِ


“ ........... Ey insanlar ! Din de aşırılığa gitmekten sakının. Çünkü o, sizden öncekileri helak etmiştir.”
İBNİ MACE : 8.C.3029.N
AHMED : 1.215. 347

İşte bu ve emsali Ayet ve hadisler,dinde aşırılığın - diğer bir ismiyle - haddi aşmanın çirkinliğinden bahsetmekte ve onu şiddetle kınamaktadır.

Ama ne yazık ki,bu kadar uyarılara rağmen yine de bir çok inanan - bu arıza sebebiyle – bir çok çirkin inanç ve ameller içerisinde yüzmektedirler.
İşte bunlardan bir tanesi de,bu sohbetimizde üzerinde durmaya çalışacağımız şefaat meselesidir.
Yani şefaat meselesinde de inananlar arasında aşırılığa gidilmiş ve biri diğe-riyle zıt olan farklı farklı fikirler ortaya atılmıştır.

BİRİNCİ TAİFE : Sapık Hırıstiyan,Yahudi ve müşrik taifesinden olan kimselerdir ki,bu kimseler Kur’an’ın karşı çıktığı bir şefaatin varlığına inanırlar.Bunlar, haklarında hiç bir delilin ve bilginin olmadığı bir takım insanları kendi kendilerince tezkiye ederek onların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inanan kimselerdir.

İKİNCİ TAİFE : Bunlar da Hariciler ve Mutezile fırkasıdır.Bu kimseler, Peygam-ber s.a.v in büyük günah sahiplerine şefaatçi olacağını kabul etmezler. Hatta, kıyamet gününde hiç kimsenin başkasının şefaatinden ve duasından yarar sağlıyamıyacağını iddia ettikleri gibi,hayatta olanların dahi ölü adına sadaka vermesinin ve oruc tutmasının ona bir fayda sağlamayacağına inanırlar ...... Bu kimseler de , Allah’u Azze ve Celle’nin kendi kafalarına göre şefaatçi edinenleri kınadığı Ayetlerini kendilerine delil gösteren kimselerdir.

ÜÇÜNCÜ TAİFE : Bunlar ise, Allah’ın kendilerine hidayet verdiği bu ümmetin öncü ve önderleri ile onların yolundan ayrılmayan tevhid ehli kimselerdir.

Bunlar,Kur’an ve sahih sünnet’in reddettiği şefaat anlayışını reddeden,kabul ettiği şefaat anlayışını da kabul eden vasat yolun yolcularıdırlar.

Elbetteki burada isabetli taraf,Kur’an’ın ve Sünnet’in çizdiği yolda yürüyen üçüncü taifedir.
Öyleyse böyle karışık bir ortamda basiretli insanlara düşen de,Kur’an ve Sünnet çizgisinde olaların izini takip etmektir.Çünkü ben müslümanım diyen-lerin bundan başka seçenekleri olamaz.


YANILGI İÇERİSİNDE OLAN BİRİNCİ TAİFE


Biz daha fazla sözü uzatmadan isterseniz bu konuda arızalı olan taifelerin yanılgılarını ve bu yanılgılarına sebeb olan amillerin neler olduğunu anlatmaya geçebiliriz.
Değerli kardeşlerim! biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu konuda yanılgı içerisinde olan taifelerden birisi,sivri ucun bir tarafını teşkil eden aşırı kabul-cülerdir. Yani, Allah’a şirk koşan Yahudiler, Hırıstiyanlar ve onlarla bu konuda aynı zihniyete sahip olan bir takım cahil müslümanlardır.

Müslümanım diyenlerin içerisinde bu zihniyete sahip olan kimselerin var olduğunu dile getirişimiz belki bir çok inananın garibine gidebilir,belki de bu ifadelere çok kızabilirler de , ama meseleye Kitap ve Sünnet ölçüsünde yak-laşıldığı zaman,bu ifadelerin ne kadar haklı olduğunu açıkça göreceklerdir.
Çünkü,müslümanlar arsındaki tasavvuf kesiminin içerisinde bulunduğu en büyük problem şefaatle alakalı problemdir.

Ben, - telafisini ümit ederek - ilk önce bu insanların şefaat konusundaki anlayışlarını dile getirmek ve ondan sonra da böyle bir inancın batıl olduğunu Kur’an ve Sünnet çizgisinde anlatmak istiyorum.

Bu kimselerin - özellikle tasavvufçuların - şefaat konusundaki anlayışları ve iddiaları şudur :

“ Kul,bütün himmeti ve ruhu ile Allah’a yakınlık kazanmış bir zatın ruhuna yönelmelidir.Çünkü,kendi ruhu ile o veli zatın ruhu arasında bir ittisal –yani bir birleşme- meydana gelir ve o zat, o kulun kendisi ile Allah arasında bir vasıta olur.Dolayısiyle, Allah’tan alacağını o zattan almış olur......Yani - tabiri caiz ise - veli denilen o kimse, Allah ile kul arasında bir trafo görevi üstlenmektedir.Çünkü,direkt olarak Allah’tan gelen feyzi kul kaldıramaz ..... Bununla beraber, henüz hayatta olanları hakkındaki düşünce ve inançları ise,bu kimselerin kendilerine bu dünyada yardım edeceğine inandıkları gibi ahirette de şefaatçi olacaklarını kabul ederler. “


İşte bu insanların bu konudaki inanç ve iddiaları bu şekildedir.... Bu kimseler, şefaatçi olarak kabul ettiği bu aracıları,Padişahın sarayında bulunan ve onun sevgisini,itimadını ve yakınlığını kazanan kimselere benzetirler... Yani derler ki, nasıl ki bir padişahın huzuruna paldır küldür çıkılmayıp onun yakınları aracılığı ile kendisine ulaşılır ise,aynen de Allah’a yaklaşmak için de O’nun velilerini araya vesile ve vasıta edinmek gerekir.

Bu zavallılar,kul ile Allah arasında vasıta ve şefaatçi olmayı,bir kimsenin kendisi ile padişah arasındaki şefaatçiliğin aynısı olduğunu zannederler.....

Ve yine bu zavallılar,yüce yaratıcının lütuf ve ihsanına nail olmayı,bir mahluk ve fani olan padişahın yardım ve ilgisine nail olmaya benzetirler .....Halbuki bilmezlerki bütün şirk ve küfür yollarının kapısı böylesine batıl kıyaslamalar yüzünden açılmıştır..... Ve yine bilmezler ki,bu yönlü şirk ve küfre yuvarlan-maların sebebi, yaratılmışların hal ve şartlarını yaratanın hal ve şartlarına benzetmekten dolayı olmuştur.

Oysa ki Allah’u Azze ve Celle’nin şefaat etmesi,şefaat için izin vermesi, zavallı bir kul olan ve mahiyetindeki kulların hizmetine ve itimadına muhtaç bulunan bir kralın şefaat izni vermesine,yardımda bulunması için aracının aracılığını kabul etmesine benzemez ve benzetilemez ...........

Çünkü bir kral,bir padişah,bazen aracının aracılığını veya yakınlarından birinin şefaatini kabul etmek zorunda kalır. Aksi halde o yakın adamının yar-dımını,samimiyet ve itimat çerçevesi içinde devamına ihtiyaç duyduğu hizmetini kaybedebilir.
Hatta ve hatta,durum iyice tersine gidecek olursa,sarayın bu yardımcıları birleşerek kralı tahtından bile indirebilirler.

Düşünün şimdi;böylesine ihtiyaçlar içerisinde bulunan bir faninin yanındaki yardımcı ve hizmetçilerinin şefaatçiliğini,hiç bir yardım ve hizmete ihtiyacı olmayan ve yanında da böyle kimseler bulunmayan,ayrıyeten her konuda bütün yetki ve gücün sadece ve sadece kendisine ait olduğu Allah’ın şefaatine nasıl kıyas edilebilir ? Edersek bu batıl olmaz mı ? ....... Elbette ki bu batıl olur. Hemide batılların en çirkini.

Kur’an’ı ve Sünnet’i azda olsa araştıranlar şunu göreceklerdir ki, Yüce rabbimiz, Nuh a.s dan Muhammed a.s’a kadar bütün peygamberlerini bu şekildeki batıl kıyaslamalar yüzünden şirk ve küfre düşen insanları uyamak için göndermiştir...... Hatta bu inançlarından vazgeçmezler ise onlarla savaşmalarını emretmiştir.Çünkü bu insanların en büyük problemleri, Allah’la kendi aralarına şefaatçiler koymalarıydı.


Rabbimiz kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :

وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَـؤُلاء شُفَعَاؤُنَا عِندَ اللّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللّهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلاَ فِي الأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

« Onlar, Allah’ı bırakarak kendilerine ne fayda ve ne de zarar veremeyen şeylere ibadet ediyorlar ve : « bunlar Allah katında bizim şefaatçileri-mizdir » diyorlar. Onlara deki : göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz ? Allah onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. «
YUNUS : 18.AY.

أَمِ اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ شُفَعَاء قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئاً وَلَا يَعْقِلُونَ

« Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler ? Deki : onlar hiç bir şeye güçleri yetmeyen ve düşünmeyen şeyler olsalar bile mi ? «
ZÜMER : 43.AY.

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

“ İyi bilin ki halis din Allah’ındır.O’ndan başka veliler edinerek ;” biz bun-lara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz “ diyenlere gelince,şüphesiz ki Allah onlar arasında,ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir.Allah,yalancı ve kafir olan kimseyi doğru yola iletmez. “

ZÜMER : 3.AY.

İşte Allah’u Azze ve Celle’nin reddettiği şefaat anlayışı budur.... Yani, kendi kafalarına göre tezkiye ettikleri ve adına da veli veya evliya dedikleri kimse-lerin, kendilerine şefaat edeceklerini iddia edenlerin bu inançlarını Allah’u Azze ve Celle reddetmiştir.

Çünkü burada, hakkı batıldan ayırdedebilme basiretinden uzak olanların aldandıkları birkaç nokta vardır.Onlardan iki tanesi ve en önemlisi şunlardır :


BİRİNCİSİ OLARAK : Adına veli veya Salih denilen kimselerin Allah katın- daki değerlerini kendilerinin belirlemesidir ….. Yani,bunların Allah’ın Salih kulları olduklarını kendileri zikretmektedirler…………….

İKİNCİ OLARAK : Haklarında - Salih insanlardır - kanaatini taşıdıkları bu kimselerin şefaat edeceklerini de kendileri iddia etmektedirler ……….
Halbuki, nereden biliyorsunuz bu insanların Allah katındaki makam ve mevki-lerini ? …… Ve yine nereden biliyorsunuz bu kimselere şefaat izni verileceğini ve sizlere de şefaat edeceklerini ? ….. Bunların hepsi,haşa Allah yerine karar vermelerdir.

İşte bunlar,cehaletleri yüzünden hakkı batıla karıştıran binlerce inananın çirkin arızasıdır.


ŞEFAATİ TOPTAN İNKAR EDEN İKİNCİ TAİFE


İkinci gurup ise,şefaati toptan inkar eden kimselerdir.Aşırı kabulcülerin tam zıddı olan bu taife hariciler, mutezile ve ona parelel zihniyette olanlardır.

Bunlar,sohbetin başında da ifade ettiğimiz gibi ne peygamberlerin,ne melek-lerin ve ne de Allah’ın kendilerine izin vereceği diğer kimselerin şefaat edece-ğini kabul etmezler…..

Bu kimselerin yanılgıları ise,Allah’u Azze ve Celle’nin biraz önceki taifenin şefaat hususundaki inançlarını reddeden Ayetlerini kendilerine delil almaları-dır…. Yani derler ki : Allah’u Teala Kur’anı kerim de şöyle buyurmaktadır

وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

“ Ve sakının o günden ki,kimse kimseden yana bir şey ödeyemez.Kimseden fidye kabul edilmez ve hiç kimseye şefaat fayda vermez.Her hangi bir taraftan yardım da görmezler.
BAKARA : 123.AY.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ



“ Ey inananlar ! ne alış verişin,ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin olma-dığı o gün gelmezden önce,size verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayın. Unutmayın ki nankörler zalimlerin ta kendileridirler. “
BAKARA : 254.AY.

Dolayısiyle bu delillere göre kıyamet gününde şefaat denilen bir olayın olmadığı anlatılmaktadır.

Halbuki bu deliller - biraz önce de ifade ettiğimiz gibi - batıl bir şefaat anla-yışına sahip olan kimselerin inancını reddeden delillerdir…

Çünkü bu kimselerin şefaat anlayışı,hakkında hiçbir delilin olmadığı batıl bir şefaat anlayışıdır…..

Çünkü onlar, aracı kabul ettikleri bu kimselere sığınarak Allah’tan bekle-nilmesi ve istenilmesi gereken şefaat ve yakınlığı,rıza ve rahmeti,feyiz ve nuru onların kendilerinden, ruhlarından ve kabirlerinden beklemişlerdir……. İşte Allah’u Azze ve Celle bunu reddetmektedir.

Eğer Rabbimizin şu Ayet’i celilelerine dikkat ederseniz,kendilerine şefaat edil-meyecek kimselerin - bu tip arızalı inanca sahip olan - zalimler olduğu anlaşı-lacaktır.

وَأَنذِرْهُمْ يَوْمَ الْآزِفَةِ إِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِمِينَ مَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ حَمِيمٍ وَلَا شَفِيعٍ يُطَاعُ

( ............... O gün zalimlerin ne bir dostu ve ne de sözü dinlenir bir şefaat-çileri vardır. )
MÜ’MİN : 18.AY.

( ........... Ey resulüm ! sen onlara hatırlat ki, bir kimse kazandığı günahlar yüzünden helaka düşmeye görsün, artık onun için Allah’tan başka ne bir dost ve ne de bir şefaatçi vardır. )
EN’AM : 70.AY.

Evet o gün, Allah’a şirk koşan ve din adına bir çok zulümler işleyen hiç bir zalimin ne bir dostu ve ne de bir şefaatçisi olmayacaktır ...



MEŞRU ŞEFAATİN İSBATI VE ŞARTLARI


Ama unutmayalım ki, her şeye kadir olan ve mutlak şefaatçi yüce Allah,ne zaman ki kuluna merhamet eder,ondan razı olur ve ona izin de verirse,işte o zaman razı olunan şefaat gerçekleşmiş olur.


Öğleyse şefaatin gerçekleşmesi için birinci şart, Allah’ın, şefaat edecek kula izin vermesidir.

Bakınız Rabbimiz kerim kitabında ne buyuruyor :


مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ………………………………”


“ …………. O’nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir ki ?..................”

BAKARA : 255.AY.
مَا مِن شَفِيعٍ إِلاَّ مِن بَعْدِ إِذْنِهِ ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ ........”

( ............................ O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. İşte rabbiniz Allah budur.O’na kulluk ediniz,siz hiç düşünmüyor musunuz ? )

YUNUS : 3.AY.

Şefaatin gerçekleşmesi için ikinci şart ise ; gerek kendisine şefaat etme yetkisi verilecek kimse olsun ve gerekse kendisine şefaat edilecek bir kimse olsun, bunlar,Allah’u Taala’nın kendilerinden razı olduğu - ama bir takım kusur ve günahları olan - kimseler olacaktır.... Yani, şefaat edecek olan da şefaat edilecek olan da Allah’ın seçtiği kimseler olacaktır.

Rabbimiz bu konuda da şöyle buyurmaktadır :


وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئاً إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاءُ وَيَرْضَى

( Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiç bir işe yaramaz. Meğer ki Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseye - şefaat etmesi için – izin verdiği müstesna. )
NECM : 26.AY.

لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْداً

( Rahmanın huzurunda O’ndan söz almış olanlardan başkası şefaat ede-mezler )
MERYEM : 87.AY.

يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً

( O gün rahmanın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez )
TAHA . 109.AY.
SEBE . 23.AY.

İşte İslamın,onun peygamberinin ve indirilen Kitap ve Sünnet’in, meşruluğunu kabul ettiği şefaat şekli budur.
Bu da – şefaati toptan reddedenlerin zannettiği gibi – vasıta adı altında Allah’a ortak koşmak demek değildir…..Çünkü İslam, hiçbir şekilde Allah’a ortak tanı-maz ve tanıyanları da tanımaz.

İslam’ın bu husustaki kuralları açık ve nettir.Bu kurallar gerçekleşmediği müddetçe şefaat denilen bir şey mümkün değildir.
O halde şuurlu bir müslümanın şunu asla unutmaması gerekir ki,İlahi huzurda şefaatin gerçekleşmesi için,her şeyden önce Allah’u Teala’dan bu hususta izin çıkması gerekir.Yani,Yüce rabbin şefaati irade buyurması gerekir.Çünkü bütün şefaat yetkisi Allah’ın elindedir……. Rabbimiz kerim kitabında şöyle buyur-maktadır :

“ De ki : Şefaat hakkı bütünüyle Allah’ın dır ………. “
ZÜMER : 44.AY.

Şefaat yetkisi bütünüyle Allah’ın elinde olduğuna göre,öyleyse öğrenilmesi gereken ikinci husus ta ; O’nun,razı olup sevdiği kuluna şefaat etmesi için izin vermesi gerekir.Yani,Allah’u Teala’nın kendisine şefaat etme yetkisi vereceği kimseler,mutlaka O’nun razı olduğu kimseler olacaktır……Rabbimiz bu hususta da şöyle buyurmaktadır :

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى وَهُم مِّنْ خَشْيَتِهِ مُشْفِقُونَ

( Allah onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.O’nun razı olduğundan başkasına şefaat edemezler.Ve onlar O’nun korkusundan titrerler. )
ENBİYA : 28.AY.

إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُدَبِّرُ الأَمْرَ مَا مِن شَفِيعٍ إِلاَّ مِن بَعْدِ إِذْنِهِ ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ

( Sizin rabbiniz O Allah’tır ki,Onun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. İşte rabbiniz Allah budur. O’na kulluk ediniz ,siz hiç düşünmüyor mu-sunuz ? )
YUNUS : 3.AY.

( …Enes İbni Malik’ten gelen bir hadislerinde ise Allah resulü s.a.v şöyle buyur-maktadır : Allah kıyamet gününde insanları toplar. Onlar :
- İçinde bulunduğumuz şu sıkıntılı durumdan bizleri kurtarması için Rab-bimize karşı şefaat istesek ! derler. Müteakiben Adem a.s gelirler ve :
- Sen, Allah’ın kendi eliyle yarattığı,sana kendi ruhundan hayat verdiği,meleklere emredip de onların senin için secde ettikleri kimsesin.Sen bizim için Rabb’in huzurunda şefaat et ! derler. Adem de :
- Ben buna ehil değilim, der ve işlemiş olduğu hatasını zikreder. Sonra da, siz Allah’ın gönderdiği ilk resul olan Nuh’a gidin,der.
Sonra onlar Nuh’a gelirler.Nuh,işlemiş olduğu hatasını zikreder de :
- Ben buna ehil değilim. Siz,Allah’ın kendisini dost edindiği İbrahim’e gidin, der.Akabinde onlar İbrahime gelirler.İbrahim de işlediği günahını zikrederek :
- Ben buna ehil değilim. Siz İsa’ya gidin,der.Akabinde İsa’ya gelirler.O da :
- Ben buna ehil değilim, siz Muhammede gidin. Allah onun geçmiş ve gele-cek bütün günahlarını mağfiret etmiştir,der.
Bunun üzerine insanlar bana gelirler.Ben Rabbimin huzuruna çıkmak için izin isterim. O’nu görünce hemen secdeye kapanırım.Allah dilediği kadar beni bu vaziyette bırakır.Sonra Allah tarafından bana :
- Başını kaldır ! iste,sana verilecektir; söyle,sözün dinlenecektir;şefaat et,şefaatin kabul olunacaktır ! buyrulur.
Ben secdeden başımı kaldırır ve Rabbimin bana öğreteceği bir tahmid ile Rabbime hamd ederim. Sonra şefaat ederim.Rabbim benim için bir sınır tayin eder de ben o insanları ateşten çıkararak cennet’e sokarım. Sonra döner yine evvelki gibi secdeye kapanırım.Böylece nihayet üçüncü yahut dördüncü defada :
- Ya Rabb ! Ateş içinde Kur’anın hapsettiklerinden başka kimse kalmadı, derim. )
BUHARİ : 14.C.6465.S
MÜSLİM : 1.C. 193.N

Ve bilinmesi gereken üçüncü husus ise ; Hakkında şefaat edilecek kula yüce Allah’ın acıması ve – ondaki şirk ve küfür olmayan günahlarından dolayı - kendisine şefaat edilsin diye izin vermesi gerekir…Yani, bu kulun da mutlaka tevhid ehli bir kimse olması gerekir ….

Bütün bu şefaatçi kulların efendisi olan Peygamberimiz’in şefaatine mahzar olacak kimseler dahi,ancak tevhid ehli olanlardır…. Yani,kayıtsız şartsız Allah’ı birleyen ve imanlarına asla zulüm bulaştırmayanlardır.

( ….. Avf İbni Malik el-Eşcai r.a dan gelen bir hadislerin de Allah resulü s.a.v şöyle buyurmaktadır : “ ………….. Bu şefaat, Allah’a ortak koşmadan
ölenler içindir “ )

İ.MACE : 10.C.4307.N

TİRMİZİ : 4.C.2558. N

( ….Enes İbn Malik r.a dan.Allah resulü s.a.v şöyle buyurmaktadır : Şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerinedir. )
TİRMİZİ : 4.C.2552.N
EBU DAVUD : 5.C.4739.N
AHMED : 3.213.12810.N

Şirk ve küfür ehli ise,asla ve asla hiç kimsenin şefaatine nail olamayacaktır. Çünkü yüce Allah,onlardan ve onların şirk ve küfürlerinden asla razı değildir.

Rabbimiz bu kimseler hakkında da şöyle buyurmaktadır :

“ …………. O gün zalimlerin ne bir dostu ve ne de sözü dinlenir bir şefaatçileri vardır. )
MÜ’MİN : 18.AY.

Meseleyi bu meyanda ele aldığımız zaman,bir kulun şefaat edebilmesi veya kendisine şefaat edilebilmesi için mutlaka tevhid ehli olması gerekir.
İşte bu şartlar dahilinde şefaatçi olan bir kul,ehli şirkin anladığı ve ileri sürdü-ğü gibi, mutlak şefaatçi değildir…… O kimse,rabbisine yalvararak şefaat etme isteğinin kabul edildiği ve kendisine de bu konuda izin verilen kimsedir….
Daha açık bir ifadeyle,Kendisine ; haydi kulum,ben senden razıyım,falan kulumun bazı günahlarından dolayı ona şefaat etmen için sana izin verdim, denilen bir buyruk adamıdır ……. Yoksa bir çok cahil insanın anladığı manada, dilediğine şefaat edebilen, dilediğini kurtaran bir kurtarıcı değildir.
Allah izin vermediği müddetçe kullar hiçbir şey yapamazlar.Özellikle ahiret gününde,kendi nefislerine ve işlerine bile malik olamazlar.
Oradaki bütün işleri ve halleri,tamamen O’nun iznine ve emrine bağlı olarak cereyan eder.
Gerçeklerin bu merkezde olduğunu bilmeyenler,veya bilseler bile kabule yanaşmayanlar ise,vesile veya şefaatçi edindikleri kimseleri,adeta Allah’a ortak koşarlar…. Sanki mutlak kurtarıcılarmış gibi onlara bağlanır,dua eder ve onlara yalvarır dururlar…. Derken, sonuçta bütün nazarlarını, kalbi teveccüh ve himmetlerini bu aracılara çevirirler.
İşte bu da, ehli şirkin anladığı manadaki bir şefaat ile, meşru olan şefaat arasındaki farkın,birbirlerinden ne kadar ayrı olduğunu göstermektedir.Bu fark aynen Cennet ve Cehennem arasındaki fark gibidir.

Allah’u Azze ve Celle’nin Kitab’ını ve Resulullah s.a.v’in sünnet’ini oku-yanlar açıkça şunu göreceklerdir ki; İslam,onların anladığı manadaki bir şefaatin reddi ve iptali için göndermiştir….

Bu husustaki Ayet’ler pek çoktur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır :

وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَـؤُلاء شُفَعَاؤُنَا عِندَ اللّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللّهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلاَ فِي الأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

( Onlar,Allah’ı bırakarak kendilerine ne fayda ve ne de zarar veremeyen şeylere ibadet ediyorlar ve:“bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir “
diyorlar. Onlara deki : Göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz ? Allah onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. )
YUNUS : 18.AY.

أَمِ اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِشُفَعَاء قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئاً وَلَا يَعْقِلُونَ قُل لِّلَّهِ الشَّفَاعَةُ جَمِيعاً لَّهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

( Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler ? De ki:Onlar hiçbir şeye güçleri yetmeyen ve düşünemeyen şeyler olsalarda mı ? De ki : Bütün şefaat yetkisi Allah’ındır.Göklerin ve yerin mülkü O’nundur.Sonra hepiniz O’na döndürüleceksiniz. )
ZÜMER : 43.44.AY.

Hulasa,bu ve emsali deliller bizlere haber veriyor ki,Allah’ın kulları için yine Allah’tan başka şefaatçileri yoktur.
Ama, gaflet ve cahaletin başlarına bela olduğu bir takım zavallılar,bu gerçek-lerin tam tersine, hala bir takım batıl kıyaslamalarla hareket ederek, kabir ve türbelerde yatan kimselerden fayda ve zarar geleceğine inanmakta ve onların kendilerine şefaat edeceklerini savunmaktadırlar.
Bugünbir çok tasavvufçunun, veli veya masum kabul ettikleri kimselerin kabirlerine vararak ….. Şefaat ya falan ……. Medet ey fulan ….. ……Yardımını bizden esirgeme ey mubarek ……. diyerek, oralara tapın-dıklarına şahid olmaktayız………..
Ve yine bir çok beldelerden seferler düzenleyip, zahmetli yollar katederek türbelerine vardıkları zata ….. Ey fulan efendi sana geldik, işlerimizi düzelt …. Bizim çocuğumuz olmuyor,al sana bir göbek ver bize bir bebek …… diyerek, oralarda kurban kestiklerine …… adaklar adadıklarına ve ağlayıp sızladıklarına şahid olmaktayız ….

Ne diyelim ! Yüceler yücesi Allah’tan bu insanların hidayet ve istikamet bulmalarını dileriz.

Bu zavallılar Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar…O’nun, bütün ortak ve yar-dımcılardan münezzeh oluşunu,bütün mahlukatının O’na muhtaç olduğunu ve kendisinin ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını hakkıyla kavrayamadılar.

İşte bundan dolayıdır ki zavallı kul, kendisinin ve her şeyin daima zatına muhtaç olduğu – her şeye gücü yeten – Allah’a sığınacağı yerde, Hidayet ve şefaati sadece O’ndan bekleyeceği halde,gidip de kendisi gibi muhtaçlara sığınır, onlardan yardım bekler ve onlara kulluk eder….. Allah’tan ve O’nun yüce sıfatlarından gaflet edip,kendisi gibi zavallıları Rabb ve İlah edinir ….

Şanı yüce Rabbimiz ise, Rububiyet ve Uluhiyet şanını ihlal eden bu kimseleri Kerim kitabında şöyle teşhir eder :

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

( İyi bilin ki halis din Allah’ın dır. O’ndan başka veliler edinerek ; biz bun-lara,sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz,diyenlere gelin-ce,şüphesiz ki Allah,onlar arasında ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir.Allah,yalancı ve kafir olan kimseyi doğru yola iletmez. )

ZÜMER : 3.AY.

وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَـؤُلاء شُفَعَاؤُنَا عِندَ اللّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللّهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلاَ فِي الأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

( Onlar, Allah’ı bırakarak kendilerine ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir diyorlar. Onlara de ki : Göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz ? Allah onların şirk koştuğu şeylerden münezzeh ve yücedir. )

YUNUS : 18.AY.


Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi,şefaat konusunda takip edil-mesi gereken yol, Kitab’ın ve Sünnet’in tarif ettiği yoldur.

Bu yol, ne Allah’a şirk koşan aşırı kabulcülerin yoludur ve ne de şefaati toptan reddeden inkarcıların yoludur. Bu yol, ifrat ve tefrit’ten uzak olan orta bir yoldur.......

ŞEFAAT YETKİSİ VERİLECEK OLANLAR


Allah’u Azze ve Celle’nin kıyamet gününde kendilerine şefaat etme yetkisi vereceği kimseler.


ALLAH’IN İZNİYLE PEYGAMBERİMİZ S.A.V ŞEFAAT EDECEKTİR


( …. Cabir bin Abdillah r.a dan. Allah resulü s.a.v şöyle buyurdu : Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerinedir. )
TİRMİZİ : 4.C.2553.N
EBU DAVUD : 5.C.4739.N
AHMED : 3.213.12810.N
İBN MACE : 10.C.4310.N

( …. Enes İbni Malik r.a dan. Resulullah s.a.v buyurdular ki : ………….. …….. İnsanlar bana gelirler. Ben Rabbimin huzuruna çıkmak için izin isterim. O’nu görünce hemen secdeye kapanırım.Allah dilediği kadar beni bu vaziyette bırakır.Sonra Allah tarafından bana :
- Başını kaldır ! iste, sana verilecektir ; söyle, sözün dinlenecektir ; şefaat et,şefaatin kabul olunacaktır ! buyrulur.
Ben secdeden başımı kaldırır ve Rabbimin bana öğreteceği bir tahmid ile Rabbime hamd ederim. Sonra şefaat ederim.Rabbim benim için bir sınır tayin eder de ben o insanları ateşten çıkararak cennet’e sokarım. Sonra döner yine evvelki gibi secdeye kapanırım.Böylece nihayet üçüncü yahut dördüncü defada :
- Ya Rabb ! Ateş içinde Kur’anın hapsettiklerinden başka kimse kalmadı, derim. )
BUHARİ : 14.C.6465.S
MÜSLİM : 1.C. 193.N

( …. İmran İbnu Huseyn r.a dan.Peygamber s.a.v buyurdular ki : Muham-medin şefaati ile bir kavim ateşten çıkar da cennete girerler ………. )

BUHARİ : 14.C.6466.S

( … Ebu Hureyre r.a dan.Resulullah s.a.v şöyle buyurdu :Her peygamberin bir duası vardır.Onunla Allah’a dua edegelmiştir.Fakat ben duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklıyorum. )
MÜSLİM : 1.C.198.N

( …. Enes İbni Malik r.a dan. Resulullah s.a.v buyurdular ki : Ben Cennette şefaat edecek insanların birincisiyim …… )
MÜSLİM : 1.C.196.N


ALLAH’IN DİLEDİĞİ MELEKLER ŞEFAAT EDECEKTİR


وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئاً إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاءُ وَيَرْضَى

( Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiç bir işe yaramaz. Meğer ki Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseye - şefaat etmesi için - izin verdiği müstesna. )
NECM : 26.AY.

( … Ebu Said el-Hudri r.a dan. Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : “ …… Bun-dan sonra Aziz ve Celil olan Allah’u Teala şöyle der : Melekler şefaat ettiler, peygamberler şefaat ettiler, mü’minler de şefaat ettiler. Şefaat etmedik bir Erhamu’r rahimin kaldı. Bundan sonra Allah’u Azze ve Celle de şefaat eder ……. )

BUHARİ : 16.C.7310.S - MÜSLİM : 1.C.183.N - AHMED : 3. 11 . 12

( ….. Ebu Hureyre r.a dan. Resulullah s.a.v buyurdular ki : “ …………. Nihayet Allah’u Teala,kulları arasında kazayı icra edipte sırf rahmetinden dolayı ateş ehlinden dilediklerini oradan çıkarmayı irade ettiğinde Meleklere ; İlahi rahmete nail olanlardan Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamış La İlahe İllallah diyenleri cehennemden çıkarsınlar diye ferman buyuracaktır. Melekler de bu kimseleri secde izlerinden tanıyarak ateşten çıkaracak-lardır.Çünkü Allah Adem oğlundan secde izlerini yemeği ateşe haram kılmıştır ………………….. )
BUHARİ : 14.C.6472.S
MÜSLİM : 1.C. 182. N


ALLAH’IN İZİN VERECEĞİ MÜ’MİNLER ŞEFFAT EDECEKLERDİR


( ….. Ebu Said el-Hudri r.a dan. Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : “ …….. ……. Cehennem üzerine bir köprü kurulur ve şefaate izin verilir.Halk : Ya Allah ! selamet ver,selamet ver,diye dua eder durur.
Ya Rasulallah ! köprü nedir ? diye sorulduğunda,Allah resulü : O kaypak ve kaygan bir şeydir. Orada kancalar,çengeller ve demirden dikenler vardır. Bunlar, Necd’de meydana gelen Sa’dan dikenlerine benzerler. Mü’minlerden kimi göz kırpacak kadar zaman içinde,kimi şimşek gibi,kimi rüzgar gibi,kimi en iyi cins koşan at ve deve gibi sür’atle geçerler. Mü’min-lerden kimi sapasağlam kurtulur,kimi tırmıklanarak perişan bir şekilde salıverilir. Kimi de cehennem ateşine paldır küldür düşerler.
Nihayet mü’minler köprüden geçip kurtuldukları zaman, - ateşe düşen kardeşleri için Allah’a yalvarmaya başlarlar – Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizden hiç kimsenin,hakkı tamamıyla kurtarma husu-sundaki Allah’a yalvarıp yakarması,kıyamet gününde mü’minlerden ateşte olan kardeşleri için Allah’a yalvarmaları kadar şiddetli değildir.
Onlar derler ki : Ey Rabbimiz ! bu ateşte olanlar bizimle beraber oruc tutarlar,namaz kılarlar ve hacc ederlerdi,- ne olur onları ateşten çıkar - Onlara denilir ki : Tanıdığınız kimseleri dışarı çıkarınız,onların suretleri ateşe haram edildi.Artık bu insanlar kimi inciklerine,kimi de dizlerine kadar ateşe gömülmüş olduğu halde pek çok halkı oradan dışarıya çıkarırlar. Sonra : Ey Rabbimiz ! Cehennem de emrettiklerinden hiç kimse kalmadı,derler. Hak Taala : Geri dönün,kalbinde bir dinar ağırlığında iman ve yakin olan her kimi bulursanız onu da çıkarınız,buyurur. Onlar yine pek çok halkı çıkarırlar.

Sonra yine : Ey Rabbimiz ! Cehennem içinde, emrettiklerinden hiç kimseyi bırakmadık,derler.Sonra Hak Taala : Dönünüz ! Kalbinde yarım dinar ağırlığınca hayır olan her kimi bulursanız onu da çıkarınız,buyurur.Yine pek çok halkı oradan çıkarırlar.Sonra tekrar : Ey Rabbimiz ! Bize emret-tiklerinden hiç kimseyi cehennemde bırakmadık, derler. Sonra Hak Taala : Dönünüz ! Kalbinde zerre ağırlığınca hayır olan her kimi bulursanız onu da çıkarın,buyurur.Yine pek çok halk oradan çıkarılırlar. Sonra derler ki : Ey Rabbimiz ! orada hayır sahibi olan hiç kimseyi bırakmadık ……………)

BUHARİ : 16.C.7310.S - MÜSLİM : 1.C.183. N - NESEİ : 8.C.4977.N

( …. İbni Ebil Ceza r.a dan. Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Ümmetimden bir adamın şefaatiyle Temim oğullarından daha çok kişi cennete girecektir. Bunun üzerine denildi ki :
- Ya Rasulalah ! sizin şefaatinizden başka mı ? Resulü Ekrem s.a.v :
- Evet benim şefaatimden başka,buyurdu. )
TİRMİZİ : 4.C.2555. N
İ.MACE : 10.C.4316.N


ALLAH’IN DİLEDİĞİ ŞEHİD ŞEFAAT EDECEKTİR


أبا الدّرداء يقول: قال رسول اللّه صلى اللّه عليه وسلم: يشفع الشهيد في سبعين من أهل بيته

( …. Ebu’d Derda r.a dan.Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Şehid - kıyamet günü - kendi ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder. )
EBU DAVUD : 3. C. 2522.N
CAM.SAĞİR : 2.C.10040.N


KUR’AN VE ORUÇ KIYAMET GÜNÜ ŞEFAAT EDECEKLERDİR


( …Abdullah İbn Ömer r.a dan. Resulullah s.a.v buyurdular ki :Oruç ve Kur’an kıyamet günü kula şefaat ederler.Oruç şöyle der:Ey rabbim!gündüz bu kulu yemeden-içmeden- ve şehvetten men ettim.Ona şefaat etmem için izin ver.Kur’an da şöyle der:Bu kulunu gece uykudan men ettim,ona şefaat etmem için izin ver.Böylece her ikisi de şefaat ederler. )
AHMED : 2 . 174
C.SAĞİR : 2.2546.N

Değerli kardeşlerim ! bu konuyla yakından alakası olan batıl bir anlayışı da yeri gelmişken zikretmeden geçemeyeceğim.


CEHENNEME GİRENLER BİR DAHA KURTULAMAZ İDDİASI


Mesele,şefaati kabul etmeyenler tarafından ortaya atılan ; “ cehenneme bir kimse girdi mi, bir daha oradan kurtulamaz “ iddiası.

Şefaati reddedenler, bu konuda da aynen, şefaat hususundaki Ayet’ler hakkında düştükleri hataya düşüyorlar. Yani,şefaat konusunu anlatan belli Ayet’leri delil alıp diğerlerini görmemezlikten geldikleri gibi,bu hususta da aynen konuyla ilgili belli Ayet’leri alıp diğerlerini görmemezlikten geliyorlar.

Bu kimseler,Allah’u Azze ve Celle’nin kitabındaki şu Ayet’i kerimeleri öne sürerek,cehenneme giren bir kimsenin bir daha oradan çıkması mümkün değildir, diyorlar.

وَأَمَّا الَّذِينَ فَسَقُوا فَمَأْوَاهُمُ النَّارُ كُلَّمَا أَرَادُوا أَن يَخْرُجُوا مِنْهَا أُعِيدُوا فِيهَا وَقِيلَ لَهُمْ ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّذِي كُنتُم بِهِ تُكَذِّبُونَ

( Günah işleyenlerin barınacakları yer de cehennemdir. Ne zaman oradan çıkmak isteseler,yine oraya geri çevrilirler ve onlara : “ yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın “ denir. )
SECDE : 20.AY.

وَمَا هُم بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ ……………”

( …………………… Onlar oradan çıkacak değillerdir. )
BAKARA : 167.AY.

Şefaati reddedenlerin bu inkarlarına vesile olan amillerden birisi de işte bu batıl anlayıştır.Yani,kim cehenneme girerse artık oradan çıkamaz.

Halbu ki bu anlayışı akıl da,nakil de açıkça yalanlamaktadır.Aklın yorum ve anlayışını size havale ederek, ben Kur’an ve Sünnet’in bu husustaki delillerini zikretmek istiyorum.

Rabbimiz kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :

إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاءُ وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْماً عَظِيماً

( Allah,kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz.Bunun haricindeki günahları ise, dilerse bağışlar, dilerse bağışlamaz. Allah’a ortak koşan ger-çekten büyük bir günah işlemiştir. )
NİSA : 48.116.AY.

Eğer bu Ayet’i kerimeye dikkat ederseniz Rabbimiz burada, kendisine karşı işlenen günahlardan bahsedip, bunlardan en çirkin olan şirki kesinlikle affet-meyeceğini ve diğer günahları ise dilediğine bağışlayacağını zikretmektedir. Bu da gösteriyor ki kıyamet günü insanlar,

Birinci sınıf olarak ; Allah’a Şirk koşmuş, hiç bağışlanmayacak olan ebedi cehennemlikler.

İkinci sınıf ; Şirk olmayan günahlardan dolayı cezasını çekerek cehen-neme girip çıkacak olanlar.

Üçüncü sınıf ise ; Günahları bağışlanıp, cehenneme hiç girmeyecek olan-lardır.

Rabbimiz yine Kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :


وَإِن مِّنكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ حَتْماًمَّقْضِيّاً ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوا وَّنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيّاً

( Sizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesin bir hükümdür. Sonra biz takva ehli kimseleri kurtarıp, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakacağız. )
MERYEM : 71.72.AY.

İşte bu Ayet’i Kerimelere ve önceden zikremiş olduğumuz hadisi şeriflere dikkat eden herkes, şefaati kabul etmeyen bu kimselerin öne sürdüğü “ cehen-neme giren bir daha oradan çıkamaz “ anlayışının ne kadar batıl olduğunu açıkça anlayacaktır.


Rabbimiz bizleri hakka tabi olan ve batıldan da uzak duran kullarından eylesin……….. AMİN ……..












TACUDDİN EL - BAYBURDİ
















 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
cevap

cevap

RABITANIN TANIMI VE DİNDEKİ YERİ



بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ


İnananların başlarına bela olan musibet ve belalardan bir tanesi de ; din adına sonradan ihdas ettikleri şeylerdir… Ve bunların içerisinde en tehlikeli olanları ise ; Tasavvuf, tarikat adı altında ortaya atıkları şey-lerdir…

İşte o çirkin - hatta şirk olan – bid’atlerden bir tanesi de Rabıta olayıdır… Bu çirkin bid’at ve bu çirkin uygulama, ne Allah resulü s.a.v döneminde ve ne de Resulullah s.a.v’in fevatından sonra sahabe döneminde görülmüş bir şey değildir….

Râbıtayı İslam’a maletmeye çalışanlar ve ona bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşa­mış olan Nakşibendî şeyhleridir. Bunlardan, Halid’i Bağdâdî'ye mal edilen açıkla­mada şöyle denilmek-tedir :

“ Tarîkatta râbıta : Mürîdin, Allah'da fânî olmuş bulunan şeyhinin şek­lini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım is­te­mesi demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi – yani saygılı olmaya alışması - ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz ala­bil­mesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlan­dırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bu­lunmaktan da sakı­nır.“

Tarifini yaptığımız bu ibarede geçen kelimelerin anlamını da verirsek herhalde – konuyu anlama açısından – daha güzel olacaktır.

Fânî olmak : Bir tasavvuf terimidir. Sûfîler arasında genel olarak «Allah'da fânî olmak» ya da «fenâfillâh» şeklinde de ifade edilmektedir.

İstimdat : Tarîkatların hemen tamamında ve özellikle Nakşibendî Tarîkatında çok önemli bir inanış şekli olan « Rûhâniyetten istimdâd » ya da günümüzün Türkçe’siyle (Evliyaların ruhun­dan yardım dilemek), kaynağını Animizm'den alır. «Animizm, ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inançtır.»

Bk. Halid Bağdâdî, Risaletun fi Tahkiki’r-Râbıta (Raşahât'ın kenarı, s. 221-232)

Vird :Şeyh tarafından mürîde telkin edilmiş ve günün belli saatle­rinde tekrarlanması istenmiş olan rûhânî ödev demektir. Bu ödev, belli sözlerin yüzlerce hatta binlerce kez tekrar edilmesiyle yerine getirilir.
Râbıta : İse ondan önce yapılan zihinsel bir hazırlanmadır.


RABITANIN İSBATI İÇİN ÖNE SÜRDÜKLERİ DELİLLER


Halid Bağdâdî, " Risâle’tun Fi Tahkiki’r-Râbıta " adı altında sırf râbıta ko­nusunda yazdığı bir kitapçıkta şöyle demektedir:

“ Ulularımızdan kimisi, tasavvuf terbiyesini gerek kendine, gerekse baş­kasına uygularken sadece râbıta ile yetinirdi. Çünkü bu, Allah'da fânî olma­nın – yani Allah'da eriyip yok olmanın - hazırlık aşaması olan şeyhde eri­mek için en yakın yoldur. Onlardan, râbıtayı Allah'ın şu sözlerine da­yandıran da vardır :

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ

“ Ey iman edenler ! Allah'tan sakının ve doğru­larla beraber olun. “


TEVBE : 119


Tarîkat silsilesiyle Halid Bağdâdî'ye bağlı olan Muhammed Emîn el-Kurdî de râbıtayı kanıtlamaya çalışırken önce şu ifadeyi kullanmaktadır:

Bu konuda gerek Ayet, gerekse hadis olarak mevcut bulunan deliller ise bilinemeyecek gizlilikte değildirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmakta­dır :

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ …….

“ Ey iman edenler ! Allah'tan sakınınız ve O'na, vesîleler arayınız.....“


MAİDE : 35


Bu Ayet-i kerîmeyi, daha önce anlatılan merasim çerçevesi içindeki uy­gu­lanışıyla râbıtaya delil gösteren, yalnızca bu şahıs değildir. Bilindiği kada­rıyla bütün Nakşibendîler - her nasıl ikna olabiliyorlarsalar tabi! –bu Ayet’i rabıtaya delil getirirler.

Kanıt olarak ileri sürdükleri bir de şu meâldeki hadis-i şerif vardır:

“ Kişi sevdiği ile beraberdir. “

BUHARİ . 13.C.6128.S


İşte bu delilleri ileri sürerek Nakşibendîler, râbıtanın Kur'ân'a ve sünnete dayandığını büyük bir ıs­rarla iddia etmektedirler.


RABITA VE MURABIT KELİMELERİNİN MANASI


Bir çok muteber sözlük ve kaynaklarda « Murâbıt » kelimesi­nin ne anlama geldiğini şu şekilde tarif edilmektedir :

1 - El-Mu'cem'ul-Veciz :

Rabata - fiilinin türevlerinden - Murâbata ve rıbât : Stratejik noktada ve düşmanın sızabileceğinden korkulan mev­kide sürekli bulundu,nöbet tuttu demektir. “

2 -El-Mu'cem'ul-Arabiy'yul-Esâsî:

Rabata - fiilinin türevlerinden - Murâbata ve rıbât : Ordu, Stratejik nok­tada ve düşmanın sızabileceğinden korkulan mevkide sürekli bekledi, demektir.”

3 - Mu'cem'u Lûgat'il - Fukahâ :

Murâbata' da bulunmak ... : Olağanüstü bir durum için, düşmana karşı ülke sınırları üzerinde yerleşmek beklemek, nöbet tutmak demek­tir. “

4 - Lisân'ul - Arab :

Murâbata kelimesi temel olarak : Karşıt iki ordunun, stratejik bir mevkide, bineklerini yerleştirmeleri anlamına gelir. Bunlardan her biri, diğerine karşı alarm ha­linde bulunur. Bu nedenle stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye - ve karargâh kurmaya -murâ-bata adı verilmiştir.”


İşte Arap ve İslâm Dünyası'nda kullanılan yukarıdaki lûgatlarda « murâ-bata » budur ve bu görevi yapan kimseye de yine Araplar tarafından « murâbıt » denmiştir.


“ Temel anlamda murâbata : Karşıt iki ordudan her birinin, kendi mev­ki­inde karargah kurmasıdır. Onlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bu­lunur. Dolayısıyla stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye rıbât adı ve­rilmiştir. Sâğânî tarafından ve el- lisân adlı kaynakta aktarıldığına göre, murâbata'nın anlamı budur. Daha sonraları stratejik noktalarda nöbet bek­lemek manasında kulla-nılmıştır. Bazen de bizzat savaşa mahsus atlara rı­bât adı verilmiştir. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ kitabında buyuruyor ki :


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

“ Ey iman edenler ! sabredin ve direnin ; Murâbata yapın – yani alarm durumunda olun - ve Allah'dan sakının ki başarıya eresiniz.“


ALİ İMRAN : 200


وَأَعِدُّواْ لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ وَمِن رِّبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدْوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِن دُونِهِمْ لاَ تَعْلَمُونَهُمُ اللّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ

“ Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer – düşmanları – korkutup - caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. “

ENFAL : 60


Bu Ayeti celile hakkında tefsirciler der ki : Dininizde kalmak için dayanın ; Düşmanlarınıza karşı direnin ve murâbata yapın – yani savaşa hazırlıklı olun.- savaşmak ve bineklerinizle irtibat ha­linde olmak - onları savaşa hazır tutmak - suretiyle cihada devam ediniz.

Ayrıca, tamamen cihad konusunda yazılmış kaynaklar­dan biri olan, İbn'un-Nahhâs'ın " Müsîr'ul-Ğarâm ilâ dâr'is-Selâm Fi Fazâil'il-Cihâd" adlı eserinde “ rıbât “, “ murâbıt “ ve “ murâbata “ terimleri hakkında şu önemli bilgiler verilmektedir :

Rıbat “ dan amaç : Düşmanın sızabileceği tahmin edilen stratejik bir mev­kide cihad yapmak - yani silahlı savunmada bulunmak - ya da nöbet bekle­mek niyetiyle bir insanın kendini rapt etmesi - o arazide devamlı yer­leşmesi­dir - ; veya - güvenliği sağlamak için - Müslüman asker sayısını ar­tırmaktır. “

Yazar,devamla şöyle diyor :

“ Doğrusunu Allah bilir, ama bana öyle geliyor ki : Kim sırf kafirlere karşı muhtemel bir silahlı mücadeleye katılmak üzere ya da nöbet beklemek ama­cıyla bir sınır bölgesinde murâbata yapar ve is­tediği zaman bu yerden zahmetsiz olarak ayrılabilirse işte bu kişi murâbıttır ve ribât bekleme sevabına nail olur. “

Yine aynı kaynakta şöyle bir açıklama yapılmaktadır : Muhammed b. Atiyye, tefsirinde şunları kaydetmiştir :
“ Sözün doğrusu şudur ki, râbıta denen şey, Allah yolunda düşmana karşı mücadele etmektir. Bu kelimenin aslı - atı bir yere bağlamak - demek olan “ rıbât “ dan türemiştir. Ondan sonra da ister süvari, ister piyade olsun, İslâm topraklarının sınır boylarında askerlik yapan kimselere “ murâbıt " adı veril­miştir.”

“ Murâbıt “ teriminin, sınır boylarında askerlik yapan kimse demek ol­du­ğunu kesinlik derecesinde te'yid eden birkaç hadisi'i şerif de şöyledir :

“ … Resulullah s.a.v buyurdu ki : Sınır boyunda bir gün bir gece rıbât yapmak - yani nöbet beklemek - bir aylık süreyi oruç ve namazla ihya etmekten daha hayırlıdır. Ve her kim sı­nırda, murâba-tada bulunurken - yani nöbet beklerken - ölürse bu sevabın aynısına yine nail olur. Aynı zamanda - şehit gibi o da - rızıklandırılır. “


MÜSLİM : 6.C.1913.N


“ … Sehl bin Sa’d es-Saidi r.a dan. Resulullah s.a.v buyurdu ki : Sınır boyunda bir gün Allah için növbet beklemek – yani rıbât yapmak - Dünyadan ve onun üzerindeki her şeyden hayırlıdır…… “


BUHARİ : 6.C.2716.S


“ … Fudâla b. Ubeydillah'dan rivâyet olunduğu üzere Peygamber s.a.v şöyle buyurdular : Allah yolunda murâbıt kişi - yani nöbet bekleyen Müslüman - hariç, ölen herkesin defteri dürülür. Ancak murâbıt kişinin ameli kıyamet gününe kadar nemalandırılır - yani artırılır. - Aynı zamanda mezar içi cezalarına karşı da kendisine güven veri­lir.


RABITA YAPMA KEYFİYETİ


Bunların ihdas ettikleri ve zorla Kur’ana ve Sünnete kabul ettirmeye çalıştıkları bu bid’atın uygulama şekline de şöyle bir göz Atarsak, bunun islama ne kadar ters düşdüğünü daha da güzel anlamış oluruz.

Gerek sistematik bir ayin biçimi olan " Hatme havecegan “ olsun ge­rekse şeyhin rûhânî bir ödev olarak mürîde verdiği herhangi bir ders, wird, telkin, emir ve tâlimat, bunların hepsi tarîkat protokolünde zikrin kapsamına girer. Yani bunların hepsi, ya da herhangi biri, tarîkatın avam dilinde genel bir tabirle, " zikir “ olarak adlandırılır. Dolayısıyla râbıta da
Tarikatlar da bir zikir şeklidir.

Rabıtanın uygulanışı sırasında mürîdin oturuş biçimi, fiziksel ve zihin­sel durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumları şu şe­kilde özet­lemek mümkündür:
Abdestli olmak :

Râbıta yapan kimsenin, özellikle Hatm-i Havacegan halkasında bu­lunu­yorsa - her şeyden önce -abdestli olması gerekir. Nitekim bu âyin genel­likle sa­bah, ikindi ve yatsı namazlarından sonra düzenlendiği için halkaya katılan mürîdlerin hepsi zaten abdestli olurlar.

İnâbeli olmak :

Yani mürîdin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe, ya da vekiline önceden bey­'at etmiş olması gerekir. Buna, tarîkat dilinde “ El almak " da denir. Zaten Nakşibendîlere göre bir şeyhe bağlanmayan - Yani daha açıkçası tarîkata gir­meye - insanın öncüsü şeytanın ta kendisidir. Hani derler ya : Şeyhi olmayanın şeyhi, şeytandır.

Şeyhlerden kimisi, aynı tarîkata bağlı olsalar bile kendisinden el alma­mış bulunanları - yani başka bir şeyhin mürîdlerini - , yönettiği " Hatm-i Huvâcegân " halkasına kabul etmez. Bazıları ise bu konuda herhangi bir ayı­rım yapmazlar. Dolayısıyla tarîkatın bütün kurallarında olduğu gibi bu nok­tada da hemen her şeyhin yorumu ve protokolü farklıdır. Ancak halkaya oturan mürîd, her ha­lükârda râbıtasını kendi şeyhine yapar. Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki kendi ifadelerine göre « Tarif edilen şekilde fenâ ve bekâ mertebelerine ulaştıkları şehâdetle sabit olmayan kimse­ler her ne kadar zikir tâlimine me­zun ve memur olsalar da kendilerine râ­bıta ettiremezler »

Bu konuda bazı şeyhlerle halîfeleri arasında polemikler ve tartışmalar bile cereyan etmiş, hatta önemli bir olay diye yakın tarihin Nakşiben-dîlerine ait kitapçıklarda yer almıştır...

Kapıyı kitlemek:

Aslında kapının içerden kitlenmesi sırf râbıtaya bağlı bir kural değil­dir. Nakşibendîlere göre bu, " Hatm-i Havâcegân " âyininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber râbıta yalnız başına bile yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki - yukarıda da değinildiği üzere - râbıta, " Hatm-i Havâcegân " âyininin kural­larından biri olduğu için bu merasimin bir öğesi olarak icra edilirken zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın tarihin Nakşibendî şeyhle­rinden İsmet Garîbullah,

« İnâbe böyle ta'lîm etti ol mâh,
Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh »

mısralarıyla tarîkatın bu kuralını anlatmaya çalışmaktadır.


Ortamı Karartmak:

Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek suretiyle ortam karartılır, ya da en azından loş hale getirilir. Ancak bunlar özellikle " Hatm-i Havâcegân " âyininin yapıldığı mekân için söz konusudur. Tek başına râbıta yapan kişi, oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf, ya da puşu gibi bir şey örtmek su­retiyle de bu ortamı sağlayabilir.

Ters Teverruk Oturuşu İle Oturmak :

Bunun şekli şöyledir : Şafiî Mezhebinde, namazdaki son ka’denin tam tersi olarak diz üstü oturulur ; sol ayak dik tu­tulur ; - yani topuk yukarıda, parmak uçları ise yer­de­dir. - sağ ayağın par­mak uç­ları da - köprü gibi duran- sol bacağın altından bi­raz dışarı çıkarılır. Bu du­rumda sağ baldır tamamen yere yapışıktır, vücut zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bu­lunduru­lur. Bu oturuş şeklinin, yakın tarihte yaşamış olan bazı Nakşibendî teorisyen­leri tarafından öngörüldüğü anlaşılmakta­dır.

Gözleri Yummak :

Gerek " Hatm-i Havâcegân " sırasında, gerekse mürîdin tek başına yap­tığı râbı­tada gözler yumulur. Hem hatim âyinini yöneten şeyh veya temsil­cisi, hem de mürîdler aynı şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürîd, hatim dı­şında ve yal­nız başına râbıta yaparken de yine gözlerini yumar.

Nefesi Kontrol Altına Almak :

Râbıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşibendî Tarîkatı'nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan vird dir, di­ğeri ise zihinsel zikir olan " râbıta " dır ki her ikisinde de nefes kontrol altında bulundurulur.

Sabit ve Hareketsiz Durmak :

Yakın tarihte Nakşibendî Tarîkatı'na yeniden şekil verenler, Hatm-i Havâcegân, zikir, râbıta ve benzeri âyinlerin uygulanışı sırasında mürîdin hareketsiz durmasını, ah, vah gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler çıkar­mamasını ve inlememesini şart koşmuşlardır. Onlara göre bu tür davranış­lar şeytanın giriş kapısı ve nefsânî duyguların doyuma ulaştırılması olarak nitelenmiştir.

Mürşidin Sûretini Zihinde Canlandırmak :

Bu kural râbıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı olarak ikinci derecede ayrıntı sayılırlar. Nakşibendîlikte « Tarîkat Âdâbı » diye sıra­lanan kurallar içinde en önemli unsur olarak râbıtadan söz edilirken bu nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur.

Yapılan açıklamalara ve tarif şekillerine göre mürîd, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine getirdikten ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikka­tini şeyhinin cismânî varlığı üzerinde toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır. Nakşibendî Tarîkatı'nın, özellikle yakın ta­rihte oluş­muş Süleymancılık ve Menzilcilik gibi bazı kollarında şeyhin fo­toğrafına bakmak suretiyle de râbıta yapılmaktadır. Mürîd bunu yaparken, şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurla­rın bir çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde canlan-dırmaya gayret eder.

Râbıta yapanın konsantre olabilmesi, vecd halini yaşayabilmesi, - yani transa geçebilmesi - için onun, yukarıda anlatılanlara ek olarak - aynen ger­çekmiş gibi - düşüneceği daha birçok şey vardır. Bunlardan bazılarını, Nakşi­bendî yazarlardan biri aynen şu ifadelerle açıklamaktadır :

Kendinizi vâkıa halinde ölü ve teneşir tahtası üzerinde, kefene sarıl­mış tasavvur edeceksiniz

Mezarda olduğunuz halde, mürşidi, pîri, Allah ile aranızda vesîle ve va­sıta mevkiindeki zatı düşünerek, onu yanınızda ve karşınızda farzederek ve onun yüce alnına, yani iki kaşı arasına gözlerinizi dikeceksiniz ! o zatın ulu simasına hayâl hazinenizde yer verecek, onu kalbi­nizde hayâl yoluyla durduracaksınız.

Mürşidin Rûhâniyetinden İstimdâd Etmek :

Râbıtanın çok önemli kurallarından biri de budur. Nakşibendî ruhânî­lerine ait mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır.

« Rûhâniyetten istimdâd » 'ın ne demek olduğuna gelince bu, mürîdin şeyhinden himmet, bereket ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ, ya da ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur.
Hatta ölmüş olan şeyhin, kınından çekilmiş kılıç gibi olduğu, yani bütün maddesel kayıtlar­dan sıyrıldığı ve işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarîkatın rûhânileri tarafından ifade edilmiştir. Dolayısıyla mürîdin râbıta ya­parken içinden, şeyhinin sûretini canlan-dırmasıyla birlikte ondan him­met ve medet dilemesi râbıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır.

Bu şartlar bir şeyhten diğerine çoğalıp azalabilir, yani değişebilir. Nitekim bazı şeyhlerin, yolculuk sırasında veya çalışırken bile virdlerini çe­kebilecekle­rine ve râbıtalarını yapabileceklerine ilişkin mürîdlerini ser­best bıraktıkları, daha doğrusu onları bu durumlarda da boş bırakmak isteme­dikleri bilinmektedir.

Mürîd sık sık şeyhinin veya ona vekâlet eden yetkilinin sohbetlerinde sürekli telkinler alarak râbıta için hazır hale getirilir. Bu sohbetler bir çeşit şart­landırma seanslarıdır ; Son derece de etkilidir. Bu sırada oluşan mistik atmosfer içindeki mürîdin psikolojik durumu, ders ya da konferans izleyen bir dinleyicinin, hatta vaaz dinleyen bir mü'minin durumundan çok fark­lı­dır. Mürîdin iç dünyasının derinliklerinde bu telkinlerle o kadar şiddetli et­kiler uyandırılır ki râbıta sırasında o, kendinden geçmiş ve başka alemlere dalmış gibi olur. Arvâsî'nin tabiriyle :

Mürîd, şeyhinin muhabbet alâkasıyla saatten saate onun renk ve kı­vamı içinde olgunlaşır. Aksetme suretiyle de onun nurundan nur emer. Bu türlü faydalanma ve feyizlenmede, işin nasıl ve ne şekil olduğunu bilmek şart de­ğildir. Kavunun güneş hararetiyle pişmesi gibi sâlik, mürşidin terbi­yesinde ya­vaş yavaş gelişir. Zamanla bu gelişme kemâle erer. Rahmânî ne­fesin üflenme­sine istidad kazanır.

Mürşid râbıtası için, genellikle iki zaman vardır. Bunlardan biri Hatm-i Havâcegân âyini sırasında, diğeri ise her mürîdin yalnız başına yapmak duru­munda olduğu vird denilen sözlü zikre başlamadan öncedir. Bunun-la bera­ber yine her şeyhe göre, râbıtaya ilişkin zamanlama değişebilir.

Esasen tarîkatta zi­kirle râbıta birbiriyle çok yakından alâkalıdırlar. Geniş an­lamda râbıta da zi­kirden sayılmakla beraber " Zikir " terimi özellikle sözlü wird için kullanılır. Zikir de râbıta da tarîkatın temel kurallarındandır. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi onlara göre râbıta zi­kirden çok daha önem­lidir.

İşte râbıtanın uygulanış biçimi ve şartları hakkında elde edilebilecek en geniş bilgiler bunlardır denebilir.
 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
***Devam***

***Devam***

RABITA:Arapça “rabt” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelir. Nakşibendi tarikatında Şeyhe yapılan bir tür bağlantı şeklidir.
NAKŞİBENDİ TARİKATINDA RABITA:
1- Mürit şeyhini zihninde şeklen canlandırır. Onu hep yanında kabul eder. Şeyhinin giyim kuşam tarzı içindeymiş gibi düşünmeye çalışır ve düşüncede onunla beraberdir.
“Tarikatta rabıta: Müridin Allah’ta fani olmuş olan şeyhinin şeklini hayalinde sürekli canlandırmasıyla onun ruhaniyetinden yardım istemesi demektir.”[1]
2- Her akşam namazından sonra iki rekat evvâbin namazı kılınır. Ters teverrük oturuşu ile oturulup, baş kalp üzerine eğilir. 25 defa estağfirullah diyerek gözler kapatılır. Mürit şeyhini yüksekçe bir yerde oturmuş, kendisine baktığını gökten onun üzerine nur indiğini ve bu nurun şeyhin iki kaşı arasından kendi üzerine aktığını hayal eder.
DELİL KABUL EDİLEN AYETLER:
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقينَ
1- “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.”[2]
Nüzul sebebi:
Kab b. Malik (r.a.)’ın tebük gazasıyla ilgili meselesini uzun olduğu için kısaltarak aktarmaya çalışalım.
“Rasulullah (s.a.v.) Tebük gazası için hazırlık yapılmasını emretti. Kab b. Malik’te bu güne kadar ki bütün gazalara katılmıştı.Ancak Tebük gazasına nefsine uyması nedeniyle hazırlıklarını tamamlayamamış ve katılmamıştı. Peygamberimiz bir ara onu sormuştu. Bunun üzerine Beni Selime’den bir adam “cüppelerine ve endamına bakıp gururlanması onu yola çıkmaktan alıkoydu” demiş bunun üzerine Muaz b. Cebel adama ; “ne çirkin söz söyledin” demiş sonra Peygambere dönerek yâ Rasulullah Allah’a kasem ederim ki; onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz” demiş. Bunun üzerine Peygamberimizde sükut etmiş.
Tebük seferi bitip de Peygamberimizin Medine’ye teveccüh ettiğini haber alan Kab b. Malik(r.a.) ne cevap vereceği hakkında yalanlar düşünmeye ve onun gazabından nasıl kurtulacağını düşünmeye başlar. Fakat sonunda doğru söylemeye ve neden seferden geri kaldığını olduğu gibi dosdoğru anlatmaya karar verir ve şöyle der; “Yemin ederim ki gazadan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktur.” Bunun üzerine Peygamberimiz insanları gazadan geri kalanlar ile konuşmaktan nehyeder ve 50 gün bu hal devam eder.Tâ ki Tevbe suresinin 117-118-119. ayetleri inene kadar.[3]
“yani yeminlerine ve keza verdikleri söze olan bağlılıkları bakımından, yada Allah’ın dininde (Allah’a karşı olan muamelelerinde) gösterdikleri içtenlik ve dürüstlük bakımından doğrular (doğruluktan şaşmayan insanlar)la birlikte olunuz,(onlar gibi davranınız.” [4]
İşte bu ayetin nüzul sebebi uzunca geçen bu olaydır.Ancak her ne hikmetse bazıları bu ayetleri, hiç alakası olmadığı halde tarikatlardaki Rabıta’ya delil olarak göstermektedir. Halbuki bu ayetlerden doğruluğun, yalancılar değil doğrular gibi hareket edilmesinin gerektiği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسيلَةَ وَجَاهِدُوا فى سَبيلِه لَعَلَّكُمْتُفْلِحُونَ
2- “Ey iman edenler! Allah’(a itaatsizlik) tan sakının ve ona (sizden hoşnut olacak) vesileler arayın.[5]
Ayette yer alan vesîle ( الوسيلة ) kelimesi hakkında meşhur Arap dilcisi Muhammed B. Ebû Bekir Er Râzî(H.Öl.666) şunları kaydetmektedir:
Vesîle Kendisiyle bir başkasına yaklaşılan şeydir الوسيلة : كل ما يتقرب به الي الغير)).Sizleri ona götürecek vesileyi isteyin[6]ayetindeki vesile ise yakınlaşmak manasında القربة ) ) dır. Buna binaen ayetin manası şu şekilde olur: Allah’a itaat ederek yakınlaşın. Denildi ki; Vesile, Muhabbettir. O vakitte ayetin manası şöyle olur: Allah’a itaat ederek kendinizi ona sevdirin (kur yapın).” [7]
Muhammed Emin Eş Şenkıti (H.Ö.1393) Edvâu’l Beyân isimli tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şunları kaydediyor:
“Allah için ihlâslı bir şekilde, Hz. Muhammed’in getirdiği dine uygun olarak emirlere tabi olmak ve yasaklardan sakınmak vesiledir . Cumhur’u Ulema vesileye bu manayı veriyor” demektedir...[8]
“Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınanlar olunuz; Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için onun emirlerine tevessül ediciler olunuz.”[9]
“Yani gerek ona itaatte bulunmak (emirlerini yerine getirmek), gerekse ma’siyetleri terk etmek (günah işlemekten sakınmak) suretiyle sevabını ve yakınlığını kazanmak için arayışta bulununuz.” [10]

SONUÇ:


1- Peygamberimiz (s.a.v.) ashabının her türlü davranışına, her türlü yaşayış biçimine kıyafetinin rengine ve şekline hatta en mahrem meselelerine bile müdahale ederek tarif ettiği halde nasıl olurda rabıtanın esamisinden dahi bahsetmez. Yani hiçbir zaman böyle bir şey emretmemiştir.
2- Ne tâbiin, ne tebe-i tâbiin, ne de daha sonra ki dönemlerde böyle bir şey görülmemiştir. Rabıtanın yaklaşık 150 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır.
3- Düşünce itibariyle biriyle beraber olmak gayet doğaldır. Yani insan işini, eşini, sevdiği herhangi bir şeyi düşünebilir. Bunu inkar etmek mümkün değildir. Ancak akşam namazından sonra ki yapılan şekli dinde olmayan sonradan uydurulmuş bir bidattir.
4- Rabıta yapan kişinin şeyhini yanında düşünerek günahlardan uzaklaştığını söylemesi ve ondan sakınması doğru değildir. Çünkü her anımızı,her yaptığımızı gören Allah (c.c.) sakınılmak için kuluna yeterlidir. Şayet onun varlığı, her şeyi gördüğü ve bir gün hesaba çekeceği inancı yeterli olmuyorsa zaten o kişinin imanında bir problem var demektir.
5- Rabıta yapan kişinin Şeyh yerine (onun şekline girebilecek olan) Şeytana rabıta yapma ihtimali şirk tehlikesine düşmek için yeterli bir sebep olacaktır.




[1] Halid Bağdadi
[2] Tevbe 9/119
[3] Buhari-Müslim
[4]Kadı beydavi – Ferit Aydın’ın Rabıta adlı eserinden
[5]Mâide 5/35
[6] - Maide. 35.
[7]- Tefsiru Garîbil Kurani’l Azim. Mlf. Er Razi. Sh. 428. Fs. Faslu’l vâv. 1997. Ankara. Musannif Muhtaru’s
[8] - Edvâu’l Beyân. Eş Şenkıti. Cld. 2. Sh. 76. D.Kutubi’l İlmiye. Beyrût Baskı.2003.
[9]Fahrettin Râzi
10Kadı beydavi – Ferit Aydın’ın Rabıta adlı eserinden
 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
***son***

***son***

BÜTÜN BİD’ATLER ÇİRKİNDİR VELEVKİ İNSANLAR ONU



GÜZELDE GÖRSELER



Hamd âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur. Yalnız O’ndan yardım diler ve yalnız O’ndan mağfiret taleb ederiz. Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden de O’na sığınırız. Allâh’ın hidayete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, O’nun saptırdığını da hiç kimse hidayete erdiremez. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O tekdir, eşi benzeri ve ortağı da yoktur. Ve yine şehadet ederim ki,Muhammed s.a.v de O’nun kulu ve elçisidir.


يَأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنوُا اتَّقوُا اللهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إلاَّ وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ


«Ey iman edenler! Allâh’tan hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölünüz»

ALİ İMRAN : 102



يَأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقوُا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقوُا اللهَ الَّذِي تَسَاءَلوُنَ بِهِ وَاْلأَرْحَامَ إنَّ اللهَ كَانَ عَلَيْكُمْ َرقِيبًا


“ Ey insanlar ! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Hiç şüphesiz ki, Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir “


NİSA : 1



يَأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنوُا اتَّقوُا اللهَ وَقوُلوُا قوْلاً سَدِيدًا يُصْلِحْ لَكُمْ أعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنوُبَكُمْ وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا


“ Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasulü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur


AHZAB : 70-71


Şüphesiz ki, sözlerin en doğrusu Allâh’ın kitâbı, Yolların en hayırlısı da Muhammed s.a.v’in yoludur. - Din’de - en şerli işler sonradan ortaya çıkarılan şeylerdir, sonradan ortaya çıkan her şey bid’at,her bid’at dalalet ve her dalalet de ateştedir.


Değerli kardeşlerim ! dün olduğu gibi bugün de İslam aleminin başına bela olan en çirkin arızalardan birisi de,din adına icadedilen yeniliklerdir. Yani bid’atlerdir. İnananların birçoğunun, gerek akideleri ile alakalı olsun ve gerekse amelleri ile alakalı olsun sıkı sıkıya bağlanmış oldukları bu çirkin şeyler o kadar yaygınlaşmış ki, inanın hiçbir bölge ve - hemen hemen - hiçbir insan bundan kendisini kurtaramamıştır.

İşte bu çirkin manzaradan dolayıdır ki,bu sohbetimde siz değerli kardeşlerime bu konuda bir şeyler anlatmak istedim…. Allah’u Azze ve Celle’den bu sohbetimi hayırlara vesile kılmasını niyaz ediyorum.

Değerli kardeşlerim ! bid’atın çirkinliğine ve onun zemmine geçmeden önce isterseniz konumuza başlık olan bu kelimenin gerek luğavi mana-sını ve gerekse ıstılahi manasını zikredelim.

Bid’at kelimesi : bedea kökünden müştak – türemiş – daha öncebir benzeri görülmeyen yeni bir şey yapmak,icadetmek manasına gelmek-tedir…… Kelimenin bu manaya delalet ettiğini anlatan delillerden bir kaçı şunlardır :

“ Deki : ben Allah tarafından kullara ilk defa gönderilen bir pey-gamber değilim.Bilakis benden önce de bir çok peygamberler gön-derilmiştir…… “

AHKAF : 9


Yani,ben yeni icadedilen bir görevle gönderilmedim.Benim bu işim bid’at değil,bilakis benden önce de aynı görevi üslenenler olmuştur.

Rabbimiz diğer bir Ayet’i celilesinde de şöyle buyurmaktadır :

“ Gökleri ve yeri daha önce bir benzeri olmadan yaratan ….. O’dur. “


BAKARA : 117


Zikredilen bu Ayet’i celiledeki Bedi’ kelimesi ise ; daha önce bir benzeri olmayan,anlamınadır.

İşte mealini vermeye çalıştığımız bu cümlelerden anlaşıldığı gibi,Bid’at
daha öncebir benzeri görülmeyen yeni bir şey yapmak,icadetmek mana-sına gelmektedir.

Kelimenin ıstılahi manasına gelince bu da şöyledir :

Bid’at : Dinin ikmalinden sonra,din adına ihdas olunan veya dine izafe edilen her türlü yeniliktir.


Değerli kardeşlerim ! Unutmayalım ki din de bid’at ihdas etmek ve onunla dini hayat sürdürmek son derece çirkin ve tehlikeli bir olaydır. Hatta insanı dininden imanından soyutlayacak bir noktaya bile götüre-bilecek bir yapısı vardır bid’at olayının.

Bid’at çıkaran kimse,dolaylı yönden de olsa Allâh’ın ve Resulünün hükümlerini yeterli görmeyen kişi demektir. Dolayısıyla bu işin vebalinden sıyrılması da çok zor bir iştir….. Yani, icadettiği o işten kendisi tövbe etse bile, açtığı bu çirkin çığırdan dolayı, işlenen o günahlardan kurtulama-yacaktır.

Bundan dolayıdır ki Abdullâh İbn Abbâs r.a bu konuda şöyle demek-tetir :


إِنَّ أَبْغَضَ اْلأُموُرِ إِلَى اللهِ الْبِدَعُ


“ Allah indinde en çirkin işler, - din adına - sonradan ortaya çıka-rılmış bid’at’lerdir

BEYHAKİ : S.KÜBRA : 316/4


Süfyanu’s - Sevrî ise bu konuda şöyle der :


اَلْبِدْعَةُ أَحَبُّ إِلَى إِبْليِسِ مِنَ الْمَعْصِيَةِ ، اَلْمَعْصِيَةُ يُتاَبُ مِنْهاَ وَالْبِدْعَةُ لاَ يُتَابُ مِنْهَا


“ Bid’at iblis’e, günahdan daha sevimlidir, zira günahdan tevbe edilir, ama bid’at’ten tevbe edilmez


LALEKAİ : 1.C.132.S – EBU NUAYM HİLYE : 7.C.26.S – BEĞAVİ Ş.SÜNNE : 1.C.216.S



Bunun sebebi ise ; bid’atçinin amelini güzel görerek, bunun Allâh’a yaklaştıran bir yol olduğunu zanetmesinden dolayıdır. Dolayısıyla bun-dan tevbe etmeye de kalkışmaz. Hatta bu amelinde Allâh’tan sebat ister.

İşte Allâh Teâlâ böylelerinin durumunu kerim kitabında şöyle nitelen-dirir:

Kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse ”


FATIR : 8


Ama kendisini hatalı ve amelini kötü gören günahkar böyle değildir. Eğer kendisine tevbe etmesi nasihat edilirse, bunu yerine getirebilir.

Değerli kardeşlerim ! Şüphesizki Bid’atlerin İslâm alemine yayılma-sının en önemli sebebi ; inananların dinleri hususundaki cahaletleridir….


Bu cehaletleri yüzündendir ki,bir çok itikadi ve ameli çirkinlikleri islama sokuşturmuşlar ve bunların da güzel şeyler olduğunu savunmuşlardır.

Hatta inananların çoğu, icadettikleri bu şeylere Bid’at’ı hasene diye bir isim takarak, bunların caiz ve makbul olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Acaba bu insanların dediği gibi ; bid’at’ı hasenediye bir şey var- mıdır ? …. Veya bu çirkin anlayışlarını neye dayandırarak bu ifadeyi kullanıyorlar , inşaallah bunların üzerinde durmaya çalışalım.


DİN TAMAMLANIP KEMALE ERMİŞTİR


Değerli kardeşlerim ! Her şeyden önce şuurlu bir müslümanın şunu çok iyi bilmesi gerekir ki bu din, tamamlanıp kemale ermiş bir dindir. Dolayısıyla, inandığını söyleyen bir kimse, ona bir şeyler ekleyerek dolaylı yönden de olsa, sanki onda bir noksanlık varmış gibi hareket etmemesi gerekir….. Çünkü Allah’u Azze ve Celle’nin, tamamlayıp kemale erdirdim dediği bir din, ancak öğrenilip tatbik edilir. Değilse bid’at ehlinin yaptığı gibi onda noksanlık varmış gibi hareket ederek,onun ikmaline çalışmaz.

Rabbimiz kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :


أَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيْتُ لَكُمُ اْلإِسْلاَمَ دِينًا


Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi de tamam-ladım ve size din olarak İslâm’dan razı oldum

MAİDE : 3


{ ….. Mâlik b. Enes şöyle demiştir : Kim İslâm dininde bir bid’at çıkarır ve bunun güzel olduğunu iddia ederse, Peygamber s.a.v’in, risaletini tam olarak eda etmediğini iddia etmiş olur. Zira Cenab’ı Allah : “ Bugün size dininizi ikmalettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak da İslâm’dan razı oldum “

buyurmaktadır. O gün dinden olmayan şey, bugün de dinden değildir. }


ŞATİBİ EL- İ’TİSAM :1/64


Şevkânî r.h da bu konuda şunları söylemektetir : Madem ki Allâh c.c Peygamber s.a.v’in vefatından önce bu dini kemale erdirdiğini – yani tamamladığını - ifade ediyor, o halde bazı müslümanların ortaya çıkar-dığı bu görüşlere ne demeli ?


Şayet ortaya attıkları bu görüşleri dinden sayıyorlarsa bu onların, dinin tamamlanmadığına kâil olduklarını gösterir ki, bu da onların - dolaylı yönden de olsa - Kur’an’ı reddetmeleri demektir. Şayet ortaya attıkları bu şeyler dinden değilse,din’den olmayan şeylerle uğraşmanın ne faydası var ?

Değerli kardeşlerim ! gerçekten de Allah’u Azze ve Celle’nin zikri geçen bu kelamı,bu konuda çok güçlü ve etkili bir delildir. Yani,her şeyi ile tamam olan bir dine,din adına ne eklenebilir ki ? .

Bununla beraber ; Rablerinin Ayetlerini hakkıyla anlayan o güzüde imamların sözleri de çok güçlü ve etkili ifadelerdir. Bunlara hakkıyla kulak veren bid’at ehlinin,bu kurala hiç bir şekilde itiraz etmelerine mecalleri yoktur.

Öyleyse sözü daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Bu konuda söylen-mesi gereken en güzel söz şu olmalıdır ; Bu din irili ufaklı her şeyi ile tamamlanıp kemale ermiş bir din’dir, dolayısıyla din adına onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Değerli kardeşlerim ! Unutmayalım ki Allah’u Azze ve Celle, din adına izin vermediği bir takım şeyleri ihdas ederek onlarla uğraşanları, din’de kendisine ortaklık tasladıklarını beyan ederek şöyle buyurmaktadır :

“ Yoksa onların, kendilerine, Allah’ın izin vermediği dini – hükümler ortaya - koyan ortaklarımı var ? ……. “

ŞURA : 21


Öyleyse Müslüman,Allah’ın emrettiği,yapılmasını istediği ve Resulünün de tarifini yaptığı şeylerle uğraşmalıdır….. Çünkü bunun haricindeki her şey dalalettir.sapıklıktır ve sonu da ateştir.

Bakınız Cabir b. Abdullah r.a dan gelen bir hadislerinde Peygamberimiz s.a.v ne buyurmaktadır :


أَمَّا بَعْدُ فَإِنَّ خَيْرَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللهِ وَخَيْرَ الْهَدْيِ هَدْ يُ مُحَمَّدٍ وَشَرَّ اْلأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا وَكُلَّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٍ


{ Sözlerin en güzeli Allâh’ın kelâmı, yolların en hayırlısı da Muham-med’in yoludur. İşlerin en şerlisi de sonradan - din adına - ortaya çıkarılan şeylerdir ve her bid’at - sonradan ortaya çıkarılan şey - dalâlettir. }

MÜSLİM : 3.C.867.N



İrbad b. Sariye’den gelen bir hadiste de o şöyle demektedir : Pey-gamber s.a.v bir gün dinleyenlerin gözlerini yaşartan, kalplerini ürperten bir vaaz verdi. Biz dedik ki : Ey Allâh’ın Rasulü ! Bu bir veda vaazına benziyor,öyleyse bizlere tavsiyede bulun ! O da şöyle buyurdu :


أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى الله َعَزَّ وَجَلَّ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإِنْ تَأَمَّرَ عَلَيْكُمْ عَبْدٌ فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ فَسَيَرَى اخْتِلاَفاً كَثِيراً فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ


مِنْ بَعْدِي عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتُ اْلأُمُورِ فَإِنَّ كَلَّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٍ


{ Sizlere Allah’tan korkmanızı ve başınızdaki yöneticilere itaat etme-nizi öneriyorum, velev ki başınıza bir köle getirilse bile. Benden sonra hayatta kalanlar bir çok ihtilaflara şahid olacaklardır. Bu durumda, benim ve hak yolda olan Raşid halifelerin sünnetine sarı-lınız. Sonradan ortaya çıkmış şeylerden sakınınız, zira bütün bid’at-ler dalâlettir}

AHMED : 4/126,EBU DAVUD : 5.4607.N - TİRMİZİ : 4/2815.N - İBNİ MACE : 1/44.N


İlim ehli insanlar bu hadisle alakalı çok önemli noktalara değinmiş ve şu ifadeleri kullanmışlardır :

Ahmed ibn Hanbel der ki : Bize göre sünnetin aslı ; Resulullah s.a.v’e ve onun ashabının takip ettiği o yola bağlı kalmak ,onların yolundan gitmek ve bid’ati terk etmektir. Çünkü bütün bid’atler sapıklıktır.


LALEKAİ : ŞERHU USULÜ’S SÜNNE


İbn Receb der ki : Peygambers.a.v’in“ bütün bid’atler dalâlettir " sözü “ cevâmiu’l kelim “ türünden bir ifade olup, İslâm dininin temel prensiplerinden birisidir. Ve bu söz de,hiç bir bid’atı istisna etmez.


CAMİU’L ULUM VE’L HİKEM : 28.H


İbni Hacer r.h da şunları söyler : Bütün bid’atler dalâlettir “ sözü, hem lafız hem de manâ açısından çok önemli bir şer’î kaidedir. Bu ifadenin lafız yönü şu demektir : Şunun hükmü bid’attir ve her bid’at da dalâlettir. Dolayısıyla bu, dinden olamaz; zira dine ait her şey hidayettir. O halde sözü edilen hükmün bid’at olduğu sabit olursa, o iki şey - yani lafız ve manâ da - geçerli olur.

FETHU’L BARİ : 13/254


Allah kendisine rahmet eylesin ve mekanını da cennet eylesin. Asrı-mızın ilim ehli insanlarından Muhammed b. Salih el-Useymîn’de bu mesele de şöyle demektedir : “ Bütün bid’atler dalâlettir “ şeklindeki ifade külli ve câmi bir ifadedir. Zira “ küll ” umumiliği, genel geçerliliği ifade eden en güçlü edattır.

Ve şöyle devam ederek der ki : bid’atı hasene olduğu iddia edilen her şeyin cevabı bununla verilir. Binaenaleyh, ehl-i bid’atın hiçbir konu hakkında bu bid’atı hasene dir demeye hakkı yoktur, zira Peygamber s.a.v’in “ bütün bid’atler dalâlettir “ sözü elimizde keskin bir kılıçtır.

Bu keskin kılıç düzensiz bir atölyede değil, nübüvvet ve risâlet atölyesinde imâl edilmiş olup, ifade şeklini de Nebi s.a.v oluşturmuştur. Bunu elinde tutanın karşısında hiç kimsenin güzel bid’atkavra-mından bahsetmeye hakkı ve imkânı yoktur. Zira “ bütün bid’atler dalâlettir “ diyen Allâh rasûlü s.a.v’dir.


EL- İBDA’ Fİ KEMALİ’Ş ŞER’İ VE HATARU’L İBTİDA’ : 13.S



BİD’ATÇI LANETLENMİŞTİR


Değerli kardeşlerim ! bu olayın çirkinliğinden dolayıdır ki,bilerek bid’at ihdas edenler açık bir dille lanetlenmişlerdir.

{ … Enes r.a dan.Dedi ki : Resulullah s.a.v şöyle buyurdu : Medine şura-dan şuraya haremdir.Bu sahanın ağacı kesilmez,burada bid’at da çıkarılmaz.Kim bu Medine haremi içesinde bir bid’at ortaya çıkarırsa Allah’ın,meleklerin ve bütün insanların laneti o kimsenin üzerine olsun. }

BUHARİ : 4.C.1749.S




İHDAS EDİLEN HER BİD’AT SAHİBİNİN YÜZÜNE ÇARPILACAKTIR


Bilindiği gibi din adına ihdas edilen - hemen hemen - bütün bid’atler,iyi niyetle ortaya atılan şeylerdir…… Yani Allah’a yaklaşmak amacıyla icadedilen şeylerdir….. Ama her ne kadar iyi niyette taşısa bid’at çıkaran kimse,bu icadettiği şey kesinlikle kendisinden kabul edilmeyecektir.

Bu konudaki en güzel delillerden bir tanesi Âişe r.a’nın Peygamber s.a.v den haber vediği şu hadisi şeriftir :


مَنْ أَحْدَثَ فِي أَمْرِنَا هَذَا مَا لَيْسَ مِنْهُ فَهُوَ رَدٌّ


“ Kim bu işimizde - yani bu dinimizde - onda olmayan bir şey icad ederse, o şey reddolunur “


MÜSLİM : 5.C.1718.N - DARE KUTNİ : 3.C.4454.N





İmam Şevkânî r.h bu konuda şöyle demektedi : Bu hadis, dinin özlü esaslarından bir tanesidir. Zira sayılamayacak kadar hükümler ihtiva eder. Bu hadis aynı zamanda aklî ve naklî hiçbir tahsis olmaksızın bid’atleri hasene ve seyyie olarak gruplandıran fukâhaya yönelik açık ve net bir delildir.

ŞEVKANİ NEYLU’L EVTAR : 69.S




SAHABENİN BİD’ATLERE KARŞI TUTUMU VE BU KONUDAKİ SÖZLERİ


Değerli kardeşlerim ! Şüphesiz ki en hayırlı nesil,bizler için örnek gösterilen sahabelerdir. Onlar,dinleri husunda çok gayret sarfeden,Allah ve resulünün emirlerine harfiyen uyan ve dinden olmayan şeylerden de en fazla uzak duran insanlardı….. İşte onlardan bazılarının bu konudaki güzel sözleri :

{ … Abdullah b. Ukeym, Ömer r.a’nun şöyle dediğini rivayet etmektedir : Sözlerin en güzeli Allâh’ın kelâmıdır, yolların en hayırlısı da Muham-med s.a.v’in yoludur. İşlerin en şerlisi de sonradan icâd edilen şey-lerdir. Her yeni şey bid’attir, her bid’at dalâlettir ve her dalâlet de ateştedir. }


İNB VADDAH EL-BİD’A : 31.S – LALEKAİ ŞERHU USULU’S SÜNNE : 1.C.84.S


{ … Abdullah ibn Mesud r.a da şöyle der : Sizden öncekilere tâbi olun, - dinde - yeni şeyler icad etmeyin, bu size yeter, zira bütün bid’atler dalâlettir. }

İBNİ BATTA İBANE : 1.C.327-328.S - LALEKAİ ŞERHU USULU’S SÜNNE : 1.C.86.S – MUHAM-MED BİN NASIR ES-SÜNNE : 65 – TABERANİ KEBİR : 8636.N – DARİMİ : 1.C.211.N – HEYSEMİ M.ZEVAİD : 1/181.853.N


{ … Abdullah ibn Ömer r.a ise şunları buyurur : insanlar güzel görseler bile bütün bid’atler dalâlettir. }


İBNİ BATTA İBANE : 1.C.339.S - LALEKAİ ŞERHU USULU’S SÜNNE : 1.C.92.S


Sözün özü ; unutmayalım ki şeriat vazeden,kanun koyan ve ibadet şekli şemali belirleyen sadece ve sadece Allah’u Azze ve Celle’dir. Bu konuda O’na ortak olacak hiçbir varlık yoktur. Kula yakışan ise, tamam-lanıp kemale ermiş olan bu dine sımsıkı sarılması ve ona hiçbir şey eklememesidir….. Eğer bununla yetinmeyip de bir şeyler ihdas ederse, unutmasın ki Allah’ın,meleklerin ve bütün lanet edicilerin lanetini hak etmiş olur.



BİD’ATLERİ GÜZEL GÖSTERMEYE ÇALIŞANLARIN PAHANELERİ VE İLERİ



SÜRDÜKLERİ DELİLLER


Değerli kardeşlerim ! Şüphesiz ki buraya kadar zikretmiş olduğumuz deliller, konu ile alakalı hiçbir yanlış anlayışa meydan bırakmayacak şekilde açık ve net delillerdir….. Ama buna rağmen anlayış ve muha-keme hususunda akılları kıt olan bir takım kimselerin ; bid’atı hasene ve bid’atı seyyie diye bir ayırıma giderek, bid’atlerin bir çoğunu meşrulaş-tırdıklarını görürsünüz…. Ve bu çirkin anlayışlarına da, bazı hadis ve sahabi uygulamalarını delil getirmeye çalışırlar.

İşte bundan dolayı konunun bu bölümünde de bunların ileri sürdükleri bu delilleri ele alıp onların üzerinde durmaya çalışacağız….. Diğer bir ifadeyle ; bunların tezgahlarına malzeme olarak kullandıkları bu delillerin sahih veya gayri sahihliği üzerinde durup, gayri sahihlerini kenara bırakarak, sahih olanlarının da nasıl anlaşılması gerektiğinin üzerinde durmaya çalışacağız.

Bunların konu ile alakalı delil getirmeye çalıştıkları hadislerden bir tanesi şudur : Cerir b.Abdullah r.a dan.Resulullah s.a.v şöyle buyurdu :


مَنْ سَنَّ فِي اْلإِسْلاَمِ سُنَّةً حَسَنَةً فَلَهُ أَجْرُهَا وَأَجْرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا بَعْدَهُ مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْءٌ وَمَنْ سَنَّ فِي اْلإِسْلاَمِ سُنَّةً سَيِّئَةً كَانَ عَلَيْهِ وِزْرُهَا وَوِزْرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا مِنْ بَعْدِهِ مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أَوْزَارِهِمْ شَيْءٌ


“ Kim İslâm dininde güzel bir sünnet başlatırsa, bu güzel işten dolayı kendisine sevap verilir. Ayrıca kendisinden sonra bu sünnetle amel edenlerin sevabı kadar da kendisine sevap yazılır; bu, diğerlerinin sevabından da bir şey eksiltmez. Kim de İslâm dininde kötü bir sünnet başlatırsa, kendisine hem kendi günahı hem de o işle amel edenlerin günahı kadar günah yazılır ve bu diğer-lerinin günahından da bir şey eksiltmez “

MÜSLİM : 3.C.1017.N


Değerli kardeşlerim ! sahih olan bu hadisi şerifi, vürud sebebi ile beraber anlamaya çalışır isek, burada onların anladığı manada bid’atı hasene denen bir şeyden kesinlikle bahsedilmemektedir.

Hadisi yerinden okuyanlar şunu çok iyi bilirlerki ; burada meşrû kılınan sadakadan bahsedilmektedir. Yani, şeriatın meşru kıldığı sadaka olayına öncülük eden bir insana övgüden bahsetmektedir bu hadisi şerif.


Öyleyse şunu çok güzel anlamamız gerekir ki ; « men senne » ifadesi ile kastedilen şey, meşru olan bir sünneti bizzat uygulamaktır ; yoksa ortaya yeni bir şeyler çıkarıp ta onu teşri yapmak değildir……Dolayısıyla ileri sürülen bu hadisle alakalı söylenecek en güzel söz ; bu hadis, yeni bir şeyler ihdas etmeyle alakalı bir hadis değil, bilakiz sünnette sabit olan bir şeyle amel etmeyi teşvik eden bir hadistir.


HADİSİN VÜRUD SEBEBİ


Zikri geçen hadisin vürud sebebi ile alakalı şöyle bir rivayet vardır :

{ … Cerir b. Abdullah şöyle demektedir : Peygamber s.a.v, hutbesi esnasında bizleri sadaka vermeye teşvik etti. Ama insanlar bu konuyu biraz ağırdan aldılar. Bunun üzerine Peygamber s.a.v’in yüzünde kızgınlık ifadesi belirdi. Ensardan birisinin bir kese getirmesi üzerine insanlar da ona uydular, öyle ki, onun yüzünde sevinç görüldü ve sonra şöyle buyurdu : Kim güzel bir sünnet başlatırsa .......


Bu , Darimi’nin lafzıdır : 1/141 - Müslim ise, 3/1017.n da daha uzun olarak zikretmiştir.


Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de ; Allah resulü s.a.v’in birbirine muhalif sözler söylemeyeceğidir. Yani, kim İslâm dininde güzel bir sünnet başlatırsa ” ifadesini kullanan da Allah resulü s.a.v, her bidat dalalettir “ ifadesini kullanan da Allah resulü s.a.v’dir. Dolayısıyle, bu ifadeleri birbirini yalanlar şekilde algılamak çok yanlıştır.

Ve yine bu konuda dikkat edilmesi gereken hususlardan bir diğeri de, İbn Useymin r.h’ın dediği gibi ; Peygamber s.a.v “ kim bir sünnet başlatırsa ” demiştir “ kim bir bid’at çıkarırsa ” dememiştir.

Ve yine İbn Useymin diyor ki : bu hadiste “ İslâm’da … denmiştir, bid’atler ise,bilindiği gibi İslâm’dan değildir. Ayrıca Allah resulü s.a.v hasene - yani güzel - sıfatını kullanmıştır, bid’at ise güzel değildir.


EL-İBDA’ : 20.S


Ve yine bilinmesi gereken önemli hususlardan bir diğeri de ; seleften hiç kimsenin, insanların sonradan ortaya çıkardıkları şeyleri bid’atı hasene olarak adlandırmadıklarıdır….. Onlar « men senne » ifadesinin, dinde mevcut olupta ihmal edilen veya unutulan bir sünneti ihyâ etmek, - diğer bir ifedeyle - yeniden yaşanılır hale getirmek manâsına olduğunu anlatmışlardır. Hatta zikredilen şu hadisi şerife dikkat edilirse, bunun böyle olduğu açıkça anlaşılacaktır.




مَنْ أَحْياَ سُنَّةً مِنْ سُنَّتِي فَعَمِلَ بِهَا النَّاسُ كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِ مَنْ عَمِلَ بِهَا لاَ يَنْقُصُ مِنْ أُجوُرِهِمْ شَيْئًا وَمَنِ ابْتَدَعَ بِدْعَةً فَعُمِلَ بِهَا كَانَ عَلَيْهِ أَوْزَارُ مَنْ عَمِلَ بِهَا لاَ يَنْقُصُ مِنْ أَوْزَارِ مَنْ عَمِلَ بِهَا شَيْئاً


{ Kim benim sünnetimden bir sünneti ihyâ eder ve insanlar onunla amel eder hale gelirse, amel edenlerin ecirleri kadar ona ecir yazılır; diğerlerinin ecirlerinden de hiçbir şey eksilmez. Kim de bir bid’at ihdas eder ve bununla amel edilirse, bu bid’atle amel edenlerin günahı kadar da ona günah yazılır ; diğerlerin günahlarından da hiç bir şey eksilmez. }

İBNİ MACE : 1.C.209.N



Bid’atı haseneyi savunanların ileri sürdükleri delillerden bir tanesi de Ömer r.a nun teravih namazı ile alakalı “ bu ne güzel bid’attir “ sözü-dür…. Bu ifadenin kullanıldığı rivayet şudur :

{ … Abdurrahman şöyle anlatıyor : Ömer r.a dedi ki : Ben zannediyorum ki,bu dağınık olarak namaz kılan insanları bir tek okuyucu imamın arka-sında toplarsam daha faziletli olacak.Sonra bu işe kat’i olarak karar verdi. Ve akabinde o insanları Ubey İbn Ka’bın arkasında topladı. – böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı – Sonra diğer bir gece Ömer’in beraberinde mescide çıktım.İnsanlar okuyucu imamın arkasında ona uymuş namaz kılıyorlardı. Ömer bu manzarayı görünce : “ Ni’mel bid’atu hazihi “ Yani ; şu teravih namazının yeniden cemaatle kılınması ne güzel adet oldu,diye sevincini dile getirdi ……… }

BUHARİ : 4.C.1864.S


Değerli kardeşlerim ! bu rivayeti öne sürerek din adına ortaya atılan bazı yeniliklerin bid’atı hasene olacağını savunanlara bir çok yönden reddiyeler vardır.

Birincisi ; Bu söz Allah resulü s.a.v’in sözü değil, Ömer r.a nun sözüdür. Dolayısıyla,hiç kimsenin sözü Peygamber s.a.v’in sözüne tercih edilmez. Bu söz ister Ömer’in sözü olsun,ister bu ümmetin en faziletlisi olan Ebu Bekir’in sözü olsun,durum değişmez…. Hatırlarsınız Abdullah ibn Abbas r.a dan gelen şu rivayeti :

Abdullah İbn Abbas kendisine sorulan bir soruya Resulullah s.a.v’i örnek göstererek verdiği bir cevaba karşı ; ama “ Ebu Bekir ve Ömer şöyle derdi “ diyenlere şu ifadeleri kullanmıştır :



“ Başınıza gökten taş yağmasından korkuyorum ! Ben size Allah’ın Rasûlü böyle söylüyor diyorum, siz ise bana, Ebu Bekir ve Ömer şöyle söyledi diyorsunuz. “


AHMED : 1/337-3111.N – CAMİU’L BEYANİ’L İLM : 2/196


İkincisi ; Ömer r.a’nun bu uygulaması bid’at değil, Resulullah s.a.v’in bizatihi sünnetidir. Yani, Allah resulü s.a.v hayatta iken Teravih namazı bir çok defa cemaatle kılınmıştır….. Aişe r.anha şöyle anlatıyor :

“ Peygamber s.a.v bir gece mescitte – teravih - namazı kılarken, ashab da onunla birlikte namaz kıldı. Ertesi günün gecesi de böyle yaptı ve cemaat arttı….. Üçüncü veya dördüncü günler de böyle oldu. Peygamber s.a.v ashabının yanına çıkmadı. Sabah olunca Pey-gamber s.a.v ashabına : “ … yaptığınızı gördüm, teravih namazının size farz olmasından korktuğum için yanınıza gelmedim,dedi . Bu, ramazan ayında idi. “

BUHARİ : 4.C.1865.S


Bununla beraber Peygamber s.a.v, teravih namazını cemaatle kılmayı terk etmesinin sebebinin ne olduğunu da belirtmiştir. Yani,üzerlerine farz olur korkusundan dolayı bunu terk etmiştir. Dolayısıyle,bu illet de ortadan kalktığına göre,Ömer r.a’nun teravih namazının cemaatle kılınmasına tekrar müsade etmesi, sünnete ters bir durum arzetmesinden ziyade, bilakiz Peygamber s.a.v’in uygulamasına dayanmaktadır… Öyleyse bunun neresi bid’attir.

Bu konuda önemli olan hususlardan birisi de,bid’at kelimesinin nasıl anlaşılacağı hususudur…. Çünkü kelimelerin bir luğavi yönü bir de ıstılahi yönü vardır…. Ve burada üzerinde durulup anlaşılması gereken kısım da bu kelimenin luğavi manasıdır.

Çünkü Ömer r.a’nun kullandığı bu ifade kelimenin şer’i anlamı değil, lugavî anlamıdır.

Lüğavi olarak bid’at’ın tarifi : Geçmişte bir örneği olmaksızın yapılan şey demekdir. Teravih ise böyle değil, bilakiz önceden yapılan bir şeydi.

Dolayısıyle,lugavî tanımına uygun olarak bu bir yenilik sayılabilir,ama buna şer’i manada bir bid’at denmesi kesinlikle yanlıştır.






BU KONUDA İMAMLARDAN BAZILARININ SÖZLERİ


İbn Teymiye şöyle der ki : Ömer r.a’nun bu güzel uygulamayı bid’at olarak adlandırması, tamamen lugavî bir adlandırmadır, şer’î değildir.

Bunun sebebi ise, bid’at kelimesinin, lugat açısından geçmiş bir örneği olmaksızın yapılan her şeyi içermesidir. Şer’î olan bid’at ise, hakkında şer’î bir delil olmaksızın yapılan uygulamalardır.


SIRAT’I MUSTAKİM : 276.S


İbn Kesîr de şöyle der : Bid’atler iki türlüdür :

1- Bid’at kavramı bazen şer’î bir konu hakkında kullanılır ki , Peygamber s.a.v’in :

فَإِنَّ كُلَّ مُحْدَثَةٍ بِدْعَةٌ وَكُلَّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ


«Sonradan ortaya çıkarılan her şey bid’attır ve her bid’at de sapık-lıktır» ifadesi bunun örneğidir.

2- Bid’at, bazen de lugavî anlamda kullanılır. Ömer r.a’ın, insanları teravih için topladığı ve onların da buna devam etmesi üzerine söylediği « bu ne güzel bid’attir » sözü de bunun örneğidir.

İBNİ KESİR : 2.C.516.S


İbn Receb şöyle demektedir : “ Selefin bazı bid’atları hasene diye isimlendirmeleri şer’î anlamıyla değil, lugavî anlamıyladır. Örneğin ; Ömer r.a’nun «bu ne güzel bid’attir » sözü bu babtandır. “


CAMİU’L ULUM VE’L HİKEM : 28.S




KONUYLA İLGİLİ ZAYIF BİR RİVAYET VE YANLIŞ İSTİDLAL



Bid’atleri güzel göstermeye gayret eden insanların ileri sürdüğü şeylerden bir taneside Allah resulü s.a.v’e nisbet edilen şu ifadelerdir :


مَا رَآهُ الْمُسْلِمُونَ حَسَناً فَهُوَ عَنْدَ اللهِ حَسَنٌ


«Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir»


AHMED : 1/379 – TAYALİSİ : 23.N


Hey şeyden önce bu rivayet merfu olarak sahih değildir. Yani, bu söz Peygamber s.a.v’in sözü değil, aksine Abdullah İbn Mes’ûd’a ait bir sözdür. Yani merfu değil mevkûf bir rivayettir.


İbn Kayyim şöyle der : Bu ifade Peygamber s.a.v’in sözü değildir. Bunu, hadis konusunda bilgisi olmayan kişiler ona nisbet etmişlerdir. Bu söz, İbn Mesud’dun kendi sözüdür.

EL-FURUSİYYE : 167.S


İbn Abdulhâdî şöyle demiştir : Bu haber Enes’den sâkıt – zayıf - bir senedle Peygamber s.a.v’e nisbet edilmiştir. Doğru olan, bu sözün İbn Mes’ûd’a ait mevkûf bir rivayet olduğudur.

ACLUNİ K.HAFA : 2.C.245.S


Zeylaî ise, bu konuda şöyle demektedir :Bu haberin merfû olarak rivayeti gariptir ; ben bu ifadenin sadece İbn Mes’ûd’a nisbet edildiğini gördüm.

NASBU’R RAYE : 4/133


Albânî : Asrımızın muhaddislerinden el-Albani ise bu konuda şunu söyler : Rivayetin merfû olarak bir aslı yoktur, ancak İbn Mes’ûd’dan mevkûf olarak gelmiştir.

SİİSİLETÜ’D DAİFE : 532 - 533


Bu sözün peygamber s.a.v’e nisbetinin sahih olmadığı eğer anlaşıldı ise,ikinci olarak anlaşılması gereken husus ta ; buradaki bahsi edilen Müslümanlardan kastın kim olduğudur.

Eğer bu ifadenin içerisinde bulunduğu rivayeti tam olarak okur ve üze-rinde dikkatli bir şekilde durur isek, buradaki kasdedilen Müslümanlar sahabelerdir…. Gelin bu rivayeti beraber okuyalım.

{ Allah kullarının kalplerine baktı, Muhammed s.a.v’in kalbinin kulların kalpleri içerisinde en güzeli olduğunu gördü ve o kalbi kendisi için seçti. Risaletini de onun vasıtasıyla gönderdi. Muham-med s.a.v’in kalbinden sonra sair kullarının kalplerine baktı, Muhammed s.a.v’in ashabının kalplerinin kulların kalpleri içerisinde en güzelleri olduğunu gördü ve onları Peygamberine yardımcılar kıldı. Bu yardımcılar Allah’ın dini uğrunda mücadele ettiler. Müs-lümanların iyi gördüğü şey Allah katında da iyidir, kötü gördükleri şey de Allah katında kötüdür. }

Bazı rivayetlerde ise şu ilave vardır:

“ Bütün sahabîler Ebu Bekir’i halife olarak tayin etmek istediler. “


HAKİM : 3/78 . SAHİH OLDUĞUNU SÖYLEMİŞ ZEHEBİ DE ONA MUVAFAKAT ETMİŞTİR.


Demek ki anlaşılması gereken şey ; sahabenin güzel gördüğü şey gü-zeldir.


Bu rivayete dikkat edildiği zaman, burada ayrıyeten ; üzerinde icma edilen şey güzeldir “ manası da ortaya çıkar…. Dolayısıyla Müslü-manların üzerinde ittifak ettiği şey,elbetteki hak ve güzel olan bir şeydir.

Hatırlarsınız Allah Resulü s.a.v bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır : Ümmetim dalalet üzerinde bir araya gelmezler.

Öyleyse konumuza geri dönüyoruz ve soruyoruz ; Acaba Sahabe, Allah resulü s.a.v’in yapmadığı hangi şeyi yapıp da ona güzel dediler ?

Ve yine sahebe,Allah resulü s.a.v’in yapmadığı neyi yapıpta onun üze-rinde icma ettiler ? …. Yoksa şu güzel ifadeleri zikreden insanlar bunlar değil mi ?

{ … Abdullah b. Ukeym, Ömer r.a’nun şöyle dediğini rivayet etmektedir : Sözlerin en güzeli Allâh’ın kelâmıdır, yolların en hayırlısı da Muham-med s.a.v’in yoludur. İşlerin en şerlisi de sonradan icâd edilen şey-lerdir. Her yeni şey bid’attir, her bid’at dalâlettir ve her dalâlet de ateştedir. }


İNB VADDAH EL-BİD’A : 31.S – LALEKAİ ŞERHU USULU’S SÜNNE : 1.C.84.S


{ … Abdullah ibn Mesud r.a da şöyle der : Sizden öncekilere tâbi olun, - dinde - yeni şeyler icad etmeyin, bu size yeter, zira bütün bid’atler dalâlettir. }

İBNİ BATTA İBANE : 1.C.327-328.S - LALEKAİ ŞERHU USULU’S SÜNNE : 1.C.86.S – MUHAM-MED BİN NASIR ES-SÜNNE : 65 – TABERANİ KEBİR : 8636.N – DARİMİ : 1.C.211.N – HEYSEMİ M.ZEVAİD : 1/181.853.N

{ … Abdullâh İbn Abbâs r.a şöyle demektetir :


إِنَّ أَبْغَضَ اْلأُموُرِ إِلَى اللهِ الْبِدَعُ


Allah indinde en çirkin işler, - din adına - sonradan ortaya çıka-rılmış bid’at’lerdir. }

BEYHAKİ : S.KÜBRA : 316/4


{ … Abdullah ibn Ömer r.a ise şunları buyurur : insanlar güzel görseler bile bütün bid’atler dalâlettir. }


İBNİ BATTA İBANE : 1.C.339.S - LALEKAİ ŞERHU USULU’S SÜNNE : 1.C.92.S





{ … Abdullah ibn Abbas r.a şöyle demiştir : Peygamber s.a.v’in dışın-daki herkesin sözü kabul de edilir red de edilir.

Fetâva’s-Subkî, c.1, s.138. Şöyle demiştir : Bu ifadeyi Mücahid, İbn Abbas’tan, Malik de her ikisinden almış, böylece ifade Malik’ten meşhur olmuştur.

Yani,sadece Allah resulü s.a.v’in söz ve uygulamaları alınır.Onun hari-cindeki kimselerin ise,söz ve amellerine bakılır resule uygunsa alınır , de-ğilse reddedilir.

Öyleyse sözü daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Allah resulü s.a.v’in bu husustaki : « bütün bid’atler dalâlettir » sözü gayet açık ve net bir ifadedir…. Dolayısıyle bu umum ve mutlak ifadenin karşısında ortaya atılan bid’atı hasene anlayışı, tepeden tırnağa batıl ve geçersiz bir anla-yıştır…… Allah resulü s.a.v’in bu sözü, bütün bid’atlerin kötülüğü ve çirkinliği hususunda yeterli bir ifadedir.

Çünkü bilinen ilmî bir kural vardır ki ; Umum ve mutlak ifadeler farklı yer, zaman ve durumlarda tekrarlandığı ve bunları sınırlayan veya husu-sileştiren bir ifade bulunmadığı zaman bu, onların umum ve mutlak manasıyla geçerli olduğu anlamına gelir.

İşte bid’atleri zemmeden ve insanları onlardan sakındıran hadisler de bu türden olan hadislerdir….

Dolayısıyle hiçbir âyet ve hadiste, ne tahsis edici bir ifade ve nede kayda bağlayıcı herhangi bir ifade gelmediğine göre,Allah resulünün bu ifadesi, bütün açıklığı ile umumi ve mutlak anlamda kullanıldığına delâlet eder.

Ve son sözümüz onun mutlak ve umum manada zikrettiği : Bütün bid’atler dalâlettir “ sözüdür.

Allah’u Azze ve Celle bizlere hakkı hak bilip ona ittiba eden ve batılı da batıl bilip ondan uzak duran kullarından olmamızı nasip eylesin.



VE’L HAMDU LİLLAHİ RABBİL ALEMİN





TACUDDİN EL-BAYBURDİ
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
SONUÇ:


1- Peygamberimiz (s.a.v.) ashabının her türlü davranışına, her türlü yaşayış biçimine kıyafetinin rengine ve şekline hatta en mahrem meselelerine bile müdahale ederek tarif ettiği halde nasıl olurda rabıtanın esamisinden dahi bahsetmez. Yani hiçbir zaman böyle bir şey emretmemiştir.
2- Ne tâbiin, ne tebe-i tâbiin, ne de daha sonra ki dönemlerde böyle bir şey görülmemiştir. Rabıtanın yaklaşık 150 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır.
3- Düşünce itibariyle biriyle beraber olmak gayet doğaldır. Yani insan işini, eşini, sevdiği herhangi bir şeyi düşünebilir. Bunu inkar etmek mümkün değildir. Ancak akşam namazından sonra ki yapılan şekli dinde olmayan sonradan uydurulmuş bir bidattir.
4- Rabıta yapan kişinin şeyhini yanında düşünerek günahlardan uzaklaştığını söylemesi ve ondan sakınması doğru değildir. Çünkü her anımızı,her yaptığımızı gören Allah (c.c.) sakınılmak için kuluna yeterlidir. Şayet onun varlığı, her şeyi gördüğü ve bir gün hesaba çekeceği inancı yeterli olmuyorsa zaten o kişinin imanında bir problem var demektir.
5- Rabıta yapan kişinin Şeyh yerine (onun şekline girebilecek olan) Şeytana rabıta yapma ihtimali şirk tehlikesine düşmek için yeterli bir sebep olacaktır.

Her hangi bir konu, mesele, vaziyet; onunla ilgili yaşanmış veya yaşanan yanlışlar ile izah edilmeden önce doğrusu bildirilir ve hatalar üzerinde müteala edilir.

Tarikat yolu, Peygamber Efendimizin (sav) inanış, yaşayış ve muamelatları üzere tesis edilmiş tertemiz bir yoldur.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da ifrata kaçmış ve hataya düşmüş insanlar ve bunların beyanları olabileceği gibi, hatalı olmasa da murad ettiğini beyan edememiş veya herkesin anlayacağı biçimde edememiş insanlar olabilir ve vardır.

Ancak bu durum, tarikat yolunun yanlışlığını göstermez.


Şimdi burada sonuç diye verilen beyanların, gerçekleri nedir, bir de onu yazalım da tarikat için gösterilmeye çalışılan hezeyani tariflerin gerçeğini herkes bilsin.


1- Rabıta Allah (cc) için yapılır. O'nun yarattığı alem düşünülür ve Allah'ın Esmalarının derinliğine inilmeye çalışılır ve bu suretlede O'na daha yakın olunmaya çalışılır. Bu Allah'ın (cc) emridir, Peygamberin de sünnetidir.

2- Rabıt'a Peygamberimizin, vahyin ilk indiği yerde, Hira mağarasında başlattığı bir ibadettir.

3- Bidat değildir. Allah Kur'an Azimüşşan da düşünmeyi, tefekkürü sürekli emreder. Peygamberimiz de sürekli yapmıştır.

4- Rabıta da neyin düşünüleceği 1. madde de yazıldı. Başka bir şekil yoktur, yapan varsa şunu yapmak olmalıdır muradı. Şeyhinin düşündüğü tarzda düşünmek, onun yaptığı usül ile yapmak. Bunun dışında yapılanlar eksik bilgi ile yapılmış yada yapılanlardır.

5- Şeytan her yerde hazır ve nazır. Rabıta yapanada, namaz kılanada, tavaf edene de musallat. Bu rabıtanın bir nakısası değildir.

Vesselam
 

Abdullah el-Necdi

New member
Katılım
20 Eki 2007
Mesajlar
41
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
48
Konum
Almanya
RABITA HAKKINDA GÜZEL BIR YAZI

"Rabıta-i Şerife"ye Kur anî Bir Yaklaşım

Mehmed Durmuş

GİRİŞ

Tasavvuf mesleğinin önemli esaslarından biri de râbıta'dır. Bu Arapça kelimenin anlamı, alâka, ilgi, birlik bağlanmış şey olup tasavvufi ıstılahta, müridin şeyhini ya da mürşidini teemmül tefekkür ve tezekkürdür. Yani müridin, şeyhini ister diri isterse ölü daima hatırında tutması, onu düşünmesi ve sürekli gözünün önünde canlandırmasıdır.

Biz bu yazımızda, müteveffa Abdülhakim Arvasi'nin "Rabıta-i Şerife" isimli eserine dikkat çekecek, bu kitaptaki rabıta konusunda anlatılanlar ile ilgili mülahazalarımızı belirteceğiz. Bu yazının esas amacı, Kur'ân'dan ve sünnetten kaynaklar gösterilen bu edimin gerçekte ne oranda Kur'âni ve sünni olduğunu dikkatlere sunmak olacaktır.

Esasında bir zühd hareketi olarak başlayan ve sonunda, Kuran’ın genel ilah anlayışıyla çatışacak derecede Vahdet-i vücut düşüncesine kadar uzanan tasavvuf, birçok müessesesiyle İslam'ın genel esaslarıyla çatışmaktadır. Sözkonusu müesseselerin hemen hepsinde İslam dışı bazı komşu kültürlerin izinin görülüp hissedilmesine rağmen bu müesseseler ısrarla, İslam'ın iki temel esası olan Kitab ve Sünnete dayandırılarak legalize edilmek istenmiştir. Oysa bunlara, bu iki kaynaktan referanslar bulmak oldukça zordur.

Her halde bunu bildiklerinden dolayıdır ki, mutasavvıflar, yine tasavvufun kendine has bilgi teorisi(!) içinde yeni izahlar geliştirmişler; "bu söz zahir ehline göre hadis olmasa da batın ehline göre hadistir" diyerek meseleleri tartışmaya kapatmışlardır.

İşte biz bu yazıda Seyyid A.Hakim Arvasi'nin kitabında rabıta'ya dayanak gösterilen ayetlerin ne derece öyle olduğunu işlemeye çalışacak ve genel olarak rabıtanın İslami esaslara göre bir değerlendirmesini yapmayı deneyeceğiz.

RABITA NEDİR?

Abdulhakim Arvasi, mürid olmak isteyen birisine yazdığı mektupta zikir için gerekli olan zaman, abdest ve tenha bir yer seçi*mi gibi şartların teminini hatırlattıktan sonra şöyle diyor:

Sonra, bir fatiha ve üç ihlas okur ve kainatın efendisiyle Şeyh Muhammed Bahauddin, Şah-ı Nakşibend ve Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani hazretlerine hediye edersiniz. Ve onların ruhaniyetlerinden şu istirhamda bulunursunuz: "Beni de yolunuz ve tarikatiniz bağlılarından ve mü'minlerinden, hesabı görülmüşlerinden ve nisbeti yerine getirilmişlerinden sayınız." Ruhaniyetinden istirhamda bulunulması gerekenler sadece bunlar değildir. Mevlana Halid Bağdadi ve diğerleri da bunlar arasındadır.(1)

Anlaşılacağı üzere bu yola yeni sülük eden kişiye tavsiye edi*len bu uygulama, rabıtanın, diğer bir tabirle, tasavvufun ulularıyla kurulması gereken irtibatın ilk basamağını oluşturuyor.

Rabıta, sadece belli bir tarikat silsilesinde her müridin kendisinden bir üst seviyedeki zata yaptığı bir bağlanma değildir. Rabıta, ilahi-zati sıfatlarla tahalluk etmiş ve müşahid makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde muhafazasıdır (2).

Rabıta yapılacak şeyh, vaktin imamı ve halifesidir. Kutuplar onun makamından düşen gölgeyle kanaat halindedirler. Bu zatlar ancak çok uzun zamanlarda bir gelirler. Nazarları, kalb marazlarını defe ve teveccühleri manevi illetleri kaldırmaya yetmektedir.(3)

Rabıta, salikin, şeyhi ile hem-hal olması, onun ahlakı ile ahlaklanması yani şeyhde yok olmasıdır (Fena fiş şeyh). Bu olay, saliki eğitmek, ona ilahi marifetten tattırmaktır... Allah'da yok olmanın( fena fillâh) yolu şeyhde yok olmaktan geçmektedir.

Seyyid Arvasi, daha açık olarak rabıtayı şöyle tanımlıyor: "Tezekkür-ü mevt denilen, ölümü düşünmek ve kendinizi ölmüş, teneşirde yatıyor hatta mezarda yatıyor kabul edeceksiniz. İşte me*zarda iken mürşid, pir ve Allah ile sizin aranızdaki vesile ve vasıta zatı aklınıza getirip O'nu o an yanınızda ve karşınızda farzedip "yüce alnına" yani "iki kaşı ortasına" gözlerinizi dikeceksiniz. Ve keskin bir aşk iradesiyle "vesileye yapışınız" ayeti mucibince o zatın ulu simasını kalbinizde hayal hazinesinde durduracaksınız .(4)

Arvasi'ye göre rabıta üç kısımdır. Birincisi, pirin suretini (yü*zünü) sadece hayalinde tasarlamaktır. Bu tür rabıta, zikrin başlangı*cında lazımdır. İkincisi pirin suretini kalbinde tasavvur etmektir. Bu suret, zikir esnasında ihtiyarsızca zuhur ederse onu kalbinde durduracak ve zikre devam edecektir. Üçüncüsü ise, pirin kıyafet ve heyetine aynen bürünmek ve kendini mürşid şeklinde görmektir.

Artık o anda ortadaki sanki kendisi değil pirdir. Bu kısım rabıta ibadetlere mahsustur. Mesela Kur'ân ve Delail dinler ve okurken, vaaz ve ders dinlerken, namaz kılarken, kendisini mürşidin kıyafet ve hey’etinde hayal eder. Namazda kıyam, oturma ve kıraat fiillerini icra eden sanki şeyhdir, kendisi değil!

İşte rabıtanın bu üçüncü türüne "telebbüsi rabıta" (kılığa bürünme rabıtası) denmektedir. (5)

Görüldüğü gibi Arvasi'ye göre şeyhle rabıta, müridin şeyhe mutlak bir teslimiyetini gerektirmektedir. Fena Fillah'a giden yolun fena fiş şeyh basamağından başka bir şey değildir bu rabıta. Zaten bunu açıkça ifade etmektedir: "Hakiki matlup Allah'da fani mukaddimesi, şeyhde fani olmayı gerçekleştirmekten ibarettir. (6)

ŞEYH'İN, ÖLÜMDEN SONRAKİ TASARRUFU

Arvasi'ye göre rabıta yapılacak şeyhin hayatta veya ölmüş olmasının hiçbir anlam ve önemi yoktur. Hatta şeyh öldükten sonra dirisinden daha fazla rabıtaya cevap vermektedir. Çünkü şeyhin ruhaniyeti zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Nerede bulunursa bu*lunsun şeyhi tasavvur ve rabıta ettiğinde onun feyzini hemen yanıbaşında bulacaktır .(7)

"Ebul Hasan eş-Şazeli Hazretleri buyuruyor: "Evliyadan bazı*ları vardır ki sadık müride, vefatından sonra, hayattayken olduğun*dan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyadan bazılarının, ruhaniyetleri vasıtasıyla ilahi emirleri takip ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o veli kabrinde meyyit olsun... Böylelerinin irşadı güneşin nuruna benzer. Kast ve iradeye bağlı olmaksızın bütün aleme feyz dağıtıcıdır. Hele kast ve iradesi eklenecek olursa..."(8)

Arvasi'ye göre, veliler sağken gösterilen hürmetin ölüyken de aynen gösterilmesi gerekmektedir. Bir velinin kabri ziyaret edilince ziyaretçiyi tanır ve selamını alır. Onunla beraber veli de Allah’ı zikreder. Veli vefat edince diğer evliya ile Peygamberin ruhları onun üstüne namaza dururlar .(9) Ayrıca velinin öldükten sonraki tasarrufunu inkarın, Rasul'deki ırsi tasarrrufa da sirayet etmesi ihtimalinde dolayı bu Allah'a sığınılması gereken bir olaydır.

KUR’AN VE SÜNNETTE RABITA

Yukarıda da değindiğimiz gibi tasavvuf ehline göre mistik düşünüş ve yaşayış tarzının hiçbir esası İslam dışı değildir. Bu bağlamda Arvasi'nin eserinde "Rabıta-i Şerif"e, Kur'ân'dan, hadisten icmadan deliller getirilerek, Allah'ın emri, Rasulü'nün sünneti ve ulemasının tecviz ettiği bir olaymış gibi sunulmaktadır.

Arvasi Kur'ân'dan birkaç ayeti zikrederek, ayetlerin bu anlamda şeyhlerle rabıta yapmaya delalet ettiğini vurgulamaktadır. Bunlar*dan birisi, sıkça ve ayetin sadece "vesile arayınız" (kendince, "vesileye yapışınız") kesitini dile getirdiği Maide Suresi'nin 35. ayetidir.

Ayetin meali şöyledir: "Ey iman edenler Allah'dan kor*kup sakının ve sizi O'na (yaklaştıracak) vesile arayın: O'nun yo*lunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz" Diğer bir ayet, Tevbe Suresi'nin 119. ayetidir ve onun da meali şu şekildedir: "Ey iman edenler ! Allah'dan sakının ve doğrularla beraber olu*nuz." Diğer ayetlerin birisi , "De ki eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun..." şeklindeki Ali İmran Suresi 31 ve öteki de, 'Andolsun, kadın onu arzulamıştı, eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıtını görmeseydi o da onu arzulamıştı..." şeklindeki Yusuf Suresi'nin 24. ayetidir.

Sünnetteki deliline gelince, Arvasi'ye göre, "hâdiseler ve tecel*liler karşısında hayrete düşenleri ruhaniyetlere başvurmağa davet" mealinde bir hadis mevcuttur. Ve hadis'e(!) itiraz edenler bu keyfi*yetten uzak kimselerdir. Üstelik bu hadis, hadis usulüne göre hadis kabul edilmese dahi gerçeğe aykırı değildir, ve bu söz üzerine "keşf ehli"nin ittifakı yeterlidir.(10)

Ayrıca İmam Buhari'nin ifade ettiğine göre "Ebu Bekir hazretleri, Allah Rasulü'nün ruhaniyet cihetinden helada bile gözünün önünde bulunmasından ve ayrılmamasından şikayet etmiştir. "(11)

Diğer yandan Arvasi'ye göre Nakşi yolunun bütün şeyh ve mensupları, Maveraün-nehir, Buhara, Semerkant ve Hindistan'ın üstün alimlerinden olup bu da, hanefi ulemasının icması anlamına gelir. Ayrıca Şazeliyye'nin "Kemal erbabı"nın hepsi Şafi, Nakşilik bağlılarının tümü tümü Hanefi, Kadiriliğin büyük çoğunluğu da Hanbeli olmakla, bu, büyük bir icmal husule getirmekte; buna karşı itiraz etmekse, şeriata aykırı bir tutum içine girmektir.(12)

DEĞERLENDİRME

Rabıta-i şerife adına söylenen şu sözlerin İslam'la bir alakası olacağını ve İslam'ın izin verdiği uygulamalar olacağını düşünmek dahi abestir.

Yukarıda sıraladığımız, rabıtaya dayanak teşkil ettiği söylenen Kur'ân, Hadis ve icma nasslarına değinmeden önce şu hususun altı*nı çizmek istiyoruz. İlk olarak Hasan Basri gibi Tabiinle başlayan zühd hareketi bilahare başka bazı din ve düşünce tarzlarından etki*lenerek batini, mistik ve ezoterik mahiyetli bir tasavvuf doktrini ha*line dönüşmüştür. Tasavvuftaki bazı inanç ve kavramlarda, bilhas*sa Hind düşüncesinin izleri dikkat çekicidir. Arada oldukça enteresan benzerlikler vardır. Rabıta da bunlardan birisidir.

Rabıta şeyhi düşünme yani şeyhte fena bulma, Allah'da fena bulma sürecinin başlangıç halkasını oluşturmaktadır. Bunun, Hint düşüncesin*deki Nirvana'ya ulaşma inancından ne farkı var acaba?! Bakınız, Hint filozofu ve azizi Shankara (D .686) Nirvana erincini nasıl izah ediyor: "Kurtuluşa giden adımlardan birincisi, ebedi olmayan bütün şeylerden feragat etmektir."

"Mürit, Atman'ın(13) gerçeğini işittikten sonra onun üzerinde düşünmeli ve durmaksızın uzun bir müddet için onun üzerinde te*fekküre dalmalıdır. Böylece mürit süje ve obje şuurluğunun yokolduğu ve sadece bölünmez ve sonsuz şuurluluğun geriye kaldığı, en yüksek duruma ulaşır. Dünya üzerinde yaşıyorken Nirvananın mutluluğunu tanir."(l4)

Bir başka yerde Nirvana için egzersizler tarif ediyor: "Duygu nesneleri üzerinde durmayı reddet, kalbinde huzur uyanacak. Kalp huzurlu olduğu zaman Atman'ın görüntüsü gelir." " İnsan, sakin, sabırlı, tatmin ve kendini kontrol etmiş, derin bir şekilde murakabeye dalmış olduğu zaman kendi kalbi içinde atman’ı idrakle sürdürülen bir tefekkürle ulaşılacığını da belirtmek*tedir Shankara.

Nirvana inancına göre, kalbi saflaşan insan ilahi atmanı idrak eder; böylece dünyaya, köke ve herşeye olan bağını imha eder.(16)

Esasında rabıta doktrini, tasavvuftaki, varlığın birliği (vahdet-i vücud) düşüncesinden bağımsız ele alınamaz. Bu ekole göre kai*nat, Allah'ın tecellisinden başka birşey olmadığı gibi; Shankara felsefesine göre de kainat Brahman'ın bir neticesidir. "O asla Brah*man'dan başka birşey olamaz." Kainatın Brahman'dan müstakil bir mevcudiyeti yoktur. Böyle olduğunu zanneden kimse Shankara'ya göre "uykusunda konuşan kimse" gibidir.(l7)

Nirvana'ya ulaşma cehdi ile Brahman'da sonsuz huzura kavuşan mürid gibi. Allah'da fena bulan sufi de sonsuz huzura erişecektir. İki düşünce arasındaki benzerlik, Beyazit Bistami gibi, Allah'ı aramak için göklere çıkan ve fakat Allah'ı orada bulamadığı için O'nun Arş'daki yerine oturan(!) bir vahdet-i vücutçu sufinin, kendisini tasavvufa girdiren ve fena fit tevhid'i öğreten mürşidin, İslam'a girmiş bir Hintli olan Ebu Ali es-Sindi olduğu ve Bistaminin, Shankara felsefesinin te*şekkül devrinde yaşadığı(18) göz önüne alınırsa daha iyi anlaşılacaktır.

Rabıtanın Kur'ân ve hadise dayandırılmasına gelince: bu tama*men indidir ve Bektaşi'nin, Kur'ân'ın namaz kılmaktan menettiği şeklindeki mantığından farksız bir üslupla nasslardan böyle bir anlam çıkarılmaktadır. Zaten tasavvuf ehli Kur'ân-ı Kerim’i bir kitap kılığına büründürmüşlerdir. İstedikleri âyetleri kendi felsefeleri doğrultusunda yorumlamaktadırlar.

Seyyid A.Hakim Arvasi'ye göre Maide Suresi'nin 35. ayeti, tarikat erbabına, şeyhlerine rabıta yapmaları imkanını, hatta emrini vermektedir. Zira bu âyetin Allah'u Teala "... vesile arayınız" buyurmaktadır. Oysa âyetin siyak ve sibakına bakan birisi, âyetin böyle bir anlama gelmediğini hemencecik anlayacaktır. Ayeti sibakında Allah'u Teala Adem'in iki oğlunun (ulema bunlara Habil Kabil demişlerse de doğrusunu Allah bilir) kıssasını anlattıktan sonra, Allah ve Rasulü'ne önce tevbe etmeleri halinde affolunacaklarını açıklamaktadır.

İşte bundan sonra da (35. ayet), şöyle buyur*maktadır: "Ey iman edenler, Allah'dan korkup sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın. " "Vesile" kendisiyle bir maksadın elde edilmesine yardımcı olan şeydir"(19) Ayetin anlamı gayet açıktır. Allah'u Teala mü'minlere, O'nun rızasını kazanacak, mağfi*retini hak ettirecek davranışlarda bulunmalarını istiyor(20).

İbni Kesir'in verdiği bilgiye göre Katâde, Allah'a itaat ederek ve O'nun hoşlanacağı amelleri yaparak O'na yaklaşın demektir şeklinde yo*rumlamıştır .(21)

İslâm'da ruhbanlık yoktur. İslâm'da Allah ile kulu arasında kimsenin bulunamayacağı prensibi gayet açıktır. Allah Rasulü(s) kendisinin dahi bu şekilde, taabbüdi bir tazim ve hürmetle ululaştırılmasından son derece endişe etmiş ve mü'minleri uyarmıştır. Eğer, Kur'ân âyetlerinden herkes hevasının istediği manayı çıkara*caksa, biz de bu zatlara şu âyeti hatırlatırız: "(Resulüm) De ki: Allah'ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler."

"Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rablarının azabı sakınmağa değer. "(22)

Arvasi’nin rabıtaya mesned teşkil ettiğini sandığı diğer bir ayet de, ‘Ey iman edenler, Allah'dan sakının ve doğru olanlarla birlikte olun’ mealindeki Tevbe Suresi'nin 119. âyetidir. Surenin 118. ayetinde Allah'u Teala, Tebuk Savaşı'na katılmayan üç sahabenin durumuna işaret ederek onların tevbesini kabul ettiğini bildirmektedir. Bilindiği üzere Ka'b b. Malik, Mürare b. Rebi ve Hilal b. Ümeyye Tebük Savaşı'na katılmamışlar, savaş dönüşünde Resulullah(s) bunları çağırıp özürlerini dinledikten sonra bu üç müslümanı cemaattan dışlayıp sosyal boykot cezası vermiştir. Elli günden sonra Allah işte 118. ayette bunların af olunduklarını ilan etmiştir. Ayeti bu manzara çerçevesinde düşünürsek Allah'u Teala müslümanlara, doğru söyleyin, doğruluğa yapışın ve doğru söyleyenlerle beraber olun buyurmuştur.(23)

Yani bir anlamda, cihaddan geri kalmayıp, cihada katılanlarla beraber olun. Katılmadığınızda da bahaneler uy*durmayın, diyor Allah.

Elbette ki inananların, sadıklarla yani doğru, adil hakkaniyet sahibi dindaşlarıyla beraber olmaları gerektir. Zaten müslümanlar kardeştirler. Mü'minlerin velileri Allah, Rasulü ve namaz kılıp zekat veren mü'minler olduğu bildirilmiştir(24) Ama yukarıda açık*landığı şekilde bir rabıta anlayışına ayetten ufak bir gönderme dahi bulmak imkansızdır.

Yusuf Suresi 24. ayetinde de, Mısır azizinin karısının Yusuf’u ayartma çabası karşısında Allah'ın O'na verdiği bir "burhan" (kesin kanıt) olmasaydı Yusuf(s)'un da kadına meyledeceği bildirilmektedir. Ama herhangi bir mürit-mürşit ilişkisinden ya da rabıta yapılan bir kişiden söz etmemektedir. Bu burhan, Allah'dan Yusuf’a gelen O'nun uyarıcı bir ilhamı ya da vahiydir.(25)

Ali İmran Sure'sinin 31. âyetine gelince bu ayette de, ‘De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun.." buyurulmaktadır. Allah ve Rasulü'ne tabi olup O'nun getirdiği nizamı kabul edip, Allah’a çağırısına boyun eğecek mü'minler Allah'ın rızasını kazanacaklardır.

Arvasi'nin eserinde, peygamberimizin, "hadiseler ve tecelliler karşısında hayrete düşenleri ruhaniyetlere başvurmaya" çağırdığına ilişkin söz asılsızdır. Zaten buna sadece hadis diyerek geçmiştir. Sözde hadisi tanıtıcı hiçbir bilgi ve not yoktur. Diğer taraftan sözün hadis kabul edilmesi için "keşif ehli"nin ittifakının yeterli olduğu söyleniyor.

Tabiki bu tavır ilmi olmaktan uzaktır ve sadece sözün sahibini bağlar. Diğer taraftan -eğer gerçekse- Hz. Ebu Bekir'in, Resul(s)'ın ruhaniyetinin helada dahi gözünün önünde dolaşması kadar tabii birşey olamaz. Kalbe doğan ilham ya da hayal bilgi değildir. Herhangi bir gereklilik de doğurmaz.

Allah Resulü(s) de bir beşerdir. Hem de bizim gibi bir beşer ama ne var ki, misyonu farklı: "De ki şüphesiz ben sizin benzeriniz olan beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim rabbına kavuşmayı umuyorsa artık salih bir amel işlesin. Ve Rabbına ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın."(26)

Allah Rasulü, Rabbından aldığı sözlerle, Allah'dan başka hiç kim*seden medet umulmaması, hiç kimseye perestij yapılmaması ve hiç bir insanın dinde nüfuz sahibi kılınmaması için mesajlar sunmuş*tur. "Ben de sizin gibi bir beşerim" derken Allah önünde O'nun da bir insan olduğunu ama görev açısından farklı olduğunu anlatmak istemiştir. Aksi takdirde İslâm'da da Cennet parselleyen, ahiret emlakçılarının türemiş olması doğal olurdu.

Yani kullar Allah'a yak*laşmak için aracılara ihtiyaç duyacaklardı. Bunlar da, fakihler, müderrisler, imam- hatipler, veliler, şeyhler, mürşitler, kutuplar olacaktır. Ama İslam, açık seçik olarak bu dindışı adetleri kesinlikle izale etmiştir.

İcma olayına gelince değişik tarikat mensupları degişik fıkhi mezheplerin mukallidi olabilirler. Ya da değişik mezhep mensupları sözkonusu tarikatlara sülük etmiş olabilirler. Bunlar sürekli değişebilecek şeylerdir. Değişmeyen, Allah'ın kitabı'dır. Akabinde Rasulü’nün (s), dinin esasını tefsire matuf olan örnek yaşantısı gelir.

Hiçbir zaman hakikatler, insan adetleriyle doğru orantılı değildirler. Kaldı ki meşhur dört mezhep imamlarından hiç birinin böyle bir rabıta ve vahdeti vücutla ilgili tasdik edici görüşleri de yoktur. Zaten bu tarihi gerçeklere de ters düşerdi. Zira bu fikirlerin İslam aleminde zuhuru imamlardan epeyce sonradır. Bu imamlardan Ahmed bin Hanbel'in ve O'nun tilmizi İbni Teymiyye'nin, kulları aracı yapmaya delalet edecek en ufak bir davranışa bile tahammülsüz oldukları da iyi bilinen gerçeklerdendir.

Şeyhlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunmaları ve müritleriyle beraber olmaları inancı da bir ayrı batıldır. Müslümanlar daha ne güne kadar din yerine hurafelerle yaşayacaklardır. Hangi Kur'ân ayetinde hangi sahih sünnette, kabirdeki çürümüş kemikler*den bir fayda ummayı mümkün gören bir ifade bulunmaktadır?... Nedense İslami topluluklar kişiler diriyken değil de, öldükten sonra istimdat etmede epeyce ileri düzeydedirler.

Aslında bu adamlar, dolaylı yollardan Allah Rasulü'nü yalancı saymaktadırlar. Zira, eğer gerçekten mezardaki kemiklerden bir fayda dokunabilirse ve bunun dini bir dayanağı varsa Allah Rasulü açık-seçik söylemeliydi. Hatta, madem ki O, ümmetini çok seven biriydi (ki gerçekten öyleydi), o halde, öldükten sonra kendisinin de ümmeti darda kalınca imdatlarına yetişeceğini, ölü iken de tasarrufda bulunacağını, gerek zorluk gerekse refah halinde mezarının başına koşup O'na ellerini açmalarını tavsiye etmeliydi. Bunu yap*madığına göre, bu önemli gizleri çok az sayıdaki sır sahiplerine ifşa ettiğine göre O, (tenzih ederiz) davasına ihanet etmiştir. Bu ise im*kansızdır.

Arvasi'nin yazılarında, müridlere, şeyhlerine hitaben "beni de ...hesabı görülmüşlerden sayınız" diye yakarmaları salık veriliyor. Aslında hesabı görecek olan yalnızca Allah'tır. O'ndan başka hiç kimsenin hesap görme diye bir yetkisi yoktur. Tabir caizse, dinde hiç kimsenin "köşe" olmasına izin verilmemiştir ve de olamaz. Peygamber dahi hiç kimsenin hesabını görüp defterini kapatamaz.

Diğer taraftan, müridin şeyhi sürekli gözü önünde tutması, iki kaşının ortasına bakması ve hatta ibadetlerde dahi gözünün önünde tutmasının mantığı ve gerekçesi nedir bilmiyoruz. Namaz sadece Allah içindir. Namaz sadece Allah'ı düşünmenin gereği (huşu) namazda Allah'dan başkasını düşünmek namazın sebeb ve gayesine de aykırıdır. Namazda şeyhi düşünmek Allah'ı düşünme olacaktır. Ama ne yazık ki, gerçekten günlük hayatta bunun örneklerine sıkça rastlıyoruz. Günün belirli saatlerinde ve şeyhlerini hep gözleri önünde canlandıran ehli tarik hanımefendiler, bunu sair mü'mine kadınlara da ısrarla tavsiye etmekte ve batıllarına (şirklerine) bunları da ortak etmektedirler.

Asıl bunun acı tarafı, bunların dine maledilmeleridir. Herkes, istediği kişinin hayalini gözünün önünden ayırmaz, onunla hemhal olur. Şeyhinde fena olur, feyziyle feyzyâb(!) olur, buna kimse bir şey demez. Ama yeter ki bu masallar dine maledilmesin.

SONUÇ

Ne Allah'ın Kitabı'ında, ne de sahih sünnette, sufi kitaplarında karakterize edilen türde düşünce ve inançların İslam'ın genel tevhid ve rububiyet esaslarıyla bağdaşması mümkün değildir. İslam, apa*çık ve normal akıl standardında anlaşılıp yaşanacak bir dindir. İslam'ı Hint ve Uzakdoğu dinlerindeki gibi ezoterik bir dua dini veya bir yoga mistisizmi derecesine düşürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Eğer bu Kur'ân bize oyun ve eğlence olsun diye indirilmediyse, teori ve pratiğimizin Allah rızası için Kitab'a uygun olup ol*madığına bakmalıyız.

İslam'ın en hassas olduğu temalardan biri de ruhbanlık olayıdır. İslam ruhbanlığı tamamen imha etmiştir. İslam'daki irade ve ferdi hürriyet ile ruhbanlık arasında telifi imkansız bir uçurum var*dır. Tevbe Suresi'nin 31. ayeti, Allah'ın dışında bir takım ruhban ve din adamlarını ilahlar edinenleri şiddetle tekdir etmektedir.

Özellikle, yeniden bir İslam'a yönelişin başladığı zaman da bilhassa genç müslümanların "dinlerini kimden ve nasıl", din adına ne aldıklarına çok iyi bakmaları gerekmektedir.

Gerçek rabıtanın, sadece Allah ile kurulacak olan olduğunu unutmayalım.



(1) Seyyid Abdulhakim Arvasi, Rabıta-i Şerife, Sadeleştiren: N .Fazıl İst. 1981. 3.Baskı. s.9.
(2) a.g.e.,s. 18
(3) İbid, s. 19
(4) İbid, s. 10
(5)İbid, s.10-1
(6)İbid, s.18.
(7)İbid, s.26.
(8)İbid,s.19.
(9)İbid, s.24.
(10) İbid, s. 31.
(11) İbid, s. 24-25.
(12) İbd, s.31.
(13) Atman, doğumsuz ve ölümsüzdür, zeval bulmaz. Değişmez ebedidir. Tabiatı saf şuurluluktur. Bölünmezdir. Bir ikincisi olmayan biridir. Bkz. Shankara, Tefrik Etme Hazinesi, Dergah Y.İst. 1976 s.66-67.
(14) a.g.e., s. 56.
(15) İbid, s. 97-98.
(16) İbid, s. 69
(17) İbid, s. 81.
(18) İslam Felsefesi Tarihi, İklim Y. İst. 1987- s.192-193.
(19) İbni Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri C.:5 s.2268. ^
(20) Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Y. İst 1990-s.2,s.518
(21) İbni Kesir, a.g..,C.5, s.2268.
(22) Kur’an, İsra 56-57.
(23) İbni Kesir, a.g.e. C.: 7, s. 3695-3696.
(24) Kur’an, Maide: 55.
(25) Mevdudi, Tefhimul Kur'ân, İnsan Y .İst. 1986, C.:2 s.:424.
(26) Kur'ân, Kehf: 110.

(Alintidir)
 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
FERİT AYDIN


Kuşaklar boyu Nakşî Tarîkatı’nın liderliğini yapmış olan bir ailenin çocuğu olarak 1945’de Muş’ta dünyaya geldi. «Güneydoğu»’nun Şeyh’ul-Hazîn (Hazinoğulları) adıyla ünlü bir şeyh ailesinden gelen ve “beşik şeyhi” sayılan AYDIN, yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra aile geleneğine uyarak 1968 yılında özel tasavvuf terbiyesi aldı ve şeyhlik makamına getirildi.
Gördüğü klasik medrese eğitimi yanında modern sistemle yaptığı çalışmalar ve uzun yıllara mal olan iş ve öğrenim gezileriyle geniş bir ufuk kazanan yazar, mistisizmin Müslüman inancı üzerindeki etkileriyle Müslümanların çöküşü arasında bir takım ilişkiler bulunabileceği kuşkusundan hareket ederek derin araştırmalar yaptı. Gerek Hz. Hasan (ra)’ın soyundan geldiği için “şerif” unvanına sahip bulunan hânedânının, gerekse tüm şeyh ve seyyidlerin çevresinde gördüğü gerçekleri İslâm’ın ölçüleriyle sorgulama ihtiyacı hissetti. 1975’ten beri tarîkattaki râbıta konusunu hem inanış, hem de uygulama açısından incelemeye başladı. İşte Ferit AYDIN yıllarca süren bu arayış ve emeklerin sonucu olarak tarîkattaki râbıta düğümünü bu kitapla çözümlemiş oldu.

•Tasavvuf
Bilindiği üzere Kurân-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın, hiç bir şeye benzeme¬di¬ğini (bununla birlikte bütün varlıkların dışında ve) onların yaratıcısı ol¬du¬ğunu ifade etmektedir. -1

Oysa tasavvuf, esas itibariyle Allah'ın, her şeyin öz kaynağı olduğunu sa¬vunan spiritüel ve spekülatif bir düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kainatta ne varsa her şey (hâşâ!) onun bir parçasıdır. -2 Tasavvufun temel taşı bu¬dur.

Kurân-ı Kerîm'e göre insan, sırf Allah'a kulluk etmek için yaratılmış¬tır. İnsan yaratıktır ve Allah'ın kuludur. -3 Tasavvufa göre ise insan Allah¬'ın Tecellîsidir; O'nun bir sûretidir; hatta O'nun bir parçasıdır... Binaena¬leyh O'na aşık olmalı, yeniden O'na dönmeli, O'nda eriyip bütün¬leşmeli ve O'nunla birlikte ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur.
Nitekim Hallâc-ı Mansur, Ömer Hayyâm, Şihâbuddîn Suhrewerdî, İbn. Atâullah el-İskenderî, Ferîduddîn-i attâr, İbn'ul-Fârıd, Muhiddîn-i Arabî, Molla Cami ve Abdulkerîm el-Ciylî gibi mutasavvıflar, tasavvufu böyle an¬lamış ve açıkça böyle işlemişlerdir.

Onların bu anlayışlarının, Sünni Türk tarîkat çevreleri tarafından acaba neden çok farklı yorumlanmakta olduğu ve Kur'ân'daki iman kavramıyla neden âdetâ zoraki şekilde uzlaştırılmaya çalışıldığı ise bu yorumcuların en¬telektüalitesini ve kişiliğini ortaya koymaktadır. Nitekim Nakşîlerin dene¬ti¬mindeki okullarda, Kur'ân kurslarında ve medreselerde bir yandan Ömer Nesefî ve Muhammed Birgivî gibi selefî eserler bırakmış, hatta tarîkatçılara karşı mücadele vermiş şahsiyetlere ait kitaplar okutulmaktadır. Diğer yandan, Rabbânî gibi neşvesini Hind mistisizminden almış rûhanile¬rin, Kur'ân ve sünnetle hiç bir şekilde bağdaşmayan râbıta ve benzeri Patan¬jalist düşünce ve inanışları insanlara aşılanmaktadır. Tabiatıyla bu çok bü¬yük bir çe¬lişkidir ve Nakşibendîlerin, hem genel anlamda düşünce yapı¬sını, hem de İslâm'ı nasıl anladıklarını gözler önüne seren bir ibret levhası¬dır.
Merhum Mehmed Akif Ersoy işte bu ibret levhasını âdetâ kıvranarak elem, acı ve çaresizlik içinde seyrederken bu kafa yapısı hakkında belki cilt¬lerle anlatmak istediği şeyleri şu iki mısrada özetlemeye çalışmıştır:
«Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı Dayı.!» -4

Evet tasavvufçular mistisizmi İslâm'la uzlaştırmak için çok zorlanmış¬lardır. Onların kendilerini neden bu kadar zorladıklarını anlamak güç de¬ğildir. Çünkü dikkat edilirse tarîkat çevreleri, “"vahdet-i vücûd“, “işrâk“ ve “meşşâiye“ gibi tasavvufu tarih boyunca türlü biçimlerde şekillendirmiş olan felsefelerin gündeme getirilmesinden çok çekinirler. Hatta bu felsefe¬lere yöne¬len dikkatleri dağıtmak için gerektiğinde menkabelere, âyinlere ve râbıta gibi tarîkat disiplinlerine ağırlık vererek yoğun bir yatıştırma faaliye¬tiyle çözüm arayışı içine girerler.

Bunun nedeni gâyet açıktır. Çünkü Hind, İran dinlerinin ve Yunan fel¬sefesinin etkisi altında birikimlerini zenginleştirmiş olan tasavvufun eğer perde arkasındaki gerçekleri, günün birinde yorumların boğuntusundan kurtulup meydana çıkacak olursa bu akımın, Nakşibendîliğe ve on¬dan râ¬bı¬taya kadar uzanan zincirin sihri bozulacak ve halkalarının tamamı bir anda çözülüverecektir. Bunun ise ne demek oldu¬ğunu uzun uzadıya anlat¬maya gerek yoktur. Çünkü böyle bir durum, tarîkatın da, şeyhlik saltanatı¬nın da, bu masallarla uyutulmuş yığınların, tatlı ve renkli rüyalarının da sonu ola¬caktır. Üstelik Nakşibendî Tarîkatı, asırlar boyu emek verilerek (!), âdetâ dantel gibi işlenerek bugüne kadar getirilmiş olan İslâm'ın Türkleşti¬rilmiş şek¬lidir. Dolayısıyla «Türklük» denince içi kı¬pırdayan hemen her «dindar» kişi, (gerçekleri kavrasa bile vicdanındaki direnişe rağ¬men) bu tarîkatı da¬ima Türk milletinin namusu olarak görmeye devam et¬mek isteyecektir; Bu¬nunla birlikte tarîkatın tasavvufla olan ilişkisi kadar, tasavvufun da kayna¬ğını sırf İslâm'dan aldığı noktasında Nakşibendî şeyh¬leri her zaman en şid¬detli şekilde direnecek¬lerdir.

Onun için önemle belirtmek gerekir ki esasen bu yolu izleyenler, -vicdanları te¬reddütlerden korumak ve Nakşibendîliğin sürekliliğini sağ¬lamak amacıyla- tarîkattan da râbıtadan da önce tasavvufa Kur'ânî bir açık¬lama getirmek zo¬runluğunu daima hissetmişlerdir, bundan sonra da hisse¬deceklerdir.

Özellikle İslâmî uyanışın hızlandığı son yıllarda büyük sıkıntı yaşayan tarîkat çevreleri, tasavvufu savunmak için yeni yeni sistemler geliştirmek¬tedirler. Tarîkat şeyhlerine oranla çok daha edebî ve havalı üslûplar kulla¬nan tasavvufçu-ilâhiyatçılar, Kur'ânî ve evrensel yaklaşımlarla tasavvufa çekicilik kazandırmak ve bilinçli Müslüman gençliğin bağlı olduğu «Kur'ân'daki İslâm» idealini «Amerikancı İslâm» lehinde yumuşatmak için tasavvufa yeni izahlar getirmektedirler.

Bunlardan birine göre:
Tasavvuf öncelikle dinî bir mistisizm imiş. Bu bakımdan felsefî bir mis¬tisizm olan Eflatunculukla daha ilk anda ayrılırmış. (...) Kısacası tasavvu¬fun, şu veya bu niyetle Kur'ân ve hadisle irtibatını kesmek veya zayıflatmak için onu felsefî mistisizm platformuna çekmek hem samimi hem de inan¬dırıcı değilmiş !

Peki eğer bu iddiaya karşı denirse ki: Her şeyden önce tasavvufun dinî ve felsefî olmak üzere iki türlü olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Tasav¬vufu meşrulaştırmak için böyle bir açıklamaya neden kendinizi mecbur gö¬rüyorsunuz?! Yoksa tasavvufu İslâm'la irtıbatlandırmak için mutlaka böyle bir peşrev yapmak mı gerekiyor?!

Bu sorulara nasıl bir cevap verilecektir veya bu tür izahların özendir¬diği, sonu gelmeyen tartışmalardan acaba kimler kazançlı çıkacaktır? Çünkü, tasavvufun Eflâtûnî değil de illa ki Kur'ânî olduğu, eğer hep bu zo¬raki yöntemle diretmeye devam edilecek olursa bu kör döğüşünün ne za¬man son bulacağını maalesef hiç kimse kestiremeyecektir ve bunun vebâlini de âlim geçinerek bu kavgaları kızıştıranlara ait olacaktır!

Tasavvufu, pembe bir âlem olarak reklam etmek yerine onun, gerçekten ne olduğunu ortaya koymak, Müslüman için bu konudaki bilgilenme yo¬lunu daha kolaylaştırmak olur ki esasen âlim kişiye yakışan da budur.

Nitekim övgü mahiyetinde tasavvufun bir iç aydınlanma (illumination) olduğunu, bu nedenle tasavvufçuların objeler ve boyutlarla uğraşmadığını, aksine, gerçekleri ilhama dayalı olarak kaynaklarından al¬dıklarını ileri sürenlerin kendileri de acaba ilhamla mı bu gerçeği (!) sapta¬yabilmişlerdir ?! Peki bu ilhamcılığın sınırlarını belirlemek eğer mümkün değilse (ki mümkün olmadığı gâyet açıktır), insanın zaten sınır tanımayan hayâl ve hırsı karşısında kitap ve sünnetin ölçülerini korumaktan artık kim söz edebilir?!

Tasavvufu, engin duygular, üstün zevkler, ilahî aşklar, pembe dünyalar, içsel aydınlanma ve ilham edebiyatıyla öveyim derken bu tür anlatım yo¬lunu seçen insanlar, aslında onun, Kur'ân ve Sünnet ışığında çok daha ko¬lay deşifre olmasını sağlamaktadırlar. Bu bakımdan tasavvufu, bizzat savu¬nucularının diliyle ve bu niteliği içinde tanıma imkanını bulan samimi ve bilgili her Müslüman onu, Kitap ve sünnetin ışığında çok daha rahat test edebilir.

Hatta bu yüzdendir ki, İslâmî uyanış döneminin başlamasıyla birlikte bi¬linçlenmiş olan Müslüman kişi, “acaba tasavvuf nedir ?“ diye bir soru ile eğer günün birinde zihni meşgul olmuşsa gidip o «pembe dünya»'yı Kitap ve Sünnetin çizdiği gerçek dünya ile karşılaştırınca ikisinin arasındaki uçu¬rumu fark etmekte asla gecikmemiştir.

Çünkü Kur'ânî kavrayış erdemine ulaşabilmenin en güzel ölçüleri ancak Hz. Peygamber (s)'in yaşamından alınabilir. Ve bu münasebetle hemen ifade edilmelidir ki Hz. Peygamber (s)'in yaşamında en ufak bir tasavvufî eği¬lim yoktur! İşte kanıtları:

1. Hz. Peygamber (s), her şeyden önce yaşamı, rûhânî ve seküler ol¬mak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye ayırmamıştır. O, bütün hayatında rab¬bânî bir çizgi izlemiştir. Yani, Üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken ibâdetlerini, Kur'ân'ın belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibâdet¬leri yine Kur'ân'ın tarif ve emirleri doğrultusunda (hayatın her tara¬fına serpilmiş biçimde) sosyal dinamikler olarak icra etmiş ve ettirmiştir.
Çok kişisel olan nafileler ve dualar hariç, namaz, oruç haç ve Zekât gibi ibâdetler, gerek Hz. Peygamber (s)'in, gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten, düş¬mana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde ça¬lışmaktan, ya da kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir ruh ve an¬layış içinde uygulanmıştır.

Dolayısıyla İslâm'da manevî ya da rûhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine, Hz. Peygamber (s)'in hayatında çileler, âyinler, semalar, zikir halkaları, «hu» çekmeler, enstrüman ve raks¬lar, beş binlik wirdler, râbıta ve meditasyonlar asla yoktur. Çünkü namazın orucun, hac ve Zekâtın nasıl ki hiç bir tasavvufî yönü yoksa, vahyin inme¬sine az kala, Hz. Peygamber (s)'in geçirdiği kısa uzlet günleri de, asla ta¬savvufî bir çile değildir. Bilakis Allah Teâlâ'dan gelen bir yönlendirme ve O'nun yüce iradesine bağlı bir terbiyedir. Rasulullah (s), üstleneceği çok önemli göreve alışa¬bilmek için âdetâ içgüdüsel olarak özel bir eğitim ortamına havale edilmiş, Allah Teâlâ'nın en büyük ve en son elçisi olarak bütün insan¬lığa getireceği mesajı yüklenebilmek ve metafizik iletişime bünyeyi hazır¬lamak için ilâhî bir itilişle huzurlu ve sakin bir atmosfer içine çekilmiştir. O'nun bir Allah elçisi olarak yaşadığı özel ve yüksek halleri genellemek ve başkaları için de aynısını düşünmek doğru değildir! Bu nedenle O'nun bütün hayatı sırf rabbânîdir; rûhânî ve ruhbânî değildir.

Halbuki sûfîlerin hepsi , bu anlayışın tam tersine büsbütün rûhânî bir yaşam sürdürmüşlerdir. Hatta bazılarının hayat ve gidişâtı hem rûhânîdir, hem de rûhbânîdir.

Onlara göre insan için, biri dinsel (mistik), diğeri ise dünyasal (seküler) olmak üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır, ya da olmalıdır. Dolayısıyla bütün hayatları boyunca biri dinî, diğeri ise dünyevî olmak üzere -âdetâ kalın bir duvarla ayrılmış- birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır.

Nitekim bu sebepledir ki çağdaş tasavvufçular da aynen, hayata din ve dünya olarak iki açıdan bakan Hristiyanlar ve onların izindeki laikler gibi düşünmektedirler. Türkiye'de mistik toplulukların, laiklerle uzlaşırken Müslümanlara sıcak bakmamaları belki de psikolojik olarak bu görüşten kaynaklanmaktadır.

Onların, (kitap ve sünnette yeri olmayan) sema, Hatm-ı Huwâcegân ve râbıta gibi çeşitli biçimlerde âyin ve ibâdet düzenlemeleri de büyük ihti¬malle bu bocalamanın onlar üzerinde doğurduğu ağır stresten kurtulmak ve rahatlamak içindir. Ayrıca bu davranış, Allah'a kulluk etmede Hz. Pey¬gamber (s)'in ibâdet miktarını azımsamak gibi bir eğilimi de sanki haber vermektedir ki işte tasavvufun pek gözükmeyen bir cephesi de budur.

2. Hz. Peygamber (s), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi sergilemiş, vahye dayalı misyonunu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam tersine fonksiyonlarını bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin, sevinmiş, üzülmüş, öfkelen¬miş, danışmış, verdiği karardan vazgeçmiş ve özetle, mahrem olmayan hiç bir beşerî niteliğini gizlememiştir.

Ayrıca Allah Teâlâ'nın, en büyük ve en son elçisi olmanın yanında dev¬let kurmuş ve bizzat devlet başkanlığı yapmış, on binlerce kişilik büyük or¬dulara komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin İmparatorlarına ve devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler gön¬dermiştir. İşte olsa olsa İslâm budur.

Tasavvufçulara gelince onların hemen hiç biri, böyle bir yaşam tarzını asla benimsememiştir. Kılık ve kıyafetlerine varıncaya kadar hemen bütün yönleriyle, herkesten çok farklı olmaya çalışmış, dünyadan el etek çekmiş ya da öyle görünmüşlerdir. İçinde yaşadıkları toplumun hiç bir derdine asla or¬tak olmaya yanaşmamışlardır. Nitekim haçlı savaşları sırasında tasavvufçu¬lardan birinin bile İslâm ordularına katıldığını ya da bu savaşlar hakkında bir tek kelime bile yazdığını tarihler salık vermemiştir! Ferîduddîn-i Attâr'ın, Buhâra halkını Moğollara karşı ayaklandırdığı eğer doğru ise bu, çok istisnâi bir olaydır.

İşte rûhânîlerin, İslâm adına tarih boyunca dünya hayatına karşı göster¬dikleri bu küskünlüğün arkasındaki temel neden, hiç kuşkusuz yine tasav¬vuftur.

Bütün bu özellikler, tasavvufun kavram olarak mistisizmden başka bir şey olmadığını kesin şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim tasavvufu savu¬nan ve onu İslâm'ın rûhî cephesi olarak açıklamaya çalışan çağdaş ilahi¬yatçı-tasavvufçular da bu iki kavramı aynı anlamda kullanmaktadırlar.

“Tasavvuf“ yerine, Nakşibendî şeyhleri tarafından “Mistisizm“ terimi¬nin hiç kullanılmaması, kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu da ta¬savvufla uğraşanların başka bir çelişkisidir.

Tarih boyunca İslâm'ı, tasavvufî nitelikler içerisinde boğmuş olan rû¬hânîlerin hepsinde de esasen bu yetersizlik vardır. Qusheyrî, Muhiddîn-i Arabî ve Suhrewerdî gibi bazıları, kitabî bilgilere büyük ölçüde sahip bulun¬muş olmalarına rağmen tasavvufçuların büyük çoğunluğu (özellikle Türk ve İran kökenli sufîler) geniş bir ufuktan yoksun idiler. Bu sebepledir ki İslâm'ı tasavvufî içeriklerle günümüzdeki şekillere kadar sürüklemiş olan tarîkat liderleri büyük ihtimalle Hind-İran mistisizminden bilinçsizce etki¬lenmişlerdir. Aslında bu etkilenme, müşriklerin mistik coşkuları karşısında onların da büyük ölçüde hayranlık duygularına kapılmış olduklarını haber vermektedir. Bununla birlikte, hele rûhânîliğin güçlü ihtimalle bir psikoz olduğuna bakılırsa bu etkilenmenin hangi sınırlara varabilmiş olduğunu tahmin etmek kolaydır.

Dolayısıyla tasavvufla uğraşanlar, eğer kötü niyetli ve maksatlı olmakla suçlanmasalar bile en azından kültürel yetersizlikleri, sınırsız ha¬yâle daya¬nan ütopik anlayışlarıyla birleşince onların, şirk dinlerinden tah¬min edile¬meyecek aykırılıktaki düşünce ve inanış biçimlerini alıp İslâm'a mal etmiş olabilecekleri ihtimali güçlenmektedir.

Tasavvuf gerçeğinin kaynağını, amacını ve çizdiği yolu bir nebze açık¬lığa kavuşturmak gerekirse onu, şu üç başlık altında özetlemek mümkün¬dür: "Seyr-u sülûk“, "Marifetullah", "Kemal".

Tasavvufun Allah'a ilişkin öğretisi, işte bu üç kavramın ayrıntılarından oluşur.
1. Seyr-u sülûk: Bu kavramla mistik bir eğitim sistemi amaçlanmakta¬dır. Bu sistem ise, çeşitli alıştırma, düşünme ve uygulama aşamalarından oluşur. Tasavvuf yolcusu -sözde- bu aşamalardan sıra ile geçerek olgunlaşır.
Tasavvufun, tarih boyunca birçok din ve felsefeden beslenerek kurum¬laştırdığı söz konusu aşamalar boyunca uygulanan kurallar ve yapılan egzer¬sizler yaklaşık olarak şu isimler altında işlenir:
Biat, tevbe, tarîkat, çile, mücâhede, halvet, uzlet, mâsivâdan istiğna, zühd, kanâat, sabır, tevekkül, teslimiyet, tefvîz, tefeyyüz, telakkun, tefekkür, murâkabe, râbıta, rûhâniyetten istimdâd, zikir ve wird.
Bunları başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecd (kendinden geçme) hali yaşar.

Burada hatırlatmak gerekir ki, bu terimlerin çoğu, lügat olarak İslâm'a aittir. Zaten bütün tasavvuf doktrinleri, esasen batıl dinlere ve felsefelere ait kav¬ramlarla Kur'ânî değerlerin sentezinden oluşturulmuştur. Ancak ya¬bancı olanlara, yoğun Kur'ânî anlamlar yakıştırılmış, Kur'ânî olanlara da şirk nüanslarıyla cahilî içerikler kazandırılmıştır. Onun için vahyin ölçüle¬rine göre İslâm'ı özümseyememiş olan insanlar, bu kavramların içeriğini analiz edemezler. Bunlara depolanmış olan yabancı anlayış ve inanış bi¬çimlerini ayırt edemez, ayıklayamazlar.

2. Marifetullah: Yukarıda anlatılan eğitim sisteminin temel amacı, (İslâm'ınkinden farklı olarak) "marifetullah“'tır. Yani Allah'ı, zatı ve sıfat¬la¬rıyla keşfetmek ve sonunda O'nunla birleşip bütünleşmektir. İslâm'ın amacı ise "ibâdetullah"'tır. (Yani kişinin Allah'a inanması, Zatı hakkında düşünmemesi, buna mukabil eserleri üzerinde ibretle düşünmesi, sıfatla¬rını bilmesi, emir ve ya¬saklarına uymasıdır.)

Tasavvuf yolcusunun, yukarıda anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik hal¬ler ve -sözde- ulaştığı mertebeler ise şu isimler altında ve çok geniş şe¬kilde işlenir:

Allah aşkı (Tarîkat, marifet, hakikat), vecd, sekr, sahw, vahdet, vücûd, şühûd, fenâ, baka, vuslat ve mahw.
Bu noktada, “Allah'da eriyip gitmek", -5 yani "ittihâd" ve "hulûl" söz konusudur! Tasavvufçulardan, örneğin Muhiddîn-i Arabî, Ferîduddîn-i Attâr ve Yunus Emre gibi bir kısmı, bunu açıkça ifade etmekten çekinmez¬ken, diğer bir kısmı, kapalı yorumlarla bu inanış biçimini geçiştirmeye çalı¬şırlar ve sözde “rüsûm âlimleri“'nin bu espriyi anlamaktan aciz olduklarını ileri sürerler!

3. Kemal: Bu, sözde “vuslat“ mertebesidir. Yani sofînin tırmanabildiği en uc noktadır. "Seyr-u Sülûk" denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, -gûyâ- sonunda "İnsân-ı Kâmil" olur; eksiksiz ve tanrılaşmış bir kimlik kazanır. -6 Bu derece olgunlaşmış olan insana ise velî (evliya) denir. O artık «ledünnî» bir ilme sahiptir; gayb âlemine vâkıftır, kalp¬leri okur, zihinlerden geçenleri keşfeder, gizli dünyaları ve uzak meçhulleri ayan beyan bilir; orduların ön saflarında düşmana karşı savaşır; dua ederse nimet, beddua ederse musibetler yağar; deniz üzerinde batmadan, ıslanma¬dan gezebilir; bulutların üstünde uçabilir; Zaman ve mekân onun için kat¬lanır, aynı anda, Mekke'de ve İstanbul'da namaza durur...(!)

Bütün bunlara karşın İslâm'da “takva" yolu vardır. Bu da özetle Kur'ân ve Sünnetin ölçülerine titizlikle uymak demektir. İslâm'da en üstün mer¬tebe işte bu takva mertebesidir -7 ve bunu kazanan her Müslüman Kurân-ı Kerîm'in ifadesiyle “velî“'dir. "Onların üzerinde ne bir korku vardır, ne de üzülürler." İki şeyle nitelenmişlerdir: Birincisi inanmak, ikin¬cisi de Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uymaktır. -8 Aksine, İslâm'da tasav¬vufun empoze ettiği mitolojik bir evliyalık ve ermişlik kesin¬likle yoktur!

Sonuç olarak şöyle dersek galiba pek yanılmış sayılmayız: Tasavvuf öyle hayâlî bir âlem düşüncesidir ki onu, Hz. Peygamber (s)'in gerçek hayatın¬dan yansıyan İslâm'la gâyet kısaca karşılaştırmaya çalışırken bile çok büyük farklar saptayabiliyoruz. Öyle ise birikimlerinin örgüsü içinde Kur'ânî bir¬çok değere de yer vermiş olmasına rağmen, temel, sistem ve amaç bakımın¬dan İslâm'a bir hayli yabancı olduğu artık gün yüzü gibi ortaya çıkmış bulu¬nan tasavvufun ve onun öğretisinden kaynağını alan her kurumun ihti¬yatla karşılanması gerekir.


-7. Kur’ân-ı Kerîm: 48/13
[8]. Kurân-ı Kerîm: 10/62, 63
 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Râbıta “Fenâfillâh“ ve “Nirvana“

FENÂFİLLÂH: Allah'da fânî olmak, Yani (haşa!) Allah'da erimek, O'nunla birleşip kaynaşmak, bütünleşip ölümsüzleşmek ve sonsuzlaşmak demektir.
“Vahdet-i vücûd“'la ilintili olan bu kavram, tasavvufun eksenini oluş­turur ; tarîkatın da temel amacı budur.
Bu idealin, tasavvuf literatüründeki açıklaması ise son derece dolambaç­lıdır. Onun için “Vahdet-i vücûd“ düşüncesine dayalı konular işlenirken çok kapalı üslûplar kullanılır. Bunu, elbette ki zorunlu kılan sebepler var­dır. Bunların en önemlisi, kültür düzeyi çok farklı iki sınıf insanın, tarîkat çatısı altında genelde yüz yüze gelmesidir. Söz konusu iki sınıftan biri rûhânîlerdir. Yani şeyhler ve onların emrindeki mollalar ve halîfelerdir. İkinci sınıf ise cahil mürîd takımıdır. Mürîd ke­simi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerini ge­nelde aile içinde ve camide kaza­nır. Bu bilgiler, "Amentü" nün şartlarıyla basit olarak sınırlıdır. Bu nedenle onların Allah'ı tanıma şekli şeyhlerin­kinden çok daha farklı ve hatta büyük ölçüde Kur'ânîdir.
Onun için bir şeyhe bağlanan eğitimsiz mürîd, tasavvufun uzun ve karmaşık yorumlarına, "vahdet-i vücûd“, “vahdet-i şuhûd“, “mükâşefe“, “istiğrâk“, “fenâ“ ve “bakâ“ gibi çeşitli mistik-felsefî kavramlara ilk başlarda çok yabancıdır ve ge­nelde ömürlerinin sonuna kadar onlara bu konularda en ufak bir sır sızdı­rılmaz!
Tasavvuf kitaplarına gelince Hallâc-ı Mansûr, Ferîduddîn-i Attâr, Muhiddîn-i Arabî ve Abdulkerîm El-Ciylî gibi ancak parmakla sayılabilecek kadar çok az kimse eserlerinde cesaretle ve açık yüreklilikle kanâatlerini açıklamış, diğerlerinin hemen tamamı, özellikle "vahdet-i vücûd“ konu­sunda amaçlarını son derece kapalı anlatımlarla geçiştirmişlerdir. Onların -herhalde- doğabilecek büyük tepkilere karşı bu yolu izledikleri anlaşılmak­tadır. Ancak ne ilginçtir ki bazı tasavvufçular bu konudaki görüşlerini bü­yük bir cesaretle ve gâyet açık ifa­delerle ortaya koymuş olmalarına rağmen onlardan sonra gelen birtakım ta­savvufçu mollalar, ya da duygusal entelektüeller bunların bütün sözlerini ısrarla farklı yorumlamaya ve onların Kur'ânî anlayışa uygunluğunu hara­retle savunmaya çalışmışlardır ki örne­ğin Ömer Ferîd Kam bunlardan biri­dir.
Peki öyle ise tarih boyunca tasavvufçularla İslâm âlimleri arasındaki bitmez tükenmez kavganın esas konusu olan "vahdet-i vücûd“ düşüncesi­nin ve bu düşüncenin bir parçası olan “fenâfillâh“ kavramının içyüzü nedir?
Önce şunu belirtmek gerekir: Eskiden beri bu mesele etrafında o kadar uzun tartışmalar yapılmıştır ki onları burada özetlemek bile imkansızdır, aynı zamanda konumuzun dışındadır. Fakat şu kısa açıklamayı yapmakta yarar vardır:
“Vahdet-i vücûd“ düşüncesi, tasavvufçular tarafından «varlığın birliği» ola­rak ifade edilir. Onlara göre tüm varlıklar esas itibariyle birdir. Ancak bu bir­liğin bir dış yüzü, bir de iç yüzü vardır. İç yüzü bir nurdur ve bu nur, bü­tün kâinâtın, bütün eşya ve olayların ruhudur. Kainatta ne var ne yok hepsi bu ruhtan fışkırmış ve ortaya çıkmıştır. Bu ruh, zâtî bir olgunluğa ve aşkın bir bilince sahiptir.
Tasavvufçular, -büyük ihtimalle- Kurân-ı Kerîm'in el-Hadîd Sûresi'­nin üçüncü âyetini yorumlayarak bu kanâate varmışlardır. Dolayısıyla onlara göre «vücûd birdir» ve «Âlemde Allah'ın vücudundan başka vücûd yok­tur.» Bunu «Lâ mevcûde illellah» diye ifade ederler.
Fakat bu görüş, Kur'ânî anlayışla birçok yönden çelişmektedir. Örneğin Kur'ân'a göre, Allah Teâlâ hiç bir şeye benzememektedir. Halbuki "vahdet-i vücûd“'un arka planına dikkat edilirse oradaki izaha göre: "Heme O'st", yani "her şey O'dur." Şu halde (her şey, Allah ile birlikte bir bütünlük oluş­tur­duğuna göre) O'nun bu kez her şeye benzemesi söz konusu olmaktadır. Nitekim: «(Allah Teâlâ'nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir vücû­dun parçalarıdır.» şeklinde özetlenebilen "vahdet-i vücûd“ inancının üze­rin­deki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular, «Köpek ve domuz da ilahımızdır.»[1] diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu dü­şün­cenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklı­ğıyla ortaya koymuşlardır.
Bu ise tam anlamıyla panteist bir görüştür ve "vahdet-i vücûd“çuların, bu iki anlayış arasında büyük farklar bulunduğuna ilişkin yaptıkları itiraz­lara rağmen hiç bir fark gözükmemektedir.

Panteizmin en kısa özeti ise şöyledir:

«Allah ile tabiat iki bağımsız varlık olmayıp, iki şekilde beliren tek vü­cuttan ibarettir.»[2]
"Vahdet-i vücûd“un da (bizzat sûfîlerden naklen) özeti şöyledir:
«Mevcûd olan bir mümkinin vücûdu kendi vücûdu olmayıp belki başka bir mevcûdun o mümkinde ortaya çıkan vücûdudur.» [3]
Görüldüğü üzere bu iki açıklama arasında içerik bakımından hemen hiç bir fark yoktur. Ancak ne korkunç bir çelişkidir ki, bu her iki açıklama da (“Vahdet-i vücud“ düşün­cesi ile Panteizmin, birbirinden çok farklı şeyler olduğunu ileri süren ve bu yüzden onları karşılaştırmaya çalışarak -sözde- "Vahdet-i vücud"'un Kur'ânî bir hakikat olduğunu savunmaya çalışan) Ömer Ferit KAM'a aittir!
“Fenâfillâh“'a gelince bu ideal, esasen "vahdet-i vücûd“ düşüncesinden doğmaktadır. Bu düşünceye göre insan da -tüm varlıklar gibi- kâinâtın rûhu olarak nitelenen Allah'dan peydahlanmış ve sonunda da O'na dönecek ve O'nunla bütünleşecektir. Bu nedenle insanın, Allah'ı yakından tanıması ve O'na aşık olması (?) gerekmektedir.
İnsanın Allah'ı tanımasına, tasavvuf dilinde «marifetullah», O'na aşık olmaya da «Aşk-ı İlâhî» denir.
İşte tasavvufun önerdiği mistik hayat ve bu hayatın, -tüm çileleriyle ve kurallarıyla- insan için amaçladığı şeyler özetle şöyle sıralanabilir:
1. Önce bir mürşide, (yani bir şeyhe ) bağlanmak;
2. Şeyhin emir ve denetimi altında mistik egzersizler yapmak ve Allah'a aşık olmayı öğrenmek;
3. Yine şeyhin denetiminde çilelerle, zikirlerle, çeşitli âyin ve râbıtalarla «marifetullah»'a ermek, (yani Allah'ı keşfedip tanımak);
4. Önce şeyhde, sonra peygamberde, ondan sonra da Allah'da eriyip gitmek, O'nunla yeniden birleşip bütünleşmek ve sonuç olarak ölümsüz­leşmek.
İşte “fenâfillâh“ budur ve tabii Nakşibendîlik -sözde- mürîdi bu merte­beye ulaştırmak istemektedir. Bunun da yolu «riyâzet» ve «çile» adı altın­daki mistik eğitim sisteminin en önemli halkası olan râbıtadan geçer. Dolayısıyla tekrar râbıtaya dönmek gerekir. Çünkü râbıta-yoga karşılaştırma­sında şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Yogadan nirvanaya giden yol ne ise, râbıtadan fenafillâha giden yol da odur. Onun için ne teorik ne de uygulama bakımından aralarında hiç bir fark yoktur. Yoga ne ise râbıta da odur; Nirvana ne ise fenâfillâh da odur. Tek fark, bu kavramlara verilen değişik kültürlere ait ayrı isimlerdir.
Bir kez daha belirtmekte yarar vardır ki gerek yoga, gerekse râbıta, ikisi de kişiyi sistemli olarak şartlandırmak ve hayâl edilebilecek en yüceltilmiş ideallere onu inandırmak için kendisine uygulanan birer alıştırma şeklidir. Öyle ise temel bakımdan ikisi de birer araçtırlar. Hatta belli bir eğitim sisteminin sa­dece birer aşamasıdır­lar. Nasıl ki yoga egzersizleri ile yoginin “nirvana“ ya hazırlanması amaçla­nıyorsa, aynen öylece mürîdin de “fenâfillâh“ mertebe­sine ulaşabilmesi için ona ilk başlarda râbıta yaptırılır. Tarîkat metinlerinde, râbıtanın tek başına, mürîdi amaca ulaştırabileceği açıkça ifade edilmiştir.[4]
Yine tarîkatın doktrinine göre mürîdin amaca ulaşabilmesi için önünde üç aşama vardır. Bunlar, (yukarıda özetle işaret edildiği gibi) sırayla:
1. "Fenâ fi'ş-şeyh": Şeyhte eriyerek onunla bütünleşmek;
2. "Fenâ fi'r-Rasûl": Peygamberde eriyerek onunla bütünleş­mek;
3. "Fenâfillâh": (haşa !) Allah'ta eriyerek onunla bütünleşmek.
Dikkat edilirse bu sıralama, tarîkatın, mürîdi İslâm’ın evrensel atmosfe­rinden alıp onu çok özel bir çizgiye yerleştirme konusunda oldukça sistema­tik bir rûhânî süreç belirlediğini göstermektedir! Bu özellik aynen yogada da vardır.[5]
Dolayısıyla yoganın amaçladığı "nirvana" ne ise, râbıtanın da amaçladığı "fenâfillâh“ odur.


1. Bk. Abdurrahman Abdulkhâlıq, El-Fikr'us-Sûfiy'yu Fi Daw'il-Kitab'i Wa's-Sunnah, Üçüncü Baskı, s. 153. Tarihsiz-Kuveyt

[2]. Ömer Ferit Kam, "vahdet-i vücûd“, s. 18. Ankara-1994

[3]. Age. S. 86


[4]. Bk. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe s.. 10 Beyazıt Devlet Kütüphânesi No. 243435 istanbul-1923

[5]. Bk. BÖLÜM - II/9 (Râbıta, Meditasyon ve Yoga; El Yoga, J. Tandrio ve B. Ral, s. 11 Mektebe'tul-Maarif, Beyrut-Lübnan 1988.
 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Ben delilleri sunarım duha nefsimi nassın önüne geçirmem din konusundan bahsederken Kur an ve sünnetten delilleri sunarım Münazara burda olmaz böyle yazılarla eğer münazara istiyorsan indirirsin İnspeak diye bir proğram var onu kur pc ne Kur an ve sünnet odasına gelirsin sesli olarak konuşuruz amaçımız tartışmak değil gerçekleri söylemek ?
 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41

ÖRNEK VE ÖNDER ALLAH RESULÜDÜR


بسم الله الرحمن الرحيم
Bilinen bir gerçektir ki bütün peygamberler ,hidayetten uzaklaşmış şirk ve küfür bataklığında yüzen cahil,sapık ve zalim insanları hidayete çağırmak üzere Allah’u Azze ve Celle tarafından gönderilmiştir.

Bu peygamberler ki,Rableri tarafından her türlü şirk,küfür ve dalaletten uzak tutulmuş ve heva ve arzularına göre hareket etmelerinden de korunmuştur.

Bununla beraber,Allah c.c onları ahlak bakımından insanların en faziletlileri olarak seçmiş,hikmet ve yumuşaklık konusunda da onları mütekamil kılmıştır.

Dolayısıyla her konuda mükemmel olan bu insanlardan nübüvveti zedeleyici en ufak bir şey sudur etmemiştir. Neden ?

Çünkü, Allah’ın dinini yaşama hususunda insanların kendilerini örnek ve önder edineceklerinden dolayıdır.

Rabbimiz kerim kitabında bütün resullerin gönderiliş gayesinin,ancak kendilerine itaat edilmesi ve insanların onları her konuda örnek ve önder edinmeleri için olduğunu beyan etmektedir :

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّهِ

( Biz hiçbir Resulü Allah ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik…………)
NİSA. 64.AY.

Yani,insanlardan,hayatlarının her alanında Allah ın istediyi ve o anki Resulün gösterdiği şekilde O na kulluk etmeleri istenmiştir.

Bu kulluk bazen ;

… LA İLAHE İLLALLAH NUH RESULULLAH … şeklinde. Bazen ;

… LA İLAHE İLLALLAH İBRAHİM RESULULLAH … şeklinde.Bazen;

… LA İLAHE İLLALLAH MUSA RESULULLAH … şeklinde. Bazen ;

… LA İLAHE İLLALLAH İSA RESULULLAH … şeklinde ve en son olarakta ;

…. LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RESULULLAH … olarak son bulmuştur.
Ama unutmayalım ki bütün peygamberler Allah’tan kendilerine vahye-dildiği Şeriat ve menhec doğrultusunda O’na kulluk etmiş ve etrafındaki insanları da buna davet etmiştir.

Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor :

لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً

( … Sizden her biriniz için bir Şeriat ve bir menhec belirledik … )
MAİDE.48.AY.

لِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنسَكاً هُمْ نَاسِكُوه

( Biz her ümmet için tabi olacakları bir yol tayin ettik … )
HACC.67.AY.

Önceden uygulanan ibadet şekli ve şemali nasıl ve ne şekilde olursa olsun,eğer bir peygamber Allah’ın dinine davet için gönderilmiş ise, artık onun getirdiklerine harfiyen tabi olunur,onunla niza edilmez ve ona karşı da asla çıkılmaz.

Velev ki bir Peygamber dahi olsa, kendisinden sonra gelen Peygam-bere tabi olma ve onun yoluna uyma zorundadır :

Allah’u Azze ve Celle kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :

وَإِذْ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّيْنَ لَمَا آتَيْتُكُم مِّن كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءكُمْ رَسُولٌ مُّصَدِّقٌ لِّمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُواْ أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُواْ وَأَنَاْ مَعَكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ
( Allah,Peygamberlerden şöyle söz almıştı: ‘Size Kitap ve Hikmet verdim.Sonra da yanınızda bulunanı tasdik eden bir Peygamber geldi mi,ona mutlaka iman edecek ve yardımda bulunacaksınız.İkrar ettiniz ve bu ağır yükümü kabul ettiniz mi ? buyurduğunda (peygamberler) ‘ikrar ettik’ demişler,bunun üzerine Allah’ta : O halde şahit olunuz. Bende sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim buyurmuştu. )
ALİ İMRAN : 81.AY.

{ … Abdullah oğlu Cabir r.a rivayet ediyor ki ; Hattabın oğlu Ömer r.a Tevrat’ın bir nushası ile, Allah Rasulü s.a.v’e gelerek dedi ki ;
- Ey Allah’ın Rasulu, işte bu Tevratın bir nushasıdır. 0 ise buna sukut etti. Ömer’de okumaya başlamıştı, ama buna karşı Allah Rasulü s.a.v’in yüzü kızarıyordu. Ebu Bekr dedi ki Ömer’e ; annesiz kalasın, Allah Rasulü s.a.v’in yüzündeki kızgınlığı görmüyor musun ? Ömer Allah Rasulu’nün yüzünü o halde görünce şöyle dedi ; Allah ve Rasulünün gadabından Allaha sığınırım. – Ey Allah’ın resulü biz - Rab olarak Allah’dan, din olarak İslam’dan, nebi olarakta Muhammed s.a.v den razı olduk. – neden kızdınız ki - Allah Rasulü s.a.v şöyle buyurdular ; Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki ; Eğer Masa a.s çıkagelseydi ve beni bırakıpta ona uymuş olsaydınız, - doğru yoldan sapıtmış olurdunuz. Eğer o hayatta olup benim peygamberliğime ulaşsaydı bana tabi olurdu. - Diğer bir rivayette ise - “ Eğer Musa hayatta olsaydı ancak bana tabi olmakta çare bulurdu. “ }

AHMED : 3 / 387 – 388 – BEYHAKİ ŞUABUL İMAN : 2 / 11 – ABDURREZZAK : 10152 – 19209 – İBNİ EBİ ASIM ES-SÜNNE : 1 / 27 – DARİMİ :

Hulasa,Allah ın kulları arasında onları uyarıcı ve hakka davet edici olarak göndermiş olduğu bütün resullere iman etmek şarttır.

Ama unutmamak gerekir ki,insanın önceki peygamberlere iman etmesi ile kendisine gönderilen peygambere iman etmesi arasında fark vardır.

Bu konuda en belirgin fark ; son olarak gönderilen peygamberin çağ-rısına icabet etme mecburiyeti vardır. Ta ki,o kimse için kurtuluş söz konusu olsun.

İşte Rabbimizin çağrısına icabet ettiğimiz zaman kurtuluşa erece-ğimizen son olarak göndermiş olduğu resulü Muhammed s.a.v .

O da,diğer peygamberlerde olduğu gibi kendisine kulak verip çağrısına icabet edenleri Cennet’le müjdelemiş,davetinden yan çizip uzaklaşanları da Cehennem’le korkutmuştur.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır :

مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيماً

( Muhammed sizin adamlarınızdan birinin babası değil,fakat Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.)
AHZAB.40.AY.

وَإِن تُطِيعُوهُ تَهْتَدُوا

( Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz )
NUR.54.AY.

ALLAH C.C RESULÜ’NE İTAATİ EMRETMEKTEDİR


لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

( Andolsunki Allah ın Resulünde sizin için, Allah’ı ve Ahiret gününü umar olanlar ve Allah’ı çok zikreden kimseler için pek güzel bir örnek vardır.)
AHZAB.21.AY.
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
(…..Resul size neyi verdiyse ,onu alın;sizi neden nehyetti ise, ondan da sakının.Allah’tan korkun,şüphesiz Allah ın azabı çok çetindir.)

HAŞR.7.AY.

( Allah ın davetçisine icabet edin ve ona iman edin ki Allah, sizin için günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi o acı azaptan korusun.
AHKAF : 31.AY.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَآمِنُوا بِرَسُ ولِهِ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِن رَّحْمَتِهِ و َيَجْعَل لَّكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِهِ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيم
( Ey iman edenler, Allah'tan sakınıp korkun ve O'nun elçisine iman edin, ki size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır,çok merhamet edendir. )


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُون

( Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacak- sınız. )
ENFAL : 24.AY.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنتُمْ تَسْمَعُو
Ey iman edenler, Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Siz de işitiyorken, ondan yüz çevirmeyin.
ENFAL : 20.AY.

De ki : " Allah'a itaat edin, Resûl'e itaat edin. Eğer yine yüz çevirir-seniz, artık onun – peygamberin - sorumluluğu kendisine yüklenen, sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir."
NUR : 54.AY.

Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.
AHZAB.36.AY.

Allah u Azze ve Celle bu ve bununla eş manalı daha bir çok Ayet’i keri-mesinde Resulüne imanı , itaatı ve onun getirdiklerine ittibayı açıkça emretmektedir.

Ayrıyeten,Resulünün davetine uyanların doğru yolu bulacaklarını ve kurtuluşa ereceklerini de bildirmiştir.

Şüphesiz ki inanan bir kimse için yolunun ,yordamının,inancının ve amelinin örnek alınacağı tek şahsiyet Allah’ın resulünün oluşu,onun vahye dayalı bir yol izlediğinden dolayıdır.

Yani, Allah resulü s.a.v’in dinle alakalı bütün inanç ve amelleri, Allah’tan kendisine vahyedilen şeyler olduğundan dolayıdır.


Rabbimiz Kerim Kitabında şöyle buyurmaktadır :


وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَ إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
O, heva ve arzusundan konuşmaz. Onun söyledikleri, yalnızca kendisine ilka edilen bir vahiy’dir. “
NECM : 3 - 4. Ay

إِنْ أَتَّبِع إِلَّا مَا يُوحَى إِلَي
( Ben, ancak bana vahyolunana uyarım … )
AHKAF.9.AY.

Dolayısı ile,Resule itaat etmenin Allah’a itaat etmek olduğu gayet açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

RESULE İTAAT ALLAH’A İTAATTİR

Şüphesiz ki Rabbimiz Resulüne itaati kendine itaat olarak kabul etmiştir. O, kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :

مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَاللّهَ

( Her kim Resule itaat ederse,o aslında Allah’a itaat etmiş olur………
NİSA.80.AY.


إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ


( Gerçek olan şudur ki,sana beyat edenler,aslında Allah’a beyat etmiş-lerdir…….)
FETH.10.AY.

Allah Resulü s.a.v ise bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır :

( ….. Ebu Hureyre r.a dan : Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir.Bana karşı gelip isyan eden de, Allah’a isyan etmiştir ……)

BUHARİ.15.6986.S MÜSLİM : 6.1829.N

ALLAH’I SEVMENİN İSBATI RESULE İTAATTİR

Allah’u Azze ve Celle kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

( Deki : Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafur dur, Rahim’dir. )

ALİ İMRAN.31.AY.

Bu ayetin mesajına göre,Allah’ı sevmenin isbatı,O’nun resulüne itaat etmektir. Başka bir ifadeyle : Allah’ı sevdiğini iddia ettiği halde, O nun resulünün yolunda olmayan ona ittiba etmeyen, onun metoduna ve menhecine uymayan her kişi, bu sözünde yalancıdır. Yani Allah’ı sevme sözünde yalancıdır.

Yani,seven sevgisini,sevdiğine itaatiyle ortaya koyup isbat etmesi gerekir. Dolayısiyle, Kur’an ve sünnet teki zikri geçen sevgi ifadeleri itaat manasında anlaşılması gerekir.

RESULULLAH’I KENDİSİNE ÖRNEK EDİNEN BİR KİMSE NİZA ANINDA
ONUN HAKEMLİĞİNE BAŞVURMA MECBURİYETİNDEDİR
Resulullah s.a.v’i örnek ve önder edinmenin gereklerinden birisi de, ihtilaf anında onun hakemliğine baş vurup onun koyduğu hükümlere itiraz etmeden tam bir teslimiyet göstermektir.

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُر ِيدُو نَ أَن يَتَحَاكَمُواْ إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَن يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيداً

Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuş-lardır. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister
NİSA.60.AY.

فَإِن تَنَازَ عْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

( ……….. Eğer bir mevzuda ihtilafa düşerseniz ; Allah’a ve Ahiret gününe iman etmiş iseniz onu, Allah’a ve Resulüne havale edin.Bu daha iyi ve sonuç itibariyle de daha güzeldir. )
NİSA.59.AY.

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجاً مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيماً
( Hayır öyle değil ; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar )
NİSA.65.AY.

إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

( Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü: "İşittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır )
NUR.51.AY.

Rabbimizin zikredilen bu Ayet’i kerimeleri delalet ediyor ki; insanların, gerek dinin usulüne ve gerekse furuuna dair ihtilafa düştükleri her husus Kur’an’a ve Sünnet’e havale edilecektir.

Allah’u Taala “ Eğer Allah’a ve Ahiret gününe iman etmiş iseniz böyle yapın “ Buyurarak,meselenin önemini ve bu şekildeki hareketin, Allah’a ve Ahiret gününe imanın iktizasından olduğunu beyan etmektedir.

Ve yine Rabbimiz,kendi mukaddes zatına yeminle ifade ediyor ki; bütün işlerde Resulünü hakem tayin etmedikçe hiçbir fert iman etmiş olamaz. Çünkü, onun vahye dayalı olarak verdiği hükümler, gizli ve açık,içten ve dıştan her zaman bağlanılması vacip olan hak ve gerçeklerdir.Bundan dola-yıdır ki Allah’u Azze ve Celle :

( … Sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinden bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen o hükme teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar. )

buyurmaktadır.

Ve yine,muhakeme için Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine davet olunan-ların sözlerinin ; işittik ve itaat ettik demeleri ve bu şekilde davrananların ise, kur-tuluşa eren mü’minler olduğu beyan edilmektedir.

Yani, mümiler, haklarında verilen hükmün karşısında ; bir mudafa, bir munakaşa ve bir karşı koyma göstermeksizin …..biz bu hükmü işittik ve buna teslim oluyoruz.. demelerinin gerektiği anlatılmaktadır.

RESULULLAH’A MUHALEFET, İNSANIN BAŞINA BİR FİTNE GETİRİR

Bilinen bir gerçektir ki,hayırlı şeylerle meşkuliyet insanın güzel şeylerle karşılaşmasına vesile olduğu gibi,kötü ve çirkin şeylerle meşkul olmakta insanın bir takım fitne ve musibetlerle karşılaşmasına vesile olur.

Başka bir ifadeyle ; Allah’a ve Resulüne itaat etmek ,güzelliklerin celbine vesile olduğu gibi,muhalefet edip isyan etmekte,musibet ve belaların celbine vesile olur.
Allah’u Azze ve Celle kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :

فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

( ……… O’nun emrine muhalefet edenler,kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya onlara acı bir azabın çarpmasından sakın-sınlar. )
NUR.63.AY.

(… Ebu Hureyre r.a dan ; dedi ki : Resulullah s.a.v’i şöyle buyu-rurken dinledim : Size neyi yasakladıysam ondan uzak durunuz, size neyi emretti isem ondan da gücünüz yettiğini yapınız. Şüphe yok ki sizden öncekileri helak eden şey, çok soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleridir. )
BUHARİ . 15.C.7151.S

( … İbn Ömer r.a dan ; Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Ben kıyametin önünde kılıçla gönderildim. Benim rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı. Zillet ve cizye ödemek, emrime muhalefet edenler üzerine kılındı…….)
BUHARİ .6 .C.2733.S

(……Abdullah İbn Ömer r.a dan ; Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Her işin bir canlı dönemi vardır. Her canlılığında bir sukunet dönemi vardır. Benim sünnetimde sükun bulan hidayete ermiştir, süne-timden başka şeyde sükun bulan kişi de helak olmuştur. )

CAMİU’S-SAĞİR : 2.C.1352.N

Bu ve emsali delillerin ortaya koyduğu mesaj gayet açık ve nettir ki, o da ; Allah resulü s.a.v in emrine,yoluna, yordamına muhalefet etmek insanın başına bir takım musibet ve belaların gelmesi celbeder.


ALLAH RESULÜNE MUHALEFET ETMEK,AMELLERİ İPTAL EDER

Yine İslam’ın bilinen gerçeklerinden bir diğeri de; …..İyilikler nasıl ki kötülükleri siliyor ise,kötülükler de iyilikleri siler.

Başka bir ifadeyle….. Allah’a ve resulüne itaat etmek günahların affına sebeb olduğu gibi,muhalefet edip isyan etmekte amellerin iptaline sebep olur.

Allah’u Azze ve Celle kerim kitabında şöyle buyurmaktadır :

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا َعْمَالَكُمْ

( Ey İman edenler! Allah’a itaat edin,Resulüne itaat edin ve amelleri-nizi iptal etmeyin. )
MUHAMMED.33.AY.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَن تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنتُمْ لَا تَشْعُرُونَ
“ Ey iman edenler,seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükselt-meyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp söylemeyin ; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. “
HUCURAT : 2.AY.
Bu ve emsali Ayet ve Hadislerin ortaya koyduğu mesaj gayet açık ve nettir ki, oda ;

Allah resulü s.a.v bir şeye hükmettiği zaman,artık hiçbir müslümanın ona muhalefet etmesi, görüşünü ve kanaatini onun hükmüne tercih etmesi, veyahutta bir başkasının görüşünü ve içtihadını – çeşitli tevillerle de olsa - ona tercih etmesi asla mümkün değildir.

Müslüman olmak ; kendi düşünce,davranış ve seçme özgürlüğünü Allah ve resulüne teslim etmek demektir.

Hiçbir akıllı insan,iki zıt davranışı birleştirmeye kalkışmaz. Yani:

“…Müslüman olmak veya müslümansa Müslüman kalmak isteyen kimse, mutlaka Allah ve resulünün Kur’an ve sünnetteki emir ve yasaklarına boyun eğmek zorundadır. Boyun eğmeğe tenezzül etmeyen kimse ise,müslüman olmadığını kabul etmelidir. Çünkü İslamiyet teslimiyet demektir…”

Bir başka ifadeyle; “…..Ben müslümanım deyipte,teslimiyetini Allah’a ve resulüne değilde,başka şeylere gösteren kimse,bu sözü ile yalan söylediğini kabul etmesi gerekir.

Çünkü isim ile müsemma arasında bir uyum yoktur.Yani,müslümanım diyor ama islama teslimiyeti yoktur….”

KIYAMET GÜNÜNDEKİ NEDAMET

Hiç şüphesiz ki,Allah resulü s.a.v in yolunda yürümeyen,onun metod ve men-hecini kendilerine metod ve menhec edinmeyen, Allah’ın dinini onun anladığı ve yaşadığı gibi anlayıp yaşamayanlar,kıyamet gününde büyük bir pişmanlık içerisinde olacaklardır.
Rabbimiz kerim kitabında,böyle bir akibeti boylamamaları için kullarını dünya da uyardığı gibi,kıyamet gününde de nasıl rezil ve rüsvay olacaklarını şöyle haber vermektedir :ً
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَا رَبَّنَا آتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْنًا كَبِيرً
( Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki : " Eyvahlar olsun bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve keşke Resûl'e itaat etseydik."
Ve yine dediler ki : " Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular."

" Rabbimiz, onlara azabtan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et. )
AHZAB : 66.67.68.AY.

Ve yine Furkan suresinde de,Allah resulü s.a.v in getirmiş olduğu dini yaşantıda onun metod ve menhecine göre hareket etmeyenlerin durumu şöyle anlatılmaktadır :
ً وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولًا
( O gün - Allah’a ve resulüne itaat etmeğerek kendisine - zulmeden kimse ellerini ısırarak şöyle der : ” Ahhh keşke peygamberle beraber bir yol edinmiş olsaydım …. Yazıklar olsun bana,ne olurdu falanı filanı kendime dost edin- meseydim.Çünkü o, bana gelen – Kur’an ve Sünnet – zikrinden beni saptırdı. Zaten şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakandır . )
FURKAN.27.28.29.AY.

Öyleyse Rabbimizden niyazımız ;


“ … HENÜZ HAYAT SERMAYESİ ELİMİZDE İKEN , BİZLERİ RESULÜNÜN YOLUNA HAKKIYLA İTTİBA EDEN KULLARINDAN OLMAMIZI NASİP EYLESİN …. “



VELHAMDU LİLLAHİ RABBİL ALEMİN



TACUDDİN EL- BAYBURDİ









 

kemi

New member
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
149
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
İSLAM’DA BAĞLILIK ŞAHISLARA DEĞİL KUR’AN’A VE
SÜNNETEDİR

بسم الله الرحمن الرحيم

Değerli Müslümanlar ! bilindiği gibi İslam aleminde göze çarpan en çirkin durumlardan birisi de, inananların dinleri hususunda kendilerine bağlanmış olduğu kimseleri körü körüne taklit etme arızasıdır.

Ve bu çirkin arızadan dolayıdır ki bu gün Müslümanların hali perperi-şandır…. İnanın öyle bir hale gelinmiş ki, Müslümanlar artık birbirlerini rahatlıkla tekfir eder haldedirler…

İblis ve yandaşları onları öyle parçalamış ve öyle zerreler misali dağıt-mış ki, inanın bir cemaatin inanılması gereken bir iman esası dediğine diğer bir cemaat rahatlıkla küfür demektedir.

Bir grupta namaz kılmayanın hükmü şirk ve küfür olarak anlatılırken, diğer bir grupta sadece iki kelimenin nutku ile bir insan Müslüman olarak kabul edilmektedir.

Bir cemaatin helal dediğine, bir başka islami cemaat rahatlıkla haram diyebilmektedir.

Bir grupta namazın şartları on iki olarak zikredilirken, diğer bir grupta daha farklı bir rakam zikredilmektedir.

Bir grupta kan abdesti bozarken, diğer bir grupta bunun tam aksi zikre-dilmektedir.

Yine aynı şekilde ; Bir grupta kadına dokunmak abdesti bozarken, diğer bir grupta bunun tam aksi zikredilmektedir.

Hulasa, inanın burada zikretmekte zorluk çekeceğimiz daha nice itikadi ve ameli bir çok mesele var ki bunlar, her grubun, her camianın farklı farklı anladıkları ve yaşadıkları şeylerdir…

Değerli kardeşlerim ! elbetteki bu birbirine zıt farklılıklar, bu karışıklılar ve bu keşmekeşlik samimi Müslümanları üzen çirkin şeylerdir.

İşte bundan dolayıdır ki ben, bu üzüntümü isbat etmenin bir yolu olan ; inanan siz kardeşlerime ve sizlerin vesilesi ile de diğer bu konudaki problemleri olan kardeşlerime konu ile alakalı nasihat etmeyi uygun gördüm.

Rabbimden niyazım ; konu ile alakalı nasihatimde bana kudret ve kuvvet, sizlerede güzel bir anlayış nasip etsin..

Değerli Müslümanlar ! bilindiği gibi bu yönlü dini parçalamaya yönelik bloklaşmalar, gruplaşmalar ve tefrikacılık, islamın özüyle çelişen ve çekişen bir durumdur…. İşte bundan dolayıdırki Rabbimiz Allah’u Azze ve Celle kerim kitabında bu gibi durumlardan inananların uzak durmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur.
وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّق
{ Topluca Allah’ın ipine yapışın,ayrılmayın,parçalanmayın ……. }

İSRA : 36.AY.

وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ تَفَرَّقُواْ وَاخْتَلَفُواْ مِن بَعْدِ مَا جَاء هُمُ الْبَيِّنَاتُ وَأُوْلَـئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
{ Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp da ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte böyleleri için elim bir azab vardır. }

ALİ İMRAN : 105.AY.

“ Dini dosdoğru ayakta tutun, onda artılığa düşmeyin….. “
ŞURA : 13.AY.

“ – Ey Muhammed ! – Fırka fırka olupta dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişkin olamaz. Onların işi Allah’a kalmıştır.Yaptıklarını onlara sonra gösterecektir. “
EN’AM : 159.AY.

Rabbimizin bu Ayeti celilerinden sonra O’nun biricik resulü s.a.v de bu konuda şöyle buyurmaktadır :

“… Abdullah İbn Mes‘ud r.a’ dan : Rasulullah sa.v bir gün ashabı ile otururlarken, yere bir çizgi çizerek : Bu Allah’ın yoludur, dedi. Ve o çizginin sağına soluna cılız cılız çizgiler çizerek tekrar buyurdular ki : Bunlar da, her birinin kavşağında bir şeytanın oturduğu ayrı ayrı yollardır. Ondan sonra da : “ İşte bu benim dosdoğru yolumdur, ona tabi olun, başka yollara tabi olmayın ki, sizi O’nun yolundan ayır-masın ” Ayeti kerimesini okudu...

AHMED : 1 / 435 – 465 – DARİMİ : 1.C.208.N – HAKİM : 2 / 318 – M.ZEVAİD : 7 / 22



“ … Ebu Hureyre r.a dan gelen bir hadislerinde ise Resulullah s.a.v şöyle buyurur : Allah’u Teala sizin için ………… kendisine hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmenizden ve toptan Allah’ın ipine yapışarak fırka fırka olmamanızdan razı olur…….. “
MÜSLİM : 5.C.1715.N

“... Şüphesiz ki sizden evvelki ümrnetler ihtilaf ettiler de, ihtilafları kendilerini helak…. “
BUHARİ : 11.C.5155.S

“ Cemaata yapışın, cemaati iltizam edin. Fırkalaşmadan ve ihtilaftan sakının. Şeytan tek kişiyle beraberdir, iki kişiden biraz daha uzak- tır. “
TİRMİZİ : 4 2254.N – EL- KENZ : 8.c. 207.S
“ … Nu’man bin Beşir r.a dan. Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : “ … Cemaat – yani birlik ve beraberlik – rahmet, bereket, ayrılık ise azabtır. “
AHMET : 4 / 278 – 17981.N – C.SAĞİR : 2.C.1825.N

“ … Ebu Musa r.a dan. Resulullah s.a.v buyurdularki : “ ……. Birbirinizi seviniz, ihtilaf etmeyiniz. “
BUHARİ : 6.C.2828.S
Bildiğiniz gibi bu ve bununla eş manalı Ayet ve Hadisler bir hayli çoktur. Biz inşaallah bu zikredilen delillerle Müslümanların bu konudaki arıza-larının ne derece çirkin bir şey olduğunu anlamışızdır.

Ama ne yazık ki bu kadar uyarılara rağmen – biraz öncede ifade ettiğimiz gibi – bu gün birçok ülke sınırları içerisinde yaşayan Müslü-manlar ırkçılık propakandası ile önce kürt, türk, arap, acem vs diye parçalara ayrılmışlardır….

Böyle bir parçalanma eyleminin ardından da, mezhebi ve meşrebi taassubun gündeme getirilmesi ve tahrik edilmesi neticesinde, birbirle-rine karşı katı ve musamahasız mezhebi bloklaşmalar oluşturmuşlardır.

Bunun ardından ; mezhebi dairelere sığamayan inananlar, aynı mez-hepten olmalarına rağmen değişik grup ve ekollere ayrılmışlardır….

Hatta ve hatta ; aynı grup içerisinde ve aynı isim adı altında zerreler misali dağılmışlar ve paramparça olmuşlardır….. Bunu, çevrenize baktı-ğınızda rahatlıkla görebilirsiniz….

Bu gün tarikat adı altında kaç tane grup vardır….. Nurculuk adı altında kaç tane grup vardır ; Yazıcılar, Okuyucular, Med Zehracılar,Fetullahcılar ve Aczimendiler diye…..
Değerli kardeşlerim ! işin acı tarafı ; inananlar öyle bir hale gelmişler ki, inanın kendi mahallesinde oturan bir müslümanla dahi grupsal taassup yüzünden yan yana gelmemekte ve aynı apartman kapısından girip çıkmalarına rağmen birbiri ile selamlaşmamaktadırlar…

Kitaba ve Sünnete sırtları dönük olan bu zavallılar, bu parçalanmış-lıktan da rahatsız olmamakta ve : ….. Allah’a giden bir çok yol vardır, hedef aynıdır, dolayısıyla sen o yoldan ben bu yoldan, sen o yamaçtan ben bu yamaçtan ilerleyelim …. Diyerek içerisinde bulundukları bu çirkin hallerini de meşru göstermeye çalışmaktadırlar.

Tabi ki bu musibet ve belanın en büyük sebebi, içerisinde bulundukları cehalettir… Yani, Kur’ana ve Sünnete olan vukufiyetlerinin cılızlığıdır…

Diğer bir ifadeyle ; İslamdaki bağlılığın şahıslara değil de Kur’ana ve Sünnete olduğu husunundaki cehaletleridir…. Çünkü bu insanların hemen hemen kısmı azamının bağlandıkları nokta şahıslardır, Kur’an ve Sünnet değildir…. Her ne kadar bizler de Kur’an ve Sünnet çizgisindeyiz deseler de…

Halbuki Kur’ana ve Sünnete hakkıyla fukufiyeti olanlar göreceklerdir ki , Allah’u Azze ve celle Müslümanlara tek bir yoldan bahsetmiş ve kendi rızası için yan yana gelenlere de başka yollar edinmeyin demiştir…

Her gün defalarca okuduğumuz Fatiha suresinde Rabbimiz ; ihdina’s sıratel mustegiym ….. bizi doğru yola ilet, hükmüyle yolun tek olduğunu vurgulamış ve bizleri doğru yollara ilet şeklinde bir ifade kullan-mamıştır.

Ve yine En’am suresindeki ; “ İşte bu benim dosdoğru yolumdur, ona tabi olun, başka yollara tabi olmayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın ” ifadesiyle de aynı gerçeği zikretmiştir…. Yani yolun tekli-ğinden bahsetmiştir.

Ama unutulmamalıdır ki bu kadar delillerin serdedilmesine ve bu konuda nasihatlerin yapılmasına rağmen, hala Kitabın ve Sünnetin sadece adını kullanarak etraflarındaki insanları kişisel yorum ve anlayışlarından kaynaklanan beşeri yollara davet edenler, Allah’a giden yolun üzerinde oturan ve onun berraklığını bulandıran facir kimse-lerdirler…. Bunu akıllarından sakın çıkarmasınlar…. Çünkü bu anlamda bir çok insan hakkı hakikatı bilmesine veya görmesine rağmen – bir çok endişelerinden dolayı – bundan yüz çevirmektedir….

Ve tabi bunula beraber yine unutulmamalıdır ki ; kendilerine dokunul-mazlık kazandıran bu kimselere körü körüne itaat eden ve bu kimselerin ağızlarından çıkan her türlü sözü de hak kabul ederek bunları ilahi tenkitten tenzih eden kimseler de aynen ; cahiliye dönemindeki Latt, Menat, Uzza ve Hubel gibi kabir ve türbelerde yatan şahısları Allah’a yaklaşmak için vesile edinen kimseler gibi niyetleri iyi olupta sapıklık içerisinde olan kimselerdir….

Bunlar da eğer bu kadar delil ve nasihatlere rağmen hala odunumun parası derseler hiç kusura bakmasınlar, bunun hesabı çetin olur.

Hatırlarsınız Allah Resulü s.a.v’in kendilerini islama davet ettiği o toğluluğun ileri sürdükleri sözlerini….

Onların, geçmişte yaşamış Salih insanlar olan bu kimselere saygı ve tazimde bulunurlarken, veya onlar adına ortaya atılan kanun, nizam ve ibadet şekillerine din adına sarılırlarken….. bizim kötü bir niyetimiz yok, biz bunlara ibadet etmiyoruz, biz sadece bizi daha fazla Allah’a yaklaştırsınlar diye bunları vesile ediniyoruz….. dedikleri gibi, aynen zamanımızdaki yüzbinlerce şaşkın da ;

Beylerine, efendilerine, şeyhlerine, üstazlarına ve ağabeylerine itaat ederlerken ;

“ … bizim kötü bir niyetimiz yoktur, biz bunlara ibadet de etmiyoruz, - sanki onların önlerinde secdeye mi kapanıyoruz - biz sadece bizi daha fazla Allah’a yaklaştırsınlar diye bunları vesile ediniyoruz …..” demektedirler… Yani ileri sürülen sözler ve pahaneler aynı…

Öyleyse dikkat edin ey inandığını söyleyenler ! akibette aynı olabilir. Çünkü bu itaatler ve ibadetler Allah’a değil, Allah’tan başkalarına yalpan itaat ve ibadetlerdir…. Neden ?

Çünkü itaat edilen hükümler, Allah’ın Kur’an ve Sünnet’te ortaya koyduğu hükümler değil, insanların din adına – heva ve arzularına göre hazırladıkları ve - ortaya attıkları hükümlerdir…

İşte bu çirkin durumdan dolayıdır ki, Müslümanlar bu gün bahsi edilen nedenlerden dolayı param parça olmuşlar, bulundukları grubun maya-sıyla mayalanmışlar, boyasıyla boyanmışlar ve gerçek islami kimliklerini inanın yitirmişlerdir.

Bu kimseler, bulundukları ortamlardan o kadar emin ve o kadar kendi-lerini garantide görüyorlar ki, inanın - hatırlatılmasına rağmen – Kur’an ve Sünnet’le karşı karşıya gelmemekte ve davet olundukları ilahi vahiyle kendi aralarına Beylerini, efendilerini, şeyhlerini, üstazlarını ve ağabeylerini sokmaktadırlar….

Kur’an ve Sünnet ölçüsünden uzak bir teslimiyetle bağlandıkları bu ağalarına ve beylerine ; … bu hükmün kaynağı nedir ? …. Bu konu da bir delil var mıdır ? … bunu kim emrediyor ? … sorusunu dahi sorabilecek cesaretten uzak bir taassupla beyleri ağaları ne derse onu yapmak-tadırlar...

Tabi bu arada sıradan kabul ettikleri bir Müslüman, kendilerini Kur’an ve Sünnet ölçüsünde uyardığı zaman da, yüce payeler verdikleri efendileri ile o müslümanı mukayese ederek ; efendi bu şeyleri şimdi sen biliyorsunda bizim ustad bilmiyor mu ? …. Yani bunlardan senin haberin var da bizim şeyh efendi bunlardan haberi yok mu ? …. Diyerek gülüp geçmektedirler.

Elbetteki onların güldükleri bu duruma biz gülmüyoruz… Çünkü bu durum gülünecek bir durumdan ziyade, şeyhlerin ve üztazların ilahlaş-tırılması hadisesidir….. Manasını mahiyeti bilmedikleri bir putçuluğa karşı olan bu beyefindelerin öncelikle gönüllerine yerleştirdikleri bu putları kırmaları gerekir… Çünkü aşılması gereken ilk engel ve kırılması gereken ilk put budur…..Yani sokaklardaki cansız taşları kırmaya talib olanların işe buradan başlamaları gerekir.

Değerli kardeşlerim ! yine hatırlarsınız tarihte ehli kitabın bu anlamda nasıl şirk ve küfre düştüklerini.

Allah’u Azze ve Celle bu konuda şöyle buyurmaktadır.:

“... Onlar hahamlarını ve rahiplerini - yani din adamlarını - Allah’tan gayri rabb’ler edindiler…… “
TEVBE : 31.AY.
Bu Ayeti kerimeyi en güzel şekilde izah eden Allah resulü s.a.v’in şu hadis’i şerifine iyi dikkat edelim.

“... Adiy İbn Hatem r.a’dan : Kendisine islam daveti ulaşınca şam’a kaçmış ve cahiliyye devrinde hıristiyan olmuştu.Allah Rasulü s.a Adiy İbn Hatemin kız kardeşine hediyeler verip ihsanda bulunarak, kardeşinin geldiği zaman kendisinin yanına getirilmesi için teşfik etmişti…. Nihayet Adiy Medineye gelmişti.Onun gelişini haber verdiler. Boynunda gümüş bir haçla Allah rasulünün yanına girdi. Allah Rasulü s.a.v ona şu ayeti kerimeyi okudu : “ Onlar hahamlarını ve rahiplerini, Allah’tan gayri rabb’ler edindiler. “
Bunun üzerine Adiy İbn Hatem : Onlar hahamlarına ve rahiplerine ibadet etmiyorlardı ki, dedi. Allah Rasulü s.a.v şöyle buyurdu : Ey Adiy, onların dediklerine uymadılar mı ? Onlar helalı haram, haramı da helal yaptıklarında onların bu dediklerini kabul etmediler mi ? Adiy,evet deyince, Resulullah s.a.v : İşte onların hahamlarına ve rahip-lerine ibadetleri budur.Ve işte onların hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabb’ler edinmeleri böyle olmuştur. dedi.

TİRMİZİ : 5.C.3292.N – AHMED :

İşte bu delillerin açık ifadelerinden anlaşılıyor ki, Allah’ın dinini yaşa-mak isteyen insanların Alimlerini, Hocalarını, Üstazlarını delilsiz körü körüne taklit etmeleri neticesinde, başlarına doğru yoldan sapma ve Allah’tan gayri rabb ve İlah edinme gibi belalar getirmiştir.

Unutmayalım ki bu kural aynen bizim için de geçerlidir… “ Çünkü hüküm illet üzere döner “ … Yani aynı problem kim de vuku bulursa bulsun, o kimse de aynı hükmü giyer.

Ama bu demek değildir ki, insanlar dinlerini yaşamada alimlere , Hoca-lara ihtiyaçları olmaz, onlara bir şeyler sormaz…. Hepinizin de bildiği ve duyduğu gibi ; “ Alimler peygamberlerin varisleridirler ” sözü Allah Rasulü s.a.v’in sözüdür..
EBU DAVUT : 4.C.3641.N
Bizim buradaki anlatmak istediğimiz şey, dinini yaşamaya çalışan insanların Alimlerini, Hocalarını, Şeyhlerini veya Ağabeyilerini dinlerken, onların ağızlarırdan çıkan her sözün hak olduğunu peşinen kabullen-melerinden önce, onu araştırmaları gerekir… Veya anlatan kim olursa olsun, din adına anlatılan şeylerin delilini onlardan istemeleri gerekir…

Unutmayalımki böyle şer’i bir metodla hareket etmek, inananların hem sıhhatli bir din yaşamalarına vesile olacak, hem de birlik ve beraberlik sağlanacaktır…. Herkesinde yakinen bildiği gibi, müslümanlar arasındaki bu yaygın hastalık - yani guruplaşmalar ve ayrılıklar - inanıyorum diyen-lerin başlarına büyük bir bela olmuştur….

Bunların müsebbibi olan şeytan ve avaneleri arzularına ulaşabilmek için inananları parçalamayı, çeşitli gurup ve ekollere bölmeyi bir görev bilerek sistemli bir şekilde çalışmaya girmişler ve neticede de bu arzu-larına kavuşmuşlardır.

Ama unutulmamalıdır ki bu başarı, bir tarafın mükemmel çalışması, diğer tarafın ise lakayıt ve pasif kalmasından meydana gelmiştir.

Şeytan ve avaneleri mükemmel çalışmalarının neticesi bu başarıyı elde etmişlerdir… Ama inanıyorum diyenler ise, delilsiz körü körüne hareket etmekle, bananecilikle ve hasetsen dinlerine karşı samimiyetsiz ve lakayıt tavırlarıyla meydanı karşı tarafa terk etmişlerdir.

Oysa ki Allah’u Azze ve Celle, şeytanın hile ve tuzağının zayıf oldu-ğunu bizlere bildiriyor…. Peki o zaman insanın aklına şu gelmez mi ? ..

Demekki inananların Kur’an ve Sünnete olan bağlılıkları, şeytanın o zayıf hilesinden daha çürükmüş….. İnanın imsanın aklına bundan başka bir şey gelmiyor.

İNANANLARIN BAĞLILIKLARI KUR’AN’A VE SÜNNET’E OLMALIDIR
Değerli kardeşlerim ! ben son olarak bir bab daha zikrederek konuyu bitirmek istiyorum. O da ; dersimizin başlığı olarak zikrettiğimiz gibi İslam da bağlılık mutlaka Kur’ana ve Sünnet’e olmalıdır kuralının delilleri ve onların anlaşılması hususunda bir izah.

Bu konu da bir müslümanın bilmesi gereken en önemli husus Allah resulü s.a.v’in dahi kendisine bağlandığı şey Kur’an ve Sünnet idi… Yani o dahi Allah’ın kendisine indirdiği Kitaba ve hikmete bağlıydı.

Rabbimiz Kerim Kitabında şöyle buyurmaktadır :

“ Rabbinden sana vahyedilene uy ….. “
EN’AM : 106.AY.

“ ….. Biz sana vahyetmezden önce sen kitap nedir iman nedir bilmezdin…… “
ŞURA : 52.AY.

وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَ إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
O, heva ve arzusundan konuşmaz. Onun söyledikleri, yalnızca kendisine ilka edilen bir vahiy’dir. “
NECM : 3 - 4

“ Ben, ancak bana vahyolunana uyarım … “
AHKAF.9.AY.

وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيماً

".... Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi. Ve bununla sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah'ın senin üzerindeki fazlu keremi çok büyüktür."

NİSA : 113.AY.

İşte bu ifadeler değerli kardeşlerim, Resulullah s.a.v’in dahi vahye uyduğunu ve dinle alakalı hiçbir konuda kendi inisiyatifine dayalı bir şey ortaya koymadığını bizlere anlatmaktadır.
Rabbimiz Subhanehu ve Teala resulune vahye tabi olmasını emrettiği gibi, elbetteki bizlerede vahye tabi olmamızı ve ona bağlı kalmamızı emretmektedir.

Rabbimizin bu husustaki mesajları şöyledir :

مِّن رَّبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُواْ مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء قَلِيلاً مَّا تَذَكَّرُونَ اتَّبِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَيْك
{ Rabbinizden size indirilene uyun,O’nun dışındaki şeyleri dostlar edinipte onlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz. }

A’RAF.3.AY.

Değerli kardeşlerim ! öyleyse sözü daha fazla uzatmaya gerek yoktur. İslamda bağlanılması gereken Kur’an ve Sünnet’tir… Bunun haricinde hiçbir şeyin bağlayıcılığı olmadığı gibi, makamı ve mevkisi ne olursa olsun hiçbir şahsiyetinde kendisine bağlanılması gerekmez.

Rabbimden niyazım bizlere, körü körüne hareket etmekten ziyade şuurlu, basiretli ve delillere dayalı bir din yaşamamızı nasip eylesin…

AMİN

VEL HAMDU LİLLAHİ RABBİL ALEMİN




TACUDDİN EL- BAYBURDİ
 
Üst Alt