Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şehid

anonim

New member
Katılım
11 Eki 2011
Mesajlar
137
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Konum
daha bulunmadi...
M.Mutahhari.

Şehid
ŞEHİDİN KUTSALLIĞI

İslâm, kendine has bazı ölçülerle herhangi bir kimse*nin "ŞEHADET" makamına erişmiş olmasını büyük bir lü*tuf olarak değerlendirmiştir. Yeter ki bu kimse hakikatte yüce İslami hedef ve beşeri kıymetlerin seçkin yollan uğru*na canını feda etsin... Böylece insanın erişebileceği en yüce derece ve makama, kendi ebedi saadet yolculuğuna nail ola*cak istikamete yönelmiş olsun.
Şüheda hakkında, Kur'an-ı Kerim'in kullandığı tabir ve manalar ile hadislerde nakledilen tabirler ve İslâm riva*yetleri, İslâm mantığını tanımağa yettiği gibi, bu kelimele*rin Müslümanların ananelerindeki kutsallığı bulmanın se*bebini de ortaya koymağa yeter.


ŞEHİD'İN VEFAKÂRLIĞI HAKKINDA

Kur'an-ı Kerim şehidin vefakârlığı hakkındaki mevzuda şöyle buyuruyor:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır, onlar diridirler ama siz farkında olmazsınız "(Bakara/154)
İslâm’da bir şahsın makamı ve gördüğü iş yüceltil*mek istenirse, o şahsın makamı şehîd makamıyla, gördüğü iş şahadet ecriyle müsavi tutulurdu. Şöyle ki: Allah (c.c) yo*lunda, O'na yaklaşma, hakikati bulma veya hizmet için ilim peşinde koşan bir kimse —bunu kendi geçimine vasıta kıl*mamak kaydıyla—tahsil eder de bu talebelik ve ilim arayıp bulma esnasında vefat ederse, böyle bir kimseye "şehîd ola*rak dünyadan gitti" denir.
Bu kutsallık tabiri ve makam ululuğu ilim peşinde ko*şana layık görülmüştür. Aynı şekilde ailesinin geçim ve ida*resi için kendisini bir sürü zorluklara atarak iş yapıp zah*met çeken —İslâmiyet iş yapmayı ve çalışmayı farz bilip, başkalarına yük olanların karşısında olduğundan— kişiye "Allah yolunda mücâhiddir" denir.

ŞEHİD'İN BEDENİ

İslâm hekimane bir dindir, maslahat, sır ve remz, bil*hassa toplum remz ve sırlarından gayrı düsturları olmayan bir dindir, İslâm düsturlarından birini ele alalım; her hangi bir Müslüman’ın ölümünde, o mevtayı usulü vechi ile yıka*dıktan sonra ona gusül verip, pak bir kefenle tekfin etmek, meyyit namazını kılmak ve bilahare defnetmek bütün diğer şahıslara farzdır. Bunların hepsi, şimdi üzerlerine bahis aç*mak istemediğimiz hikmet, sır ve remzlerdir.
Ancak, bu yapılan vazifede bir istisna vardır, işte o da Şehîd'dir. Şehîd'in sadece namazı kılınıp defni yapılır. O yı*kanmaz, Ona gusül verilmez, O'nun üzerindeki elbiseler çı*kartılıp kefenlenmez.
Bu istisnanın kendisinde bir sır ve remz gizlidir elbet*te. Zira şehîd'in ruh ve şahsiyet/ o derece pak ve her şeyden arınmış durumdadır ki, bu paklık O'nun bedenine, kanına ve giyimine tesir etmiştir elbette...
Şehîd'in bedeni öyle bir cesettir ki ruhun hükümleri orada cari olmuştur. Aynı şekilde, şahadet vakti üzerinde bulunan giyimi de şehide cari olan hükme bürünür.
Şehîd'in giyim ve bedeni, ruh, düşünce, Hakk'a tapış ve tertemiz fedailiği nedeniyle elbette ki büyük şeref kazanmış olmaktadır.
Şehîd, eğer bir harp meydanında o canı verene teslim ederse, o kana bulanmış beden ve giyimle gusül verilmeksi*zin ve kefenlenmeksizin defnedilir.

KUTSALLIĞIN KAYNAĞI
..................

5. Şahadet’e götüren ölüm: Bu öylesine bir ölümdür ki, Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle "Fİ SEBİL-ALLAH" olup, in*sanlık ve mukaddes bir hedef uğruna, muhtemel veya mu*hakkak veya şüpheli tehlikelere karşı, 'ŞEHADET' merte*besiyle yüceltilen bir ölüm olarak tanımlanır.

Şehâdet'in iki rüknü ve esası vardır. Birinci rüknü, mukaddes bir hedefe Allah yolunda "Fİ SEBİL-ALLAH" varlığını feda etmesi, diğeri ise bunun açıkça yapılması*dır.
Normal olarak şehâdet esnasında cinayet de söz konusudur. Yani, bu amel maktule nispet edildiğinde şehâdet ol*masıyla mukaddes; katile nispetiyle de bir cinayettir, aşağı*lıktır, adiliktir.
Şehâdet, mukaddes bir hedef uğruna, şahsın kendi arzularıyla veya şahsî düşüncelerden ve ihtiraslardan arın*mış olmasına binaen, muhakkak ki iftiharı mucîb olacak ve taltif edilecek yüce bir makamdır, kahramanlığın tâ kendi*sidir. Bütün bu sayılan ölümler için yücelik ve iftihar vesile*si olabilecek, hayat ve yaşamadan daha üstün, daha güzel, daha mukaddes sayılabilecek ancak ve ancak şehâdettir.
Burada, teessüfle bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Zira Seyyid-üş Şühedâ (a.s)'yı dile getirenlerin çoğu her ne kadar O Hazreti "Mukaddes Şehîd" lakabıyla anıyor*lar ve "Seyyid-üş şühedâ" diye adlandırıyorlarsa da, bu mes'elelerde yeterli araştırmaları olmadığından, Eba Ab*dullah (a.s)'ı sadece o Hazretin cürümsüzlüğü ve bu mevz*ulara karışmayışı nedeniyle ele alıyor, İmam Huseyn'i (a.s) bu hırsın hevesli kurbanlığı; hevesli bir çocuk gibi kanını bo*şa akıtışından teessüre düşüyorlar ve ağlıyorlar adeta, Eğer bu mevzûyu bu şekilde ele alacak olursak, O Hazret mazlum ve günahsızdır. Nitekim böyle cinayetlerin kurbanları mazlum ve günahsız olurlar, ancak şehîd sayılmazlar. Peki Seyyid-üş Şüheda (a.s)'yı böyle görebilmeğe nasıl imkân olur acaba?
İmam Huseyn (a.s.) hiçbir zaman diğer kimselere kar*şı hırs ve hevesinin kurbanı değildir. Hiç şüphe yok ki bu ne*denle bu faciada, vaziyeti bu hale sürükleyenle onun müntesiplerinin işlediği büyük cinayet aşikârdır. Fakat İmam Huseyn (as.)'e intisap edenlerin, şehâdet mertebesine eriştikle*ri de meydandadır. Zira mukaddes hedefleri uğruna, akılla*rı başlarında olarak bir mukavemet ve açıkça bir karşı duru*şu vardır. Bu etrafındaki insanların, bu büyük şehide biatleri vardı. O'nun yoluna başlarını koymak ve O'na teslim ol*mak istiyorlardı. Fakat O bütün bu yükün altına girmek için her türlü sonucu düşünüyor ve karşı görünüyor, aynı za*manda da bu şerait altında sükûtu büyük bir günah telakki ediyordu. O Hazretin tarihî ve bilhassa beyanlar, bu mevzûyu tam bir aydınlığa kavuşturur.
Şu halde şehâdet kutsallığını, mukaddes hedefleri uğ*runa bütün varlıklarım açıkça feda etmekten çekinmeyen kimselerden alır.
 

anonim

New member
Katılım
11 Eki 2011
Mesajlar
137
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Konum
daha bulunmadi...
CİHÂD veya ŞEHİD'İN MESULİYETİ

İslâm'da şehâdetle neticelenen, yani açıkça mukaddes hedefleri yolunda ölen kimseler hususunda "CIHAD" adı verilen bir kânun karşımıza çıkmaktadır. Şimdilik bu kanunun mahiyeti hakkında tafsilatlı bahis açamıyoruz. Şöyle ki bu kanunun mahiyeti, müdafaa mı, yoksa tecavüz halinde mi caridir; eğer müdafaa halinde ise, şahsî hukuk mu, yoksa ek*seriyetle millî hukuk mu veya adalet ve hürriyet noktasın*dan insanî hukuk mu? Yoksa acaba birlik, insanî ve beşeri hukukun bir parçası mıdır, değil midir? Esasen Cihâd kânu*nun kendi veya hürriyet hakkı faydalı mıdır, değil midir? Bu bahislerin hepsi kendi yerinde arzulanan ve faydalanılan birer bahistir aslında. Burada şu kadarını söylemek isteriz ki, İslâmiyet, yüzünün sağına bir tokat atıldığı vakit sol ta*rafını da tokatlatacak bir din değildir. Allah'ın işini Allah'a, hükümdarın işini hükümdara bırak diyen bir din de değildir asla. Aynı şekilde içtimaî mukaddes idesi olmayan bir din de değildir muhakkak ki. Hatta o idenin müdafaa ve açıklan*ması için çalışmayı lüzumlu bulmayan da değildir.

Kur'an-ı Kerim, üç mukaddes mefhumu birçok ayetlerinde bir araya getirmiştir: 'İMAN, HİCRET, CİHAD". Kur'an'da insan, imanlı ve her şeyden azade hür bir varlıktır. Bu varlık imanına bağlı olarak, imanın kurtuluşu için hicret eder ve toplumun imanının kurtulması daha doğrusu iman*sızlık şeytanının pençesinden koparmak içinde cihad eder. Eğer bu mevzudaki ayetleri ve bu husustaki rivayetleri dile getirirsek söz uzar gider. Nehc-ül Belağe'den bir kaç cümle ile iktifa edelim.

"Böylece Cihâd, Allah'ın herkese açmadığı cen*net kapılarından bir kapıdır." Herhangi bir kimseye cihad kapısının yüzüne açılmasına liyakati olamaz. Herhan*gi bir kimsenin mücahid olmağa da liyakati yoktur. Allah bu kapıyı ancak ve ancak kendi has dostlarına açar. Mücahitler Evliyaullah ile de bir tutulmanın fevkindedirler. Onlar ancak «Hasset-o Evliya-ihi» ile müsavi tutulabilir.

Kur'an, Cennetin sekiz kapısı olduğundan bahseder, acaba neden? İzdihamı önlemek için mi? Zira o âlemde izdi*ham olmadığını biliyoruz. Dünyada yaşamış, bütün insan*ların hesaplarının görüleceği muhakkaktır.
Bütün kulların aynı kapıdan, aynı anda Cennete gir*melerine hiç bir mani yoktur. Bu nedenle sıraya dizmek ve sırası gelenin birer birer içeri alınması düşünülemez. Bu arada bir teşrifat emri mi var yoksa? A'yân ve şahsiyet sahipleri bir kapıdan, diğerleri ayrı bir kapıdan mı girecekler? Bu mevzuun da orada derpiş edilemeyeceğini yine biliyo*ruz. Yoksa herkes iştigal ettikleri işlere göre, mesela ilim adamları başka, iş adamları daha bir başka, işçiler ayrı bir kapıdan mı girecekler Cennete? Bütün bu sayılanlar, iman, amel ve takvadan gayri şeyler olduğundan, hiçbir üstünlük taşıyamayacağından manasız olur, boş olur. Şu halde ne*den?
Orada ancak ve ancak derece aranır, toplum tabaka*ları değil. Herkes kendi iman amel ve takvasına göre derece alır ve bir mertebeye erişir. Herkes ve her bölüm, kimi iman, kimi amel, kimi takva sahibidirler. Bunlar tekâmül basa*maklarında muayyen miktarda yükselmişlerdir ve ahirette bunların yüzlerine dünyada elde ettikleri yükseliş miktar*ları nispetinde bir kapı açılacaktır. O dünya, bu âlemin melekûtî bir teccessümüdür. Mücahitlerin ve Şühedanın gire*ceği kapı, hakikatte, Evliyaullah'ın, Kurb-u İlahinin civarına(Allah'a yakın olanların) nail olmaları için hazırlanmış kapıdır.

"Cihâd takva giyimidir." Kur'an, mübarek «A'RAF» suresinde takva giyiminden bahsetmededir. Ali (A.S) böyle buyurmaktadırlar: «Takvanın giyimi Cihaddır.»Tavkvâ yani doğruların paklığı. Ne gibi paklık, neler*den arınış? Elbette ki bulaşık işlerden Peki, bu bulaşık işler nedir? Bencillik, kendini beğenmişlik, kendini ağıra satış Bu delillerle asıl mücahit, takva sahipleri içinde en üst mer*tebeye erişendir. Bunlarda bir kısmı hasetten arınmış ol*maları nedeniyle pak ve muttaki; diğeri kibirden, bir üçün*cüsü hırstan, dördüncüsü kıskançlıktan silkinmiş olmak*la... Amma gelgelelim mücahid de, bu pakların üzerinde de paktır. Benliğini ayaklarının altına alıp kendini tertemiz inancında yok etmiş insanın yüzüne açılacak kapılar, baş*kalarından farklı olacaktır. Kur'an-ı Mecid'den takvanın de*rece ve mertebeleri hakkında son derece istifade edilebil*mektedir. Şöyle ki:
Onlar ki iman ettiler ve lâyık ameller işlediler, dünya nimetlerinden istifade etsinler,(helâlleri olsun), onlar için korku yoktur. Takva, iman ve salih amelleri birlikte yürüt*tükçe veya iman, takva ve ameli veya yine takva ve imanı veyahut ta bu takva ve imandan sonra takva ile ihsanı bir ara*da yürütenlere ne korku olabilir böylelerine?
Bu ayet-i kerime, Kur'an'ın eğiticiliğinin iki yüce nok*tasını kapsamaktadır. Birincisi bahsimizi içeren iman ve takvanın basamak ve derecelerini, ikincisi de İnsanın huku*ku ve hayat felsefesi. İkincisi hakkında şöyle buyuruyor: Ni*metler insanlar içindir; İnsan ise iman, takva ve iyi ameller için. Bu durumdaki insana, bu İlahi nimetlerden istifade et*mek caiz olur. İşte o zaman bu nimetler, beğenilmiş amel, takva ve iman doğrultusunda, insanın kendi hilkatinin icap ettirdiği tekâmül gereğince sarf edilmiş olur.
İslâm uleması bu ayetten ve İslâm'ın diğer aydınlatıcı işaretlerinden ilham alarak takva mertebelerini; takvâ-ı âm, takvâ-ı hass ve takvâ-ı hass-el hass olarak üç şekilde kullanmışlardır. Mücahitlerin takvası, bütün benlik ye var*lıklarından sıyrılmaları nedeniyle kendilerini Hakk'a tes*lim etmeye kadar varan tertemiz bir takvadır. Onlar bu takvanın giyimiyle donanıp kuşanmışlardır.
"Cihad Allah'ın öyle bir zırhıdır ki, ona hiçbir şey işlemez." Eğer bir Müslüman veya Müslüman bir mil*letin ruhu cihad ruhunu taşır, bu ilahi zırhla zırhlanırsa, ar*tık hiçbir darbe bu zırha işlemez ve hiç bir şey tesir et*mez.
"Cihad Allah'ın emin bir kalkanıdır." O'nun zırhı ise, askerlerin harb esnasında bedenlerine gömlek gibi giy*diği çelikten halka halka örülmüş bir giyimdir. Kalkan ise darbenin zırha isabetini önlemek için elde tutulan bir alet. Bu halde kalkan, gelen darbe ve okların zırha değmesi, zırh ise kalkandan kurtulan darbe veya okun insanı koruması içindir. Ali(a.s) bu nedenle cihadı hem ok ve hem de zırha teşbih buyurmuşlardır. Aslı aranırsa görülür ki bazı cihad-lar kalkan gibi darbenin gelmesini önler, bazıları ise bir zırh gibi yapılan hamlelerini tesirsiz duruma sokar.
"O insan ki arzu ve rağbet göstermeyiş (hususi ahval ve şeriatları olmaksızın) sebebiyle cihaddan yüz çevirirse, Allah onun tenine zillet giyimini giydirir."
Yani, kötülük kuvvetleri ile savaşma zevkini ve mücahede ruhunu kaybeden kişiler biçarelik, bedbahtlık, alçaklık ve zillete mahkûmdurlar. Peygamber-i Ekrem (s.a.v.) buyuru*yorlar:
"Hayr kılıcın ve onun gölgesinin altındadır." ve yine şöyle buyuruyorlar:
"Allah benim ümmetimi atların ve okların altında ol*maları hasebiyle aziz etti." İslâm kuvvet, kudret ve mücahit yetiştirme dinidir. Willy Durant,« Tarih-i Temeddün»adlı eserinde şöyle demektedir: «Hiçbir din İslâm dini derecesinde, ümmetini kuvvet ve kudret yönüne da'vet et*memiştir»
Geniş anlamlı diğer bir hadis Resul-ü Ekrem'den şöy*le nakledilir:
«Cihad etmeyen veya gönlünde en azından cihad düşüncesi beslemeyen kişi, bir nev'i nifak üzere ölür»
Şu anlaşılıyor ki, cihad veya en azından cihad arzusu ile İslâm birbirinden ayrılır gibi değil, insanın Islama olan sadakati bununla ölçülebilir. Resuluîlah'tan sorulan bir so*ru başka bir hadisi şöyle anlatıyor:
"Ne için şehîd, kabrinde sual-cevap ve Berzah'a tabi tutulmaz? Cevaben buyuruyorlar:
'Şehîd başının üzerinde olan kılıcın şimşeğiyle kendi imtihanına son vermiş ve peyderpey sorulan suallerini ce*vaplandırmıştır. Yani, Şehîd ameli olarak sadakat ve haki*katim zahir kılmış, Âlem-i Berzah'ın sual ve cevabına lüzum kalmamıştır."

ŞEHİDİN ZEVK ve SEVGİSİ (AŞKI)

İslâm'ın başlangıcına ait tarihlerde, bilhassa ilk za*manlarda Müslümanların pek çoğunda görülen apayrı ve hususi bir ruh vardı. Yâ Rabb, ben bu ruha ne ad takayım bir türlü bilemiyorum. Kanatımca buna "Şehâdet sevgi-aşkı" demek en yerinde tabir olur. Bu şehîdlerin hepsinin üstünde elbette ki Hz. Ali (a. s) vardır. Kendileri şöyle buyuruyorlar:" Ankebût Sûresi nazil olduğu zaman anladım ki: Resulullah aramızda oldukça işlerimize fitne girmeyecek. Rasusullah "Yâ Ali, ümmetim Benden sonra fitneye saplanırlar,"dedi. "Siz Uhut'ta bir bölük Müslüman şehâdet şerbetini içerken beni bundan mahrum kıldınız. Bu ise bana çok ağır geldi Ba*na ilerde şehîd olacağımın müjdesini vermemiş miydiniz?"diye sordum Şöyle cevaplandırdılar; "Vermiştim, senin şehâdetin ileridedir. Yâ Ali, şimdi söyle bakalım, o zaman sabrın nasıl olacak?" Dedim ki: "Yâ Rasulallah sabır mevzuu değil, şükür ve niyaz kapısıdır." Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Bana ilerde karşımıza çıkacak olan fitne hakkında açıklamalarda bulundular." işte şehâdet aşkının manası budur. Hz. Ali (a. s) şehâdet ümidiyle yaşıyordu. Bu ümit elinden alınmış olsaydı yaşamakta bir fayda görmezdi. Manasız bir hayat onun için ancak kıymetsiz bir mefhum olurdu.
Biz insanlar dilimizle çok "Ali... Ali!" deriz. Eğer söz*lerle işler düzene girseydi, dünyada bizden üstün Şiâ olmaz*dı. Eğer teşeyyü bir hakikatsa -ki hiç şüphe yok öyledir- ve eğer şiâlık "Ali" deyip, "Ali" çağırmakla bitecekse işimiz çok müşküldür. Hz. Ali (a.s)'yi bir kenara bırakıp, daha niceleri*nin şehâdet aşkıyla yanıp yakıldıklarına bir göz atalım.
Bunların kalbinde bir ateş yanar, yakıp kavurur bun*ları. "Acaba Rabbimiz bizi şehâdetle rızıklandıracak mı?" diye... işte Sadrı İslâm’da ekseriyetle edilen dualardan biri bu idi. Ehl-i Beyt imamlarından bize erişen ve bizlerin de Mübarek Ramazan ayında okuduğumuz dualardan biri bu olmaktadır: "Allah'ım, şehâdet feyzine nail olabilmek için Senin yolunda Senin velî'in ile birlikte bize Tevfik ver." Biz bu aşkı o zamanın gencinde görüyoruz, yaşlısında görüyoruz, beyazında, kısacası hepsinde görüyoruz. Bunlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mübarek huzurlarına geliyor: 'Yâ Rasulallah! Gönlümüz Allah yolunda şehâdetin arzu*sunu çekiyor." Allah yolunda şehâdet kendini öldürmekle olamayacağına göre ve bir Müslüman’ın intihara hakkı olma*dığı cihetle cihad istiyorlardı, Hak yolunda cihâd istiyor*lardı ve bu mukaddes vazifeyi yerine getirip O'nun yolunda şehîd olmayı diliyorlardı. Böylece bu arzuyla geliyorlardı. Hazret'e niyaz ediyorlardı ve kendisinden "Yâ Rasulallah! Şehâdeti bize nasip kılması için hakkımızda dua bu*yur." diye yalvarıyorlardı.


Sefinet-ül Bihâr'da "Heyseme" veya "Huseyme" adlı bir zat bu öyküyü nakleder: Bir baba ve bir oğlu şehâdet sıra*sı için bir diğeri ile münazaraya giriştiler. Harbin kapıya dayandığı günlerdi. Bu çekişme o dereceye vardı ki, oğul baba*sına, "Ben gidiyorum, sen ailenin bacında kal" diyor, baba ise "Hayır cihada ben gideceğim" diye diretiyordu. "Oğul ben gidip ölmek istiyorum." Oğul ise "Hayır ben istiyorum" diye çekişiyorlardı. Nihayet kur'a çektiler. Kur'a oğula düşünce o gidip şehâdet şerbetini içti. Bir müddet sonra baba, oğlunun âlem-i manada inanılmaz bir saadet ve erişilmez bir makam içinde hayat sürdüğünü gördü. "Babacığım" diyordu, "Allah bize ne vaat etmişse hepsi hak ve doğrudur. Allah vadine vefa gösterdi." İhtiyar baba gelip durumu Resul-i Ekrem'e (s.a.a.) arz etti, "Yâ Rasulullah! Her ne kadar ihtiyarlamış, kemiklerim zayıflamış, halsiz olmuşsam da şehâdeti çok ar*zuluyorum, Sizden bir dilekte bulunmaya geldim. Dua bu*yurun, Allah beni şehâdetle rızıklandırsın." Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) de, "Bu mü'min kulunu şehâdetle rızıklandır" diye dua buyurdular. Bir yıl geçmedi, Uhud Gazvesi oldu ve yılların şehâdet aşığı koca insan şehâdeti tattı nihayet.

Amr Bin Cemûh adlı bir şahıs vardı, birkaç oğla sahipti. Kendisinin de bir ayağı aksardı. İslâm Kanunları hü*kümlerince cihâd bu şahsa farz değildi. Uhûd Gazvesi başla*dı. Bu esnada oğullan silahlarını kuşandılar, fakat baba da: "Benim de gitmem gerek, ben de şehîd olmalıyım" diye tut*turdu. Oğulları kendisine mâni olmak istediler: "Sen evde kal, senin vazifen yok, neden ve ne diye cihada gelmek isti*yorsun?" İhtiyar baba bütün ısrarlara karşı durunca ailenin ileri gelenleri toplanıp ihtiyarı bundan vazgeçirmek istedi*ler. Nafile olan bir çabaydı bu. Yılların cihad aşığı Hz. Pey*gamber (s.a.a.)'in huzuruyla müşerref olup, 'Yâ Rasulallah! Eğer şehâdet güzel bir şey ise anlamıyorum, bunlar bana ni*ye mâni olmaya çalışıyorlar, ben de onlar gibi Allah yolunda şehîd olmak istiyorum" diye yakındı. Resul-i Ekrem (s.a.a.): 'Mâni olmayın bu adama, bu adamda şehadet arzusu, aşkı var. Her ne kadar kendine cihad farz değilse ha*ram hiç değildir. Madem bu denli arzu ediyor bırakın gitsin" buyurdular. Sevinmişti ihtiyar, hiç şüphesiz. Hemen silahlarını kuşanıp hazırlanmış, meydana gelmişti. Oğulla*rından biri babasının halsizliğini ve müdafaasızlığını gör*dükçe onu koruyor. Harp boyunca ona yardımcı oluyordu ay*nı zamanda. Neticede susamış olduğu şehadet şerbetini tat*tı. Oğullarından biri ile o kocamış genç, makamlarına erişti*ler.

Uhûd, Medine'ye yakın bir yerdir. Müslümanların va*ziyeti gönüllerin arzuladığı şekilde neticelenmedi. Müslü*manların yenilgisini duyanlar Medine'den haber için dağılıyorlardı. Bunu duyan Amr Bin Cemuh'un eşi Uhûd'a koştu. Kocasının, oğlunun ve bir kardeşinin mübarek cenazelerini buldular. Oldukça kuvvetli olan devesine üçünü de yükledi ve Medine'deki Bakî Kabristanına doğru yola koyulmak is*tedi. Her ne kadar bu hanım deveyi Medine'ye doğru çekiyor idiyse de, deve adeta direniyor ve yol almak istemiyordu. Bu arada bazı kadınlar ve Hz. Peygamber (s.a.a.)’ın bazı hanım*ları Uhûd'a doğru geliyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.a.)ın hanımlarından biri "Nere*den geliyorsun?" diye sordu. O hanım ise Uhûd'dan geldiğini jöyledi. Devesinin yükünün ne olduğunu sorduklarında ise, gayet soğukkanlı olarak" Biri kocamın, biri oğlumun, biri de kardeşimin cenazeleri, Medine'ye götürüp orada defnetmek istiyorum." dedi. Harbin neticesini sorduklarında ise, "El*hamdülillah, hayırla geçti. Peygamberi Ekrem'in (s.a.a.) mukaddes canlan sağ salim olduğuna göre de hadiselerin kıymeti yok. Allah kâfirlerin şerrini bastırdı. " dediler.

Sonradan şöyle ilave etti, "benim şu devemin hali bir tuhaf, Medine'ye her ne kadar çeksem de gelmek istemiyor. Uhûd'a çevirdiğim anda adeta koşarcasına gitmeye başlı*yor, aksine olması gerekir, aslında. Zira Uhûd bir tepe tır*manışı" Resulullah'ın eşi "Gidip Hz. Peygambere (s.a.a.) so*ralım" dedi. Huzura vardıklarında "Acayip bir durumla karşı karşıyayım. Devemi Medine'ye ne kadar çeksem de gelmek istemiyor, ancak Uhûd'a yönelirsem uçarcasına gidiyor." dedi. Hazret buyurdular, "Kocan evden çıkışında hiçbir şey söyledi mi sana? " "Evet ya Resulullah. Ellerini duaya kaldı*rıp, Ya Rab beni bir daha bu eve geri çevirme' diye yakardı*lar."
Hazret, "İşte kocanın duası kabul olmuş, kocan tekrar eve dönmek istememiş. Bırak kocanın cesedi Uhûd'da kal*sın, diğer şüheda ile birlikte defnedilsin. Bütün şehîdleri Uhûd'da defnedeceğiz, kocanıda..."
Emir-ül Mü’minin Ali (a.s.) şöyle buyuruyorlar "Eğer başıma bir kılıçla vurulsa ve bende bunun tesiri ile ölsem, hastalık nedeniyle yatağımda ölmemden yeğdir." İmam-ı Hüseyn (a.s.) Kerbela'ya geldikleri vakit, muhterem peder*lerinin bazen okuduğu söylenen aşağıdaki şiiri okuyorlar*dı.

(Dünyayı nefis sayıyorsan, Allah'ın sevap yur*du olan ahiret ondan daha yücedir ve daha değerli. Malların derlenip toplanması, terk edilmek için olun*ca, insanın terk edilecek bir şeyin üzerine bu kadar düşmesi ve bu hususta nekeslikte bulunmasının ne münasebeti olabilir? Bedenler ölüm içini meydana gelince, insanın Allah yolunda öldürülmesi elbette daha güzeldir.)
 

anonim

New member
Katılım
11 Eki 2011
Mesajlar
137
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Konum
daha bulunmadi...
ŞEHİDİN TOPRAĞI

Muhterem babaları (s.a.a.) Sadıka-i Kübra Fatıma-ı Zehra Selamullah-ı Aleyhâ'ya mâruf tesîbhat örneğini (34 kere ALLAH-U EKBER, 33 kere ELHAMDÜLİLLAH, 33 kere SUBHANALLAH) öğrettikleri zaman- ki biz bunu ekseriya, namazın takibi unvanıyla namazdan sonra veya yatacağımız zaman okuruz- büyük amcaları Hazret-i Hamza İbni-i Abdul Muttalib'in kabri başına gidip, o şehidin toprağından kendilerine bir tesbih yaptılar. Efendiler, elbette ki bunun bir manası vardı, ne yapılmak isteniyordu? Şehidin toprağı muhterem bir toprak, kabri ise muhterem bir kabirdir. "Ben Allah'a (c.c.) zikirlerimi saymak için teşbihimin taneleri taş, ağaç veya herhangi bir topraktan-nite-kim ki yapıyorlar- yapabilirdim, fakat ben bunu bilhassa şehîd toprağından yapıyorum" buyurdular Hazret-i Fatıma (a.s.). İşte bu şehide ve şehâdete bir hürmettir, bir nev'i şehâdetin kutsallığının tanımının resmidir. İmam-ı Hüseyin'in (a.s.) mukaddes vücutlarının şehâdetinden sonra Seyyid-üş Şüheda lakabı Cenab-ı Hamza'dan muhterem biraderlerinin torunu Hazret-i Huseyn'e (a.s.) geçince, bundan böyle artık her hangi bir kimse şehîd toprağından teberrüken elde etmek isterse bunu Hazret-i Huseyn İbn-i Ali'nin (a.s.) toprağından alır. Biz namaz kıldığımızda, halıya yiyilecek ve giyilecek şeye secdeyi caiz bilmediğimizden, yanımızda bir parça toprak veya taş bulundururuz. Önderlerimizin bize, toprağa secdeyi buyurmaları sebebiyle toprağa secde edeceğimizden, bu toprağın şehîd toprağı olmasının daha uygun olacağı kanısındayız. Eğer mümkün olur da bunu Kerbelâ toprağından temin edersek bundan şehîd kokusu alırız. Mademki Allah'a (c.c.) ibadet ediyorsunuz, hangi toprağa alnınızı koyarsanız koyun namazınız sahihdir. Fakat alnınızı şehîd kokusu taşıyan, şehîdle az da olsa komşuluk ve yakınlığı olan bir toprağa koyarak secde ederseniz ecir ve sevabınız yüz kere daha fazla olur.
İmam Hazretleri (a. s.) buyuruyorlar: Ceddim Huseyn ibni Ali (a.s.) nin türbesine secde ediniz. Bu mukaddes toprağa secde ettiğiniz zaman -namaz esnasında- yedi yönlü perdeler parçalanır, ortadan kalkar, yani şehîd kıymetine erişirsiniz, O'nun türbesinin toprağı namazınıza değer kazandırır.

ŞEHİD GECESİ

Bu gece biz neden ve ne için toplandık? Bu gece kimin gecesidir? Şehidin gecesidir bu gece. Bugünkü dünyamızda, senenin günleri, anneler, öğretmenler günü gibi bir kısım halka tazim ve onu kutlamak için tertip edilmektedir. Ama nedense bir günün şehide tahsis edildiğini görmedik. İslâm’da ise gün vardır, o şehîd günüdür ve o gün 'AŞURA' dır. İşte bu gece Aşura gecesidir, şehîd gecesidir.
Arz ettim, şehidin mantığı bir yönden aşk mantığıdır, diğer yönden ıslâh. Islah eden, aşık ve arifin iki şahsiyetini terkip edersek ve ondan tek bir insan meydana getirsek, o zaman bir şehîd vücud bulur. Elbette ki şehîdler hep aynı de*recede değildirler.

ŞÜHEDA LİDERİNİN GÖRÜŞÜ

İmam-ı Huseyn (a.s.) dün gecenin mislinde Aşura şehîdleri hakkında bir açıklamada bulundular. Bu açıklama onların makam ve derecelerini gösteriyordu. Şüheda bütün salih kişiler ve şüheda arasında parlarken, İmam-ı Hu-seyn'in (a.s.) ashabı şüheda arasında adeta parıldar. Biliyor musunuz Hazret ne buyurdular? Ne açıklama yaptılar? Geçmiş merhalelerde alelusul yapılmış bir elenmeden sonra liyakati olmayanların gidip, onların kaldığı o gecede, liyakat sahiplerini bir daha imtihan ettiler, sınadılar. Artık bu sınayışta bir kişi olsun ayrılıp gitmedi. Ne yaptı Aşura gecesi? İmam-ı Huseyn'ın su meşkleri olan bir haymesi vardı, fakat, o çadırlara ilk günlerde su meşklerini dolduruyor, ve koyuyorlardı, Hazret kendi ashabını burada topladı, neden bu çadırlarda? Bilmiyorum, belki de artık orada da su meşki kalmadığından o gece sadece o çadırın bulunduğu kısım düşman tarafından terk edilmişti. Bu haymede yine o akşam da su bulunduğunu yazan mu'teber şahısların, Aşura gecesi Hazreti-i Eba Abdullah'ın (a.s.) aziz oğullan Aliyy-i Ekber'i bir kısım cemaatle Fırat’ın bir koluna yollaması, oradan onların bir miktar su teminine muvaffak oluşlarına dayanır, îlkin herkes o sudan içtiler , sonra Hazret Şöyle buyurdu: 'Bu su ile gusledin, yıkanın, ve bilin ki bu sizin dünya sularından son nasibiniz" Her ne hal ise, bütün ashabı topladılar, ve hepsine serbesti tanıdılar ve eşi emsali görülmeyen muazzam bir hutbe okudular. Bu hutbe, o günün öğleden sonra*sında vukua gelecek olan hadiselere bir atıftı.
Duymuşsunuzdur, Tâsua gününün öğleden sonrasında teklif tamamlanmış fakat ertesi güne kadar mühlet alınmıştı. Artık teklif kati idi. Bu kat'iyetten sonra Eba-Abdullah (a.s.) ashabını topladı. Ravi orada bulunan İmam -ı Huseyn (a.s.) dir, ve şöyle naklediyorlar : "İmam-ı Huseyn (a.s.) in ashabını topladığı çadır benim hasta olarak yattığım çadırın yakınındaydı. Babam ashabı topladıktan sonra, Allah'a (c.c.) sena ederek, buyurdu: Ben Allah'a (c.c) en yüce senalardan da yüce sena ediyorum ne gibi şartların altında olursa olsun her zaman şükredendim, yine de ediyorum"
Hak ve hakikat yolunda, her şerait altında atılacak adım hayırlıdır. Hak yolundaki her kimse, şartlar ne olursa olsun, kendisine düşen vazifeyi bilir ve tanır. Mes'uliyyet ve vazifenin bitmesiyle, karşılaşılan hiç bir şey kötü değildir.
Hafız der ki:

"Sâlik'in önüne çıkan her yol bayırdır onun"
"Meyhane kapısına gitmek ayni gayede olanların işidir ancak,
"Kendisinden geçenlerde, mey satanların köyüne yol yoktur,
"Görünüşlerinin uygunsuzluklarında her ne varsa bizim endamsızlığımızdandır."
"Yoksa, senin varlığın, hiç kimsenin üstünlüğünden eksik değil..."

Ma'ruf şair Ferezdak'ın Kerbela’ya doğru yola çıktığı zaman bu hususta fevkalâde çekici bir cevabı vardır. Ferezdak Irak'ın vahim durumunu anlattıktan sonra, İmam Haz*retleri (a.s.) buyururlar:"eğer kaza ve kaderin akışı bizim arzumuza uygun çıkarsa ona şükrederiz ve şükretmemize yardımcı olmasını dileriz. Aksi olursa, arzu ettiğinizin hilafına cereyan ederse, yine de kastımız ve hedefimiz hak ve hakikatten gayri bir şey olmadığından ve takvanın tamamen öz kalıbından, her türlü kin ve garazdan arınmış bulunduğundan ziyan etmeyiz (veya, uzak düşmeyiz) Şu halde önümüze ne çıkarsa çıksın hayırlıdır, ve tatlıdır."
Ben, O'na hem rahatlık ve kolaylıklarla ve hem de zorluklarla geçmiş günlerim için şükürler ediyorum .
Şunu belirtmek istiyorlar: "Hayatımda hoş ve rahat günler gördüm, çocukluğumda Hazret-i Peygamberin ( dizlerinde oturdum, omuzlarına çıktım, öyle günler gördüm ki, İslâm âleminin en aziz çocuğunun göremeyeceği günleri, O günler için şükrediyorum, bu günlerin zorluklarına da şükretmekteyim. Ben önüme çıkan hiçbir şeyi kötü bilmiyorum, hayırlı buluyorum. Ey Rabbim, biz, Sana Nübüvveti bizim hanedanımızdan karar kıldığın için şükretmedeyiz. Ey Allah'ım Kur'an ilmini bize verdin, Kur'an'ı olduğu ve anlaşılması gerektiği şekilde anlıyor ve destekliyoruz ve Sana bizi dinde basiretli kıldığın, dinde fakih, yani, dinin bütün derinli ve inceliklerin, ruh ve batınını, dinin iç ve dışını iste*diğin şekilde anlamamıza Tevfik verdiğin için şükretmedeyiz»
Sonra ne yaptılar? Ashâb ve Ehl-i beyt'i hakkındaki tarihi şehâdetnameyi sundular ve buyurdular: « Bende kendi Ashabımdan daha iyi ve daha vefalı bir Ashap tanımıyorum.»
Şunu buyurmak istiyorlar; «Ben sizleri Peygamberin (a. s.) rikâbında şehid düşen Ashabına bile tercih ediyorum. Babam Ali (a.s.)'m rikâbında, Cemel sıffın ve Nehravânda da şehîd düşen Ashabına da tercih ediyorum ve siz Ehl-i Beyt'imden daha iyi ve sıla-ı rahmi yerine getiren ve daha faziletli bir Ehl-i Beyt tanımıyorum. « Bu vesiyle ile onların makamlarını ikrar ve itiraf ettikten sonra, onlara teşekkürde bulundu ve şöyle buyurdu. « Eyyühennass, hepinize ilan ediyorum, hem ashabıma, hem ehl-i beytime, bu kavmin benden başkasıyla işi yok.. Mademki düşmanımın sizlerle işi yok, Ben, Bana bey'at etmiş olan sizlerin hepinize ilan ediyorum, bey'atımı üzerlerinizden kaldırdım; şimdi sizler ne düşman tarafından ve nede benim nahiyemde kalmağa mecbur değilsiniz, âzâd -ı mutlakasınız, gitmek isteyen gitsin,» Ashaba dönüp buyurdular: « Sizlerden her biri benim ailemden birinin elini tutsun, (İmâm-ı Huseyn'in Ehl-i beytinin büyüğü vardı, küçüğü vardı, aynı zamana o yerlerin âşinâsı, ehli değillerdi), toplu halde ehl-i beytimle gitmeyin her biriniz onlardan birini elini tutarak ayrı ayrı bu savaştan ve kargaşalıktan dışarı çıksın ve gitsin.»

İşte burada Eba Abdullah'ın (a.s.) ashabının makamı aydınlanmada ne düşman pençesine düşmüş vaziyette düşmanı tarafından ve ne de Hazrete biat taahhüdünde bulunmuş olma nahiyesinden hiçbir zorlama yoktu üzerlerinde. Eba Abdullah (a.s.) onları tamamen serbest bırakmıştı.
Şimdi ise Ehl-i beytinin ve Ashabının tekrar Ebâ- Abdullah'a (a.s.) cevaplarda verdikleri azametli cümleleri görüyoruz.
Hazret-i Huseyn'in (a.s.) Aşura gece ve günü iki sevinci neşesi var. Sevincinin en fazlası Ehl-i beytinin en küçük yavrusundan en büyük ferdine kadar hepsinin onun her anına ayak uydurup gelişleridir.
Diğer sevinci ise vefalı Ashabının bir nokta kadar da inançlarında zaafları olmayışıdır. Ertesi gün Aşura gelip çatınca bunlardan hiç biri kalmadı ve hiçbiri düşman tarafına iltihak etmedi. Aksine düşman tarafından bazı kimseleri kendi taraflarına cezb ettiler. Hem de Aşura gecesi bazı kimseler kendilerine meczup kıldılar. Hürr ibni Yezid-i Reyâhi onlardan biriydi. Otuz kişide Aşura gecesi gelip katılmıştı. Bunlar Ebâ - Abdullah'ın (a.s.) sevinç ve mutluluğunun vesilesiydi.
O Hazret'e (a.s.) teker teker cevap vermeğe başladılar, « ağamız bizi murahhas mı buyuruyorlar? Biz sizi yalnız mı bırakalım? Allah'a (c.c.) kasem olsun olmaz.»
 

Ebu_Ahmet_Musab

New member
Katılım
21 Kas 2012
Mesajlar
39
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Anonim! Belliki kendisine şia diyenlerdensin. Sana bir sorum olacak. Sence doğru nedir?
 

anonim

New member
Katılım
11 Eki 2011
Mesajlar
137
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Konum
daha bulunmadi...
Ebu_Ahmet_Musab! Kendisine şia diyenlerden değil Şia`lardanım! Doğru olan İmam Hz. Huseyn (a.s)`a sonuna kadar vefa ve sadakat göstermek. Zillet içerisinde yaşamaktansa şerefle ölmek!
Senin doğrun ne?
 

anonim

New member
Katılım
11 Eki 2011
Mesajlar
137
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Konum
daha bulunmadi...
Sayın Adminden, Ebu_Ahmet_Musab nickli üyenin sorduğu sorunun konuyla alakası olmaması sebebiyle yeni bir başlık altında açılmasını rica ediyorum. Oradan devam ederiz İnşaAllah...
 
Üst Alt