Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Satır Arası Hikayeler...

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41

Söz, Aşkın Parça Buçuğu



Sözsüz konuşabilmek güzel şey olsa gerektir. Susmak ve anlamak, susarak anlatmak güzel şey. Kelimeler elbette konuşabilmemiz için var. Ama sükûtun bir ihtişamı yok mu sizce de?

Hani iki talebesi bir Allah dostunu ziyarete giderler. Ahir ömründe bize bir sohbet, bir nasihat eder ümidiyle. Otururlar saatlerce, ne bir tek söz, ne bir sohbet… Canı sıkılır iki arkadaşın. Müsaade isteyip kalkarlar. Kapıya geldiklerinde aralarında konuşmaktadırlar, üstadımız niye sohbet etmedi, diyerek. Fısıldaşmaları duyan evin hanımı seslenir arkalarından;

-Yazık size, hiçbir şey duymadınız öyle mi? Oysa o neler anlattı size…

Susarak anlatmak zor şey galiba, susulanları anlatmak zor şey. Hazreti Mevlana talebelerine sohbet ederken, Allah’ı tanıyan susar, der. Talebelerden birisi o günden sonra hiç konuşmaz olur. Günlerce sükût edip oturur kendi halinde. Bu durumu fark eden Mevlana, niye sustuğunu sorar genç adama. Efendim siz demiştiniz ki, Allah’ı tanıyan susar, ben onun için… Güler Mevlana:

-Öyle değil, der, Allah’ı tanıyan Allah’tan gayrısına susar. Onun konuştuğu Allah olur artık, ondan konuşan Allah olur.

Bu meselenin özünü idrak etmek bize uzak belki. Ama daima susup, bakışlarıyla insanların halini bir güzel tanıyanlar anlayacaklar ne demek istediğimizi. Kitaplarda nice içinden çıkılmaz meseleler vardır ki, sözün anlayamayacağını fak edince bir mısra yazarlar: “Tatmayan bilmez.” Tatmayan nasıl bilsin ki? Tadanlarda konuşmazlar nedense. “Âşık susarsa, arif konuşursa helak olur.” Denmesi bundan olsa gerektir.

Vaktiyle gül kokulu meclislere aşina bir derviş, memleketinden uzaklara gitmek zorunda kalmış. Ruhu beden gurbetinde mahpus olan insan, bir de bedeni ile giderse siz düşünün halini! Ne halden anlayan bir dost, ne kapısını çalabileceği bir yaran, ne aynı dilden konuşabildiği bir yoldaş…

Böyle zamanlarda daha bir özlenir arkada bırakılanlar, daha bir iç yakar muhabbetin iştiyakı…

Derviş, bir gece vakti yalnızlığın ne menem bir şey olduğunu iliklerine kadar duyarak yürürken, yanından geçmekte olduğu evden gelen bir kokuyla sendelemiş. Bir muhabbet, bir neşe, bir tanıdık his… Eve doğru yürümüş. Bahçe kapısından içeri süzülünce kalbinin atışları hızlanmış, muhabbet kokusu bir başka yakmış içini, ayakları bedenini taşıyamaz olmuş, kapının önüne gelip oracıkta boynunu büküp beklemeye koyulmuş. Kapı aralandığında, karşısındaki hiç tanımadığı ama ezelden aşina olduğu kişiye sarılmamak için zor tutmuş kendini. Susmuş ve beklemeye koyulmuş. Tebessüm ederek içeri dönen ev sahibi, elinde ağzına kadar su dolu bir kâse ile geri gelmiş. Bu kez yüzünde bir hüzün, gözlerinde mahcubiyet, dudaklarında sükût…

Kapının önünde mahzun bekleyen derviş başını hafifçe kaldırıp kâseyi görünce, hemen yanı başındaki gülün bir kırmızı yaprağını koparıp, zarafetle bırakmış suyun üstüne… Ne su taşmış, ne de ağırlaşmış kâse gül yaprağıyla. Kâsenin oracığa bırakılmasıyla birbirlerine sarılmış iki ebed dostu.

Bu başka bir lisan galiba. Sadece ehlinin bildiği, ehil olmayanların ise sadece hakkında konuştukları bambaşka bir lisan. Tevekkeli dememiş “Bilen söylemez, söyleyen bilmez.” Diyenler.

Susmak zor iş belli ki. Âlemlerin Efendisi “Susan kurtulur” buyurmuşlar. Haydi dilinizi susturmayı başardınız diyelim, ya kalbin susması… Bir de kalp var. Marifet onu susturmakta.

Peki o nasıl olacak? Kalbe sizin iradeniz dışında bir tek hissin bile gelmemesi… "Tatmayan bilmez.”

Vesselam.



*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41


İstemeyi Bilmek



1. bölüm...



Bir parktaki iki kör dilenciden bahsederler. Beş on metre oturup iki kör dilenci. Birisi ellerini açıp, köre yardım edin, köre yardım edin, diye seslenir, diğeri boynuna bir yazı asmıştır: “ Bahar ne kadar güzel ama ben körüm.”

İnsanlar birinci dilencinin önünden yüzüne bile bakmadan geçerken, diğerine avuç avuç para verirler.

Bütün şartlar aynı olmasına rağmen üsluptaki farklılık neticeyi nasıl da değiştiriyor değil mi? Bir düşünün, çok kolay elde edebileceğimiz halde, istemeyi bilmediğimiz için nelerden mahrum kalmışızdır.


İstemeyi bilmek çetin mesele…


Timur’un Semerkand ve Buhara’yı fethettiği günlere gidelim.

Çetin bir savaşın neticesinde alınmıştır bu güzeller güzeli iki şehir. Padişah savaşın yorgunluğunu daha üzerinden atmamıştır ki, İranlı meşhur şair Hafız’ın bir şiirini duyar:

“O Şirazlı Türk güzeli gönlümü öyle aldı ki
Semerkand ve Buhara’yı onun bir tek kara benine bağışladım gitti.”

Timur, küplere biner, öfkeyle bağırtır:

-Tez bulun getirin bana o şairi!...

Üstü başı perişan, saçı-başı dağılmış Hafız’ı Timur’un huzuruna çıkarırlar. Padişah hışımla yürür şairin üstüne:

-Bre şair, bilmez misin, biz buraların fethi için ne kadar savaştık! Bunca Müslüman kanı döküldü. Sen kalkmış Semerkand’ı, Buhara’yı bir güzelin kara benine bağışlıyorsun. Bu ne cömertlik böyle?!

Korku içindeki Hafız, yırtık elbiselerini, perişan halini gösterir.

-Hünkarım, der, kulunuz bu yüzden bu halde ya…

Timur gülerek yanındakilere seslenir:

-Şu cömert şaire bir kese altın verin’

İşte üslup dostlar, işte netice…



*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41


İstemeyi Bilmek



2. bölüm...



Ya şair Ebu Düllâme ile halife Mehdi arasında yaşanan hadiseye ne demeli?

Ebu Düllâme Abbasi hükümdarlarına çok güzel bir kaside yazınca, Halife :

- Çağırın şairi gelsin, der, ihsanda bulunalım…

Şairi çıkarırlar huzura. Halife sorar:

-Kasiden çok güzel olmuş, caize olarak ne istersin?

Şair şöyle bir etrafındaki kalabalığa süzer ve der ki:

-Sultanım, kulunuz bir av köpeği ister.

Herkes şaşkındır. Sen sultanın huzuruna çık, dile benden ne dilersen desin, bir av köpeği iste! Olacak iş değil mi bu?

Halife:

- Verdik gitti, der şaşırarak, istediğin av köpeği olsun.

Şair kapıya yönelmiştir ki, bir ara dönüp sorar:

- Fakat efendim. Ava ne ile gideceğim?

- Haklısın, der Halife, bir de at versinler.


Bir iki adım atan şair tekrar döner ve, boynunu büker:

- Şey efendim, ata nasıl bineceğim?..

Güler Halife:

- Doğru, güzel bir eyer takımı da versinler.

- Efendim, ata kim bakacak?

- Bir de seyis versinler…


Bir iki adım daha atar bizimki:

- Sultanım, diyecektim ki, bu seyisi nerede yatırayım?

- Bir de köşk versinler.


Şair tekrar döner geriye:

- Bu kadar insanı bu köşkte ne ile geçindireyim?

- 1000 altın da harçlık versinler…


Ebu Düllame bir kez daha geriye dönecektir ki, halife Mehdi ondan önce davranır:

- Bak şair efendi, masraf idaresine bir kethüda, hesap tutmaya da bir katip istersen av köpeğini geri alırım ha!..





*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41


İstemeyi Bilmek



3. bölüm...


Semerkand’dan İstanbul’a uzanalım şimdi de.

Sultan Mahmut Üsküdar sırtlarında dolaşmaya çıkmıştır. Kalabalığın arasından bir çocuğu çağırır, kesesinden çıkardığı bir altını uzatır. Çocuk almak istemez. Padişah sebebini sorar. Çocuk der ki:

- Ailem bu altını nereden bulduğumu sorarlar, hırsızlık yaptığımı zannederek döverler beni.

Şaşırır padişah:

- Evladım, benim verdiğimi söylersin sen de.

- O hiç olmaz sultanım. Padişahın verdi mi bir tek altın vermeyeceğini onlar da bilirler..

Dedik ya üslup önemli, istemeyi bilmek zor iş. Çocuk mu? Kesenin tamamını almış tabii ki…

Şimdi diyebilirsiniz ki, istemeyi bilmekle her şey bitiyor mu? İşin bir de nasip tarafı var elbet. Her şey tamam, bütün şartlar hazırdır, istemenize bile gerek yoktur ama nasip tıkanmıştır bir kere…


*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41


İstemeyi Bilmek



4. bölüm...



Üsküdar’dayız yine. Bir ramazan günüdür. Sultan Mahmut bu kez halkın kendisini tanıyamayacağı bir kıyafetle dolaşmaktadır. Bir ayakkabıcı dükkanından gelen ses dikkatini çeker padişahın. İhtiyar bir adam elindeki çekici boş örse vururken şöyle mırıldanmaktadır.

- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…

Sultan Mahmut selam verip içeri girer:

- Hayrola baba, nedir tıkanan?

İhtiyar elindeki çekici boş örse vurmaya devam ederek:

- Sorma be evlat, der, tıkandı da tıkandı. Kırış kırış alnı, bembeyaz sakalıyla nur yüzlü bir ihtiyardır bu. Bundan iki-üç sene önceydi evlat, bir rüya gördüm. Çok büyük bir şadırvan vardı. Her tarafında irili-ufaklı çeşmeler… kiminden oluk oluk su akıyor, kiminden damla damla, kiminden iplik gibi. Nedir bu, diye sordum. Nasip çeşmesi, dediler. Oluk oluk akan padişahın nasibiymiş. Diğeri filan sadrazamın, öteki bilmem kimin… Gözüm bir çeşmeye takıldı o sıra. Arada bir tek-tük damlalar düşen bir çeşmeydi bu. Bu kimin, dedim. Senin çeşmen dediler.

İhtiyarı dinliyor görünse de, gülmesini zor tutuyordu padişah:

- Eee?..

- Oradan bir odun parçası buldum, çeşmenin ağzını açmak için zorlarken, odun kırılıp iyice tıkamasın mı çeşmeyi!.. Damla düşmez oldu. O günden beri böyleyim işte evlat.

Elindeki çekici örse vurmaya devam etti ihtiyar adam:

- Tıkandı da tıkandı…

Padişah sevmiştir bu tuhaf ihtiyarı. Saraya döndüğünde bir hindi dolması hazırlatır. İçinde çil çil altınlar olan bir hindi dolması. Dükkanı tarif edip hindiyi gönderir, neticeyi beklemeye başlar.

Tıkandı baba sevinir hediyeyi görünce. Nihayet nasibim açıldı der. İftara az bir zaman kala bu hindiyle bir iftar etmektense bunu satar, üç günlük yiyecek alırım diye düşünür. Hindiyi üç-beş akçeye satar.

Hadiseyi duyan Sultan Mahmut, gülmeye başlar, adamlarına yeni bir emir verir.

- Hemen bir tepsi baklava hazırlayın, her dilimin altına bir altın koyup götürün ihtiyara…

Tıkandı Baba, hindiyi sattığı komşusuna baklavayı da birkaç akçeye satar. Mutludur artık, nihayet nasibi açılmıştır işte. Padişah ise ihtiyarın saflığına kızmaya başlar:

- Getirin bana o ihtiyarı!

Tıkandı Baba Padişah’ın huzuruna getirilir. Olanı-biteni bir bir anlatır padişah. İhtiyar adam çok üzülür. Ellerini dizlerine vurarak dövünmeye başlar:

- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…

Onun bu halini gören Sultan Mahmut bir kez daha merhamete gelir. Vezirine işaret verir. Hazine dairesinden bir altın sandığı, bir de kürek getirilir. İhtiyar küreği sandığa daldırıp çıkartacak, küreğin içindeki altınlar onun olacaktır.

Tıkandı Baba sevinir. Padişah’a dualar ederek heyecanla sandığa daldırır küreği. Sandıktan çıkardığında ise oracığa yığılır, bayılıverir. Zira heyecandan küreği ters daldırmıştır Tıkandı Baba. Ve küreğin sırtında tek bir altın vardır!

Sultan Mahmut nasipsizliğin deyimi olarak kalacak olan sözünü orada söyler işte.

- Vermezse Mabud, neylesin Mahmut…



Nasip deyince akan sular duruyor. İstemeyi bilmek başlı başına bir sanat. “Kemalat yolunda gün gelir istememeyi bile istememek gerekir” diye bir söz hatırlıyorum.

Bir gün cümle isteklerden kurtulup, bu sözün hakkını da veririz belki. Ama şimdi, merhum Üstad’a bir Fatiha gönderip, şu beyti yaşamanın vaktidir galiba:


Verirler ben acizim sen büyüksün dedikçe

Verenin şanı büyük sen iste istedikçe.



*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41


ONUDA SEN AĞIRLA



1. bölüm...



İbn-i Asfur’un hikayesini hatırlar mısınız?

Sen hiç ayakkabılarından özür diledin mi?

Duyduğun bir söz kaç gece böler uykularını?

Ağlayan bir çay bardağı gördün mü hiç?

Toprağın üzerinde basacak yer bulamadığın oldu mu?


Sahi, sen kıyafetlerine hiç teşekkür ettin mi?


Gecenin bir yarısı şimdi, balkondayım yine, yazıyorum. Kendime böyle sorular sorup, cevaplar arıyorum. Karşı evin terasından bir ses geliyor sanki: “Önce hikayesini anlat” Söz dinliyorum…


Günahkar bir adamdı. Ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan. Ölse de bir kurtulsak diyorlardı.

Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise adamının haline üzülse de ses çıkaramazdı. Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.

Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyor, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu. İyice zayıflamış, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin diye yalvarıyordu Allah’a…

Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerede sızıp kalmıştı! Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bir yanına baktı, yoktu. Eve gelmiştir beki diyerek koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaza durdu. Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.

Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyor, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç bela sedire kadar taşıdı. Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü. Ölmüştü…

Kadıncağız kocasının başında epeyce bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı. Kalktı, imamın evine gitti.

-Hocam… diyebildi hıçkırarak, bizimki…

Söyleyemiyordu, ama imam efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.

-O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini,
deyip kapıyı kapattı.

Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü. Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.

Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omzundan kayarken, dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.

Hışımla yaklaştı muhtar:

-Onu nereye götürüyorsun, dedi. Mezarlığa gömeyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden…

*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41


ONUDA SEN AĞIRLA



2. bölüm...


Kadın gözlerini çarşafın üstüne dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki. Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.

Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adımı atacak hali yoktu. Kendi kendine;

-Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada…

Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.

-Dert etme dedi, ben yardım ederim sana.

Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti. Bir kaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek döndü evine. Yorulmuştu. Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta. Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı Muhtar. Bir yandan tekmeyi vuruyor, bir yandan da “İmam Efendi, İmam Efendi…” diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.

-Bir rüya gördüm, dedi Muhtar, hocam o berduş, o serseri adam cennetteydi, bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun, diyordu.

Rüyayı duyan imamın benzi attı, kendiside hemen hemen aynı rüyayı görmüştü. “Gel hele, içeri gel..” demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler. Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:

-Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda…

Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?

Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olup biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular. Kadıncağız her şeyi anlattı. Can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.

Bir yandan yürüyor bir yandan aralarında konuşuyorlardı: bu çoban bir evliyaydı herhalde, beklide Hızır’dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değildi.

Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, hayırdır inşaAllah dedi. Oturdular, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar. Çoban söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.

-Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda durup bir dua ettim sadece, hepsi bu …

Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çobanda söyledi:

-Allahım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelirler yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım. Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla…



*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 

menzilzafer

New member
Katılım
28 Eyl 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41


Sen Geldin...



Dostu kande bulasın sende durmak ile sen

Ol imaret eylemez sen viran olmayınca



Yar hasretiyle ciğerleri parça parça olmuş bir aşık, gönlünde onun hayali, gözlerinde yaş, gelip durmuş maşukunun kapısında. Yüreğini parmaklarının ucuna latif bir eldiven gibi takıp, yavaşça çalmış kapıyı, beklemeye koyulmuş.

Arada sadece bir kapı varsa sevgiliye kavuşmak için, o kapının önünde bekleyenin resmini sözlüklerde hasret kelimesinin karşısına iliştiriverseler, hasretin ne olduğunu anlatmak için kelimeye hacet kalmazdı.

Düşünsenize, birazdan kapı açılacak, o görünecek, ayaklarının dibine atacak aşık kendisini, şiirler okuyacak, boynunu bükecek, susacak, anlatacak yokluğunun ızdırabını. Ağlayacak, sonra gözlerine, “her güzelde seyrettiğiniz o güzel işte karşınızda” diyecek. Ay ışığını ezber bilen gözler doyasıya seyredecek güneşini, daha neler neler…

Uzun sözün kısası, gönül bir parçaya, her parça bir hayale bölünmüş, her hayal binlerce ümide… Aşık perişan, aşık mahzun ve nihayet içerden bir ses:

- Kim o?

Kavuşmanın heyecanı, hicranın azabıyla kapı önünde asırlarca beklemekten eşiğe dönen aşık, beklediği sesi duyunca sevinçle haykırmış.

- Ben geldim.

İçeriden bütün vuslat hayallerini yerle bir eyleyen sesi duyulmuş sevgilinin:

- Gelen sen isen, var git, biraz daha yan öyle gel!

Bu cevap karşısında aşığın düştüğü hali sizin muhayyilinize bırakıyor, “aşık, aradaki tek engelin o kapı olmadığını kesin anlamıştır” diye not düşmekte fayda görüyorum.

Açıldığı vakit sevgilisiyle kavuşacağı ümidiyle beklediği kapıdan, boynunu büküp ah u figan eyleyerek dönmek zorunda kalan aşık, çöllere vurur kendini. Ayağındaki nalından gönlündeki aşka kadar, kendisine ait olduğunu zannettiği şeylerin hiç birisinin aslında kendisinin olmadığını anlar ilkin. “Ben” sözünü unutmak için maşukunun ismini söyleye söyleye dolaşırken çölleri, kendisinin bir başkası olduğunu hissetmeye başlar.

Bir şeye sahip olabilmek için ondan vazgeçmek gerektiğini idrak ettiğinde, önce ayaklarının sevgilinin ayaklarına ne kadar benzediğini fark eder, sonra gönlünün sevgilinin gönlüne büründüğünü. Kuşların, rüzgarın, ayrılığın, gecenin, kum tanelerinin, sessizliğin ve en son her şeyin sevgilisinin adını mırıldanmakta olduğunu seyredince kendi adını unutur, her azasının sevgiliye türküler yakan bir dil olduğunu anlayınca da, neyi unuttuğunu hatırlamaz olur.

Yüzünü yıkamak için eğildiği suda sevgilisini görünce, kuşların, gecelerin, rüzgarın, ayrılığın, kum tanelerinin, sessizliğin ve her şeyin birer damla olduğu o suyla yıkar yüzünü, düşer yollara.

Ayaksız yürüdüğü yollardan geçerek tekrar gelir dostun eşiğine. Elleri göğsünde bağlıyken çalar kapıyı ve içerden bir ses gelir:

- Kim o?

Önce göz olup seyrederken kapıyı, duyduğu sesle beraber kulak kesilir bütün vücudu, sonra dil olur, seslenir:

- Sen Geldin…

Ve ardına kadar açılır kapılar…


Bu, aslında maşukun kendisine kavuşmasının hikayesidir. Aşıkta kendisinden eser kaldığı müddetçe vuslat mümkün değilse eğer, aralanan kapının arkasında duran kapıyı çalandan başkası olamaz. Ben’i terk edebilen aşık için, değil kapı aradaki dağlar, denizler bile ayrılık sebebi değildir. O kendisinden soyundukça sevgiliyi giyinmenin hazzını tatmıştır. Zevklerini, isteklerini, ümitlerini, hatta yürüyüşünü, bakışını, konuşmasını, tebessümünü bile sevgilininkilerle takas ederek başlamıştır işe. Kendinde kendisinden eser kalmayıncaya kadar devam etmiştir bu alışsız gibi görünen veriş. İhsandan doğan aşk diye bahsederler karşılığı olan aşktan; ve ihsan bitince aşkın da biteceğini anlatırlar. Bu ihsanın bir buse olmasıyla birkaç köşkle birkaç huri olması arasında hiçbir fark yoktur.

Önce kaş olur, göz olur, sonra yırtılır perdeler senin tükendiğin demde, senden geriye bir o kalır, aşk o zaman aşktır. Mecnun’a adını sorduklarında, Leyla, demiş. Nereden geliyorsun? Leyla. Aç mısın? Leyla. Başka bir şey bilmez misin? Yine Leyla, hep Leyla… Marifet can için sevgili aramakta değil, sevgili için can taşımaktadır ve bütün soruların cevapları Leyla olmadan, mecnunluk sırrına Leyla kadar ıraktır cümle Kayslar…


*******




Satır Arası Hikayeler, Serdar TUNCER

pozitif yayınları

 
Üst Alt