Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Sardunyanin Kokusu

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Sardunyanın Kokusu
Kafasındaki kasketi çıkardı. Beyazına karalar eklenmiş saçları dağınık, kasket dağıtmış besbelli. Her badire yüzündeki çizgileri derinleştirmekle kalmamış, bir yenisini hatta yenilerini eklemiş. Kasketi elinde şöyle bir çevirdi. Yüzünde ne yapacağını bilmenin kararlılığı, gönlünden geçeni yapamayacak olmanın tasası vardı.
-“Dede gitme bak! Gülhan senin nasıl torununsa bizde senin torununuz “ dedim serzenişle…
-“Sen de benim torunumsun evladım ancak ben buralarda rahat edemem.”
—Dede istersen benim odamda, bizde kal, istersen ayrı bir ev var nerede rahat edersen oraya yerleş. Biraz kal, bizimle dur. Hem biraz iyileş ondan sonra yine gidersin.”
—Oğlum hele bi köye gidelim de sonrasını düşünürüz bakalım.”
—Dede ben seni biliyorum. Sen gidince gelmezsin “
-“Yok, yok. Ben gene gelicem oğlum” dedi .
***
Sardunyalar kokmazlar. Aslında kendilerine özgü bir kokuları da yok değil. Yeşil kokar, toprak kokar, umut kokar. Bir de renk renk olurlar kırmızısı olur, beyazı olur, renk renk olur, buram buram olur. O harikulade rengiyle kokusuzluklarını saklamak isterler.
Eski ayçiçeği ve vita kutularının değişmez kiracıları olan sardunyalar, belki de en çok yakışan yine o sardunyalardı. Çiçeklerin güzelliğinden saksılarını görmezdik zaten. Ninem ile dedemin en iyi anlaştıklarıydı bu sardunyalar. Ninem terk-i diyar eylediğinde dedeme bir tek o sardunyalar kaldı. Çardağın altındaki kuyunun etrafına dizilmiş bir sıra sardunya... Hepsi o kadar… Yoldan geçen arabalar üzerlerine tozlar bıraksalar da pek bir şey kaybetmiyorlar güzelliklerinden… Olsun! Gün geceyi aralarken, herkesin sessiz sessiz uyandığı, ninemin sabah namazına durduğu sıralarda onlar da çiğ damlacıklarıyla “abdest tazeliyorlar” ve yine kirlenmeye hazır hale geliyorlardı.
Neden her ikisinin mutlu olmasalar da o köye gittiklerini ve yine neden kokmasa da o sardunyaları sevdiklerini bir türlü anlayamadım.
***
Renkler sonbaharda donuklaşır. Çocuklar gibi şımarık,sevecen ve rengarenk olmazlar. Güze biraz daha ağır başlılık yaraşır. Sarı yaprakların yerleri kapladığı yeryüzünün üzüldüğü bir bahçedeyiz. Renksiz hayattan usanmış asma dalları karşımızda duruyor.
“Bak “ dedi “Güz gelince bu asmaları budamak gerek, budamazsan orman olur, dallanır budaklanır.”
- “Nasıl kesiyon dede bu dalları? Hangisinin kesileceğini nereden anlıyon?”
- Bakmasını bildikten sonra hangisinin kesilivereceğini sana gövdesi söyler oğlum.”
Elindeki bağ makası ile göstererek:
-“Bunu buradan kesersen bu sene çok üzüm yapar. Ama şu filizleri alırsan köke gider üzümü seneye bırakır. Gadir Mevla’m kime nasip eder bilmem. Kim öle kim kala…
***
Dışarıda sisli ve nemli bir hava var. Güneşte yeniden gözükme umudu da görünmüyor. Kesin olan bir şey var o da akşam oluyor. Güneş batmak üzere... Belki de batmıştır. Yoğun bir sis her tarafı kaplamış.Derken birden “Zulmet-i Beyza “ perdelerin topladı ve elini eteğini çekip gitti. Yorgun su damlaları ve mecburen ev sahipliği yapan yapraklar kaldı gözlerimizde. Bir de kendisi kaybolmuş ışıkları yani namı kalmış bir güneş.
İçerde ocağın karşısında otururken hafif bir gök gürlemesi duyuldu belli belirsiz. Dedem gülümseyerek “Zemheri garısı “ bağırıyor. Duyuyon mu Mustafa? Gülüşüyoruz. Dedem gülümseyerek söze başlıyor.

Yusufçuk kuşunu biliyon mu? Hani baykuşa benzer ama rengi daha açık şöyle alacalı- bulacalı bir kuştur. Kocamanca… Bildin mi?
Başımı tasdik eder şekilde salladım:
-“Evet dede bildim”
-İşte vaktinde bir çoban yaşarmış adı Yusuf’muş. Sadece adını değil huyunu da suyunu da güzelliğini de Yusuf Peygamberimizden almış oğlum. Yusuf’um, cimri bir ağanın pek ”kıymetli” koyunlarını otlatır, nafakasını çıkarırmış. Yusuf’umun günleri böylece vecd içinde geçip gidiyormuş. Günlerden bir gün akşam olmak üzere, koyunların toplanma zamanına yakın, hüt hüt kuşunun ölüm anında çıkardığı o güzel seslere benzeyen kavalın en güzel melodileri çalma zamanında olmaz olmuş. Yusuf’un çağrısına ayak uydurmamış koyunlar azade olmuş kuşlar misali kayıp olmuşlar. Velhasıl küçük Yusuf koyunları kaybetmiş. Sessiz olan Yusuf daha bir mahzunlaşmış. Beyin yanında almış soluğu… Yüreği çarparak, istemeyerek, korkarak;
-“Ağam koyunları bulmıyom. Aradım lakin bulamadım”
-“ Sen nasıl benim koyunlarımı kaybedersin çabuk koyunları bul. Yoksa… Sözün devamına gerek yok.
Yusuf kuş olmuş uçmuş, yürek olup çarpmış hızlı hızlı, aramış aramış ama ne ses var ne de iz. Kavalını almış çalmaya başlamış. Çağrıya ayak uyduran olur demiş. O acılı kavalın o yanık kavalın sesine cevap gelmemiş. Ve Yusuf’un gözyaşları…
Safa ile Merve tepeleri arasında koşarak oğlu İsmail’e su arayan Hacer Anamız gibi bir o tepeye bir bu tepeye koşmuş ama nafile Yusuf koyunları bulamamış. O koşuşma sırasında koyunların sahibi de Yusuf’a sesleniyormuş:
—Yusuf buldun mu koyunlarımı?”
-“Cık bulamadım ağam , yok beyim…”
Yusuf koşa dursun ,bu koşuş sırasında gök kubbe yıldızlarına kavuştuğu sırada sert bir poyrazla birlikte Yusuf kuşa dönüşmüş. Uçmuş uçmuş da aramış. Bey de sormuş hep. Yusuf’un uçuşu ve beyin soruşu yıllar yılı devam etmiş.”
****
Bağdaş kurduğu yerden doğruldu. Kasketinden alnının çizgilerine karışmış kır saçlarını teninden ayırdı.
“Yusufçuk kuşu öteden beri yusufçuk yusufçuuk diye öter biraz bekledikten sonra “cık” der. Yusuf koyunları buldun mu cık diyor Yusuf bulamadım…
****
Odada ninemin başında Yasin okuyorum.” Abla hakkını helal et” dedi dayım. Gözlerini açmadan hafifçe salladı başını ninem halsizce… Yasin okumayı bitirdikten sonra bana: “Dışarıya bir çık da dedeni buraya gönder” dediler.
—Seni çağırıyorlar dede. Bi odaya gidecekmişsin” başını salladı yere bakarak. Kalktı ağır adımlarla içeri girdi ve kapı kapandı. Sonra derinden bir ses duyuldu. Sanki bir feryattı. Ve derin bir sessizlik oldu. İlk oturduğu yere tekrar oturdu. Gecenin o sessizliğine inat milyonlarca kurbağa birden bağırıyorlar. Aynı şarkıyı söyleyen milyonlarca sanatçı…Derin bir nefes çekti ciğerlerine
-“İnsanlar neden ölürler ki öldüklerinde gözlerini kapatıyorlar. Demek gözlerini kapatmasalar ölmeyecekler.”
-“Yok dede öyle deme, günahtır.”
****
-Soğuk bir kış günü-
Kar beyazmış. Umutlar da öyle. Ama insanın umudu kar, kış gibi soğuk olmamalıymış. Beyaz mutluluğun rengi, soğuk ölümün kokusu... Siyah yani gece de ölümün rengiymiş. Ne olurdu, yer beyaz, gök beyaz her şey bembeyaz olsa. Hiç gece olmasa! Ne olurdu, hiç ölüm olmasa... Bir gece vakti ölümün şarkısını bir soğuk rüzgar çalmasa...
-“Kar yağmadı ama hava çok soğuk.”
-“Kar yağsa bu kadar soğuk olmaz ki...” Telefonun haykırışları evin huzurunu bozdu.
-“Alo” diyen annemin sesine:
-“Alo abla, babam çok hasta hemen gelin”diyen dayımın sesine karışıyor. Alelacele bir vesayet bulup yola çıkıyoruz.
Aradan uzun bir zaman geçmemesine rağmen mekan aynı fakat oyuncular farklı. Ama başrolde yine aynı şey var. Ölüm. Sadece roller değişmiş bu kez dedem…
Yüzü solmuş, kirli sakalı belirmiş. Ağzından derin derin nefes alıyor. Kelimeler binbir güçlükle nefesini yırtarcasına çıkıyor. Yasin oku diyorlar. Abdest alıp okuyorum. Yasin bittikten sonra dedemin yanına gidiyorum.
“- Dede sen demiştin ya. İnsanlar neden ölüyorlar? Gözlerini kapatmasalar ölmezler. Kapatma gözlerini açık tut.”
“- Ben kapatmak istemiyorum da oğlum kendi kapanıyorlar.”
****
Sabah kar yağmış. Ortalık kefen giymiş sanki. Namazdan sonra mezarlığa gidiyoruz. Omuzlarda cenaze… Onu ninemin yanına defnediyoruz. Mezarının üstü bembeyaz demek dedemi beyazlarla karşılıyor. Ansızın mezarın ayakucundaki ahlât ağacına bir yusufçuk geliyor. Belki birlikte gidecekler. Dedemi bekliyor. Ve yusufçuk havalanıyor. Havalanıyorlar.
Nereye?
Dönecek misin? “Cık”
 
Üst Alt