Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Said Nursi: Vehhabilik kaderin fetvası. Vehhabiliğin menbaı hariçte değil.

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Said Nursi'den vehhabi düşmanlarına itidal üzere cevaplar...

Vehhabilik ne hikmete mebnîdir?

bediuzzaman.gif


Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde sayıyorlar…

ehl-i bid'attan olan Vehhâbiler… Ehl-i Sünnete galebe ettiler

bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne (tedbirde haddi aşarak) bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle (kötü hareketiyle) kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etmiş.

Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr (kabirlerin ziyareti) ve makberistana hürmet-i şer'iye (kabristana dini hürmet) sûistimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura (meydana) geldi

o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf (tasarruf sahibi) ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip (düşünüp) , âmiyâne (körü körüne), câhilâne takdis edildi (kutsallaştırıldı). Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf (bilinen) ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne (haddi aşmış) hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi (tahripçiyi) onlara musallat etsin.

şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin (dindar) de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer'iye (Dini Hikmet) müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin (Allah dostları ve büyük islam alimlerinin) türbelerine birer mukaddes (kutsallaştırılmış) ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer'iyeye şu zamanda pek muvafık (uygun) düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek (düzeltmek) istedi ki, bunları musallat etti.

eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını (meşhur islam büyüklerini) , hâşâ enâniyetle (olmayan bir bencillikle) itham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah'ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zatlara birer nevî rubûbiyet ( Rablik) tahayyül ettikleri…

eâzım-ı İslâmiyenin (İslam büyüklerinin) türbelerine câhilâne ve müfritâne (haddi aşan) bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münâsip (uygun) görmedi ki; bu muharripleri (tahripçileri) Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etti. Onlarla tâdil edecek (düzeltecek).

Vehhâbilerin seyyiât (kabahatleri) ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran (teşekkür edilecek) bir cihetleri (yönleri) var

Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına (şeriatın hükümlerine) tatbik-i harekete (uygulamaya) çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık etmiyorlar (kayıtsızlık göstermiyorlar) . Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi (dini temsil eden şeyleri) tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri (büyük havuzu) içinde ya erir, ya itidâle (normal hale) gelir; çünkü menbâı (kaynağı) hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti...





Vehhabilik - Bediüzzaman Said Nursi

* Altıncı Mesele - Risalei Nur Külliyatı

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle
[Haremeyn-i Şerifeyne Vehhâbilerin tasallutuna dâirdir.]
( Şerefli Mekke ve Medine Haremine vehhabilerin musallat olmasıyla alakalı )

"Bismillahirrahmanirrahim - Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zâlimlere isâbet etmez." Enfâl Sûresi, 8:25.

Aziz kardeşlerim,

"Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın (islam büyüklerinin) türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir (dayanmaktadır)?" diye sual ediyorsunuz.

Elcevap: Şu hadise, âlem-i İslâmın (islam aleminin) siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için (sosyal hayatıyla ilişkili olduğundan), Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi daire-i nazarım (bakış alanım) başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadığım ve dâima faydasını gördüğüm mübarek hatıran için Eski Said kafasını muvakkaten (geçici olarak) başıma sıkılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasar (özet) nüktelerle beyan edeceğiz. (ince manalı sözlerle açıklayacağız)

BİRİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An'anesi zaman-ı Sahâbeden (sözü sahabe zamanından başlayarak gelmiş. İşte o an'ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden olan (iskan edenlerden - yerleşenlerden) Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan'da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali'nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet (düşmanlık) tevellüd etmiştir (doğurmuştur) . Hazret-i Ali (r.a.) "Şâh-ı Velâyet - Velilerin şahı " ünvânını kazandığı ve turuk-u evliyanın (tarikatların) ekser-i mutlakı (çoğunluğu) ona rücû etmesi (yönelmesi) cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif (hakaret, alay) damarı yerleşmiştir.

İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın (Yalancı Müseylime - Peygamberlik iddiasında bulunan) fitnesiyle irtidâda yüz tutan (nerdeyse dinden dönecek olan) Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid'in kılıncıyla zîr ü zeber edildi (darmadağan) . Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn'e (Olgun Halifeler - İlk 5 halife) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr (gücenme) , seciyelerine (karakterlerine) girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar-nasıl ki ehl-i İran'ın, Hazret-i Ömer'in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt (Peygamberimizin ev halkı) muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer'e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne (intikam alırcasına), fırsat buldukça tecavüz etmişler.

Üçüncü esas: Vehhâbilerin azîm (büyük) imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) Hazret-i Ali'den (r.a.) efdâliyetini (faziletini) müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.

Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi (nakledeni) ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur'ân (kuranın yaratılması) meselesinde cihanpesendâne (dünyaya meydan okurcasına) salâbet (cesaret ve dayanıklılık) ve metânet (sözünden dönmemek) sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne (tassub göstererek ) ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.

İKİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın an'anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet (insanlık alemi) itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi (insanlığın sosyal hayatı) noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye (siyasi sosyal hayat) itibariyle beşer (insanlık) birkaç devri geçirmiş.

Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri,
ikinci devri memlûkiyet (kölelik) devri,
üçüncü devri esir devri,
dördüncüsü ecir (İşçilik) devri,
beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş (dönüştürülmüş), nim-medeniyet (yarı medeniyet) devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri (kuvvetlileri) , insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip (köleleştirip) hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar (köleler) dahi bir intibâha düşüp (uyanarak) gayrete gelerek o devri esir (İşçilik) devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten (kölelikten) kurtulup fakat el-hükmü li'l-ğâlib (Hüküm galip olanın lehinedir) olan zâlim düsturuyla (zulüm kuralıyla) yine insanların kavîleri (kuvvetlileri) zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr ( büyük ihtilal) gibi çok inkılâplarla (devrimlerle) , o devir de ecîr (İşçilik) devrine inkılâp etmiş (dönüşmüş). Yani, zenginler olan havas (seçkinler) tabakası, avâmı (halkı) ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi (hizmetçi edinmesi), yani sermaye sahipleri ehl-i sa'yi ( işçileri) ve ameleyi (işçiyi) küçük bir ücrete mukabil (karşılık) istihdam etmeleridir (çalıştırmalarıdır).

Bu devirde sûistimâller o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte'l-arz (yeraltı) madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût (ölmeyecek kadar yiyecek) derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar (gücenme) verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya'yı zîr ü zeber (darmadağın) edip geçen Harb-i Umûmiden (dünya savaşı) istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm (halk direnişi) , havâssa (seçkin tabaka) karşı bir kin ve bir tezyif (hakaret, alay) fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref (şerefli) herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş.

İkinci esas: Şu asır, menfî (olumsuz) milliyet(çiliğ)i çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye (İslami unsurlar) hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı diniyeye ( dinin kutsal gördüklerine) hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor.

Üçüncü esas: Sükût...

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi (hayat düğümü) hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına (eserlerine) ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî (olumsuz) cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid'a (Dinde yeni şeyler çıkaranlar) ve dalâlet (sapkınlık) olur.

İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid'a fırkalarına (gruplarına) bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip (dayanıp) gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz (kin), ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı (eserler-etkiler) dalâlet hesabına çalışmıştır. Meselâ, Şîalar Kur'ân'ın emrine imtisalen (uyarak) Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet (milliyetçi bir intikam) cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahâbe ve Şeyheynin (Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer) buğzuna binâ edip (düşmanlığı üzerine kurup) , âsâr göstermişler;

[Maksat Hz. Ali'ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer'e duyulan kindir. ] olan darb-ı meseline (meşhur, hikmetli söz) mâsadak (söylendiği gibi) olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate (şeriatın nasslarına) ve sarîh-i âyâta (açık ayetlere) ve zevâhir-i ehâdise istinad (hadislerin dış manalarına dayanarak) ederek hâlis Tevhîde münâfi (aykırı) ve sanemperestliği (putperestliği) imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış ki, ifrat derecesinde (haddi aşan) tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ (Bunun gibi) , Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.

Her neyse... Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti (yönü) bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen (dayanarak), sâdattan (seyyidlerden) olan şerif-i Mekke (Mekke Şerifi), Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne (despotça) girmesine meydan (imkan) verdi. Nass-ı âyetle (kat'i ayet deliliyle) küffârın (kafirlerin) girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı (İslam alemini) aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi (siyasetin merkezi) hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid'attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad (dışardan destek noktası) aramayarak, filcümle (hepten) nimmüstakil (yarı bağımsız) bir siyaset-i İslâmiye (islami siyaset) takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler (galip geldiler) denilebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:

Esbap tahtında (sebepler altında) vücuda (meydana) gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye (İlahi hikmet) ile hükmeder. Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne (tedbirde haddi aşarak) bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle (kötü hareketiyle) kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etmiş. Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:

Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr (kabirlerin ziyareti) ve makberistana hürmet-i şer'iye (kabristana dini hürmet) sûistimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura (meydana) geldi. Husûsan (özellikle) evliyâların makberlerine (türbelerine) karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle (simgesel yönüyle) kalmadı, mânâ-yı ismî (sanki ondanmış gibi) derecesine çıktı. Yani, sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abdi (kulu) olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf (tasarruf sahibi) ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip (düşünüp) , âmiyâne (körü körüne), câhilâne takdis edildi (kutsallaştırıldı). Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf (bilinen) ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne (haddi aşmış) hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi (tahripçiyi) onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib (tahripçi) dahi, onları tâdil etmek (adalet göstermek) ve ifratlarını (aşırılıklarını) kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit (tedbirde haddi aşıp) edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, [Zâlim Allah'ın kılıcıdır; onunla başkalarını cezalandırır, sonra da onu cezalandırır.] kaidesine mazhar olur (maruz kalır) . Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye (dış sebebpler) , hakîki telâkkî ediliyor (varsayılıyor) . İnsanlar esbâba (sebeplere) yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye (dış sebepler) bir ayna hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse (yöneltse) , Tevhîd-i hakîkiye münâfi (Hakiki Tevhide aykırı) olur. İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin (dindar) de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer'iye (Dini Hikmet) müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin (Allah dostları ve büyük islam alimlerinin) türbelerine birer mukaddes (kutsallaştırılmış) ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer'iyeye şu zamanda pek muvafık (uygun) düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek (düzeltmek) istedi ki, bunları musallat etti.

Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet (benlik) o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet (gafiller ve sapkınlar toplulukları) ve bu mağrur ehl-i enâniyet (benciller topluluğu) nazarında kıyâs-ı binnefs olarak (kendinden kıyaslıyarak), eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını (meşhur islam büyüklerini) , hâşâ enâniyetle (olmayan bir bencillikle) itham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah'ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zatlara birer nevî rubûbiyet ( Rablik) tahayyül ettikleri bir hengâmda (zamanda) ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin (heykele önem veren) ve sûretperestlerin (resme önem veren) gayet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin (İslam büyüklerinin) türbelerine câhilâne ve müfritâne (haddi aşan) bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münâsip (uygun) görmedi ki; bu muharripleri (tahripçileri) Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etti. Onlarla tâdil edecek (düzeltecek).

Fakat Vehhâbilerin seyyiât (kabahatleri) ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran (teşekkür edilecek) bir cihetleri (yönleri) var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına mukabil (tahripçi kabahatlerine karşılık) o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına (şeriatın hükümlerine) tatbik-i harekete (uygulamaya) çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık etmiyorlar (kayıtsızlık göstermiyorlar) . Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi (dini temsil eden şeyleri) tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri (büyük havuzu) içinde ya erir, ya itidâle (normal hale) gelir; çünkü menbâı (kaynağı) hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti...

[Bismillahirrahmanirrahim - Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın." Bakara Sûresi, 2:32]
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Bismillahirrahmanirrahim

Mezhebçilik cihediyle meselelere yaklaşanlar Kur'an ve sünnetin bir kısmından istifade ettiler,bir kısmını terk ettiler.Bunların bazıları kişiseldir bazısı ise mezhepleşmiştir.Bunlardan biride vehhabiyedir,onlar Kur'an ve sünnetin bir kısmına göre davranarak mezar ziyaretini yasaklamışlardır.Halbuki bu yasaklama daha sonraları İslamın tevhid anlayışı gönüllere girince nesh edilir.Hatta ölümün düşünülmesi tefekkürü açısından kabir ziyaretinin olması gerektiği vurgulanır.İslam tam inkişaf etmeden önce cahiliye arabları atalarının kabirlerine gider,onlar adına çeşitli adaklarda bulunur,övücü şiirler okurlardı.Çünkü sıksık kabile savaşlarının yaşandığı bölgede bu savaşlarda ölenlerin adeti itibar meselesi idi.Bundan dolayı Allah Resulü ilk İslam gönüllülerine kabir ziyaretinide yasak etti.Ama daha sonra imanlar inkişaf edince bu uygulama kaldırıldı.
Bu gün mekke ve özellikle medinedeki kabristanlara bakılınca sürülmüş tarla gibi ve bomboştur.Bu vahhabi yönetiminin meselelerdeki eksik görüşlerinden kaynaklanmaktadır.
 

khan19556

New member
Katılım
11 Ocak 2007
Mesajlar
992
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Sancaðýn düþtüðü yerden
Ebu Zer:
Bu mahrem bir meseledir.Herkesin bilmesine de gerek yoktur.Bediüzzaman bu risaleyi sadece Osmanlıca mektubata koydurmuştur.Sebebi ilime vakıf olanların ulaşması içindir...
 

selinay25

New member
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
87
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
SAİD NURSİ


Soru- Said Nursî ile ilgili şu sözler beni şaşırtıyor:

“… yirmi senede öğrenilmesi gereken ilim ve fenlerin özünü üç ayda kavrayarak öğrenimini tamamlamış. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verirmiş[1].”

Buna gerekçe olarak deniyor ki, rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru sormamak şartıyla ona Kur’an ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiş[2].

Cevap- Bir kimsenin Allah’ın Elçisi tarafından bilgi sahibi kılınması Şiilere has iddiadır. Onlar bunu, Ali’nin (r.a) soyundan gelen imamlar için söylerler. Şöyle derler:

"... İmamlardan hiçbiri bir öğretmene git¬memiş, bir eğitimciden bir şey öğren¬me¬miştir. ...Hiç biri bir hocadan ders almamış, hiç biri bir mektebe, bir medre¬seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so¬rulunca derhal en doğru cevabı verirler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için dü¬şünmeleri yahut cevabı bir müddet geciktirmeleri de vaki değildir...[3]" İmamın ilahî hükümlere, ilahî maârife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahut kendisinden önceki İmam vasıtasıy¬ladır... [4]"

Soru- Bir peygamberin böyle görevi olur mu?

Cevap- Elbette olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35)

Allah Teâlâ, Peygamberimize şöyle emrediyor

"De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrını¬zın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuş¬mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin." (Kehf 18/110)

"De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya.

De ki: "Beni Allah'ın azabından kimse kurta¬ramaz. Ondan başka bir sığınak da bula¬mam.

Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, onun gön¬derdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)

Soru- Said Nursî’nin öğrenim hayatı ile ilgili bilginiz var mı?

Cevap- Kendi el yazısı ile yazdığı özgeçmişine göre ilk öğrenimden sonra Şeyh Muhammed Celalî’nin ders halkasına katılmış, okunması adet olan kitapları okumuş ve daha sonra Van’da 15 yıl kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur[5].

“Tarihçe-i Hayatı”na göre de önce Sarf ve Nahiv ile meşgul olmuş ve İzhar’a kadar okumuş, daha sonra Şeyh Mehmed Celâlî’nin yanına gitmiş, her türlü ilim dalına ait eserleri incelemeye koyulmuş ve İslamî ilimlerle ilgili kırk kadar kitabı ezberlemiştir. Ders aldığı diğer alimler şunlardır: Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim, Şeyh Mehmed Küfrevî, Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah[6].

Soru- Öyle ise öğrenimini üç ayda tamamladığı, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verdiği ve bu özelliğin ona rüyasında Peygamberimiz tarafından verildiği iddiası nereden çıkıyor?

Cevap- Halkın hurafelere olan ilgisinden yararlanıp dikkat çekmek istemiş olabilir. Zamanın harikası demek olan “Bediuzzaman” lakabı da öyledir. İddiaya göre bu lakap, onun olağanüstü ilmini gören ilim adamları tarafından verilmiştir[7].

Soru- Said Nursî’nin sözleri arasında ciddi tutarsızlıklar görülüyor. Şu sözü hakkında ne dersiniz?

“Ondört yaşında idim. O zaman icazet almanın alameti olan, üstad tarafından bana sarık sarılmasının ve cübbe giydirilmesinin önüne engeller çıktı. Yaşım küçük olduğu için büyük hocalara has giysi bana yakıştırılmadı. Diğer yandan büyük âlimler, bana üstad değil, ya rakib ya teslim oluyorlardı. Kendini benim yanımda üstad görecek biri çıkmamıştı.

Ben bu hakkı elli altı sene sonra kullanabildim. Bundan yüz sene önce ölmüş Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin bana, kendi cübbesi ile birlikte bir sarık göndermişti, şimdi o cübbeyi giyiniyorum. Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım[8].

Cevap- Said Nursî’nin 14 yaşında ilim adamlığı payesine ulaştığı iddiası temelsizdir. Çünkü Tarihçe-i hayatı’na göre on beş- on altı yaşlarına kadar bütün bilgisi sünuhat kabilindendi[9]. Sünuhat, kişinin aklına ve hatırına gelen şeylere denir[10]. Onlara ilim dense yeryüzünde alim olmayan kimse kalmaz.

Soru- Hem sünuhat, hem Said Nursî’nin her soruya tereddütsüz cevap verdiği iddiası, bunların ona Allah’ın ilhamı olduğu anlamına gelmez mi?

Cevap- Böyle bir iddianın varlığı ortada. Bunu Said Nursî açıkça söylüyor. Şu sözler ona aittir:

“Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!

Bu sözün açık anlamı; asr-ı saadette Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda o Kur’ân’ın Arş’taki yerinden ve manevi mu'cizesinden feyz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor[11].”

Yani Risale-i Nur, Kur’an’ın indiği yerden Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi inerek Kur’an’ın gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini getiriyor.

Soru- Bu sözü ile o, kendini peygamber seviyesine çıkarmıyor mu?

Cevap- Peygamber olduğunu söylemese de yukarıdaki sözlerin o manaya geldiği açık. Ayrıca Kur’an’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiği iddiası, kendi kitabının Kur’an’dan önemli olduğu iddiasından başka bir anlam taşımaz.

Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle diyor: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçili¬ğini yapmamış olursun" (Maide 5/67) Eğer Said Nursî’nin iddia ettiği şeyler Peygamberimize bildirilseydi onları açıklamak zorunda olurdu.

Soru- Bunlara inanan bir kişi, Said Nursi’yi son peygamber, Risale-i Nurları da Allah’ın son kitabı saymış olmaz mı?

Cevap- Said Nursî’nin şu sözlerini de dinle, sonra karar ver:

“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda, Kur’an’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilleridir. Kur’an âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir[12].”

Yani Said Nursî’ye göre Kur’an delil olmaktan çıkmış, delile muhtaç hale gelmiş ve Risale-i Nur’un âyetleri, Kur’an âyetlerinin delili olmuştur. Böyle bir kitabın hatasız olması gerekir. Said Nursî, bu iddiayı da yapıyor ve şöyle diyor:

“Sözler”[13] şüphesiz Kur’an’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[14].

Soru- Nurcuların Kur’an okumayıp Risale-i Nur okumalarının sebebi bu olmalıdır herhalde?

Cevap- Said Nursî, insanları kendi kitaplarına çekmek için hiçbir şeyi eksik etmemiştir. Şöyle diyor: “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir "urvet-ül vüska"dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir "hablullah" yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[15].

"Urvet-ül vüska" ve "hablullah" Kur’an’a ait özelliklerdir[16].

Soru- Risale-i Nur’un, Kur’an’ın alındığı yerden alındığı iddiası, zaten her şeyi açıklamıyor mu?

Cevap- Bu iddia birden fazla yerde tekrarlanır. Onlardan biri de şudur:

“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden iktibas edilmiştir[17].”

Risalelerden "Âyetü’l-Kübrâ" yı örnek verip oradaki iddiaları adım adım izleyelim:

1- Said Nursî’ye yazdırıldığı iddiası:

“Bu risalenin mukaddimesinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı[18].”

2- Adını İmam Ali’nin verdiği iddiası:

“Bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) gaipten gösterdiği kerametlerde (keramat-ı gaybiyesinde) bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Musa" adlarını vermiştir[19].”

3- İmam Ali’nin şefaat dilediği iddiası:

“İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada “Ayet’ül-Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…[20]”

4- Risale’nin lâ ilâhe illallah sözünün olağanüstü delili olduğu iddiası:

“Lâ ilâhe illallah’ın hücceti ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), onu şefaatçi yapmıştır[21].

5- Risale’nin kurtarıcılık yaptığı iddiası:

“.. o risalenin hem Ankara hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla talebelerine beraet kazandırmağa sebep olduğu gibi…[22]”

6- Bir mağazayı yangından koruduğu iddiası:

“… hükûmet dairelerinden birisi … gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı halde; tam bitişiğinde, Risale-i Nur'un bir talebesi yanıma geldi ve dedi ki: "Biz yanıyoruz, mahvolduk." Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyet-ül Kübra'nın bir kısım basılı nüshalarını yanıma getirmesini söylemiştim, fakat getirmemişti. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı. Ben de Risale-i Nur'u ve Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yapıp: "Ya Rabbi kurtar" dedim. Üç saat o dehşetli yangın, bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktı. Risale-i Nur'un ve Âyet-ül Kübra'nın korumasında olan mağazaya kat'iyyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkânı da sağlam kaldı…[23]”

Soru- Aklıma İmam Ali takıldı. Risale’nin adını neden o koyuyor?

Cevap- Said Nursî ona, Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecek bütün ilim ve sırların o kitapta olduğunu iddia ediyor. Kendi kitabı da, o zaman için, geleceğin sırlarından olduğuna göre onu Ali’nin bildirmesi tabiidir. Said Nursi özetle şöyle diyor:

Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz Ali'nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyor ki: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum"

İsm-i Âzamdan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:

"Dünyanın başından kıyamete kadar bütün ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar[24].”

Soru- Öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar yer alıyor. Bu bir sahife değil, çok büyük bir kitap olur. Peygamberimizin bu ilim ve sırları bilmediği kesin olduğu için İmam Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş oluyor. Said Nursî bu bilgiyi nereden almış?

Cevap- Kur’an’ın alındığı yerden aldığını söyledi ya?!!

Soru- Bununla ne elde etmek istiyor?

Cevap- Risale-i nuru ve şakirtlerini kutsallaştırmak[25].

Soru- Bunlar benim kanımı dondurdu. Ne kötü iddialar!...

Cevap- Bu tür iddialar için Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra "bu Allah katındandır" derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır[26]. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79).

Soru- Tanıdığım bir çok nurcu var. Bunlar bilgili, efendi, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve özellikle öğrenci yetiştirmek için çaba gösteren insanlardır. Bunlar ne olacak? Bu anlattıklarınızı onların çoğu bilmiyor.

Cevap- Doğru, Risale-i nurlar içinde çok güzel şeyler de var. Onlardan bazılarını ben de beğeniyorum. Tanıdığınız Nurculara sorun, kendilerine okunan bölümlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Dili ağır olduğu için onları da anlamazlar. Okuyanlardan çoğunun da anlamadığını, bazı kelimelerin zihinlerinde çağrıştırdığı manayı anlattıklarını ben de gördüm. Ama bütün bunlar nurcuları kurtarmaya yetmez. Bunlar akıllarını kullanmadıklarının cezasını çekeceklerdir. Çünkü Allah "..pisliği aklını kullan¬mayanların üs¬tüne yığar." (Yunus 10/100)

Soru- Akıllarını kullanmadıklarını nereden biliyorsunuz?

Cevap- O kitapların Said Nursî’ye yazdırıldığı söylenince sesleri çıkmaz. Her biri o kitapları Kur’an’ı okur gibi okur. Çünkü Nurcular arasında temel kitap Risale-i Nurlardır. Bunları yapanın aklını kullandığı söylenemez.

Soru: Gerçekten onlar Said Nursî’ye olağanüstü bir değer veriyorlar. Bu beni her zaman tedirgin etmiştir.

Cevap- Olağanüstü değeri bizzat Said Nursî veriyor. Onlar da onun arkasından gidiyorlar. Mesela şu şiiri, Abdülkadir Geylânî’nin, sekiz asır önce Said Nursi için yazdığı iddia ediliyor:

Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.

Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada

Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.

Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.

Müri¬dim ister doğuda olsun is¬ter batıda

Hangi yerde olsa da yetişirim imdada[27]”

Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar[28]. İspat için, cifir ilmi denen hayali şeylere dayanır ve şiirde şu anlamın saklı olduğunu söylerler:

"O Gavs'ın müridi Said Kürdî, Rusya'da esirken kuzeydoğu Asya’dan bid’atçıların eliyle Asya’nın batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim."

Yardımın nasıl gerçekleştiği, şöyle anlatılıyor:

“Evet Hazret-i Gavs'ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya'nın kuzeydoğusunda, yok edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs'ın (Abdülkadir Geylânî’nin) dediği gibi hep koruma altında olmuştur.

Üstadımız diyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur" derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiştir[29].

Bu inancın Kur’an’a aykırılığını gösteren âyetlerden bir kısmı şöyledir:

“Darda kalmış kişi dua ettiği za¬man onun yar¬dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü¬nün hakimleri ya¬pıyor? Allah ile be¬raber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsu¬nuz..“ (Neml 27/62)

Güç yetirilemeyen konularda Allah’¬tan baş¬ka¬sından yardım alınabilirse, kim Allah’a sığınır? Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“De ki, Allah’ın dışında kuruntu¬sunu ettikle¬ri¬nizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gi¬der¬meye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yeti¬rebilirler.

Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahme¬tini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (isrâ 17/56-57)

“Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğu¬nuzu bilir.

Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey ya¬ratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.

Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirile¬ceklerini de bilemezler.” (Nahl 16/19-21)

“Onlara sorsan; “Gökleri ve yeri, kim yarattı?” diye, kesinkes “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah’ın yakınından neyi çağırdığınıza baktınız mı? Allah bana bir sıkıntı vermeyi istemiş olsa, onlar bu sıkıntıyı fark edebilirler mi? Ya da Allah bana iyilik etmeyi istemiş olsa, onlar onun bu iyiliğini önleyebilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Dayanacak olanlar ona dayansınlar.” (Zümer 39/38)

Soru- Said Nursî ölmüştür; kendini savunamaz. Böyle biri hakkında konuşmak doğru mu?

Cevap- Said Nursî hesabını Allah’a verecektir. Bizim ona fayda veya zarar vermemiz düşünülemez. Belki ölmeden önce bütün hatalarından tevbe etmiş ve Allah’ın huzuruna günahsız gitmiş de olabilir. Bizi ilgilendiren, onun kitaplarını, dinin kaynaklarından sayan büyük bir cemaattir. Biz onları uyarmaya çalışıyoruz.


Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır
--------------------------------------------------------------------------------

[1]- Bediuzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İst. 1991, s. 34. (Takdim yazısında bu kitabın 1958’de hazırlandığı, Bediuzzaman Said Nursî’nin kontrol ettiği ve düzelttiği şekilde yayınlandığı ifade edilmektedir.)

[2]- Bediuzzaman Said Nursî, Haşiye, Tarihçe-i Hayat, s. 33.

[3]- Muhammed Rıza'l-Muzaffer, Akâid'ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 52-53.

[4]- GÖLPINARLI, Şia İnançları, s. 52.

[5]- Bu özgeçmiş, İstanbul Müftülüğü Arşivi’nde, Osmanlı Ulemasına ait sicil dosyaları arasında iken daha sonra dosyanın içi bilinmeyen kişiler tarafından boşaltılmıştır. Sadık ALBAYRAK bunları evvelce yazıp neşrettiği için sadece onun kitabında bulunmaktadır. Bkz. Sadık ALBAYRAK, Son Devir Osmanlı Uleması, İst. 1996, c. IV, s. 271.

[6]- Tarihçe-i Hayatı s. 44.

[7]- Tarihçe-i Hayatı, s. 45.

[8]- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, c. II, s. 1609, İstanbul 1995, Burada ifadeler sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: Eski zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı...

Sâniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın vefat etmeleri cihetinde, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek

ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükrediyorum(Haşiye) Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım.

[9]- Tarihçe-i hayat 45

[10] - Şemseddin Sami, Kamus-i Türkî, İstanbul 1317.

[11]- Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1993, s. 617. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir:

Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!

cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor...”

[12]- Şualar, s. 709. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Resail-in Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.

[13]- Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.

[14]- Barla Lâhikası s.26. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Mübarek Sözler şübhesiz Kitab-ı Mübin'in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.”

[15]- Said Nursî, Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1992 s. 231.

[16]- Bakara 2/256 ve Al-i İmrân 3/103’e bkz.

[17]- Şualar s. 601. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”

[18]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), Sözler Yayınevi, İstanbul 1992 s. 84.

[19]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 83-84.

[20]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 84, 1 numaralı dipnot ve s. 261. Yukarıdaki yazı şu cümlenin tercümesidir. وبالآية الكبرى أمني من الفجت Arapça’da fecet diye bir kelime olmadığı için füc’e kabul edilerek anlam verilmiştir.

[21]- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526. Bu ibarede kısaltma yapılmıştır. Tamamı şöyledir: “ Birinci Kelime: ¬لا إله إلا اللهdır. Bundaki hüccet ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada وبالآية الكبرى أمني من الفجت” Ayetül Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…”

[22]- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526.

[23]- Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınevi, İst. 1993 101. Anlamı bozmayacak kısaltmalar yapılmıştır.

[24]-Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, c. II, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, (Onsekizinci Lem’a) İstanbul 1995, s. 2079, Metnin aslı şöyledir: “Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevide getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum" diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:

"Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."

[25]- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 2078. Orada geçen ifade aynen şöyledir: Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali'nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir.

[26]- Karşılığında Ahireti verdikleri için aldıkları ne olursa olsun, azdır. “... Bu hayatın sağladığı fayda Ahiret yanında pek az olur.” (Tevbe 9/38)

[27] - Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat, İstanbul 1991, s. 119.

[28]- İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza.

[29] - Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat s. 120.


Kaynak
http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/tutorials/index.php?op=viewtutorial&tid=45
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Said Nursi'de bir insandı...Doğrusu ile yanlışı ile...Doğrularını alır, yanlışlarını terk ederiz...

Mahrem konusuna gelince, bu kadar harika ve itidal üzere olan izahları paylaşmadan geçemezdim...
 

kafkaskartali

New member
Katılım
10 Haz 2007
Mesajlar
106
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
54
Konum
Almanya
SAİD NURSİ


Soru- Said Nursî ile ilgili şu sözler beni şaşırtıyor:

“… yirmi senede öğrenilmesi gereken ilim ve fenlerin özünü üç ayda kavrayarak öğrenimini tamamlamış. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verirmiş[1].”

Buna gerekçe olarak deniyor ki, rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru sormamak şartıyla ona Kur’an ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiş[2].

Cevap- Bir kimsenin Allah’ın Elçisi tarafından bilgi sahibi kılınması Şiilere has iddiadır. Onlar bunu, Ali’nin (r.a) soyundan gelen imamlar için söylerler. Şöyle derler:

"... İmamlardan hiçbiri bir öğretmene git¬memiş, bir eğitimciden bir şey öğren¬me¬miştir. ...Hiç biri bir hocadan ders almamış, hiç biri bir mektebe, bir medre¬seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so¬rulunca derhal en doğru cevabı verirler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için dü¬şünmeleri yahut cevabı bir müddet geciktirmeleri de vaki değildir...[3]" İmamın ilahî hükümlere, ilahî maârife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahut kendisinden önceki İmam vasıtasıy¬ladır... [4]"

Soru- Bir peygamberin böyle görevi olur mu?

Cevap- Elbette olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35)

Allah Teâlâ, Peygamberimize şöyle emrediyor

"De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrını¬zın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuş¬mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin." (Kehf 18/110)

"De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya.

De ki: "Beni Allah'ın azabından kimse kurta¬ramaz. Ondan başka bir sığınak da bula¬mam.

Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, onun gön¬derdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)

Soru- Said Nursî’nin öğrenim hayatı ile ilgili bilginiz var mı?

Cevap- Kendi el yazısı ile yazdığı özgeçmişine göre ilk öğrenimden sonra Şeyh Muhammed Celalî’nin ders halkasına katılmış, okunması adet olan kitapları okumuş ve daha sonra Van’da 15 yıl kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur[5].

“Tarihçe-i Hayatı”na göre de önce Sarf ve Nahiv ile meşgul olmuş ve İzhar’a kadar okumuş, daha sonra Şeyh Mehmed Celâlî’nin yanına gitmiş, her türlü ilim dalına ait eserleri incelemeye koyulmuş ve İslamî ilimlerle ilgili kırk kadar kitabı ezberlemiştir. Ders aldığı diğer alimler şunlardır: Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim, Şeyh Mehmed Küfrevî, Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah[6].

Soru- Öyle ise öğrenimini üç ayda tamamladığı, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verdiği ve bu özelliğin ona rüyasında Peygamberimiz tarafından verildiği iddiası nereden çıkıyor?

Cevap- Halkın hurafelere olan ilgisinden yararlanıp dikkat çekmek istemiş olabilir. Zamanın harikası demek olan “Bediuzzaman” lakabı da öyledir. İddiaya göre bu lakap, onun olağanüstü ilmini gören ilim adamları tarafından verilmiştir[7].

Soru- Said Nursî’nin sözleri arasında ciddi tutarsızlıklar görülüyor. Şu sözü hakkında ne dersiniz?

“Ondört yaşında idim. O zaman icazet almanın alameti olan, üstad tarafından bana sarık sarılmasının ve cübbe giydirilmesinin önüne engeller çıktı. Yaşım küçük olduğu için büyük hocalara has giysi bana yakıştırılmadı. Diğer yandan büyük âlimler, bana üstad değil, ya rakib ya teslim oluyorlardı. Kendini benim yanımda üstad görecek biri çıkmamıştı.

Ben bu hakkı elli altı sene sonra kullanabildim. Bundan yüz sene önce ölmüş Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin bana, kendi cübbesi ile birlikte bir sarık göndermişti, şimdi o cübbeyi giyiniyorum. Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım[8].

Cevap- Said Nursî’nin 14 yaşında ilim adamlığı payesine ulaştığı iddiası temelsizdir. Çünkü Tarihçe-i hayatı’na göre on beş- on altı yaşlarına kadar bütün bilgisi sünuhat kabilindendi[9]. Sünuhat, kişinin aklına ve hatırına gelen şeylere denir[10]. Onlara ilim dense yeryüzünde alim olmayan kimse kalmaz.

Soru- Hem sünuhat, hem Said Nursî’nin her soruya tereddütsüz cevap verdiği iddiası, bunların ona Allah’ın ilhamı olduğu anlamına gelmez mi?

Cevap- Böyle bir iddianın varlığı ortada. Bunu Said Nursî açıkça söylüyor. Şu sözler ona aittir:

“Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!

Bu sözün açık anlamı; asr-ı saadette Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda o Kur’ân’ın Arş’taki yerinden ve manevi mu'cizesinden feyz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor[11].”

Yani Risale-i Nur, Kur’an’ın indiği yerden Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi inerek Kur’an’ın gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini getiriyor.

Soru- Bu sözü ile o, kendini peygamber seviyesine çıkarmıyor mu?

Cevap- Peygamber olduğunu söylemese de yukarıdaki sözlerin o manaya geldiği açık. Ayrıca Kur’an’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiği iddiası, kendi kitabının Kur’an’dan önemli olduğu iddiasından başka bir anlam taşımaz.

Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle diyor: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçili¬ğini yapmamış olursun" (Maide 5/67) Eğer Said Nursî’nin iddia ettiği şeyler Peygamberimize bildirilseydi onları açıklamak zorunda olurdu.

Soru- Bunlara inanan bir kişi, Said Nursi’yi son peygamber, Risale-i Nurları da Allah’ın son kitabı saymış olmaz mı?

Cevap- Said Nursî’nin şu sözlerini de dinle, sonra karar ver:

“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda, Kur’an’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilleridir. Kur’an âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir[12].”

Yani Said Nursî’ye göre Kur’an delil olmaktan çıkmış, delile muhtaç hale gelmiş ve Risale-i Nur’un âyetleri, Kur’an âyetlerinin delili olmuştur. Böyle bir kitabın hatasız olması gerekir. Said Nursî, bu iddiayı da yapıyor ve şöyle diyor:

“Sözler”[13] şüphesiz Kur’an’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[14].

Soru- Nurcuların Kur’an okumayıp Risale-i Nur okumalarının sebebi bu olmalıdır herhalde?

Cevap- Said Nursî, insanları kendi kitaplarına çekmek için hiçbir şeyi eksik etmemiştir. Şöyle diyor: “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir "urvet-ül vüska"dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir "hablullah" yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[15].

"Urvet-ül vüska" ve "hablullah" Kur’an’a ait özelliklerdir[16].

Soru- Risale-i Nur’un, Kur’an’ın alındığı yerden alındığı iddiası, zaten her şeyi açıklamıyor mu?

Cevap- Bu iddia birden fazla yerde tekrarlanır. Onlardan biri de şudur:

“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden iktibas edilmiştir[17].”

Risalelerden "Âyetü’l-Kübrâ" yı örnek verip oradaki iddiaları adım adım izleyelim:

1- Said Nursî’ye yazdırıldığı iddiası:

“Bu risalenin mukaddimesinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı[18].”

2- Adını İmam Ali’nin verdiği iddiası:

“Bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) gaipten gösterdiği kerametlerde (keramat-ı gaybiyesinde) bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Musa" adlarını vermiştir[19].”

3- İmam Ali’nin şefaat dilediği iddiası:

“İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada “Ayet’ül-Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…[20]”

4- Risale’nin lâ ilâhe illallah sözünün olağanüstü delili olduğu iddiası:

“Lâ ilâhe illallah’ın hücceti ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), onu şefaatçi yapmıştır[21].

5- Risale’nin kurtarıcılık yaptığı iddiası:

“.. o risalenin hem Ankara hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla talebelerine beraet kazandırmağa sebep olduğu gibi…[22]”

6- Bir mağazayı yangından koruduğu iddiası:

“… hükûmet dairelerinden birisi … gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı halde; tam bitişiğinde, Risale-i Nur'un bir talebesi yanıma geldi ve dedi ki: "Biz yanıyoruz, mahvolduk." Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyet-ül Kübra'nın bir kısım basılı nüshalarını yanıma getirmesini söylemiştim, fakat getirmemişti. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı. Ben de Risale-i Nur'u ve Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yapıp: "Ya Rabbi kurtar" dedim. Üç saat o dehşetli yangın, bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktı. Risale-i Nur'un ve Âyet-ül Kübra'nın korumasında olan mağazaya kat'iyyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkânı da sağlam kaldı…[23]”

Soru- Aklıma İmam Ali takıldı. Risale’nin adını neden o koyuyor?

Cevap- Said Nursî ona, Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecek bütün ilim ve sırların o kitapta olduğunu iddia ediyor. Kendi kitabı da, o zaman için, geleceğin sırlarından olduğuna göre onu Ali’nin bildirmesi tabiidir. Said Nursi özetle şöyle diyor:

Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz Ali'nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyor ki: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum"

İsm-i Âzamdan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:

"Dünyanın başından kıyamete kadar bütün ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar[24].”

Soru- Öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar yer alıyor. Bu bir sahife değil, çok büyük bir kitap olur. Peygamberimizin bu ilim ve sırları bilmediği kesin olduğu için İmam Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş oluyor. Said Nursî bu bilgiyi nereden almış?

Cevap- Kur’an’ın alındığı yerden aldığını söyledi ya?!!

Soru- Bununla ne elde etmek istiyor?

Cevap- Risale-i nuru ve şakirtlerini kutsallaştırmak[25].

Soru- Bunlar benim kanımı dondurdu. Ne kötü iddialar!...

Cevap- Bu tür iddialar için Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra "bu Allah katındandır" derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır[26]. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79).

Soru- Tanıdığım bir çok nurcu var. Bunlar bilgili, efendi, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve özellikle öğrenci yetiştirmek için çaba gösteren insanlardır. Bunlar ne olacak? Bu anlattıklarınızı onların çoğu bilmiyor.

Cevap- Doğru, Risale-i nurlar içinde çok güzel şeyler de var. Onlardan bazılarını ben de beğeniyorum. Tanıdığınız Nurculara sorun, kendilerine okunan bölümlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Dili ağır olduğu için onları da anlamazlar. Okuyanlardan çoğunun da anlamadığını, bazı kelimelerin zihinlerinde çağrıştırdığı manayı anlattıklarını ben de gördüm. Ama bütün bunlar nurcuları kurtarmaya yetmez. Bunlar akıllarını kullanmadıklarının cezasını çekeceklerdir. Çünkü Allah "..pisliği aklını kullan¬mayanların üs¬tüne yığar." (Yunus 10/100)

Soru- Akıllarını kullanmadıklarını nereden biliyorsunuz?

Cevap- O kitapların Said Nursî’ye yazdırıldığı söylenince sesleri çıkmaz. Her biri o kitapları Kur’an’ı okur gibi okur. Çünkü Nurcular arasında temel kitap Risale-i Nurlardır. Bunları yapanın aklını kullandığı söylenemez.

Soru: Gerçekten onlar Said Nursî’ye olağanüstü bir değer veriyorlar. Bu beni her zaman tedirgin etmiştir.

Cevap- Olağanüstü değeri bizzat Said Nursî veriyor. Onlar da onun arkasından gidiyorlar. Mesela şu şiiri, Abdülkadir Geylânî’nin, sekiz asır önce Said Nursi için yazdığı iddia ediliyor:

Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.

Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada

Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.

Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.

Müri¬dim ister doğuda olsun is¬ter batıda

Hangi yerde olsa da yetişirim imdada[27]”

Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar[28]. İspat için, cifir ilmi denen hayali şeylere dayanır ve şiirde şu anlamın saklı olduğunu söylerler:

"O Gavs'ın müridi Said Kürdî, Rusya'da esirken kuzeydoğu Asya’dan bid’atçıların eliyle Asya’nın batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim."

Yardımın nasıl gerçekleştiği, şöyle anlatılıyor:

“Evet Hazret-i Gavs'ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya'nın kuzeydoğusunda, yok edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs'ın (Abdülkadir Geylânî’nin) dediği gibi hep koruma altında olmuştur.

Üstadımız diyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur" derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiştir[29].

Bu inancın Kur’an’a aykırılığını gösteren âyetlerden bir kısmı şöyledir:

“Darda kalmış kişi dua ettiği za¬man onun yar¬dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü¬nün hakimleri ya¬pıyor? Allah ile be¬raber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsu¬nuz..“ (Neml 27/62)

Güç yetirilemeyen konularda Allah’¬tan baş¬ka¬sından yardım alınabilirse, kim Allah’a sığınır? Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“De ki, Allah’ın dışında kuruntu¬sunu ettikle¬ri¬nizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gi¬der¬meye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yeti¬rebilirler.

Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahme¬tini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (isrâ 17/56-57)

“Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğu¬nuzu bilir.

Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey ya¬ratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.

Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirile¬ceklerini de bilemezler.” (Nahl 16/19-21)

“Onlara sorsan; “Gökleri ve yeri, kim yarattı?” diye, kesinkes “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah’ın yakınından neyi çağırdığınıza baktınız mı? Allah bana bir sıkıntı vermeyi istemiş olsa, onlar bu sıkıntıyı fark edebilirler mi? Ya da Allah bana iyilik etmeyi istemiş olsa, onlar onun bu iyiliğini önleyebilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Dayanacak olanlar ona dayansınlar.” (Zümer 39/38)

Soru- Said Nursî ölmüştür; kendini savunamaz. Böyle biri hakkında konuşmak doğru mu?

Cevap- Said Nursî hesabını Allah’a verecektir. Bizim ona fayda veya zarar vermemiz düşünülemez. Belki ölmeden önce bütün hatalarından tevbe etmiş ve Allah’ın huzuruna günahsız gitmiş de olabilir. Bizi ilgilendiren, onun kitaplarını, dinin kaynaklarından sayan büyük bir cemaattir. Biz onları uyarmaya çalışıyoruz.


Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır
--------------------------------------------------------------------------------

[1]- Bediuzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İst. 1991, s. 34. (Takdim yazısında bu kitabın 1958’de hazırlandığı, Bediuzzaman Said Nursî’nin kontrol ettiği ve düzelttiği şekilde yayınlandığı ifade edilmektedir.)

[2]- Bediuzzaman Said Nursî, Haşiye, Tarihçe-i Hayat, s. 33.

[3]- Muhammed Rıza'l-Muzaffer, Akâid'ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 52-53.

[4]- GÖLPINARLI, Şia İnançları, s. 52.

[5]- Bu özgeçmiş, İstanbul Müftülüğü Arşivi’nde, Osmanlı Ulemasına ait sicil dosyaları arasında iken daha sonra dosyanın içi bilinmeyen kişiler tarafından boşaltılmıştır. Sadık ALBAYRAK bunları evvelce yazıp neşrettiği için sadece onun kitabında bulunmaktadır. Bkz. Sadık ALBAYRAK, Son Devir Osmanlı Uleması, İst. 1996, c. IV, s. 271.

[6]- Tarihçe-i Hayatı s. 44.

[7]- Tarihçe-i Hayatı, s. 45.

[8]- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, c. II, s. 1609, İstanbul 1995, Burada ifadeler sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: Eski zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı...

Sâniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın vefat etmeleri cihetinde, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek

ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükrediyorum(Haşiye) Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım.

[9]- Tarihçe-i hayat 45

[10] - Şemseddin Sami, Kamus-i Türkî, İstanbul 1317.

[11]- Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1993, s. 617. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir:

Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!

cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor...”

[12]- Şualar, s. 709. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Resail-in Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.

[13]- Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.

[14]- Barla Lâhikası s.26. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Mübarek Sözler şübhesiz Kitab-ı Mübin'in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.”

[15]- Said Nursî, Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1992 s. 231.

[16]- Bakara 2/256 ve Al-i İmrân 3/103’e bkz.

[17]- Şualar s. 601. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”

[18]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), Sözler Yayınevi, İstanbul 1992 s. 84.

[19]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 83-84.

[20]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 84, 1 numaralı dipnot ve s. 261. Yukarıdaki yazı şu cümlenin tercümesidir. وبالآية الكبرى أمني من الفجت Arapça’da fecet diye bir kelime olmadığı için füc’e kabul edilerek anlam verilmiştir.

[21]- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526. Bu ibarede kısaltma yapılmıştır. Tamamı şöyledir: “ Birinci Kelime: ¬لا إله إلا اللهdır. Bundaki hüccet ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada وبالآية الكبرى أمني من الفجت” Ayetül Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…”

[22]- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526.

[23]- Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınevi, İst. 1993 101. Anlamı bozmayacak kısaltmalar yapılmıştır.

[24]-Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, c. II, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, (Onsekizinci Lem’a) İstanbul 1995, s. 2079, Metnin aslı şöyledir: “Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevide getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum" diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:

"Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."

[25]- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 2078. Orada geçen ifade aynen şöyledir: Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali'nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir.

[26]- Karşılığında Ahireti verdikleri için aldıkları ne olursa olsun, azdır. “... Bu hayatın sağladığı fayda Ahiret yanında pek az olur.” (Tevbe 9/38)

[27] - Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat, İstanbul 1991, s. 119.

[28]- İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza.

[29] - Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat s. 120.


Kaynak
http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/tutorials/index.php?op=viewtutorial&tid=45
Iste bu kadar kit görüslü insanlarda prof olup dini ögretiyorlar ya artik fitnenin gerisini siz düsünün.
Cahilin cehaleti ebu cehilin evladlarindan.
Mübaregin yazdiklarina hangi gözle bakmista onu degerlendiriyor.
Iste bu zihniyetin pesinden giden zavallilara aciyorum.
Mesnevide de benzer seyler yaziyor.
O kadar ulemalar var Saidi Nursi H.z(r.a)lerinin ilmini kabul eden.O kadar ulemalar cahilde bunun gibi prof bozuntularimi alim olmus.Ya RAbbi Mehdiyi gönder.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Saidi nursi son devir ulemalarından olup Yazmış olduğu risale-i nurlar büyük hizmetler görmüştür.Biz İslam aleminin bu eserlerden istifade etmesini canı gönülden arzu ederiz.Derin bir tefekkür,İslama hizmet hissiyatı ve takva'nın izleri eserde kendini gösteriyor.
İslama hizmetçi ve bende olmuş herkesi çok severiz.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
mehdiyi gönder diyorsunuz da aklıma şöyle bir hikayecik geldi...
ıspartadayken said nursinin al i gayretlerinden etkilenen biri, üstadım mehdi gelecek ne bu gayret diye sorar, üstad şöyle der: evet, mehdi gelecek, ancak geldiğinde bizi çalışır vaziyette bulsun...
 

selinay25

New member
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
87
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
Yuzyilin alimi dedikleri Beduzaman Said Nursiye gore Mehdi gelmis. 1981-1991 yillari arasinda ortaya cikmis. Bunu aldigim siteye bakarsaniz. Bu kadar kelli felli adamlarin Kur'anda olmayan birsey icin ne methiyeler ve arastirmalar yaptigini goreceksiniz. Yuzyilim alimleri ve ilahamla yazilan kitaplarin yazari Said Nursi bile bile bunu yaparsa Iskender Mehdiligini ilan etmis cok degil arkadaslar.
"Bu bölümde; Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatında yer alan, Mehdiyet ve Ahir Zaman konuları üzerinde, Hayrullah Esendal tarafından yapılan araştırmaları göreceğiz:
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı'nın pek çok yerinde, Peygamber Efendimiz'in müjdelediği Hz. Mehdi'nin yakında geleceğini haber vermiş ve Mehdiyet hakkında hadislerde geçen konulara açıklık getirmiştir. Mehdi'nin ve talebelerinin geleceğiyle ilgili Üstad'ın ifadelerinden biri şöyledir:
"Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Hz. Mehdi ve şakirtleri (talebeleri), Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişletir ve o tohumlar sünbüllenir." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 138 - Kastamonu Lahikası, 72)

1. Hz. Mehdi Hicri 1400'de Gelecektir.
Bediüzzaman, farklı tarihlerde yaptığı açıklamaların hepsinde, Mehdi ve talebelerinin geliş zamanı olarak hicri 14. yüzyılın başlarına işaret etmiştir. Bir sözünde, Mehdi'nin asr-ı saadet döneminden 1400 sene sonra çıkacağını şöyle belirtmektedir:
"İstikbal-i dünyeviyede 1400 sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib (yakın) zannetmişler." (Sözler, 318)
Üstad'ın ifadesinde belirttiği, "sahabe döneminden 1400 sene sonrası" hicri 14. asrın başlarına, yani miladi olarak 1979-1980 senelerine denk gelmektedir.
"Fatiha'da doğru yolda olanlar ashabının taife-i kübrasını tarif eden fıkrası, şeddesiz bin beş yüz altı veya yedi ederek tam tamına fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadisin imasını te'yid edip remz derecesine çıkartıyor." (Kastamonu Lahikası, 23)
Suyuti ümmetin icabet ömrünün hicri 1500 senesini geçmeyeceğini bildiriyor. Bediüzzaman Hazretleri de, ümmetin galibane mücadelesinin 1500-1506 yıllarında biteceğini; bundan sonra zayıflamaların başlayıp kıyametin bekleneceğini belirtiyor. Ümmetin galibane ömrü 1500-1506 yıllarında bitecekse, o zaman 1400-1500 yılları arasında Mehdi ve İsa (AS)'nın gelmesi, ayrıca Mehdi'nin de 1400 yılı başlarında göreve başlaması gerekmektedir.
Bediüzzaman hicri 1327'de Şam'da Emevi Camii'nde on bin kişiye verdiği hutbesinde, hicri 1371'den sonraki İslam aleminin geleceğine yönelik izahlar yapmakta, ahir zamandan çeşitli tarihler vererek, beklenen Mehdi'nin mücadele zamanlarına dikkat çekmektedir.
Bediüzzaman, Mehdi'nin göreve başlaması ve inkarcı zihniyeti fikren mağlup etmesi ile ilgili olarak şu tarihleri bildirmektedir:
"Ta 1371 senesinden sonraki alem-i İslam'ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye'deki hakikatler... Evet şimdi olmasa da 30-40 sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek." (Hutbe-i Şamiye, 25)
Şam'da yaptığı bu konuşmada, hicri 1371 senesinden sonra yaşanacak gelişmelere dikkat çekerek, Bediüzzaman Mehdi'nin göreve başlamasının bu tarihten 30-40 yıl sonra olacağını bildirmiştir. Bu tarih ise hicri 1401-1411, miladi olarak da 1980-1990 yılları arasıdır.
Yine aynı konuşmanın devamında Üstad, Mehdi'nin inkarcı fikir sistemini fen, ilim ve medeniyetin imkanları sayesinde fikren susturacağını haber vermiştir. Bu fikri üstünlüğün tarihi olarak da 1371 tarihinden yarım asır sonrasını bildirmiştir. Bu da hicri 1421, yani miladi 2001 senesi demektir.
"Evet şimdi (1371) olmasa da otuz-kırk (30-40) sene sonra...
Fen: Müspet ilimler, biyoloji, fizik, kimya vs.
Hakiki marifet: Hüner, sanat , ilim ve fenlerle öğrenilen bilgi.
Medeniyetin mehasini: Medeniyetin iyiliklerini
O üç kuvvetle donatıp gerekli ihtiyacını karşılayıp o dokuz engelleri yenip dağıtmak için,
Taharri-i hakikat meyelanı: Hakikati araştırma meyli
Muhabbet-i insaniyeyi: İnsan sevgisini.
O dokuz düşman sınıfının cephesine göndermiş, inşallah yarım asır sonra (50 sene) onları darmadağın eder."
1371 + 50 = 1421 (Miladi 2001)
Bediüzzaman hicri 1400 yılı başlarında Mehdi'nin inkarcı felsefe ile mücadeleye başlaması zamanına, 1401-1411 = 1981-1991 yılları arası fen, hüner, sanat ve medeniyetin iyiliklerini birleştirip bunlarla mücadelesine ve fikren darmadağın edeceği tarih olarak da 1421 = 2001'e dikkat çekiyor.
"Yetmiş birde fecr-i sadık başladı veya başlayacak. Eğer bu, fecr-i kazib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak." (Hutbe-i Şamiye, 23)
Fecir: Tan yerinin ağarması, güneş doğmadan önceki kızıllık, sabah vakti
Fecr-i Kazib: Sabaha karşı ufukta yayılmaya başlayan birinci kızıllık.
Fecr-i Sadık: Fecr-i Kazib'den sonra yayılmaya başlayan ikinci aydınlanma
1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991
Bediüzzaman İslam'ın dünyaya tekrar hakim olmasını güneşin doğuşuna benzetiyor. Güneşin battıktan sonra ertesi gün yeniden doğması gibi, İslam'ın da dünya üzerinde tekrar doğup parlayacağına bu benzetmeyle işaret ediyor. Fecr-i Kazib ve Fecr-i Sadık ifadeleriyle bu doğuşun başlangıç yıllarına dikkat çekilmiştir.
Buna göre Hakkın karşısındaki batılı temsil eden düşünce olan ateizmin ve materyalist felsefenin dağıtılmaya başlaması 1981-1991 yılları, fikren tam anlamıyla susturulup dağıtılmasının ise 2001 yılında olacağına işaret etmiştir.
Risale-i Nur Külliyat'ında, Mehdi'nin mücadele ve hakimiyet devreleri ile ilgili verilen ebcedler:
"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor." 9/32 ayetindeki "...Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor." cümlesi hakkında Bediüzzaman şöyle demektedir:
"Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli "lamlar" ve "mimler" ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi'nin Şakirtleri olabilir." (Şualar / 605)
Bu ayetin ebced değeri ise "1424-Miladi: 2004" tür. Mehdi önderliğinde İslam'ın hakimiyeti devrelerine işaret etmektedir.
"...inkar edenlerin velileri ise tağut'tur..." 2/257 ayetindeki "tağut" (batıl fikir sistemi) kelimesinin kendi içinde çöküş tarihini de Bediüzzaman (ebced değerini) 1417 (miladi 1997) olarak vermektedir.

2. Hz. Mehdi Bediüzzaman'dan Sonra Gelecektir.
"Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse... (Kastamonu Lahikası, 57)
Bediüzzaman Said Nursi, "hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat" diyerek Mehdi'nin henüz gelmediğini, Müslümanlar tarafından beklendiğini ve kendi yaşadığı devirden bir asır sonra geleceğini bildirmektedir. Bediüzzaman hicri 13. asırda yaşamıştır. Kendisinden sonra gelecek asır olan hicri 14. asır Mehdi'nin çıkış zamanıdır.
"Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Hz. Mehdi ve şakirtleri (talebeleri), Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişletir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 138- Kastamonu Lahikası, 72)
"Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten (veli şahıstan) işittim ki; o zat, eski velilerin gaybi işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaati gelmiş ki:
"Şark tarafından bir nur zuhur edecek (ortaya çıkacak), bid'atlar zulümatını (dine sonradan girmiş hurafeleri) dağıtacak. Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim (gözledim) ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lazım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin izhar ediyoruz (hazırlıyoruz)".(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189)
Üstad, Mehdi'nin kendisi olmadığını, kendisinden sonra geleceğini, "Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz." şeklinde belirterek açıklamıştır. Mehdi ve talebelerine ancak bir zemin hazırlayabildiklerini belirtmiştir.
"bid'atlar zulümatını (dine sonradan girmiş hurafeleri) dağıtacak": Mehdi'nin tüm bidatları ortadan kaldıracağını söylemiştir ki bu konu Üstad döneminde uygulamaya geçmemiştir. Bidatların var olabileceği Müslümanlar tarafından zikredilmeye daha yeni yeni başlamıştır. Ayrıca bidatların kalkmasının dünyadaki tüm Müslümanlar tarafından uygulanması gerekmektedir.

3. Hz. Mehdi Geldiğinde Maddeci ve Tabiatçı Felsefenin Azgınlığı
"Tabiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı nemrudane, gittikçe ahir zamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir." (Emirdağ Lahikası, 259)
Materyalizmin hem Türkiye'de hem de dünyada kuvvet bulması Üstad zamanında devam ettiği gibi, vefatından sonra da 20. yy'ın sonlarına kadar devam etmiştir. Televizyon ve radyo kanallarının gelişmesiyle, yazılı basının da desteğiyle etkileri giderek artmıştır. Yani Üstad'ın "tabiiyyun, maddiyun felsefesini" tamamen sonlandıracak bir çalışması olmamıştır. Bilakis Üstad'ın vefatından sonra da materyalizm propagandası artarak 21. yy'a kadar gelmiştir. Materyalizm ve evrim savunuculuğu ancak son yıllarda hızlı bir şekilde çökmeye başlamıştır. Bu mağlubiyet önde gelen materyalistler tarafından da itiraf edilmiştir.

4. Hz. Mehdi Hilafet Merkezinin Bulunduğu Yerden Çıkacaktır.
Ahir zaman hakkındaki rivayetlerin merkez noktasını Mehdiyet teşkil eder. Ahir zamandaki önemli olayların çoğu Mehdiyet etrafında gelişir. Ancak bu olayların yerleri hakkında farklı farklı rivayetler mevcuttur. Bediüzzaman bu konuya şu şekilde açıklık getirmiştir:
"Şimdi, Hz. Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadisi tefsir edenler, metn-i ehadisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Mesela: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Hz. Mehdiyye veya Süfyaniyye'yi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kufe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler." (Sözler, 359)
Bir başka yerde de Üstad konuyu şöyle izah etmiştir:
"Merkez-i Hilafet eski zamanda Irak'da, Şam'da ve Medine'de bulunduğundan raviler kendi içtihatlarıyla daimi öyle kalacak gibi mana verip, "Merkez-i Hilafet-i İslamiye" yakınlarında tasvir etmişler, Halep ve Şam demişler. Hadisin mücmel haberlerini kendi içtihatlarıyla tavsil etmişler." (Şualar, 492)
Yani, Bediüzzaman'ın üstteki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, ahir zaman hadislerini aktaran alimler, ahir zaman olaylarını kendi dönemlerindeki hilafet merkezlerini esas alarak aktarmışlardır.
Mehdiyet olayının gerçekleşeceği yer olarak, her alim kendi zamanının Hilafet Merkezi olan Irak, Şam, Kufe, Medine gibi şehirleri belirtmiştir. Ravilerin bu içtihatları da zamanla rivayetlere katılarak günümüze ulaşmıştır.
Ancak, ahir zaman olaylarının vuku bulduğu yerle ilgili rivayetlerin ortak noktası, bu olayların Hilafet Merkezi'nde gerçekleştiğidir.
Bediüzzaman da bu sonuca varmıştır. Bilindiği gibi, son hilafet merkezi "İstanbul"dur. Halifelik bu yüzyılın başlarında resmi olarak kaldırılmıştır ve o günden bu yana dünya üzerinde başka hiçbir yere de taşınmamıştır. Peygamberimizin iki sancağı, kılıcı ve gömleği ile diğer mukaddes emanetler İstanbul'dadır. Sonuç olarak, halen bu manevi ünvanı koruyan tek şehir İstanbul'dur.

5. Hz. Mehdi'nin Üç Asli Görevi Vardır.
"Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, "Hz. Mehdi Al-i Resul'ün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i ilahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak." (Emirdağ Lahikası, 259)
"Büyük Hz. Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad aleminde." (Şualar, sf. 456)
Emirdağ Lahikası 259. sayfada fedakâr seyyidlerin yardımından bahsediyor. Üstad seyyidler topluluğu ile beraber faaliyette bulunmamıştır. Bu faaliyet Üstad'dan sonra Mehdi tarafından yapılacaktır.
Üstad, Mehdi'nin siyaset alanında faaliyet yapacağını, devlet yönetiminde en üst kademede bulunacağını belirtmiştir. Nitekim hem siyaset, hem diyanet hem de cihad yani tebliğ yönünden faaliyette bulunması çok geniş imkanlar gerektirmektedir. Dolayısıyla da buradan Mehdi'nin imkanlarının çok geniş olacağını, bu görevlerin tam yapılmasının ancak devlet yetkilerinin kullanılması ile olacağını anlamaktayız. Üstad bu imkan ve yetkiye sahip olmamıştır.

Birinci görevi: İnsanların imanını kurtaracak
"Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek..." (Emirdağ Lahikası, 259)
Mehdi'nin görevi olan "materyalizmi dünyada tam anlamıyla etkisiz hale getirmek" Üstad tarafından yapılmamış ve buna bağlı olarak insanların imanını kurtarma görevi dünya çapında Mehdi'ye verilmiştir. Bu çalışmaların köklü ve çok etkileyici yapılacağını da; Mehdi'nin iman sahiplerini dalaletten koruyacağını belirterek açıklamıştır.
Bu görevi en önemli ve değerli görevdir.
"Ümmetin beklediği, ahir zamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikiyi neşr ve ehl-i imanı delaletten kurtarmak" (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9)
Üstad, Mehdi'nin 3 görevinden en önemlisi ve en dikkat çekicisini imanı yayma olarak belirtmiştir. Bu imanı yayma çalışmasının yönteminin nasıl olacağını da Üstad "iman-ı tahkikiyi neşr" olarak vurgulamıştır. Buradaki "neşr" kelimesiyle iman hakikatlerinin neşriyat yoluyla yani kitap, dergi, CD ve diğer kitle iletişim araçları yoluyla yapılacağı anlaşılmaktadır. Doğal olarak bu şekilde imanı yayma çalışması da dünyadaki tüm insanlar tarafından bilinecektir. Üstadın çalışması ise kendi döneminde ancak fedakar nur talebelerinin el yazmalarıyla birkaç nüsha çoğaltma şeklinde olmuş, kastedilen neşr, maksadı hasıl olacak şekilde oluşmamıştır.

İkinci görevi: Dini özüne döndürecek
"İkinci Vazifesi: Hilafet i Muhammediye (ASM) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve mânevi tehlikelerden ve gadab-ı ilâhi'den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır." (Emirdağ Lahikası, sf. 259)
"Hilafet-i Muhammediye ünvanı ile" Mehdi'yi tarif eden Bediüzzaman, Mehdi'nin İslam Dünyası'nın Halifesi olacağını söylemektedir. Ayrıca bu makamı da "ünvan" olarak tarif ederek, tüm Müslümanların Mehdi'yi o makama layık kişi olarak tanıyacağına da işaret etmiştir. Büyük mütefekkir Bediüzzaman, şüphesiz 13. asrın müceddididir, ancak tüm Müslümanların Halifesi ünvanını almamıştır.
"Alem-i İslâmın vahdetini" tabirini kullanarak Üstad, kendi devrinde de dağınık, halifesiz ve bir birliktelik içinde olmayan İslam ülkelerinin birleşerek İslam Birliği'nin oluşacağını söylemektedir. Bu birliktelik Üstad zamanında da, henüz de oluşmuş değildir. Bu birlikteliği, Mehdi'nin bir dayanak noktası yaparak Müslümanları bazı tehlikelerden koruyacağını ifade etmektedir.
"milyonlarla efradı bulunan ordular"ın da, Mehdi'nin bu vazifesini ifa ederken yardımcıları olacağını, yani emrinde ordular olacağını söyleyen Üstad'ın ordulardan oluşan yardımcıları olmamıştır. Sadece büyük fedakarlıklar içinde, canla başla gayret içinde olan mahdut miktarda Nur talebeleri onun yardımcısı olup tebliğ çalışması yapmışlardır.
"O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9)
"O zat" ifadesi, beklenen Mehdi'nin belirli "bir" kişi olduğunu gösteren açık bir ifadedir.
Görevi "şeriatı icra ve tatbik etmek" olan Mehdi'nin ifa edeceği ikinci vazifesini tarif ederken, Üstad, dinin kurallarını toplum içinde Mehdi'nin hayata geçireceğini söylemektedir. Bediüzzaman ise büyük mücadelelerle kendi devrinde ancak iman hakikatlerini sınırlı bir topluluğa tebliğ etme imkanı bulabilmiştir.
"gayet büyük maddi bir kuvvet lazım" ifadesi büyük maddi imkanlarla yapılacak olan hizmetleri işaret etmektedir. Bu belki de devlet hazinesini kullanma yetkisi olarak adlandırılabilir. Üstad mücadelesini gayet zor maddi şartlar içerisinde geçirmiştir.
Mehdi'nin insanlığı maddi ve manevi tehlikelerden koruyacağı net olarak belirtilmiştir. Ayrıca Mehdi İslam birliğini de oluşturacak ve bunun için de sayısı milyonları bulan ordular gerekecektir. Bu durum Üstad döneminde oluşmamıştır. Mehdi şeriatı uygulayacak, bu da ancak büyük bir maddi güçle olacaktır.
"Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bidatlar zulümatını dağıtacak." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189)
"bidatlar zulümatını dağıtacak": Üstad'ın döneminde de var olan bidatlar, dine sonradan sokulan batıl inanç ve uygulamalar, hala süregelmektedir. Üstadın çalışmalarıyla bu, sona ermemiştir. Bunu dini özüne döndürecek olan Mehdi gerçekleştirecektir.

Üçüncü görevi: İslam toplumunu tekrar birleştirecek
"O zatın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiyeyi İttihad-ı İslam'a bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslam'a hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o vazifeden üç dört derece daha ziyade kıymetdardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9)
Mehdi'nin bir başka görevi ise İslam toplumunu birleştirmek ve Hristiyan alemiyle ittifak yapmaktır. Mehdi'nin çok büyük çapta ve ihtişamlı olarak yapacağı bu görevler tüm dünyada herkes tarafından bilinecektir. Buna binaen ahir zamanda bu konuların tüm insanlar tarafından bilinmesi ve genele yayılması ancak televizyon, radyo ve internet gibi teknolojik imkanlarla mümkün olabilir. Nitekim Müslüman birliği ve Müslüman-Hristiyan ittifakı da Üstad döneminde olmamıştır.
"Bu vazife, pek büyük bir saltanat, kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir." Üstad, İslam Birliği ile Müslüman ve Hristiyan dünyasının hak din adına kol kola vermesi gibi büyük bir olayın ancak 3 şartın oluşmasıyla gerçekleşeceğini ifade etmiştir.
Birincisi "saltanat": Bu ifade tam bir hakimiyet ifadesidir. Bu şunu gösterir; Mehdi'nin ülke yönetiminde bulunan, güç ve iktidar sahibi olan ve adeta bir sultan gibi dediği her şey uygulanan yetki sahibi bir makamda olacağıdır. Saltanat ifadesi ile Üstad'ın kastettiği budur. Bu durumun Üstad'da tecelli etmediği malumdur.
İkincisi "kuvvet": Buradaki kasıt, istediği şeyi icra edebilme gücü, yani yetki sahibi ve iktidar olmaktır. Bu ortam da Üstad zamanında oluşmamıştır.
Üçüncü "milyonlar fedakarlar": Çok açık olan bu ifadeyle Üstad, bu görevin, hizmette bulunacak, Mehdi'ye tabi milyonlarca insanın olmasıyla gerçekleşebileceğine dikkat çekmiştir. O dönemde Üstad'ın çevresinde hizmet eden fedakar talebelerin sayısının ise milyon sözüyle ifade edilemeyeceği aşikardır.
"üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda" gerçekleşecek olan İslam'ın hakimiyeti, hem dünyada geniş çaplı bir şekilde, hem de oldukça görkemli ve yankılar uyandıran bir tarzda meydana gelecektir. Bu şaşaa toplumların çoğunluğunun üzerinde büyük etki uyandırdığı gibi, bu toplumların çok da önem verdiği bir husus olacak. Bu şaşaa ne Üstadın döneminde, ne de "asr-ı saadet" hariç başka bir dönemde yaşanmış bir durumdur.

Birinci görevdeki yardımcıları
"...Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (ASM) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." (Emirdağ Lahikası, 259)
"Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek"
"...ondan evvel...": Yani Mehdi'den önce, onun çalışmalarından önce, Mehdi'nin birinci vazifesi olan iman hakikatlerini yayma ve materyalizmi yıkma çalışmasını yerine getirmesinde kullanacağı ilmi malzemeleri hazırlayacak olan "bir taife" den bahsetmektedir Bediüzzaman.
"bir taife": Bu grubun, fen ve felsefenin materyalizm ile oluşturduğu negatif etkiyi kırmada faydası olacak şekilde fen ve bilim ile uğraşan ilmi bir grup olması gerekmektedir. Ki Mehdi de onların hazırladıkları çalışmalardan faydalanarak materyalizmi yıkacak.
"o taifenin uzun tasdikati ile yazdıkları eseri..." diyerek Bediüzzaman, uzun doğrulama çalışmaları sonucu bir eser yazdıklarından söz etmektedir. Bunun ilmi bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır. Bu ilim adamlarının, uzun yıllar yaptıkları çalışmalar ile, insanın tesadüfler sonucu meydana geldiğini savunan materyalizme karşı, Yaratıcı'nın varlığını gösterecek şekilde, kendi başına ilmi deliller ortaya koyacağı anlaşılıyor. Mehdi de bu bilgileri özellikle de İslam dünyasında yaygınlaştırarak, bilimin yaratılışı gösterdiğini insanlara anlatarak materyalizmi yıkacak.
"bir cihette": 'Bir yönüyle' derken Üstad, bu ilmi gruptan, materyalizmi yıkmada sadece bir yönüyle faydalanılacağını anlatmaktadır. Yani maddiyun ve tabiyyun felsefesinin, tabiatçılık ile ilgili kısmının kastedilmekte olduğunu anlıyoruz.
Bir de maddiyun kısmı var ki, o da maddecilik, yani maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve tek kesin gerçeğin madde olduğunu savunan materyalizmin ikinci kısmı. Bunu da sadece Mehdi, maddenin gerçekliğinin yoktan var olduğunu ortaya koyarak yapacak. Ortaya koyduğu maddenin yoktan var olduğu konusuna dair hem bilimsel hem akli izahlarla materyalizmi tam anlamıyla yok etmiş olacak.
"fen ve felsefenin tasallutuyle": Fen ve felsefenin saldırıları yüzünden insanlar üzerinde etkisi olacak olan materyalizmi susturmak için, yine bu iki unsuru susturmak, onun yaratılışı gösterdiğini ortaya koymak gerekmektedir.
Üstat bu iki unsurda çalışmalar yapmakla beraber kastedilen manada tam bir susturmayla ortadan kaldıracak söz konusu bir durum oluşmamıştır.

İkinci görevdeki yardımcıları
"İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (ASM) ünvanı ile şeair-i İslamiye'yi ihya etmektir. Alem-i İslam'ın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve mânevi tehlikelerden ve gadab-ı ilâhi'den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır." (Emirdağ Lahikası, 259)
Üstad halife değildir; bu ünvanı kendisinden sonra gelecek olan Mehdi'nin alacağını açıkça belirtmiştir. Mehdi İslam birliğini kurarak; insanları maddi ve manevi tehlikelerden kurtaracaktır.
"O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Mehdi; İslam'ın hakim olmasına vesile olacak ve insanlar arasında din ahlakının yaşanmasını sağlayacaktır. Bunun için Mehdi büyük bir maddi güç kullanacaktır. Üstad'ın büyük maddi imkanları olamamıştır, ancak bu imkanların Mehdi'de toplanacağını belirtmiştir.
"gayet büyük maddi bir kuvvet lazım": Üstad Mehdi'nin ikinci vazifesini yerine getirirken çok büyük maddi imkanlara sahip olarak bunu gerçekleştireceğinden bahsetmiştir. Üstadın ve talebelerinin büyük hizmetlerini yaparken çok kısıtlı imkanlar içinde hatta daha doğru bir ifadeyle büyük imkansızlıklar içinde mücadele ettikleri herkesin malumudur. Ayrıca Üstad'ın, bahsettiği şeriatı icra hususunda herhangi bir geniş kapsamlı çalışması olmamıştır. Bunu Mehdi'nin yerine getireceğini söylemiş ve Mehdi'nin bu görevi nasıl yerine getireceğini detaylarıyla tarif etmiştir.

Üçüncü görevdeki yardımcıları
"Üçüncü Vazifesi: İnkılâbat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniye'nin zedelenmesiyle ve Şeriat ı Muhammediye'nin (ASM) kanunları bir derece ta'tile uğramasiyle o zat, bütün ehl-i imanın mânevi yardımlariyle ve ittihad-ı İslâm'ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklariyle o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır." (Emirdağ Lahikası, 260)
Mehdi döneminde; devir ve ortamın da değişmesiyle, insanların Kuran'ın hükümlerini uygulamada bir nevi gevşeklik gösterecekleri ve kusurları olacağı belirtilmiştir. Mehdi'ye İslam'ın hakimiyeti safhasında İslam alimleri ve sayıları milyonları bulan fedakar seyitler, Müslümanlar destek verecek ve tüm İslam birliğinin yardımlaşmasıyla, beraber hareket edeceklerdir. Üstad ehl-i imanın bu yardım ve dayanışmanın kendisi zamanında olmayacağını ancak Mehdi'nin bunları yapabileceğini söylemiştir.
"İnkılâbat-ı zamaniye": Zamanın devrimleri, değişiklikleri günümüzde de devam etmektedir. Bu Bediüzzaman'la da son bulmamıştır. Halbuki Mehdi'nin gelişiyle zaman içinde oluşan bu değişim bir son bulacaktır.
Bu gerçekleşirken de Mehdi'ye "bütün ehl-i imanın mânevi yardımları" olacağını söyleyen Üstad, ayrıca bu yardımla birlikte "bütün ulema ve evliyalar" ile "milyonlar fedakâr seyyidlerin" Mehdi'ye katılacağını belirtmiştir. Üstad'a ulemalar ve sayıları milyonları bulan seyitler topluluğu iltihak etmemiştir.
Üstadın, bu şekilde "O vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır." dediği Mehdi'nin "bir" kişi olduğu da anlaşılmaktadır. Yoksa bir şahs-ı manevi değildir. Ya da birçok kişiden oluşmuş bir grup değildir; Mehdi bir kişidir.

6. Bediüzzaman Hz. Mehdi'ye Zemin Hazırlamıştır.
"O ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkarı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdâr bir neferi olduğumu zannediyorum." (Barla Lahikası, 162)
Üstad burada, kendisinin büyük kumandan olarak tarif ettiği, beklenen Mehdi olmadığını ancak onun yardımcısı olduğunu, onun faaliyetlerine zemin hazırladığını hatırlatmıştır.
"O ileride gelecek acib şahsın" ifadesiyle Bediüzzaman açık bir şekilde Mehdi'nin kendinden sonraki bir dönemde geleceğini haber vermiştir.
"Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybi işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaati gelmiş ki: "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'atlar zulümatını dağıtacak." Ben, böyle bir nurun zuhurura çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin izhar ediyoruz." (Sikke i Tasdik i Gaybi 189- Mektubat 34)
Mehdi dinimizdeki yanlış ve batıl uygulamaları kaldıracak ve yaşadığı dönem İslam'ın baharı olacaktır. Dolayısıyla Üstad yaşadığı dönemi İslam'ın kışı olarak adlandırarak, yakın gelecekte, yani İslam'ın baharında gelecek Mehdi ve yardımcılarına çalışmalarıyla ancak zemin hazırladıklarını söylemiştir.

7. Hz. Mehdi'yi Risale-i Nur ya da Müellifi Sanmak Hatadır.
"...Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini haklı olarak Hz. Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviden bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazen o ismi O'na veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onda mes'ul değiller." (Tılsımlar Mecmuası, 201)
Üstad Risalelerin bazı yakınları tarafından Mehdi olarak görüldüğünü ancak bunun bir hata olduğunu hatırlatmıştır. Üstad'ın ifadeleri bu konuda şüpheye ve tartışmaya mahâl vermeyecek kadar açıktır. Mehdi, net olarak "tek bir kişi" olarak anlatılmış, ayrıca yanındaki yardımcılarına kadar detay verilmiştir. Yani Mehdi bir topluluk veya Risale-i Nur değildir.
Risalelerin müellifi olarak kendisinin de Mehdi olarak değerlendirilmesinin bir karıştırma ve bir hata olduğunu Bediüzzaman açıkça ifade etmektedir.
Burada değinilmesi gereken bir husus da, gelecek Mehdi'nin diğer müceddidlerden daha düşük bir makamda olacağını zannedenler olabileceğidir; bu düşünce imtihanın sırrına muhaliftir. İslam'ın dünya hakimiyetine vesile olacak kişinin faaliyetleri daha değişik olacak ve çok daha büyük bir mücadele olacaktır. Daha küçük mücadele denmesi yanlış olur, çünkü ihlas ve sadakat ile yapılan bir mücadele vardır. Ve bu büyük mücadele için Allah Mehdi'yi görevlendirmiştir. Elbette ki mücadelesinin büyüklüğü oranında makamatı da büyük olacaktır. Ki dereceyi ancak Allah belirler. Hz. İsa, Mehdi'nin arkasında namaz kılacak, bu da göstermektedir ki Hristiyan-Müslüman ittifakı olacak. Hz. İsa ile beraber mücadele edecek kişi tabi ki Üstad'ın belirttiği gibi Büyük Mehdi olacaktır. Nitekim "ahir zamanda gelecek bir müceddid-i ekber" diyerek, Bediüzzaman, Mehdi için "en büyük müceddid" tabirini kullanmış, onun gelmiş geçmiş tüm müceddidlerin en büyüğü olduğunu vurgulamıştır.
Bu durum Nur talebelerinin daha da şevklenmeleri, çalışmalarını ve dualarını artırmaları için bir vesiledir. Çünkü her halis Müslüman İslam'ın hakimiyetini büyük bir iştiyakla ister ve bekler. Nitekim Müslümanların böyle bir beklenti içinde olmaları gerektiğini Üstad bizzat ifade ederek, 1951'den 50 sene sonrası için müjde vererek ümidin ve şevkin kapısını sonuna kadar aralamıştır. Üstad ve Risale-i Nur külliyatı, Üstad'ın detaylı anlattığı "gelecek Büyük Mehdi" nin hem bir işareti hem de en önemli zemin hazırlayıcısıdır.
"Bazı ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife ahirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi mana-yı işari ile haber veriyorlar. Fakat o gelecek zatın ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi olan ve zahiren en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaik-i imaniyeyi güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şakirdlerinin şahs-ı manevisi tam yaptıklarından; o gelecek zata dair haberleri ve işaretleri, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisine hatta bazen tercümanına da tatbike çalışmışlar ve Şeriatı ihya ve hilafeti tatbik olan çok geniş dairede hükmeden bu iki mühim vazifesini nazara almamışlar. Onların kanaatleri, onların Risale-i Nur'dan istifade cihetinde faidelidir, zarasızdır; fakat Nur'un mesleğindeki ihlasa ve hiçbir şeye alet olmamasına ve dünyevi ve manevi makamatı aramamasına zarar verdiği gibi, Nurların muhafızları her taifenin hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabilir". (Tılsımlar Mecmuası, 168)
Mehdi'nin çok açıkça görülen ve tüm insanlar tarafından bilinen işaretleri vardır: Halife olması ve İslam'ı dünyaya hakim din kılması. Her ne kadar Mehdi'nin önemli bir vazifesi olan iman hakikatlerini anlatma hususu kendisinde ve eserlerinde tecelli etmiş ise de, Üstad, talebelerinin sadece bu yönde bir değerlendirme yaptığını ve Mehdi'nin diğer iki büyük vazifesi olan hilafet ve dini ihya etmesinin kendisinde görünmediği hususunu dikkate almadıklarını söylemiştir. Üstad, Mehdi'nin Risale-i Nur olmadığını, ancak bu bakış açısının, Risalelerden istifade etme yönünden zararsız olduğunu, ancak bu fikrin, siyasilerin ve daha birçok kişinin saldırılarına ve eleştirilerine maruz kalabileceğini hatırlatarak uyarmıştır.

8. Her Yüz Senede Bir Müceddid Gönderilir.
"Ashâb-ı Kütüb-i Sitte'den İmam-ı Hâkim'in "Müstedrek"inde ve Ebu Dâvud'un "Kitab-ı Sünen"inde, Beyhaki "Şuab-ı İman"da tahriç buyurdular: "Her yüz senede bir, Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor..." hadis-i şerifine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tam olan Mevlâna eş şehir kutbü'l ârifin, gavsü'l vâsilin, varis-i Muhammedi, kâmilü't tarikatü'l âliyye ve-l müceddidiyye Halidi Zülcenaheyn Kuddise sirruhu..." (Barla Lahikası, 119)
Her yüzyıl başında bir müceddid (dini canlandıran, yenileyen) gönderileceğini Resulullah (SAV) Efendimiz hadisleriyle müjdelemektedir. Hicri 1400 senesinde (1979-1980) yani 14. asrın başında da hadisin haber verdiği gibi bir müceddidin gönderilmesi gerekmektedir. Bu da hadislerin ve alimlerin izahlarına göre, İslam aleminin 1400 senedir beklediği Mehdi'dir.

9. Mevlana Halid 12. Yüzyılın Müceddididir.
Baştaki hadis-i şerifin "her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor" müjdesinin ihbarına muvâzi olarak Hazret-i Mevlana Halid, -ekser ehl i hakikatin tasdikiyle-1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. (Barla Lahikası, 120)
Risale-i Nurlar'ın Müellifi 13. Yüzyılın Müceddididir.
"Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş... Kanaat verir ki-nass ı hadis ile-Risale-i Nur tecdid i din hususunda bir müceddid hükmündedir." (Barla Lahikası, 121)
Üstad hicri 1200 yılında Mevlana Halid'in müceddid olduğunu, yüz sene sonra Risale-i Nur'un aynı vazifeyi yaptığını belirtmiş. Dolayısıyla bir yüz yıl sonraki müceddidin, yani 1400'lü yıllarda Mehdi'nin geleceğini anlıyoruz.

10. Hz. Mehdi de Müceddiddir.
"Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslamiyetin edebiyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muhlis veya bir müceddid veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediyi (ASM) muhafaza etmiş... Kadir-i Zülcelal Hz. Mehdi ile de, alem-i İslam'ın zulümatını dağıtabilir. Ve vaadetmiştir, vaadini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder." (Mektubat, 411-412)
En büyük bir müçtehid: İhtiyaç hasıl olduğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi ve önderi.
Hem en büyük bir müceddid: Dini hakikatleri devrin ihtiyaçlarına göre izah etmek üzere gönderilen büyük alim ve Peygamberimizin (SAV) varisi olan zat.
Hem Hakim: Haklı ve haksızı ayırıp adalet üzere hükmeden, devleti idare eden.
Hem Mehdi: Hidayete vesile olan.
Hem Mürşid: Doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran.
Hem Kutb-u azam: Müslümanların kendisine bağlandığı, zamanın en büyük yol göstericisi
O Zat ehl-i Beyt-i Nebevi'den: Peygamberimizin (SAV) soyundan olacaktır.
Bediüzzaman, ahir zamanın en büyük karışıklığı zamanında Peygamber Efendimizin (SAV) soyundan, karışıklığı dağıtacak tek bir şahsın, nurani bir şahsın İslam alemindeki karanlığı dağıtacağını bildiriyor ve bunun kıştan sonra baharın gelmesi gibi adetullaha uygun olduğunu belirtiyor.
"Hz. Mehdi ile de alem-i İslam'ın zulümatını dağıtabilir.": Mehdi İslam Dünyası'nın üzerindeki zulmü kaldıracaktır. Üstad döneminde bu zulüm devam etmekteydi; komünizm dahi yıkılmamış durumdaydı. Ki Müslümanlara yapılan bu zulüm tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmekteydi. Çok yakın tarihe kadar, işte Bosna'da kıyılan Müslüman canları, Keşmir'de aynı zulüm, Endonezya'da, Çeçenistan'da, Filistin'de kararan hayatlar ve daha birçok yerde Müslümanların en temel haklarının bile elinden alındığı İslam aleminin üzerindeki karanlık... Henüz içinde bulunduğumuz şu dönemlerde Müslümanlar için ümit ışıkları daha yeni yeni yanmaya başlamış durumdadır. Bunu tam olarak aydınlatacak zatın ise Mehdi olacağını Üstad bu şekilde belirtmiştir.
Ayrıca, Üstad Mehdi'nin en büyük müceddid olduğunu söyleyerek onun tüm mezheplerin üstünde olacağını ifade etmiştir. Bediüzzaman ise bilindiği gibi Şafi mezhebindendi.
Üstad Mehdi için "en büyük müceddid ve en büyük müçtehid" sıfatlarını kullanmaktadır.
"müceddit" bilindiği gibi,dini hakikatleri devrin ihtiyaçlarına göre izah eden,"müçtehid" de ihtiyaç hasıl olduğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi ve önderidir. Bu vasıfta ki büyük zatlar, İslam toplumlarına örnek olmuş, yol göstermiş, zamanın kutbu olmuş önderlerdir. Bu önderlerden kimi içtihat etme ve hüküm verme vasıflarından dolayı "mezhep önderleri" olmuşlardır; Müslümanlarda onlara uymuşlardır.
İmam Hanefi, İmam Şafi, İmam Hanbeli, İmam Maliki bu önderlerden olup 4 mezhebin kurucularıdır. Bütün ehli sünnet onların verdiği hükümlerle amel eder. Bediüzzaman.bu "müçtehid ve müceddit"lerin en büyüklerinin ise Hz.Mehdi olacağını ifade etmiştir. Bu da Mehdinin içtihat etme ve hüküm vermeye en selahiyetli kişi olarak, kendisinin de bir "mezhep sahibi" olacağını göstermektedir. Zamanında herkesin ona uyacağının bildirilmiş olması da bunu doğrulamaktadır. Bediüzzaman Said Nursi bilindiği üzere Şafi Mezhebindendir. Bir mezhep sahibi değildir ve bir başka mezhep kurucusuna tabi olmuştur. Mehdi ise kendi mezhebinin sahibi olacaktır.
Bediüzzaman, Mehdi için "Hakim" sıfatını da kullanmaktadır. Hakim, haklı ve haksızı ayırıp adalet üzere hükmeden, devleti idare eden anlamındadır. Mehdi, üstadın da ifade ettiği gibi hakim olacaktır; yani hükmeden ve adaleti sağlayan mekanizmanın başı olacaktır. Said Nursi, hayatının 28 yılını mahkum olarak büyük fedakarlıklarla geçirmiş, ancak hakim konumda olmamıştır.

11. Hz. Mehdi 14. Yüzyılın Müceddididir.
"Şimdi İslamlar içinde Nur-u Kuran'a muhalif haletlerin ekserisi o su-i kasdların ve Sevr Muahedesi gibi gaddarane muahedelerin vahim neticeleridir. Eğer şeddeli (mim) dahi şeddeli "lamlar" gibi bir sayılsa, o vakit bin ikiyüz seksendört eder. O tarihe Avrupa kafirleri devlet-i İslamiye'nin nurunu söndürmeğe niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un doksanüç muharebe-i meş'umesiyle alem-i İslam'ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resail-in-Nur şakirdleri yerine Mevlana Halid'in (KS) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu ayet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.
Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli "lamlar" ve (mim) ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi'nin şakirdleri olabilir." (Birinci Şua, 85)
Bediüzzaman, yukarıda bahsettiğimiz, İslam aleminin üzerindeki zulüm ortamının kendisinden "bir asır sonra" ancak Mehdi ile dağıtılacağını söylemiştir. Üstad açık bir tarih vermiştir. Kendisinden bir sonraki yüzyılda Mehdi'nin talebeleriyle birlikte yapacağı çalışmalarla, Müslümanlar büyük sıkıntılardan kurtulup feraha kavuşacaklardır.
Burada "Mehdi'nin Şakirdleri" tabiri, tevile açık olmamakla birlikte, Mehdi'nin daha önce gelip de, kendisinden yüz yıl sonraki talebelerinin başarıya ulaşacağı şeklinde bir zan, Mehdi'yi takdir edememiş olmanın yanında mantıksızdır da. Mehdi gibi en büyük bir müceddidin, bir kutbun, bir mürşidin yapamadığını(!), yüzyıl sonraki talebelerinin yapacağını düşünmek, mantık, akıl ve adetullah dışıdır. Allah başarıyı ve zaferi yani karanlığı dağıtmayı Mehdi'ye nasip edecektir. O zat onun için Mehdidir.

12. Hz. Mehdi Kendinden Önceki Müceddidlerden Farklıdır.
"Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahir zamanın Büyük Mehdi ünvanını alamamışlar." (Emirdağ Lahikası, 260)
Mehdi'nin Büyük Mehdi ünvanı alması Allah'ın izniyle ancak üç vazifeyi yapmasıyla anlaşılır. Bu üç vazifeyi, Mevlana Halid ve Üstad yapmamıştır. Bu üç vazifeden ancak birisini yerine getirmişlerdir. O da "herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması" şeklindedir. Yani iman hakikatlerini yayma görevini de ancak bir yönüyle yapabilmişlerdir. Demek ki Mehdi iman hakikatlerini anlatmayı ve imanı yaymayı da çok kapsamlı bir şekilde yapacaktır. Şimdiye kadar benzeri görülmemiş şekilde ve güçte olacaktır, ki bu, kitleleri imana getirecek, batıl cephesinin o güne kadarki hakimiyetini de sona erdirecektir. Bediüzzaman'ın bu 'bir yönüyle' izahı, yani bir alimin veya müceddidin üç vazifeden birini bir yönüyle yapmasının, onun Mehdi olduğunu göstermeyeceğini izah etmektedir. Üç vazifenin de icra edilmesi Üstad'ın da belirttiği gibi kendisinden bir sonra gelecek olan büyük Mehdi vesilesiyledir.
"Ayrıca hem iki Deccal'in sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor, biri öteki zannedilir. Hem "büyük Mehdi"nin halleri sabık Mehdilere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadis-i müteşabih hükmüne geçer." (Şualar 582)
Hadislerin anlatımında deccallerin icraatlarının birbirlerine benzediğini anlatan Üstad, birisinin diğeri zannedilebildiğini söylüyor. Her deccalin faaliyetleri birbirine yakın. Ancak aynı hadislerde, Büyük Mehdi'nin yaptıklarının, diğer Mehdi'lerden, -ki buradaki 'Mehdi'lerden' kelimesi 'müceddidlerden' anlamında kullanılmıştır- çok farklı olduğunu belirtiyor Bediüzzaman.
"Hem bu üç vezaifi birden bir şahısda, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Ahir zamanda Al-i Beyt-i Nebevi'nin (ASM) cemaati-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir." (Kastamonu Lahikası, 139 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 156)
Bu üç vazifenin aynı anda icra edilmesi Mehdi ve cemaatine mahsustur.
"bu zamanda" ifadesi ile Üstad kendi yaşadığı dönemde Mehdi'nin üç vazifesini birden ifa edebilecek bir şahıs ve bir cemaat görülmediğini ifade etmiştir.
"Rivayetlerde, ahir zamanın alametlerinden olan ve al-i beyt-i nebeviden Hazret-i Mehdi'nin hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissevab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir te'vili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad alemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi, her bir asır me'yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini te'yid edecek bir nevi Mehdi'ye veyahud Mehdi'nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiyye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi al-i beyt-ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Mesela: Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi büyük Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde, medar-i nazar Muhammed Aleyhissalatü Vesselam olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise...
Evet yüzer kudsi kahramanları yetiştiren ve binler manevi kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur'aniyenin mayası ile ve imanın nuriyle ve İslamiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden a-li beyt, elbette ahirzamanda şeriat-i Muhammediyeyi ve hakikat-i Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (ASM) ihya ile, ilan ve icra ile, başkumandanları olan "Büyük Mehdi" nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-i içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır..." (Şualar, 456)
Şeriat-ı Muhammediyye: Peygamber Efendimizin şeriatı, halifelik
Şeriat: Kur'an-ı Kerim'in tarif ettiği ve bildirdiği yol
Hakikat-ı Furkaniye: Kur'an-ı Kerim'in esası ve mahiyeti
Sünnet-i Ahmediyyeyi: Peygamberimiz (SAV)
İhya: Yeniden canlandırma
İlan: Herkese duyurma
İcra: Tatbik etme.
Bediüzzaman, her asırda Müslümanların ümitsizlik içine düştükleri sırada, manevi kuvvetlerini desteklemek, şevklerini ve mücahede güçlerini arttırmak için bir nevi Mehdi manasında (müceddid) gönderildiğini ve bu şahısların, ahir zamanda gelmesi beklenen Büyük Mehdi'nin vazifelerinden sadece bir kısmını bir yönüyle yaptıklarını belirtiyor.
Ahir zamanda beklenen Büyük Mehdi'nin de çıktığı zaman Peygamber Efendimizin dönemindeki İslam'ın gerçek yaşantısını halife olarak tatbik edeceğini, Kur'an-ı Kerim'in, imanın esasını tebliğ edip ümmetin imanını güçlendireceğini, bunları bütün dünyaya açıkça göstereceğini ve herkese duyuracağını bildiriyor.

13. Hz. Mehdi Hristiyan Alemiyle İttifak Edecektir.
O zatın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiye'yi İttihad-ı İslam'a bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslam'a hizmet etmektir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
"İsevi ruhanileriyle ittifak edip": Büyük Mehdi'nin 3. vazifesi olan Hristiyan önderlerle ittifak etmesi ve bu vesilesiyle İslam'a hizmet etmesi Üstad'ın yaşadığı dönemde oluşmamıştır.
Üstad, dikkat edilirse Hristiyan tabirini kullanmamakta ve "İsevi" demektedir. Çünkü Mehdi'nin ittifak yapacağı ruhaniler, muhtemelen şu andaki Hristiyanlardan farklı olacak. Üçleme yaparak, bu şekilde şirk koşanlardan değil, Hz. İsa'yı sadece Allah'ın kulu ve Peygamberi olarak görecek olan, yani gerçek anlamda Hz. İsa'nın takipçileri olacak bir kısım saf, şirk içinde olmayan Hristiyanlar kastedilmiş olabilir. Böyle bir cemaate ne Üstad zamanında ne de günümüzde henüz rastlanmamıştır. Ayrıca İslam ve Hristiyanlığın ortak cephesi olan "materyalizm ve dinsizliğe" karşı ittifak da o dönemde gerçekleşmemiştir.

14. Hz. İsa Cismen Göğe Alınmıştır.
"Hz. İdris ve İsa'nın tabaka-i hayatları (şu anki yaşamları) beşeriyet levazımatından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek nurani bir letafet kesbeder. Adeta bedeni misali letafetinde ve cesed-i necmi nuraniyetinde olan cism-i dünyevileriyle semavatta bulunurlar." (Mektubat 6)

15. Hz. İsa Yeryüzüne İnecektir.
"Evet, hadis-i serifin ifadesiyle Hazret-i İsa'nın semavi nuzulü kat'i olmakla beraber; mânâ-yı işârisiyle-başka hakikatları ifade ettiği gibi bu hakikata da mu'cizane işaret ediyor." (Kastamonu Lahikası, 50)
"Hazret-i İsa'nın semavi nuzulü kat'i olmakla beraber" Üstad Hz. İsa'nın dünyevi cismiyle yani vücuduyla dünyaya tekrar döneceğinin tabire, tevile mahal vermeyecek şekilde kesin bir gerçek olduğunu ifade etmiştir.

16. Hz. İsa Yeryüzüne Cismen İnecektir.
"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazreti İsa (AS)'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek, yani rahmet-i ilahiyenin semasından nuzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-ı İslamiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir... Ve Kur'an'a iktida ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak. Din-i hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karsı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey va'detmiş elbette yapacaktır..." (Mektubat, 53-54)
"hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak": Bediüzzaman Said Nursi'nin izahlarından Hz. İsa'nın nuzulüyle birlikte, Hristiyanlığa sonradan sokulan bazı inanç ve uygulamaların sona ereceği, hurafelerden arınarak, vahyedildiği gibi saf, gerçek haline döneceği anlaşılmaktadır. İki bin yıldan beri var olan Hristiyanlıkta henüz böyle bir değişimin düşüncesi dahi ortaya atılmış değildir; zaten bunu tek gerçekleştirebilecek olan da Hz. İsa'dır.
Böyle bir değişim de bugüne kadar gerçekleşmemiş, Hz. İsa da daha nuzul etmemiş ve beklenmektedir. Mehdi ile de ittifak edeceğine göre, Mehdi de gelip geçmemiştir, beklenmektedir.
"hakaik-ı İslamiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir": Hristiyanlığın saflaşarak vahyedildiği özüne dönüşünden sonra, zaten indiği zaman hak din olan aslına bürününce, onu kapsayan ve son hak din ve Allah katında tek geçerli din olan İslam'ın gerçekleriyle birleşerek, İslam'a dönüşüme başlayacaktır.
"Ve Kur'an'a iktida ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak.": Hristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan bu dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kuran'a tabi olmakla neticelenecek. Hz. İsa'nın şahsı ve ona tabi olan Hristiyanlık İslam'a tabi olacak. Bu büyük değişim herkesin yaşayacağı ve şahit olacağı bir konu olarak dünyanın belki de uzun süre bir numaralı gündemi olacağı için, heyecan yaratan ve büyük yankılar uyandıracak gelişmeler olacaktır. Bu gelişmelerin henüz yaşanmadığı ise dünyadaki herkesin malumudur.
"Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak": Böylesine muazzam bir ittifakın, hak dini olduğundan çok daha güçlü bir konuma getireceği aşikardır. Mehdi'nin İslam dünyasında materyalizmi hayatın akışından çıkartması gibi, Avrupa, Amerika ve diğer Hristiyan devletlerde ise materyalizmin hayat felsefesi olmaktan çıkmasının Hz. İsa ile gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. İnsanları hayatın gerçek amacından tamamen uzaklaştıran, bencil ve sevgisiz kılan materyalist felsefe ve onun neticesi olan dinsizliğin dünya üzerindeki genel etkileri iki dinin birleşmesi neticesinde sona erecektir.
"...cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini..." İki dinin ittifakı ve Hristiyanların Kuran'a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses, tek bir vücut gibi olacağından, ortada bir hak din ve bir de mağlup durumdaki dinsizlik cephesi kalmış olacak. Hak dinin başında da doğal olarak Peygamber Hz. İsa olacak. Üstadın hadisler kaynaklı izah ettiği tüm bu gelişmeler, şüphesiz ki dünyanın çehresini değiştirecek, insanların yaşamlarını etkileyecek ve toplumların ahlaki ve insani yapılarını, düzenlerini olumlu yönde değiştirecektir.
Böylesine geniş çaplı gelişmeler elbetteki bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edecektir. Kitle iletişim araçları vasıtasıyla herkesin anında haberdar olacağı ve yaşayacağı bu büyük değişim, ne Bediüzzaman'ın devrinde ne de bir başka zaman diliminde yaşanmamıştır. Mehdi döneminin başlatacağı bu gelişmeler önümüzdeki yakın zaman diliminde yaşanacağı açık olan olaylardır.

17. Hz. İsa Geldiğinde İmanın Nuru ile Tanınır.
"Hz. İsa (AS) geldiği vakit, herkesin onun İsa olduğunu bilmesi gerekmez. O'nun yakınları ve ileri gelen kişiler, imanın nuru ile onu tanırlar. Yoksa açıkça herkes onu tanımayacaktır." (Mektubat, s. 54)
"İsa Aleyhisselam'ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidinin kemiyeti, Deccal'in mektepçe ve askerce ilmi ve maddi ordularına nispeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir." (Şualar, 495)
"Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselam'ın nuzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselam olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez." (Şualar, s. 487)
Hz. İsa geldiği zaman, onu herkesin tanıyamayacağını söyleyen Bediüzzaman, ona yakın bazı kişilerin ancak imanın nuru ile onu tanıyabileceklerini ifade etmiştir. Bu da dünya hayatının imtihanın sırrı olması itibariyle böyledir. Bazı insanların yanılarak beklediği şekilde, yani adeta gökten herkesin göreceği şekilde inerek, uçarak vb. şekilde gelişi söz konusu değildir, çünkü bu adetullaha ve imtihan sırrına aykırıdır. Bu nedenle Hz. İsa gibi yaratılışı ve hayatı mucizelerle dolu bir Peygamberi dahi insanlar tanıyamayacaklardır. Önceleri, sadece gerçek imanlı ve ihlaslı az bir kitle, onu imani çalışmalarından, halinden ve kendisini beklediklerinden dolayı tanıyacaklardır.
Bu husus Mehdi için de geçerlidir. 14 asır önce Peygamber Efendimizin (SAV), Allah'ın vahyine dayanarak bildirdiği bir şahıs olan Mehdi, hadis-i şeriflerde öylesine detaylı tarif edilmiş olmasına rağmen, aynı şekilde ona yakın çok az insan dışında uzun süre tanınmayacaktır.
Örneğin Mehdi'nin çıkacağı yer, zaman, etrafındakiler ve yapacağı işler gibi, tanınmasını oldukça belirginleştiren bilgiler hadislerde anlatılmasına rağmen, hatta fiziksel birçok belirleyici özelliğinin bildirilmesine ve kişinin tam teşhis edilebileceği gibi olmasına rağmen yine de uzun süre tanınamayacaktır.
"çok az ve küçük olması": Hz. İsa'yı tanıyacak kişiler ona tabi olan yakın bir Hristiyan grup olmakla birlikte, O'nu bekleyen Müslümanların başı olan Mehdi ve yakınları tarafından da tanınacaktır. Hz. İsa dünyaya geldiği zaman onu tanıyacak yakınları nasıl az bir topluluk olacaksa, Mehdi geldiği zaman da onu tanıyacak yakınları çok az olacaktır. Üstadın burada bu topluluğun hem fert olarak sayılarının çok az olacağı, hem de yaşadıkları ülkenin kurumsal yapılanmasının içinde çok küçük kalacaklarına dikkat çekmiştir.
"cemaat-i ruhaniye-i mücahidinin" vasıflarıyla tarif ettiği bu topluluğu Bediüzzaman, 3 önemli belirleyici özelliğiyle zikretmiştir.
"Cemaat" olmaları, Mehdi ve yardımcılarının da bir özelliği olacak. Bu onların bir tarikat olmadığını, bir şahs-ı manevi olmadığını da işaret etmesi açısından önemlidir.
"Ruhani" olduklarını da belirtirken Üstad, bu cemaatte olanların, taklidi bir imana sahip olmadıklarına ve zahiri olmadıklarına, bilakis olayların batınını görüp yaşayabilen Batıni bir cemaat olduklarına da işaret etmiştir.
"mücahidin" ifadesi de o cemaatin belki de en belirgin özelliği olan cihat yani tebliğ cemaati olduklarını göstermektedir.

18. Hz. İsa Hz. Mehdi'ye Tabi Olur.
"Şahs-ı İsa Aleyhisselam'ın kılıncı ile maktül olan şahs-ı Deccal'ın teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevisini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler din-i İsevi'nin hakikatını hakikat-ı İslamiye ile meczederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, "Hazret-i İsa Aleyhisselam gelir, Hz. Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi olur." diye rivâyeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kurâniye'nin matbuiyetine ve hakimiyetine işaret eder." (Şualar, 493)
"din-i İsevi'nin hakikatını hakikat-ı İslamiye ile meczederek": Hz. İsa'nın tekrar dünyaya döndüğünde tabi olacağı Allah'ın hükümlerini içeren kitap Kuran olduğundan, Hz. İsa bozulmuş Hristiyanlığın gerçeğini ortaya çıkararak, İslam'ın gerçekleriyle birleştirecek.
"o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek": Hristiyanlığın Hz. İsa'ya vahyolduğu şekli İslamiyet ile birleşerek geniş anlamda güç bulunca, İslam dünyasının dışında kalan ve Hristiyanlığın yaygın olduğu bölgelerde hakim ideoloji olan materyalizmi fikren mağlup edecekler ve materyalizmin insanların üzerindeki etkisini dağıtacaklar.
"hakikat-ı Kurâniye'nin matbuiyetine ve hakimiyetine": İki dinin birleşmesinin İslamiyet üzerine olacağını hadislerle izah eden Bediüzzaman, Kuran'ın tabi olunan kitap olacağını, onun hükümlerinin geçerli ve hakim olacağını bildirmiştir. Böylesine büyük gelişmeler Üstad'ın döneminde de, henüz de yaşanmamıştır.
Peygamber Efendimizin (SAV) hadislerinde işaret edilen alametlerin gerçekleşiyor olması, Bediüzzaman'ın izahlarında gözüktüğü gibi hicri 14. asırda, yani içinde bulunduğumuz yüzyılda, Hz. Mehdi'nin önderliğinde İslam'ın dünyaya hakim olacağını göstermektedir.
 

selinay25

New member
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
87
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
Yuzyilin alimi dedikleri Beduzaman Said Nursiye gore Mehdi gelmis. 1981-1991 yillari arasinda ortaya cikmis. Bunu aldigim siteye bakarsaniz. Bu kadar kelli felli adamlarin Kur'anda olmayan birsey icin ne methiyeler ve arastirmalar yaptigini goreceksiniz. Yuzyilim alimleri ve ilahamla yazilan kitaplarin yazari Said Nursi bile bile bunu yaparsa Iskender Mehdiligini ilan etmis cok degil arkadaslar.
"Bu bölümde; Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatında yer alan, Mehdiyet ve Ahir Zaman konuları üzerinde, Hayrullah Esendal tarafından yapılan araştırmaları göreceğiz:
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı'nın pek çok yerinde, Peygamber Efendimiz'in müjdelediği Hz. Mehdi'nin yakında geleceğini haber vermiş ve Mehdiyet hakkında hadislerde geçen konulara açıklık getirmiştir. Mehdi'nin ve talebelerinin geleceğiyle ilgili Üstad'ın ifadelerinden biri şöyledir:
"Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Hz. Mehdi ve şakirtleri (talebeleri), Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişletir ve o tohumlar sünbüllenir." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 138 - Kastamonu Lahikası, 72)
1. Hz. Mehdi Hicri 1400'de Gelecektir.
Bediüzzaman, farklı tarihlerde yaptığı açıklamaların hepsinde, Mehdi ve talebelerinin geliş zamanı olarak hicri 14. yüzyılın başlarına işaret etmiştir. Bir sözünde, Mehdi'nin asr-ı saadet döneminden 1400 sene sonra çıkacağını şöyle belirtmektedir:
"İstikbal-i dünyeviyede 1400 sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib (yakın) zannetmişler." (Sözler, 318)
Üstad'ın ifadesinde belirttiği, "sahabe döneminden 1400 sene sonrası" hicri 14. asrın başlarına, yani miladi olarak 1979-1980 senelerine denk gelmektedir.
"Fatiha'da doğru yolda olanlar ashabının taife-i kübrasını tarif eden fıkrası, şeddesiz bin beş yüz altı veya yedi ederek tam tamına fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadisin imasını te'yid edip remz derecesine çıkartıyor." (Kastamonu Lahikası, 23)
Suyuti ümmetin icabet ömrünün hicri 1500 senesini geçmeyeceğini bildiriyor. Bediüzzaman Hazretleri de, ümmetin galibane mücadelesinin 1500-1506 yıllarında biteceğini; bundan sonra zayıflamaların başlayıp kıyametin bekleneceğini belirtiyor. Ümmetin galibane ömrü 1500-1506 yıllarında bitecekse, o zaman 1400-1500 yılları arasında Mehdi ve İsa (AS)'nın gelmesi, ayrıca Mehdi'nin de 1400 yılı başlarında göreve başlaması gerekmektedir.
Bediüzzaman hicri 1327'de Şam'da Emevi Camii'nde on bin kişiye verdiği hutbesinde, hicri 1371'den sonraki İslam aleminin geleceğine yönelik izahlar yapmakta, ahir zamandan çeşitli tarihler vererek, beklenen Mehdi'nin mücadele zamanlarına dikkat çekmektedir.
Bediüzzaman, Mehdi'nin göreve başlaması ve inkarcı zihniyeti fikren mağlup etmesi ile ilgili olarak şu tarihleri bildirmektedir:
"Ta 1371 senesinden sonraki alem-i İslam'ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye'deki hakikatler... Evet şimdi olmasa da 30-40 sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek." (Hutbe-i Şamiye, 25)
Şam'da yaptığı bu konuşmada, hicri 1371 senesinden sonra yaşanacak gelişmelere dikkat çekerek, Bediüzzaman Mehdi'nin göreve başlamasının bu tarihten 30-40 yıl sonra olacağını bildirmiştir. Bu tarih ise hicri 1401-1411, miladi olarak da 1980-1990 yılları arasıdır.
Yine aynı konuşmanın devamında Üstad, Mehdi'nin inkarcı fikir sistemini fen, ilim ve medeniyetin imkanları sayesinde fikren susturacağını haber vermiştir. Bu fikri üstünlüğün tarihi olarak da 1371 tarihinden yarım asır sonrasını bildirmiştir. Bu da hicri 1421, yani miladi 2001 senesi demektir.
"Evet şimdi (1371) olmasa da otuz-kırk (30-40) sene sonra...
Fen: Müspet ilimler, biyoloji, fizik, kimya vs.
Hakiki marifet: Hüner, sanat , ilim ve fenlerle öğrenilen bilgi.
Medeniyetin mehasini: Medeniyetin iyiliklerini
O üç kuvvetle donatıp gerekli ihtiyacını karşılayıp o dokuz engelleri yenip dağıtmak için,
Taharri-i hakikat meyelanı: Hakikati araştırma meyli
Muhabbet-i insaniyeyi: İnsan sevgisini.
O dokuz düşman sınıfının cephesine göndermiş, inşallah yarım asır sonra (50 sene) onları darmadağın eder."
1371 + 50 = 1421 (Miladi 2001)
Bediüzzaman hicri 1400 yılı başlarında Mehdi'nin inkarcı felsefe ile mücadeleye başlaması zamanına, 1401-1411 = 1981-1991 yılları arası fen, hüner, sanat ve medeniyetin iyiliklerini birleştirip bunlarla mücadelesine ve fikren darmadağın edeceği tarih olarak da 1421 = 2001'e dikkat çekiyor.
"Yetmiş birde fecr-i sadık başladı veya başlayacak. Eğer bu, fecr-i kazib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak." (Hutbe-i Şamiye, 23)
Fecir: Tan yerinin ağarması, güneş doğmadan önceki kızıllık, sabah vakti
Fecr-i Kazib: Sabaha karşı ufukta yayılmaya başlayan birinci kızıllık.
Fecr-i Sadık: Fecr-i Kazib'den sonra yayılmaya başlayan ikinci aydınlanma
1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991
Bediüzzaman İslam'ın dünyaya tekrar hakim olmasını güneşin doğuşuna benzetiyor. Güneşin battıktan sonra ertesi gün yeniden doğması gibi, İslam'ın da dünya üzerinde tekrar doğup parlayacağına bu benzetmeyle işaret ediyor. Fecr-i Kazib ve Fecr-i Sadık ifadeleriyle bu doğuşun başlangıç yıllarına dikkat çekilmiştir.
Buna göre Hakkın karşısındaki batılı temsil eden düşünce olan ateizmin ve materyalist felsefenin dağıtılmaya başlaması 1981-1991 yılları, fikren tam anlamıyla susturulup dağıtılmasının ise 2001 yılında olacağına işaret etmiştir.
Risale-i Nur Külliyat'ında, Mehdi'nin mücadele ve hakimiyet devreleri ile ilgili verilen ebcedler:
"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor." 9/32 ayetindeki "...Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor." cümlesi hakkında Bediüzzaman şöyle demektedir:
"Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli "lamlar" ve "mimler" ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi'nin Şakirtleri olabilir." (Şualar / 605)
Bu ayetin ebced değeri ise "1424-Miladi: 2004" tür. Mehdi önderliğinde İslam'ın hakimiyeti devrelerine işaret etmektedir.
"...inkar edenlerin velileri ise tağut'tur..." 2/257 ayetindeki "tağut" (batıl fikir sistemi) kelimesinin kendi içinde çöküş tarihini de Bediüzzaman (ebced değerini) 1417 (miladi 1997) olarak vermektedir.
2. Hz. Mehdi Bediüzzaman'dan Sonra Gelecektir.
"Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse... (Kastamonu Lahikası, 57)
Bediüzzaman Said Nursi, "hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat" diyerek Mehdi'nin henüz gelmediğini, Müslümanlar tarafından beklendiğini ve kendi yaşadığı devirden bir asır sonra geleceğini bildirmektedir. Bediüzzaman hicri 13. asırda yaşamıştır. Kendisinden sonra gelecek asır olan hicri 14. asır Mehdi'nin çıkış zamanıdır.
"Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Hz. Mehdi ve şakirtleri (talebeleri), Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişletir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 138- Kastamonu Lahikası, 72)
"Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten (veli şahıstan) işittim ki; o zat, eski velilerin gaybi işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaati gelmiş ki:
"Şark tarafından bir nur zuhur edecek (ortaya çıkacak), bid'atlar zulümatını (dine sonradan girmiş hurafeleri) dağıtacak. Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim (gözledim) ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lazım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin izhar ediyoruz (hazırlıyoruz)".(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189)
Üstad, Mehdi'nin kendisi olmadığını, kendisinden sonra geleceğini, "Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz." şeklinde belirterek açıklamıştır. Mehdi ve talebelerine ancak bir zemin hazırlayabildiklerini belirtmiştir.
"bid'atlar zulümatını (dine sonradan girmiş hurafeleri) dağıtacak": Mehdi'nin tüm bidatları ortadan kaldıracağını söylemiştir ki bu konu Üstad döneminde uygulamaya geçmemiştir. Bidatların var olabileceği Müslümanlar tarafından zikredilmeye daha yeni yeni başlamıştır. Ayrıca bidatların kalkmasının dünyadaki tüm Müslümanlar tarafından uygulanması gerekmektedir.
3. Hz. Mehdi Geldiğinde Maddeci ve Tabiatçı Felsefenin Azgınlığı
"Tabiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı nemrudane, gittikçe ahir zamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir." (Emirdağ Lahikası, 259)
Materyalizmin hem Türkiye'de hem de dünyada kuvvet bulması Üstad zamanında devam ettiği gibi, vefatından sonra da 20. yy'ın sonlarına kadar devam etmiştir. Televizyon ve radyo kanallarının gelişmesiyle, yazılı basının da desteğiyle etkileri giderek artmıştır. Yani Üstad'ın "tabiiyyun, maddiyun felsefesini" tamamen sonlandıracak bir çalışması olmamıştır. Bilakis Üstad'ın vefatından sonra da materyalizm propagandası artarak 21. yy'a kadar gelmiştir. Materyalizm ve evrim savunuculuğu ancak son yıllarda hızlı bir şekilde çökmeye başlamıştır. Bu mağlubiyet önde gelen materyalistler tarafından da itiraf edilmiştir.
4. Hz. Mehdi Hilafet Merkezinin Bulunduğu Yerden Çıkacaktır.
Ahir zaman hakkındaki rivayetlerin merkez noktasını Mehdiyet teşkil eder. Ahir zamandaki önemli olayların çoğu Mehdiyet etrafında gelişir. Ancak bu olayların yerleri hakkında farklı farklı rivayetler mevcuttur. Bediüzzaman bu konuya şu şekilde açıklık getirmiştir:
"Şimdi, Hz. Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadisi tefsir edenler, metn-i ehadisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Mesela: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Hz. Mehdiyye veya Süfyaniyye'yi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kufe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler." (Sözler, 359)
Bir başka yerde de Üstad konuyu şöyle izah etmiştir:
"Merkez-i Hilafet eski zamanda Irak'da, Şam'da ve Medine'de bulunduğundan raviler kendi içtihatlarıyla daimi öyle kalacak gibi mana verip, "Merkez-i Hilafet-i İslamiye" yakınlarında tasvir etmişler, Halep ve Şam demişler. Hadisin mücmel haberlerini kendi içtihatlarıyla tavsil etmişler." (Şualar, 492)
Yani, Bediüzzaman'ın üstteki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, ahir zaman hadislerini aktaran alimler, ahir zaman olaylarını kendi dönemlerindeki hilafet merkezlerini esas alarak aktarmışlardır.
Mehdiyet olayının gerçekleşeceği yer olarak, her alim kendi zamanının Hilafet Merkezi olan Irak, Şam, Kufe, Medine gibi şehirleri belirtmiştir. Ravilerin bu içtihatları da zamanla rivayetlere katılarak günümüze ulaşmıştır.
Ancak, ahir zaman olaylarının vuku bulduğu yerle ilgili rivayetlerin ortak noktası, bu olayların Hilafet Merkezi'nde gerçekleştiğidir.
Bediüzzaman da bu sonuca varmıştır. Bilindiği gibi, son hilafet merkezi "İstanbul"dur. Halifelik bu yüzyılın başlarında resmi olarak kaldırılmıştır ve o günden bu yana dünya üzerinde başka hiçbir yere de taşınmamıştır. Peygamberimizin iki sancağı, kılıcı ve gömleği ile diğer mukaddes emanetler İstanbul'dadır. Sonuç olarak, halen bu manevi ünvanı koruyan tek şehir İstanbul'dur.
5. Hz. Mehdi'nin Üç Asli Görevi Vardır.
"Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, "Hz. Mehdi Al-i Resul'ün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i ilahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak." (Emirdağ Lahikası, 259)
"Büyük Hz. Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad aleminde." (Şualar, sf. 456)
Emirdağ Lahikası 259. sayfada fedakâr seyyidlerin yardımından bahsediyor. Üstad seyyidler topluluğu ile beraber faaliyette bulunmamıştır. Bu faaliyet Üstad'dan sonra Mehdi tarafından yapılacaktır.
Üstad, Mehdi'nin siyaset alanında faaliyet yapacağını, devlet yönetiminde en üst kademede bulunacağını belirtmiştir. Nitekim hem siyaset, hem diyanet hem de cihad yani tebliğ yönünden faaliyette bulunması çok geniş imkanlar gerektirmektedir. Dolayısıyla da buradan Mehdi'nin imkanlarının çok geniş olacağını, bu görevlerin tam yapılmasının ancak devlet yetkilerinin kullanılması ile olacağını anlamaktayız. Üstad bu imkan ve yetkiye sahip olmamıştır.
Birinci görevi: İnsanların imanını kurtaracak
"Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek..." (Emirdağ Lahikası, 259)
Mehdi'nin görevi olan "materyalizmi dünyada tam anlamıyla etkisiz hale getirmek" Üstad tarafından yapılmamış ve buna bağlı olarak insanların imanını kurtarma görevi dünya çapında Mehdi'ye verilmiştir. Bu çalışmaların köklü ve çok etkileyici yapılacağını da; Mehdi'nin iman sahiplerini dalaletten koruyacağını belirterek açıklamıştır.
Bu görevi en önemli ve değerli görevdir.
"Ümmetin beklediği, ahir zamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikiyi neşr ve ehl-i imanı delaletten kurtarmak" (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9)
Üstad, Mehdi'nin 3 görevinden en önemlisi ve en dikkat çekicisini imanı yayma olarak belirtmiştir. Bu imanı yayma çalışmasının yönteminin nasıl olacağını da Üstad "iman-ı tahkikiyi neşr" olarak vurgulamıştır. Buradaki "neşr" kelimesiyle iman hakikatlerinin neşriyat yoluyla yani kitap, dergi, CD ve diğer kitle iletişim araçları yoluyla yapılacağı anlaşılmaktadır. Doğal olarak bu şekilde imanı yayma çalışması da dünyadaki tüm insanlar tarafından bilinecektir. Üstadın çalışması ise kendi döneminde ancak fedakar nur talebelerinin el yazmalarıyla birkaç nüsha çoğaltma şeklinde olmuş, kastedilen neşr, maksadı hasıl olacak şekilde oluşmamıştır.
İkinci görevi: Dini özüne döndürecek
"İkinci Vazifesi: Hilafet i Muhammediye (ASM) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve mânevi tehlikelerden ve gadab-ı ilâhi'den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır." (Emirdağ Lahikası, sf. 259)
"Hilafet-i Muhammediye ünvanı ile" Mehdi'yi tarif eden Bediüzzaman, Mehdi'nin İslam Dünyası'nın Halifesi olacağını söylemektedir. Ayrıca bu makamı da "ünvan" olarak tarif ederek, tüm Müslümanların Mehdi'yi o makama layık kişi olarak tanıyacağına da işaret etmiştir. Büyük mütefekkir Bediüzzaman, şüphesiz 13. asrın müceddididir, ancak tüm Müslümanların Halifesi ünvanını almamıştır.
"Alem-i İslâmın vahdetini" tabirini kullanarak Üstad, kendi devrinde de dağınık, halifesiz ve bir birliktelik içinde olmayan İslam ülkelerinin birleşerek İslam Birliği'nin oluşacağını söylemektedir. Bu birliktelik Üstad zamanında da, henüz de oluşmuş değildir. Bu birlikteliği, Mehdi'nin bir dayanak noktası yaparak Müslümanları bazı tehlikelerden koruyacağını ifade etmektedir.
"milyonlarla efradı bulunan ordular"ın da, Mehdi'nin bu vazifesini ifa ederken yardımcıları olacağını, yani emrinde ordular olacağını söyleyen Üstad'ın ordulardan oluşan yardımcıları olmamıştır. Sadece büyük fedakarlıklar içinde, canla başla gayret içinde olan mahdut miktarda Nur talebeleri onun yardımcısı olup tebliğ çalışması yapmışlardır.
"O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9)
"O zat" ifadesi, beklenen Mehdi'nin belirli "bir" kişi olduğunu gösteren açık bir ifadedir.
Görevi "şeriatı icra ve tatbik etmek" olan Mehdi'nin ifa edeceği ikinci vazifesini tarif ederken, Üstad, dinin kurallarını toplum içinde Mehdi'nin hayata geçireceğini söylemektedir. Bediüzzaman ise büyük mücadelelerle kendi devrinde ancak iman hakikatlerini sınırlı bir topluluğa tebliğ etme imkanı bulabilmiştir.
"gayet büyük maddi bir kuvvet lazım" ifadesi büyük maddi imkanlarla yapılacak olan hizmetleri işaret etmektedir. Bu belki de devlet hazinesini kullanma yetkisi olarak adlandırılabilir. Üstad mücadelesini gayet zor maddi şartlar içerisinde geçirmiştir.
Mehdi'nin insanlığı maddi ve manevi tehlikelerden koruyacağı net olarak belirtilmiştir. Ayrıca Mehdi İslam birliğini de oluşturacak ve bunun için de sayısı milyonları bulan ordular gerekecektir. Bu durum Üstad döneminde oluşmamıştır. Mehdi şeriatı uygulayacak, bu da ancak büyük bir maddi güçle olacaktır.
"Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bidatlar zulümatını dağıtacak." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189)
"bidatlar zulümatını dağıtacak": Üstad'ın döneminde de var olan bidatlar, dine sonradan sokulan batıl inanç ve uygulamalar, hala süregelmektedir. Üstadın çalışmalarıyla bu, sona ermemiştir. Bunu dini özüne döndürecek olan Mehdi gerçekleştirecektir.
Üçüncü görevi: İslam toplumunu tekrar birleştirecek
"O zatın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiyeyi İttihad-ı İslam'a bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslam'a hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o vazifeden üç dört derece daha ziyade kıymetdardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9)
Mehdi'nin bir başka görevi ise İslam toplumunu birleştirmek ve Hristiyan alemiyle ittifak yapmaktır. Mehdi'nin çok büyük çapta ve ihtişamlı olarak yapacağı bu görevler tüm dünyada herkes tarafından bilinecektir. Buna binaen ahir zamanda bu konuların tüm insanlar tarafından bilinmesi ve genele yayılması ancak televizyon, radyo ve internet gibi teknolojik imkanlarla mümkün olabilir. Nitekim Müslüman birliği ve Müslüman-Hristiyan ittifakı da Üstad döneminde olmamıştır.
"Bu vazife, pek büyük bir saltanat, kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir." Üstad, İslam Birliği ile Müslüman ve Hristiyan dünyasının hak din adına kol kola vermesi gibi büyük bir olayın ancak 3 şartın oluşmasıyla gerçekleşeceğini ifade etmiştir.
Birincisi "saltanat": Bu ifade tam bir hakimiyet ifadesidir. Bu şunu gösterir; Mehdi'nin ülke yönetiminde bulunan, güç ve iktidar sahibi olan ve adeta bir sultan gibi dediği her şey uygulanan yetki sahibi bir makamda olacağıdır. Saltanat ifadesi ile Üstad'ın kastettiği budur. Bu durumun Üstad'da tecelli etmediği malumdur.
İkincisi "kuvvet": Buradaki kasıt, istediği şeyi icra edebilme gücü, yani yetki sahibi ve iktidar olmaktır. Bu ortam da Üstad zamanında oluşmamıştır.
Üçüncü "milyonlar fedakarlar": Çok açık olan bu ifadeyle Üstad, bu görevin, hizmette bulunacak, Mehdi'ye tabi milyonlarca insanın olmasıyla gerçekleşebileceğine dikkat çekmiştir. O dönemde Üstad'ın çevresinde hizmet eden fedakar talebelerin sayısının ise milyon sözüyle ifade edilemeyeceği aşikardır.
"üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda" gerçekleşecek olan İslam'ın hakimiyeti, hem dünyada geniş çaplı bir şekilde, hem de oldukça görkemli ve yankılar uyandıran bir tarzda meydana gelecektir. Bu şaşaa toplumların çoğunluğunun üzerinde büyük etki uyandırdığı gibi, bu toplumların çok da önem verdiği bir husus olacak. Bu şaşaa ne Üstadın döneminde, ne de "asr-ı saadet" hariç başka bir dönemde yaşanmış bir durumdur.
Birinci görevdeki yardımcıları
"...Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (ASM) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." (Emirdağ Lahikası, 259)
"Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek"
"...ondan evvel...": Yani Mehdi'den önce, onun çalışmalarından önce, Mehdi'nin birinci vazifesi olan iman hakikatlerini yayma ve materyalizmi yıkma çalışmasını yerine getirmesinde kullanacağı ilmi malzemeleri hazırlayacak olan "bir taife" den bahsetmektedir Bediüzzaman.
"bir taife": Bu grubun, fen ve felsefenin materyalizm ile oluşturduğu negatif etkiyi kırmada faydası olacak şekilde fen ve bilim ile uğraşan ilmi bir grup olması gerekmektedir. Ki Mehdi de onların hazırladıkları çalışmalardan faydalanarak materyalizmi yıkacak.
"o taifenin uzun tasdikati ile yazdıkları eseri..." diyerek Bediüzzaman, uzun doğrulama çalışmaları sonucu bir eser yazdıklarından söz etmektedir. Bunun ilmi bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır. Bu ilim adamlarının, uzun yıllar yaptıkları çalışmalar ile, insanın tesadüfler sonucu meydana geldiğini savunan materyalizme karşı, Yaratıcı'nın varlığını gösterecek şekilde, kendi başına ilmi deliller ortaya koyacağı anlaşılıyor. Mehdi de bu bilgileri özellikle de İslam dünyasında yaygınlaştırarak, bilimin yaratılışı gösterdiğini insanlara anlatarak materyalizmi yıkacak.
"bir cihette": 'Bir yönüyle' derken Üstad, bu ilmi gruptan, materyalizmi yıkmada sadece bir yönüyle faydalanılacağını anlatmaktadır. Yani maddiyun ve tabiyyun felsefesinin, tabiatçılık ile ilgili kısmının kastedilmekte olduğunu anlıyoruz.
Bir de maddiyun kısmı var ki, o da maddecilik, yani maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve tek kesin gerçeğin madde olduğunu savunan materyalizmin ikinci kısmı. Bunu da sadece Mehdi, maddenin gerçekliğinin yoktan var olduğunu ortaya koyarak yapacak. Ortaya koyduğu maddenin yoktan var olduğu konusuna dair hem bilimsel hem akli izahlarla materyalizmi tam anlamıyla yok etmiş olacak.
"fen ve felsefenin tasallutuyle": Fen ve felsefenin saldırıları yüzünden insanlar üzerinde etkisi olacak olan materyalizmi susturmak için, yine bu iki unsuru susturmak, onun yaratılışı gösterdiğini ortaya koymak gerekmektedir.
Üstat bu iki unsurda çalışmalar yapmakla beraber kastedilen manada tam bir susturmayla ortadan kaldıracak söz konusu bir durum oluşmamıştır.
İkinci görevdeki yardımcıları
"İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (ASM) ünvanı ile şeair-i İslamiye'yi ihya etmektir. Alem-i İslam'ın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve mânevi tehlikelerden ve gadab-ı ilâhi'den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır." (Emirdağ Lahikası, 259)
Üstad halife değildir; bu ünvanı kendisinden sonra gelecek olan Mehdi'nin alacağını açıkça belirtmiştir. Mehdi İslam birliğini kurarak; insanları maddi ve manevi tehlikelerden kurtaracaktır.
"O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Mehdi; İslam'ın hakim olmasına vesile olacak ve insanlar arasında din ahlakının yaşanmasını sağlayacaktır. Bunun için Mehdi büyük bir maddi güç kullanacaktır. Üstad'ın büyük maddi imkanları olamamıştır, ancak bu imkanların Mehdi'de toplanacağını belirtmiştir.
"gayet büyük maddi bir kuvvet lazım": Üstad Mehdi'nin ikinci vazifesini yerine getirirken çok büyük maddi imkanlara sahip olarak bunu gerçekleştireceğinden bahsetmiştir. Üstadın ve talebelerinin büyük hizmetlerini yaparken çok kısıtlı imkanlar içinde hatta daha doğru bir ifadeyle büyük imkansızlıklar içinde mücadele ettikleri herkesin malumudur. Ayrıca Üstad'ın, bahsettiği şeriatı icra hususunda herhangi bir geniş kapsamlı çalışması olmamıştır. Bunu Mehdi'nin yerine getireceğini söylemiş ve Mehdi'nin bu görevi nasıl yerine getireceğini detaylarıyla tarif etmiştir.
Üçüncü görevdeki yardımcıları
"Üçüncü Vazifesi: İnkılâbat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniye'nin zedelenmesiyle ve Şeriat ı Muhammediye'nin (ASM) kanunları bir derece ta'tile uğramasiyle o zat, bütün ehl-i imanın mânevi yardımlariyle ve ittihad-ı İslâm'ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklariyle o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır." (Emirdağ Lahikası, 260)
Mehdi döneminde; devir ve ortamın da değişmesiyle, insanların Kuran'ın hükümlerini uygulamada bir nevi gevşeklik gösterecekleri ve kusurları olacağı belirtilmiştir. Mehdi'ye İslam'ın hakimiyeti safhasında İslam alimleri ve sayıları milyonları bulan fedakar seyitler, Müslümanlar destek verecek ve tüm İslam birliğinin yardımlaşmasıyla, beraber hareket edeceklerdir. Üstad ehl-i imanın bu yardım ve dayanışmanın kendisi zamanında olmayacağını ancak Mehdi'nin bunları yapabileceğini söylemiştir.
"İnkılâbat-ı zamaniye": Zamanın devrimleri, değişiklikleri günümüzde de devam etmektedir. Bu Bediüzzaman'la da son bulmamıştır. Halbuki Mehdi'nin gelişiyle zaman içinde oluşan bu değişim bir son bulacaktır.
Bu gerçekleşirken de Mehdi'ye "bütün ehl-i imanın mânevi yardımları" olacağını söyleyen Üstad, ayrıca bu yardımla birlikte "bütün ulema ve evliyalar" ile "milyonlar fedakâr seyyidlerin" Mehdi'ye katılacağını belirtmiştir. Üstad'a ulemalar ve sayıları milyonları bulan seyitler topluluğu iltihak etmemiştir.
Üstadın, bu şekilde "O vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır." dediği Mehdi'nin "bir" kişi olduğu da anlaşılmaktadır. Yoksa bir şahs-ı manevi değildir. Ya da birçok kişiden oluşmuş bir grup değildir; Mehdi bir kişidir.
6. Bediüzzaman Hz. Mehdi'ye Zemin Hazırlamıştır.
"O ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkarı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdâr bir neferi olduğumu zannediyorum." (Barla Lahikası, 162)
Üstad burada, kendisinin büyük kumandan olarak tarif ettiği, beklenen Mehdi olmadığını ancak onun yardımcısı olduğunu, onun faaliyetlerine zemin hazırladığını hatırlatmıştır.
"O ileride gelecek acib şahsın" ifadesiyle Bediüzzaman açık bir şekilde Mehdi'nin kendinden sonraki bir dönemde geleceğini haber vermiştir.
"Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybi işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaati gelmiş ki: "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'atlar zulümatını dağıtacak." Ben, böyle bir nurun zuhurura çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin izhar ediyoruz." (Sikke i Tasdik i Gaybi 189- Mektubat 34)
Mehdi dinimizdeki yanlış ve batıl uygulamaları kaldıracak ve yaşadığı dönem İslam'ın baharı olacaktır. Dolayısıyla Üstad yaşadığı dönemi İslam'ın kışı olarak adlandırarak, yakın gelecekte, yani İslam'ın baharında gelecek Mehdi ve yardımcılarına çalışmalarıyla ancak zemin hazırladıklarını söylemiştir.
7. Hz. Mehdi'yi Risale-i Nur ya da Müellifi Sanmak Hatadır.
"...Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini haklı olarak Hz. Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviden bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazen o ismi O'na veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onda mes'ul değiller." (Tılsımlar Mecmuası, 201)
Üstad Risalelerin bazı yakınları tarafından Mehdi olarak görüldüğünü ancak bunun bir hata olduğunu hatırlatmıştır. Üstad'ın ifadeleri bu konuda şüpheye ve tartışmaya mahâl vermeyecek kadar açıktır. Mehdi, net olarak "tek bir kişi" olarak anlatılmış, ayrıca yanındaki yardımcılarına kadar detay verilmiştir. Yani Mehdi bir topluluk veya Risale-i Nur değildir.
Risalelerin müellifi olarak kendisinin de Mehdi olarak değerlendirilmesinin bir karıştırma ve bir hata olduğunu Bediüzzaman açıkça ifade etmektedir.
Burada değinilmesi gereken bir husus da, gelecek Mehdi'nin diğer müceddidlerden daha düşük bir makamda olacağını zannedenler olabileceğidir; bu düşünce imtihanın sırrına muhaliftir. İslam'ın dünya hakimiyetine vesile olacak kişinin faaliyetleri daha değişik olacak ve çok daha büyük bir mücadele olacaktır. Daha küçük mücadele denmesi yanlış olur, çünkü ihlas ve sadakat ile yapılan bir mücadele vardır. Ve bu büyük mücadele için Allah Mehdi'yi görevlendirmiştir. Elbette ki mücadelesinin büyüklüğü oranında makamatı da büyük olacaktır. Ki dereceyi ancak Allah belirler. Hz. İsa, Mehdi'nin arkasında namaz kılacak, bu da göstermektedir ki Hristiyan-Müslüman ittifakı olacak. Hz. İsa ile beraber mücadele edecek kişi tabi ki Üstad'ın belirttiği gibi Büyük Mehdi olacaktır. Nitekim "ahir zamanda gelecek bir müceddid-i ekber" diyerek, Bediüzzaman, Mehdi için "en büyük müceddid" tabirini kullanmış, onun gelmiş geçmiş tüm müceddidlerin en büyüğü olduğunu vurgulamıştır.
Bu durum Nur talebelerinin daha da şevklenmeleri, çalışmalarını ve dualarını artırmaları için bir vesiledir. Çünkü her halis Müslüman İslam'ın hakimiyetini büyük bir iştiyakla ister ve bekler. Nitekim Müslümanların böyle bir beklenti içinde olmaları gerektiğini Üstad bizzat ifade ederek, 1951'den 50 sene sonrası için müjde vererek ümidin ve şevkin kapısını sonuna kadar aralamıştır. Üstad ve Risale-i Nur külliyatı, Üstad'ın detaylı anlattığı "gelecek Büyük Mehdi" nin hem bir işareti hem de en önemli zemin hazırlayıcısıdır.
"Bazı ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife ahirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi mana-yı işari ile haber veriyorlar. Fakat o gelecek zatın ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi olan ve zahiren en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaik-i imaniyeyi güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şakirdlerinin şahs-ı manevisi tam yaptıklarından; o gelecek zata dair haberleri ve işaretleri, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisine hatta bazen tercümanına da tatbike çalışmışlar ve Şeriatı ihya ve hilafeti tatbik olan çok geniş dairede hükmeden bu iki mühim vazifesini nazara almamışlar. Onların kanaatleri, onların Risale-i Nur'dan istifade cihetinde faidelidir, zarasızdır; fakat Nur'un mesleğindeki ihlasa ve hiçbir şeye alet olmamasına ve dünyevi ve manevi makamatı aramamasına zarar verdiği gibi, Nurların muhafızları her taifenin hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabilir". (Tılsımlar Mecmuası, 168)
Mehdi'nin çok açıkça görülen ve tüm insanlar tarafından bilinen işaretleri vardır: Halife olması ve İslam'ı dünyaya hakim din kılması. Her ne kadar Mehdi'nin önemli bir vazifesi olan iman hakikatlerini anlatma hususu kendisinde ve eserlerinde tecelli etmiş ise de, Üstad, talebelerinin sadece bu yönde bir değerlendirme yaptığını ve Mehdi'nin diğer iki büyük vazifesi olan hilafet ve dini ihya etmesinin kendisinde görünmediği hususunu dikkate almadıklarını söylemiştir. Üstad, Mehdi'nin Risale-i Nur olmadığını, ancak bu bakış açısının, Risalelerden istifade etme yönünden zararsız olduğunu, ancak bu fikrin, siyasilerin ve daha birçok kişinin saldırılarına ve eleştirilerine maruz kalabileceğini hatırlatarak uyarmıştır.
8. Her Yüz Senede Bir Müceddid Gönderilir.
"Ashâb-ı Kütüb-i Sitte'den İmam-ı Hâkim'in "Müstedrek"inde ve Ebu Dâvud'un "Kitab-ı Sünen"inde, Beyhaki "Şuab-ı İman"da tahriç buyurdular: "Her yüz senede bir, Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor..." hadis-i şerifine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tam olan Mevlâna eş şehir kutbü'l ârifin, gavsü'l vâsilin, varis-i Muhammedi, kâmilü't tarikatü'l âliyye ve-l müceddidiyye Halidi Zülcenaheyn Kuddise sirruhu..." (Barla Lahikası, 119)
Her yüzyıl başında bir müceddid (dini canlandıran, yenileyen) gönderileceğini Resulullah (SAV) Efendimiz hadisleriyle müjdelemektedir. Hicri 1400 senesinde (1979-1980) yani 14. asrın başında da hadisin haber verdiği gibi bir müceddidin gönderilmesi gerekmektedir. Bu da hadislerin ve alimlerin izahlarına göre, İslam aleminin 1400 senedir beklediği Mehdi'dir.
9. Mevlana Halid 12. Yüzyılın Müceddididir.
Baştaki hadis-i şerifin "her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor" müjdesinin ihbarına muvâzi olarak Hazret-i Mevlana Halid, -ekser ehl i hakikatin tasdikiyle-1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. (Barla Lahikası, 120)
Risale-i Nurlar'ın Müellifi 13. Yüzyılın Müceddididir.
"Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş... Kanaat verir ki-nass ı hadis ile-Risale-i Nur tecdid i din hususunda bir müceddid hükmündedir." (Barla Lahikası, 121)
Üstad hicri 1200 yılında Mevlana Halid'in müceddid olduğunu, yüz sene sonra Risale-i Nur'un aynı vazifeyi yaptığını belirtmiş. Dolayısıyla bir yüz yıl sonraki müceddidin, yani 1400'lü yıllarda Mehdi'nin geleceğini anlıyoruz.
10. Hz. Mehdi de Müceddiddir.
"Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslamiyetin edebiyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muhlis veya bir müceddid veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediyi (ASM) muhafaza etmiş... Kadir-i Zülcelal Hz. Mehdi ile de, alem-i İslam'ın zulümatını dağıtabilir. Ve vaadetmiştir, vaadini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder." (Mektubat, 411-412)
En büyük bir müçtehid: İhtiyaç hasıl olduğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi ve önderi.
Hem en büyük bir müceddid: Dini hakikatleri devrin ihtiyaçlarına göre izah etmek üzere gönderilen büyük alim ve Peygamberimizin (SAV) varisi olan zat.
Hem Hakim: Haklı ve haksızı ayırıp adalet üzere hükmeden, devleti idare eden.
Hem Mehdi: Hidayete vesile olan.
Hem Mürşid: Doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran.
Hem Kutb-u azam: Müslümanların kendisine bağlandığı, zamanın en büyük yol göstericisi
O Zat ehl-i Beyt-i Nebevi'den: Peygamberimizin (SAV) soyundan olacaktır.
Bediüzzaman, ahir zamanın en büyük karışıklığı zamanında Peygamber Efendimizin (SAV) soyundan, karışıklığı dağıtacak tek bir şahsın, nurani bir şahsın İslam alemindeki karanlığı dağıtacağını bildiriyor ve bunun kıştan sonra baharın gelmesi gibi adetullaha uygun olduğunu belirtiyor.
"Hz. Mehdi ile de alem-i İslam'ın zulümatını dağıtabilir.": Mehdi İslam Dünyası'nın üzerindeki zulmü kaldıracaktır. Üstad döneminde bu zulüm devam etmekteydi; komünizm dahi yıkılmamış durumdaydı. Ki Müslümanlara yapılan bu zulüm tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmekteydi. Çok yakın tarihe kadar, işte Bosna'da kıyılan Müslüman canları, Keşmir'de aynı zulüm, Endonezya'da, Çeçenistan'da, Filistin'de kararan hayatlar ve daha birçok yerde Müslümanların en temel haklarının bile elinden alındığı İslam aleminin üzerindeki karanlık... Henüz içinde bulunduğumuz şu dönemlerde Müslümanlar için ümit ışıkları daha yeni yeni yanmaya başlamış durumdadır. Bunu tam olarak aydınlatacak zatın ise Mehdi olacağını Üstad bu şekilde belirtmiştir.
Ayrıca, Üstad Mehdi'nin en büyük müceddid olduğunu söyleyerek onun tüm mezheplerin üstünde olacağını ifade etmiştir. Bediüzzaman ise bilindiği gibi Şafi mezhebindendi.
Üstad Mehdi için "en büyük müceddid ve en büyük müçtehid" sıfatlarını kullanmaktadır.
"müceddit" bilindiği gibi,dini hakikatleri devrin ihtiyaçlarına göre izah eden,"müçtehid" de ihtiyaç hasıl olduğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi ve önderidir. Bu vasıfta ki büyük zatlar, İslam toplumlarına örnek olmuş, yol göstermiş, zamanın kutbu olmuş önderlerdir. Bu önderlerden kimi içtihat etme ve hüküm verme vasıflarından dolayı "mezhep önderleri" olmuşlardır; Müslümanlarda onlara uymuşlardır.
İmam Hanefi, İmam Şafi, İmam Hanbeli, İmam Maliki bu önderlerden olup 4 mezhebin kurucularıdır. Bütün ehli sünnet onların verdiği hükümlerle amel eder. Bediüzzaman.bu "müçtehid ve müceddit"lerin en büyüklerinin ise Hz.Mehdi olacağını ifade etmiştir. Bu da Mehdinin içtihat etme ve hüküm vermeye en selahiyetli kişi olarak, kendisinin de bir "mezhep sahibi" olacağını göstermektedir. Zamanında herkesin ona uyacağının bildirilmiş olması da bunu doğrulamaktadır. Bediüzzaman Said Nursi bilindiği üzere Şafi Mezhebindendir. Bir mezhep sahibi değildir ve bir başka mezhep kurucusuna tabi olmuştur. Mehdi ise kendi mezhebinin sahibi olacaktır.
Bediüzzaman, Mehdi için "Hakim" sıfatını da kullanmaktadır. Hakim, haklı ve haksızı ayırıp adalet üzere hükmeden, devleti idare eden anlamındadır. Mehdi, üstadın da ifade ettiği gibi hakim olacaktır; yani hükmeden ve adaleti sağlayan mekanizmanın başı olacaktır. Said Nursi, hayatının 28 yılını mahkum olarak büyük fedakarlıklarla geçirmiş, ancak hakim konumda olmamıştır.
11. Hz. Mehdi 14. Yüzyılın Müceddididir.
"Şimdi İslamlar içinde Nur-u Kuran'a muhalif haletlerin ekserisi o su-i kasdların ve Sevr Muahedesi gibi gaddarane muahedelerin vahim neticeleridir. Eğer şeddeli (mim) dahi şeddeli "lamlar" gibi bir sayılsa, o vakit bin ikiyüz seksendört eder. O tarihe Avrupa kafirleri devlet-i İslamiye'nin nurunu söndürmeğe niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un doksanüç muharebe-i meş'umesiyle alem-i İslam'ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resail-in-Nur şakirdleri yerine Mevlana Halid'in (KS) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu ayet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.
Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli "lamlar" ve (mim) ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi'nin şakirdleri olabilir." (Birinci Şua, 85)
Bediüzzaman, yukarıda bahsettiğimiz, İslam aleminin üzerindeki zulüm ortamının kendisinden "bir asır sonra" ancak Mehdi ile dağıtılacağını söylemiştir. Üstad açık bir tarih vermiştir. Kendisinden bir sonraki yüzyılda Mehdi'nin talebeleriyle birlikte yapacağı çalışmalarla, Müslümanlar büyük sıkıntılardan kurtulup feraha kavuşacaklardır.
Burada "Mehdi'nin Şakirdleri" tabiri, tevile açık olmamakla birlikte, Mehdi'nin daha önce gelip de, kendisinden yüz yıl sonraki talebelerinin başarıya ulaşacağı şeklinde bir zan, Mehdi'yi takdir edememiş olmanın yanında mantıksızdır da. Mehdi gibi en büyük bir müceddidin, bir kutbun, bir mürşidin yapamadığını(!), yüzyıl sonraki talebelerinin yapacağını düşünmek, mantık, akıl ve adetullah dışıdır. Allah başarıyı ve zaferi yani karanlığı dağıtmayı Mehdi'ye nasip edecektir. O zat onun için Mehdidir.
12. Hz. Mehdi Kendinden Önceki Müceddidlerden Farklıdır.
"Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahir zamanın Büyük Mehdi ünvanını alamamışlar." (Emirdağ Lahikası, 260)
Mehdi'nin Büyük Mehdi ünvanı alması Allah'ın izniyle ancak üç vazifeyi yapmasıyla anlaşılır. Bu üç vazifeyi, Mevlana Halid ve Üstad yapmamıştır. Bu üç vazifeden ancak birisini yerine getirmişlerdir. O da "herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması" şeklindedir. Yani iman hakikatlerini yayma görevini de ancak bir yönüyle yapabilmişlerdir. Demek ki Mehdi iman hakikatlerini anlatmayı ve imanı yaymayı da çok kapsamlı bir şekilde yapacaktır. Şimdiye kadar benzeri görülmemiş şekilde ve güçte olacaktır, ki bu, kitleleri imana getirecek, batıl cephesinin o güne kadarki hakimiyetini de sona erdirecektir. Bediüzzaman'ın bu 'bir yönüyle' izahı, yani bir alimin veya müceddidin üç vazifeden birini bir yönüyle yapmasının, onun Mehdi olduğunu göstermeyeceğini izah etmektedir. Üç vazifenin de icra edilmesi Üstad'ın da belirttiği gibi kendisinden bir sonra gelecek olan büyük Mehdi vesilesiyledir.
"Ayrıca hem iki Deccal'in sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor, biri öteki zannedilir. Hem "büyük Mehdi"nin halleri sabık Mehdilere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadis-i müteşabih hükmüne geçer." (Şualar 582)
Hadislerin anlatımında deccallerin icraatlarının birbirlerine benzediğini anlatan Üstad, birisinin diğeri zannedilebildiğini söylüyor. Her deccalin faaliyetleri birbirine yakın. Ancak aynı hadislerde, Büyük Mehdi'nin yaptıklarının, diğer Mehdi'lerden, -ki buradaki 'Mehdi'lerden' kelimesi 'müceddidlerden' anlamında kullanılmıştır- çok farklı olduğunu belirtiyor Bediüzzaman.
"Hem bu üç vezaifi birden bir şahısda, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Ahir zamanda Al-i Beyt-i Nebevi'nin (ASM) cemaati-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir." (Kastamonu Lahikası, 139 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 156)
Bu üç vazifenin aynı anda icra edilmesi Mehdi ve cemaatine mahsustur.
"bu zamanda" ifadesi ile Üstad kendi yaşadığı dönemde Mehdi'nin üç vazifesini birden ifa edebilecek bir şahıs ve bir cemaat görülmediğini ifade etmiştir.
"Rivayetlerde, ahir zamanın alametlerinden olan ve al-i beyt-i nebeviden Hazret-i Mehdi'nin hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissevab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir te'vili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad alemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi, her bir asır me'yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini te'yid edecek bir nevi Mehdi'ye veyahud Mehdi'nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiyye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi al-i beyt-ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Mesela: Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi büyük Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde, medar-i nazar Muhammed Aleyhissalatü Vesselam olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise...
Evet yüzer kudsi kahramanları yetiştiren ve binler manevi kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur'aniyenin mayası ile ve imanın nuriyle ve İslamiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden a-li beyt, elbette ahirzamanda şeriat-i Muhammediyeyi ve hakikat-i Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (ASM) ihya ile, ilan ve icra ile, başkumandanları olan "Büyük Mehdi" nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-i içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır..." (Şualar, 456)
Şeriat-ı Muhammediyye: Peygamber Efendimizin şeriatı, halifelik
Şeriat: Kur'an-ı Kerim'in tarif ettiği ve bildirdiği yol
Hakikat-ı Furkaniye: Kur'an-ı Kerim'in esası ve mahiyeti
Sünnet-i Ahmediyyeyi: Peygamberimiz (SAV)
İhya: Yeniden canlandırma
İlan: Herkese duyurma
İcra: Tatbik etme.
Bediüzzaman, her asırda Müslümanların ümitsizlik içine düştükleri sırada, manevi kuvvetlerini desteklemek, şevklerini ve mücahede güçlerini arttırmak için bir nevi Mehdi manasında (müceddid) gönderildiğini ve bu şahısların, ahir zamanda gelmesi beklenen Büyük Mehdi'nin vazifelerinden sadece bir kısmını bir yönüyle yaptıklarını belirtiyor.
Ahir zamanda beklenen Büyük Mehdi'nin de çıktığı zaman Peygamber Efendimizin dönemindeki İslam'ın gerçek yaşantısını halife olarak tatbik edeceğini, Kur'an-ı Kerim'in, imanın esasını tebliğ edip ümmetin imanını güçlendireceğini, bunları bütün dünyaya açıkça göstereceğini ve herkese duyuracağını bildiriyor.
13. Hz. Mehdi Hristiyan Alemiyle İttifak Edecektir.
O zatın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiye'yi İttihad-ı İslam'a bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslam'a hizmet etmektir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
"İsevi ruhanileriyle ittifak edip": Büyük Mehdi'nin 3. vazifesi olan Hristiyan önderlerle ittifak etmesi ve bu vesilesiyle İslam'a hizmet etmesi Üstad'ın yaşadığı dönemde oluşmamıştır.
Üstad, dikkat edilirse Hristiyan tabirini kullanmamakta ve "İsevi" demektedir. Çünkü Mehdi'nin ittifak yapacağı ruhaniler, muhtemelen şu andaki Hristiyanlardan farklı olacak. Üçleme yaparak, bu şekilde şirk koşanlardan değil, Hz. İsa'yı sadece Allah'ın kulu ve Peygamberi olarak görecek olan, yani gerçek anlamda Hz. İsa'nın takipçileri olacak bir kısım saf, şirk içinde olmayan Hristiyanlar kastedilmiş olabilir. Böyle bir cemaate ne Üstad zamanında ne de günümüzde henüz rastlanmamıştır. Ayrıca İslam ve Hristiyanlığın ortak cephesi olan "materyalizm ve dinsizliğe" karşı ittifak da o dönemde gerçekleşmemiştir.
14. Hz. İsa Cismen Göğe Alınmıştır.
"Hz. İdris ve İsa'nın tabaka-i hayatları (şu anki yaşamları) beşeriyet levazımatından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek nurani bir letafet kesbeder. Adeta bedeni misali letafetinde ve cesed-i necmi nuraniyetinde olan cism-i dünyevileriyle semavatta bulunurlar." (Mektubat 6)
15. Hz. İsa Yeryüzüne İnecektir.
"Evet, hadis-i serifin ifadesiyle Hazret-i İsa'nın semavi nuzulü kat'i olmakla beraber; mânâ-yı işârisiyle-başka hakikatları ifade ettiği gibi bu hakikata da mu'cizane işaret ediyor." (Kastamonu Lahikası, 50)
"Hazret-i İsa'nın semavi nuzulü kat'i olmakla beraber" Üstad Hz. İsa'nın dünyevi cismiyle yani vücuduyla dünyaya tekrar döneceğinin tabire, tevile mahal vermeyecek şekilde kesin bir gerçek olduğunu ifade etmiştir.
16. Hz. İsa Yeryüzüne Cismen İnecektir.
"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazreti İsa (AS)'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek, yani rahmet-i ilahiyenin semasından nuzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-ı İslamiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir... Ve Kur'an'a iktida ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak. Din-i hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karsı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey va'detmiş elbette yapacaktır..." (Mektubat, 53-54)
"hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak": Bediüzzaman Said Nursi'nin izahlarından Hz. İsa'nın nuzulüyle birlikte, Hristiyanlığa sonradan sokulan bazı inanç ve uygulamaların sona ereceği, hurafelerden arınarak, vahyedildiği gibi saf, gerçek haline döneceği anlaşılmaktadır. İki bin yıldan beri var olan Hristiyanlıkta henüz böyle bir değişimin düşüncesi dahi ortaya atılmış değildir; zaten bunu tek gerçekleştirebilecek olan da Hz. İsa'dır.
Böyle bir değişim de bugüne kadar gerçekleşmemiş, Hz. İsa da daha nuzul etmemiş ve beklenmektedir. Mehdi ile de ittifak edeceğine göre, Mehdi de gelip geçmemiştir, beklenmektedir.
"hakaik-ı İslamiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir": Hristiyanlığın saflaşarak vahyedildiği özüne dönüşünden sonra, zaten indiği zaman hak din olan aslına bürününce, onu kapsayan ve son hak din ve Allah katında tek geçerli din olan İslam'ın gerçekleriyle birleşerek, İslam'a dönüşüme başlayacaktır.
"Ve Kur'an'a iktida ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak.": Hristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan bu dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kuran'a tabi olmakla neticelenecek. Hz. İsa'nın şahsı ve ona tabi olan Hristiyanlık İslam'a tabi olacak. Bu büyük değişim herkesin yaşayacağı ve şahit olacağı bir konu olarak dünyanın belki de uzun süre bir numaralı gündemi olacağı için, heyecan yaratan ve büyük yankılar uyandıracak gelişmeler olacaktır. Bu gelişmelerin henüz yaşanmadığı ise dünyadaki herkesin malumudur.
"Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak": Böylesine muazzam bir ittifakın, hak dini olduğundan çok daha güçlü bir konuma getireceği aşikardır. Mehdi'nin İslam dünyasında materyalizmi hayatın akışından çıkartması gibi, Avrupa, Amerika ve diğer Hristiyan devletlerde ise materyalizmin hayat felsefesi olmaktan çıkmasının Hz. İsa ile gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. İnsanları hayatın gerçek amacından tamamen uzaklaştıran, bencil ve sevgisiz kılan materyalist felsefe ve onun neticesi olan dinsizliğin dünya üzerindeki genel etkileri iki dinin birleşmesi neticesinde sona erecektir.
"...cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini..." İki dinin ittifakı ve Hristiyanların Kuran'a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses, tek bir vücut gibi olacağından, ortada bir hak din ve bir de mağlup durumdaki dinsizlik cephesi kalmış olacak. Hak dinin başında da doğal olarak Peygamber Hz. İsa olacak. Üstadın hadisler kaynaklı izah ettiği tüm bu gelişmeler, şüphesiz ki dünyanın çehresini değiştirecek, insanların yaşamlarını etkileyecek ve toplumların ahlaki ve insani yapılarını, düzenlerini olumlu yönde değiştirecektir.
Böylesine geniş çaplı gelişmeler elbetteki bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edecektir. Kitle iletişim araçları vasıtasıyla herkesin anında haberdar olacağı ve yaşayacağı bu büyük değişim, ne Bediüzzaman'ın devrinde ne de bir başka zaman diliminde yaşanmamıştır. Mehdi döneminin başlatacağı bu gelişmeler önümüzdeki yakın zaman diliminde yaşanacağı açık olan olaylardır.
17. Hz. İsa Geldiğinde İmanın Nuru ile Tanınır.
"Hz. İsa (AS) geldiği vakit, herkesin onun İsa olduğunu bilmesi gerekmez. O'nun yakınları ve ileri gelen kişiler, imanın nuru ile onu tanırlar. Yoksa açıkça herkes onu tanımayacaktır." (Mektubat, s. 54)
"İsa Aleyhisselam'ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidinin kemiyeti, Deccal'in mektepçe ve askerce ilmi ve maddi ordularına nispeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir." (Şualar, 495)
"Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselam'ın nuzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselam olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez." (Şualar, s. 487)
Hz. İsa geldiği zaman, onu herkesin tanıyamayacağını söyleyen Bediüzzaman, ona yakın bazı kişilerin ancak imanın nuru ile onu tanıyabileceklerini ifade etmiştir. Bu da dünya hayatının imtihanın sırrı olması itibariyle böyledir. Bazı insanların yanılarak beklediği şekilde, yani adeta gökten herkesin göreceği şekilde inerek, uçarak vb. şekilde gelişi söz konusu değildir, çünkü bu adetullaha ve imtihan sırrına aykırıdır. Bu nedenle Hz. İsa gibi yaratılışı ve hayatı mucizelerle dolu bir Peygamberi dahi insanlar tanıyamayacaklardır. Önceleri, sadece gerçek imanlı ve ihlaslı az bir kitle, onu imani çalışmalarından, halinden ve kendisini beklediklerinden dolayı tanıyacaklardır.
Bu husus Mehdi için de geçerlidir. 14 asır önce Peygamber Efendimizin (SAV), Allah'ın vahyine dayanarak bildirdiği bir şahıs olan Mehdi, hadis-i şeriflerde öylesine detaylı tarif edilmiş olmasına rağmen, aynı şekilde ona yakın çok az insan dışında uzun süre tanınmayacaktır.
Örneğin Mehdi'nin çıkacağı yer, zaman, etrafındakiler ve yapacağı işler gibi, tanınmasını oldukça belirginleştiren bilgiler hadislerde anlatılmasına rağmen, hatta fiziksel birçok belirleyici özelliğinin bildirilmesine ve kişinin tam teşhis edilebileceği gibi olmasına rağmen yine de uzun süre tanınamayacaktır.
"çok az ve küçük olması": Hz. İsa'yı tanıyacak kişiler ona tabi olan yakın bir Hristiyan grup olmakla birlikte, O'nu bekleyen Müslümanların başı olan Mehdi ve yakınları tarafından da tanınacaktır. Hz. İsa dünyaya geldiği zaman onu tanıyacak yakınları nasıl az bir topluluk olacaksa, Mehdi geldiği zaman da onu tanıyacak yakınları çok az olacaktır. Üstadın burada bu topluluğun hem fert olarak sayılarının çok az olacağı, hem de yaşadıkları ülkenin kurumsal yapılanmasının içinde çok küçük kalacaklarına dikkat çekmiştir.
"cemaat-i ruhaniye-i mücahidinin" vasıflarıyla tarif ettiği bu topluluğu Bediüzzaman, 3 önemli belirleyici özelliğiyle zikretmiştir.
"Cemaat" olmaları, Mehdi ve yardımcılarının da bir özelliği olacak. Bu onların bir tarikat olmadığını, bir şahs-ı manevi olmadığını da işaret etmesi açısından önemlidir.
"Ruhani" olduklarını da belirtirken Üstad, bu cemaatte olanların, taklidi bir imana sahip olmadıklarına ve zahiri olmadıklarına, bilakis olayların batınını görüp yaşayabilen Batıni bir cemaat olduklarına da işaret etmiştir.
"mücahidin" ifadesi de o cemaatin belki de en belirgin özelliği olan cihat yani tebliğ cemaati olduklarını göstermektedir.
18. Hz. İsa Hz. Mehdi'ye Tabi Olur.
"Şahs-ı İsa Aleyhisselam'ın kılıncı ile maktül olan şahs-ı Deccal'ın teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevisini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler din-i İsevi'nin hakikatını hakikat-ı İslamiye ile meczederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, "Hazret-i İsa Aleyhisselam gelir, Hz. Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi olur." diye rivâyeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kurâniye'nin matbuiyetine ve hakimiyetine işaret eder." (Şualar, 493)
"din-i İsevi'nin hakikatını hakikat-ı İslamiye ile meczederek": Hz. İsa'nın tekrar dünyaya döndüğünde tabi olacağı Allah'ın hükümlerini içeren kitap Kuran olduğundan, Hz. İsa bozulmuş Hristiyanlığın gerçeğini ortaya çıkararak, İslam'ın gerçekleriyle birleştirecek.
"o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek": Hristiyanlığın Hz. İsa'ya vahyolduğu şekli İslamiyet ile birleşerek geniş anlamda güç bulunca, İslam dünyasının dışında kalan ve Hristiyanlığın yaygın olduğu bölgelerde hakim ideoloji olan materyalizmi fikren mağlup edecekler ve materyalizmin insanların üzerindeki etkisini dağıtacaklar.
"hakikat-ı Kurâniye'nin matbuiyetine ve hakimiyetine": İki dinin birleşmesinin İslamiyet üzerine olacağını hadislerle izah eden Bediüzzaman, Kuran'ın tabi olunan kitap olacağını, onun hükümlerinin geçerli ve hakim olacağını bildirmiştir. Böylesine büyük gelişmeler Üstad'ın döneminde de, henüz de yaşanmamıştır.
Peygamber Efendimizin (SAV) hadislerinde işaret edilen alametlerin gerçekleşiyor olması, Bediüzzaman'ın izahlarında gözüktüğü gibi hicri 14. asırda, yani içinde bulunduğumuz yüzyılda, Hz. Mehdi'nin önderliğinde İslam'ın dünyaya hakim olacağını göstermektedir.
 

khan19556

New member
Katılım
11 Ocak 2007
Mesajlar
992
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Sancaðýn düþtüðü yerden
Bediüzzaman’a göre temel mesele; insanın kendisine, diğer insanlara ve varlıklara mana-yı harfiyle bakması, yani onları iman ekseninde algılamasıdır. En önemli husus bunu sağlamaktır. Problemin çözümü Kur'ân'ın çağlar üstü mesajının günümüze bakan yönünü ortaya çıkarmaktı. Risale-i Nur Külliyatı ise, bu çağlar üstü mesajın günümüze bakan vechesidir.

Bediüzzaman’ın bu yöndeki gayretlerinden ürkenler onu defalarca tutukladılar. Eskişehir (1935), Denizli (1943) ve Afyon (1947) hapishanelerine attılar. Fakat onu inançlarını yaşamaktan ve risaleleri telif etmekten vazgeçiremediler.

Bediüzzaman, İslâm dünyasının karşılaştığı en köklü ve yıkıcı tehlikeyi (dinde laubalilik ve fen ilimlerinden kaynaklanan inkar fikri) oluşan şüphelere ilmî ve mantıki cevaplar vererek izale etmiş ve milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur.

1960 senesinin 23 Mart'ında Urfa’da Hakkın rahmetine kavuştuğunda arkasında bıraktığı tüm maddî servet; bir demlik, birkaç bardak, eski bir gömlek, yamalı bir cübbe, sarık, misvak, on lira ve bir miktar çay ve şekerden ibaretti. Mânevi miras olarak; bu asrı aydınlatan ve gelecek asırları aydınlatacak Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur’u ve dünyanın her tarafında milyonlarca "Kur’an talebesi" bırakmıştır.

Sanırım bu Bediüzzaman a miras olarak yeter...
Allah ondan razı olsun...
 
Üst Alt