Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Riya'ya Dair

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Riya, rûyetten -görmekten- dir. Süm'a da işitmekten alınmıştır. Yerilen riyanın tarifi, yapılan ibadetle Allah'tan başkasının rızasını kasdetmektir. Maksadı, iba­detini insanlara göstermekle kendi kemal ve faziletini onlara du­yurup onlardan servet, mevki ve hiç olmazsa övmek gibi maddî men­fâat beklemektir.
Kişinin yaptığı ibadeti insanlara duyurması, ya durumundaki de­ğişiklik, renginin saranp solması, saçının sakalının karışması ve kı­yafetinin pejmürdeliği ile olur -yani bunları düzeltecek vakit bu­lamıyor- veya bunlara hiç önem vermiyormuş gibi bir hal almış­tır. Fazla ibadet sebebiyle sesinin zayıflaması, gözlerinin çukurlaş­ması, üzüntüsü, az yemesi, ibadete tamamen kendisini vermesi sebebiyle çok oruç tutup uykusuz kaldığı için kendisini unutması, dün­ya ve dünyalığa kıymet vermemesi gibi bir tavır takınması ile olur. Bu ve benzeri tutum ve davranışları ile kendisini halka mal ettirme­ye çalışan bu zavallı, bu hali ile yol kesenlerden ve yankesicilerden daha kötü bir duruma düştüğünün farkında değildir. Çünkü bu kö­tülükleri yapanlar, kötülük olduğunu bile bile yaparlar. Fakat bu aldanmış, bir ibadet yaptığını sanır. Ya da salihler kılığına girmekle kendisini tanıtmağa başlar. Başını önüne eğmek, tevazu içinde yürümek, secde tozlarını alnından silmemek, kaba kumaş giymek, elbi­selerini kısa yapmak gibi kılık ve kıyafetlere girmek ki, “böylece ken­disinin de -Allah rahmet etsin- eski âlim ve sofilerden olduğunu göstermek ister. Bu riyakâr, bütün bu yollardan elde ettiklerinin ha­ram olduğu ve bunları kabul etmekle fâsıklardan olduğunun farkın­da bile olmaz. Ya da halka va'z-u nasihat ile sünnetleri koruduğunu, şeyhlerle düşüp kalktığını, çeşitli yollardan bütün ilimlere vâkıf ol­duğunu onlara duyurmakla olur. Söz ile yapılan riyanın çeşitleri sa-yılamıyacak kadar çoktur. Veya da ağır ağır ve huşu içinde namaz kılmak, oruç, hac gibi ibadetlere devam etmek gibi şekillerle de iba­detlerini insanlara duyurur ki, bu ibadetlerinin de çeşitleri vardır.
Bazan mürâî, riyakârlığında o kadar hırsa kapılır ki, toplumda gösteriş için yaptığı ibadet ve hareketleri tam meleke haline getir­mek için bunları yalnızlıkta yapmaya gayret eder. Yalnızlıkta bun­ları yaparken maksadı, Allah korkusu ve rızası değil, böylece insan­ları kendisine bağlamaktır. Yahut bu riya, adamlarını çoğaltmakla ve bu yolda çalışmakla olur. Büyük adamların, âlimlerin ve sâlihlerin kendisini ziyaret etmelerini sağlamak ve böylece ziyaretçilerin çokluğu ile şöhret sahibi olmak. Ya da birçok şeyhleri ziyaretle övün­mek ve bu suretle riyakârlık etmiş olmak. İşte dillerde meşhur olup maddî menfaat sağlamak için ibadet sayılan bu gibi hareketlerle ri­yakârlık yapmaktır.
Şeriat'ın dilinde riya kelimesi mutlak ola­rak anıldığı vakit, bundan, yukarda tarifini yaptığımız mezmum olan riya murattır. Bunu böylece bildikten sonra ibadetinde riyadan baş­ka bir maksadı yoksa ibadeti batıldır. Bu ibadeti yapmasa daha iyi olur. Çünkü bu ibadeti yapmakla günahkâr olmaktadır. Yukardaki âyet ve hadîslerden anlaşıldığı gibi Allahu Teâlâ ile istihza olduğu için laneti mucip olmaktan başka bir işe yaramaz. Bunu şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Görünüşte hükümdarın hizmetinde bulunan bir hizmetçi, bu hizmetinden maksadı, orada bulunan bir cariyeye göz dikmiş olup onu kandırmak için hükümdara hizmet ediyor gö­rünüyorsa, bu adamın gerçekte hükümdarı eğlenceye aldığında zer­re kadar aklı olan şüphe etmez. Çünkü onun maksadı hükümdara hizmet değil, cariyesini kandırmaktır. İşte bunun gibi, Allah'a ibadet ediyor görünerek, maksadı hiç bir şey elinden gelmeyen aciz kulla­ra yaranmaya çalışmak ise, bu, Allah'a hakaretten başka ne olabi­lir? Üstelik onlara yaranmak maksadıyle ibadet etmekte, şahsî çıkar için o aciz yaratıkları Allah'tan daha yetenekli gösterme durumuna düşmek de vardır. Zayıf ve aciz olan bir kul, kavi ve kaadir olan mevlâ üzerine takdim edilmiş olur. İşte bu sebeplerle riya, insanı hela­ke sürükleyen en büyük günahlardan biridir. Bunun içindir ki Resûl-i Ekrem riyaya, “Küçük şirk” adını vermiştir. Aynı zamanda riyada, insanların zihinlerini karıştırmak vardır. Çünkü görünüşte Allah için amel ettiğini insanlara göstermektedir. Bu da ayrı bir haramdır. Hat­ta cömerd olduğunu göstermek ve bu suretle gönülleri kendisine bağ­lamak maksadiyle bir adamın borcunu ödemek de günahtır. Çünkü burada da insanları aldatmak vardır.
Şayet, yukardaki açıklamalardan, riyanın küçük şirk olduğu an­laşılmıştır, acaba bunun büyük şirkten farkı nedir? Dersen, derim ki; bunu şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Namaz kılan ve fakat mak­sadı insanlara gösteriş olan kimse için insanlar, “Bu iyi adamdır” desinler diye kıldıkça ve insanlar da bunu dedikçe o da ibadetini ar­tırır ve daha çok namaz kılmaya başlar. Riya için ibadet ederken, bazan da Allah rızasını niyet eder. Bunların hiç birinde küfür ve inkâr yoktur. Büyük şirk sahibi, Allah'a ortak koşar ve secdesiyle başka­sına saygıyı kasdeder ve meselâ bir puta secde ederse, işte o zaman küfre gider. Mürâi son derece cehaletinden sebep, yaratığı üstün gö­rerek ona gösteriş için Allah'a secde eder. Buna ancak şeytanın ves-vesesiyle tevessül edilir. Bununla şirk-i celi, açık şirk arasındaki fark meydandadır. O, şeytanın aldatmasiyle yaratıklardan bir şey uma­rak ibadetinde onlara gösteriş yapar. Bunun için Allahu Teâlâ da kı­yamet günü, “Kime gösteriş ettinse git, sevabını ondan al” buyurur. Halbuki onlar değil sana, kendilerine bile bir fayda sağlayamazlar. Özellikle kalb-i selim olmayınca ne mal ve ne de evlâdın fayda ver­mez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de kıyamet günü hakkında:
“Babanın oğlu, oğlunun da babası için bir şey ödeyemeyeceği gün­den korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi ayart­masın.”, buyurulmuştur.
Bazan mubah olan şeylere de riya denir, bir mevki almak ümi­diyle kendisine ve üstüne başına çeki düzen verip süslü görünmesi gibi ya da ibadet ve sadaka kasdi olmayarak insanlar arasında şöhret kazanmak için ileri gelenlerle düşüp kalkmak ve zenginleri yedi­rip içirmek gibi. Bunun haram olmaması sebebi, burada din ile dünyayı birbirine karıştırmaması ve ibadet yapıyor gibi kendisini göster­mek suretiyle insanları aldatmaması ve Allah ile alay edip istihza etmemiş olduğu içindir. Bizzat Resûl-i Ekrem toplum içine çıkacağı zaman aynaya bakarak saç ve sakalını, üstünü başını düzeltir öyle çı­kardı. Hz. Aişe:
“Sen ce mi kendini süslüyorsun?” Diye sorunca, Resûl-i Ekrem:
“Evet, kişinin toplum içine çıkacağı zaman süslenmesini Allahu Teâlâ da sever,” buyurmuştur. Aslında bu, Resûl-i Ekrem'den tekidli bir ibadettir. Çünkü o, insanları hakka davet ve gönüllerini ken­disine çekmekle memurdur. Bu; hususlara imkân nisbetinde dikkat etmesi gerekir. İnsanların nefretini kazanacak şekilde davransa etra­fından dağılırlardı. Onun için insanlara karşı çekici tutum ve dav­ranış içinde olması gerekir. Çünkü önce ona çevrilen bütün gözler, onun dış görünüşü ile karşılaşırlar. Bunun içindir ki, bu şekil tutum va davranıp, onun için bir ibadet ve yakınlıktır. Dinin hükümlerini tebliğ eden âlimlerin de bu şekilde olmaları ve bu hükme uymaları lâzımdır.
Önemli uyanlardan birisi de, amelinde ibadet ve hem de riyayı kasöeden adamın ibadeti hakkında Gazâlî ile İbn Abdüsselâm ara­sındaki ihtilâftır. Gazali, “ibadetindeki niyetinde dünyalık tarafı ga­lip ise bu ibadetinin sevabı yoktur, âhiret ve Allah rızası tarafı ga­lip ise sevap vardır; her iki taraf eşit ise yine sevap yoktur.” demiş­tir, İbn Abdüsselâm ise, yukardaki hadislere dayanarak, “Az olsun, çok olsun, dünyalık karışan ibadette sevap yoktur.” demiştir. Nite­kim bir hadîsde,
“Kim ki amel işler ve o amele benden başkasını ortak ederse, ben o amelden beriyim; o amel, koştuğu ortak içindir.” buyurmuştur. Gazâli ise bu hadisi, niyetinde iki tarafın Müsavi olması ile tevil etmiş­tir. Gazâli'ye göre riya karışan ibadette ihlâs tarafı galip ise -yasak olsa bile - sevabın aslını gidermez. Bunun için Gazali diyor ki: “Şa­yet insanların kendisini görmesi hevesini artırıcı ve takviye edici olur, buna rağmen neş'esiz de olsa yalnız kaldığı zaman bu ibadeti terketmezse, -gerçeği Allah bilmekle beraber- bize göre yine se­vabının aslı kaybolmaz. İhlâsı nisbetinde mükâfat, riyası nisbetinde de azâb görür”. Fakat yine Gazâli'nin, “Sadaka ve namazında hem mükâfat ve hem de halk tarafından medhedilmeği kasdederse, bu, ihlâsı nakzeden bir şirktir.” dediği yukardaki sözüne uynmz. Bunun hükmünü biz “İhlâs Kitabı” nda anlattık.
Saîd b. Müseyyeb ve Ubâde b. es-Sâmit'ten naklettiğimize göre de bu adamın sevabı yoktur. Buna göre de Abdüsselâm'ın sözü tercih edilir.
Hulasa; riya mubah olan işlerde olursa, işin sevabının aslını düşürmez, ibadet niyeti kadar sevap alır fakat haram olan riya olur­sa, yukardaki hadîslerin delâleti ile ibadetin aslı, mahvolur gider. Bunun karşısında Allahu Teâlâ,
“Zerre kadar hayır işleyen mükafatını görür.”, âyetine ne der­sin? Dersen:
Derim ki; bu, niyetine haram olan riyayı katmakla onu kökünden yıkmış ve burada hayır namına birşey kalmamıştır.
Şunu da bilmiş ol ki, bir kimse, hâlis niyetle ibadete başlayıp bi­tirdikten sonra bu ibadete riya karıştıracak olursa, bu riyanın, ihlâs ile başlayıp bitirdiği geçmiş ibadetine tesiri olmaz. Ancak gösteriş maksadiyle yaptığı bu ibadeti açıklamaya kendini zorlayacak olur­sa, Gazali, bunun da ameli mahvedeceğine dair eserde vârid olmuş bazı haberlere dayanarak korkulu olduğunu söyledikten sonra, son­radan gelen riyanın geçmiş ameli mahvedeceğine aklı yatmamış, “Bel­ki ihlâs ile yapmış olduğu geçmiş amelinin mükâfatını almakla be­raber sonradan bunu duyurmaya çalışmasının da cezasını görür.”, demiştir. Fakat ihlâs ile başladığı amelini bitirmeden gösterişe yer ve­rir ve tamamen riyaya kalkışırsa ameli yine mahvolur. Ama tam manasiyle işi riyaya dökmez de riya ile ihlâs karışık olursa, burada ame­lin ifsad ile kabulü arasında tereddüt vardır. Haris Muhasibi, bu ri­yanın ameli ifsad edeceğine mütemayildir. Fakat bize göre en güze­li, bu kadarcık bir gösterişin amel üzerinde bir etkisi olmayıp, ame­lin, ihlâs ile başladığı şekilde devam etmesidir. Ancak ameli yapan, başkalarının da bunu görmesine sevinirse, bu kadar bir gösterişin, ihlâs ile başlayan amele tesiri olmaz. Şayet ihlâs ile başladığı bu ame­li insanlar görmeseydi onu devam ettirmeyecek şekilde bir riya karıştırmışsa yaptığı bu ameli, -Farz bir ibadet de olsa- onu bozup yeniden hâlis niyetle kılmalıdır.
Riya hakkında vârid olan haberler, yapmış olduğu amelde yal­nız insanlara gösterişi kasdetmesi ile ilgilidir. Amelde ortaklık ile varid olan haberler de riya ile ihlasın eşit veya riyanın daha fazla olduğu ile alâkalıdır. Fakat ihlas galip olup riya tarafı az olduğu va­kit bu riya, tamamen ameli ifsad edemeyeceği için bu sebeple ame­lini bozmaz. Şayet namaz kılmaya başlarken ihlâsa riya karışmış ve karışık niyetle namaz kılmaya başlamış ve bu hâl sonuna kadar böyle devam etmişse, bu namaza kıymet vermeden onu iade etmesi güzeldir. Şayet namaz içersinde riya kısmını atar ve tamamen ihlâ­sa dönerse, bazıları, başlangıç sağlam olmadığı için, yine namazı bozması ve yeniden başlamasını; diğer bazıları da, ara yerde niyetini dü­zelttiğine göre namazını bozmadan tamamlamasını söylemişlerdir. Zi­ra itibar sonucadır. Nitekim sırf ihlâs ile başladığı ibadetinde son­radan riya ile bitirenin ameli de fasittir. Bu son iki hüküm, özellikle bunların birincisi ve riya ile başlayıp ihlâs ile biten amellerin Sahih olmaları hakkındaki hüküm, tamamen fıkıh kıyaslarnıa aykırıdır. Zi­ra riya, niyete müessirdir. Fıkhı kıyaslara gelince; başlangıçta yalnız riya ve gösteriş niyetiyle ibadet yapıyor ve hiç sevap niyeti de yoksa ibadete başlamış sayümadığı için bunun üzerine devam ettirdiği ibadetler de Sahih değildir. Çünkü bunda Allah rızası niyeti yoktur. Onun bu ibadete başlaması, sırf gösteriş içindir. Zira yalnız kalsaydı bu ibadeti hiç yapmayacaktı. Şayet kimse görmediği takdirde de bu na­mazı küacaksa, yalnız insanların onu görüp övmesi de hoşuna gidi­yorsa, burada iki sebep toplanmış demektir: Bu gibi karışık niyet­lerle yapılan ibadetler -sadaka cinsinden ise- gösteriş için yap­ması ile günahkâr, sevap umması ile de itaatkârdır.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu (mükâfatını) görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.”, âyetleri gereğin­ce iyi niyetinin ecrini, kötü niyetinin de cezasını görür. Bunların biri diğerini yok edemez. Nafile namazlar da bu hükümde sadakalar gi­bidir. Namazı fâsid, ona uyulması batıldır, denemez.
Şayet, bu nafile ibadette sevap kasdi yanında bir de güzel oku­yuşunu duyurmak niyeti olduğu sonradan anlaşılırsa, yine onun bu ibadeti ve bu ibadette kendisine uyulması Sahihtir. Şayet farz olan bir ibadette hem ihlâs ve hem de riya toplanır ve yalnız bu ikisinin birleşmesi ile bu ibadeti yapıyorsa, bu karışık niyetle yerine getirilen bu vecîbe, zimmetinden düşmez, borç olarak kalır. Eğer farz ibadet hem riya ve hem de ihlâs ile yapılıyor, fakat yalnız riya için de olsa veya yalnız ihlâs ile de olsa yine bu ibadeti yapacak idiyse, işte burası şüphelidir. Meselâ, adamın borcu, yalnız Allah rızası için namaz kılmaktı Bu niyet bulunmadan namazı olmaz dendiği gibi, borç olan, bu ibadeti Müstakil bir niyetle yapmak idi. Zaten riya bulun­masa da bu adam Alıah rızası için bu namazı kılacaktı, bu bulundu, o da namazını kıldı. İşin içine karışan riya ise farzın düşmesine sebep olamaz da denebilir. Bu, tıpkı gasbedilen yerde kılınan namaz gi­bidir. Riya, bir an önce namaza başlamak gibi bazı tutum ve davra­nışlarda olur da namazın kendisinde olmazsa, namazın sıhhatiyle hükmedilir. Çünkü namaz, namaz olması bakımından ona birşey ka­rışmamıştır. Bütün bunlar, amele teşvik eden riya hakkındadır. Fa­kat yalnız Allah rızası için yaptığı ameli insanların duymasından dolayı sevinmesi ve insanların bunu bilmesinin bu amelde bir etkisi olmasına gelince; bunun ameli ifsad etmesi uzak bir ihtimaldir. İşte fıkıh kanunlarına uygun olan görüşler de bunlardır. Bu meseleyi fı­kıh âlimleri ele almadıkları için altından kalkmak cidden zordur. Bunun üzerinde duranlar fıkıh kurallarını düşünmemiş, ancak gönül­leri temizlemek ve ihlâsı sağlamak için küçük hâtıralarla ibadetin if­sadına hükmetmişlerdir. Biz de görüşlerimizi açıkladık, doğrusunu Al­lah bilir.
Önemli uyarılardan birisi de, riyanın bölümleridir. Riya, çirkin­liği itibariyle ayrı ayrı derecelere bölünür. En çirkini İmanda riya­dır ki, bu; Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nin en çok yerdiği müna­fıkların şi'ârıdır. Nitekim âyet-i celîlede,
“Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.”, buyurulmuştur. Bu gibiler Sahabe devrinden sonra nisbeten azalmış olmakla beraber, küfrü gerektiren bid'atlere inananlar da bunlar gibidir. Öldükten sonra dirilmeyi, Allahu Teâlâ'nın cüz'iyyâta, ilmine ve mutlak ibâh'eciliğe inanmak gibi. Bunların halinden da­ha çirkini olamaz.
Bundan sonra, borç olan ibadetlerde riya edenler gelir. Yalnız iken yerine getirmediği bu vecibeleri, yerilir korkusu ile toplum ara­sında yapmak gibi. Bu da Allah katında çok çirkin ve büyük bir gü­nahtır. En büyük bir cehalet ve en büyük bir mekri muciptir.
Bundan sonra da nafile ibadetlerdeki riya gelir. Sevap ümidiy­le değil de toplumda tenbelleşip yapamaz ve bu suretle yerilir kor­kusu ile bu nafilelere yalnız iken devam edip, bu maksatla kendisini bunlara alıştırmaya çalıştırması da aynıdır.
Bunları da, toplumda ibadetlerini güzelleştirenler takip eder. Toplumda kılarken ibadetin bütün şerait ve adabına riâyet ettiği hal­de yalnız iken bunlara aldırış etmezler. Bu da sakıncalıdır. Çünkü burada da yaratılanı, yaratana takdim vardır.
Böyle yapanları bazan şeytan şu şekilde de aldatır, “Canım sen örneksin, senin toplumda bu şekil hareket etmen sana zarar vermez. Çünkü sen onlara örnek pluyorsun. Onları âdaba riayetsizlikten kur­tarıyorsun” der, adam da buna aldanır. Bu da yanlıştır. Çünkü ada­mın gayesi, onları kurtarmak olsa, önce kendini kurtarır ve yalnız iken buna uyardı. Ne yazık ki, tutum ve davranışları halka gösteriş olup onların sevgisini kazanmak amacını güttüğünü ortaya koymak­tadır.
Bütün bu bakımlardan riyakârların da dereceleri vardır. En çir­kini, riyakârlığı ile mâsıyet imkânlarını sağlamaya çalışmasıdır. Me­selâ, adam kendisini vera' ve zühd sahibi göstererek böylece bir mev­ki elde etmek, emanetçi olmak ve diğer sadaka mallarım kendi uh­desinde toplamak gibi mevkiler işgal ettikten sonra, bu mevkilerin­de hile ve hıyanete kaçmak maksadını gütmek gibi. Veya herhangi bir kadına ve benzeri şeylere sahip olmak için okuyup okutmak ve va'z-u nasihatte bulunarak kendisini büyük adam göstermeye çalış­ması gibi. İşte bunlar, Allah' katında mürâîlerin en kötüleridir. Zira bunlar, Rablerine ibadeti mâsıyete vesile kılmışlardır.
Bunlardan sonra da töhmet altında bulunan bir kimsenin kendisini o töhmetten kurtarması için ibadet edip sadaka vermesi gelir.
Mubah olan bazı dünyalık temini için riyakârlık edenler de bun­lardan sonra gelir.
Hakarete uğramamak ve halk arsında saygılı olmak için göste­riş yapanlar da bunlardan sonra gelir.
Daha sonra da, oruç tutmadığını görünce itibarı düşer korkusu ile oruç tutmak, sünnet olan günlerde dışarı çıkmamak gelir.
İşte riyanın dereceleri ve mürâîleriri mertebeleri bunlardır. Gazalî, bunların hepsinin Allahu Teâlâ'nın mekir ve gazabında olduk­larını ve bunların mühlikâttan bulunduklarını söylemişlerdir.
Önemli uyanlardan birisi de, riyanın, karıncanın ayak sesinden daha gizli oluşudur. İşte bu gizlilik, nefsin âfet ve kalbin gailelerini bilemeyen cahiller şöyle dursun, benim diyen âlimlerin bile sürçme­sine sebah olur ve onları da şaşırtır. Bunun açıklanması şöyledir: Riya, ya aşikâre ya da gizli olur. Aşikâre olanı, insanı, gösteriş için amele teşvik edenidir. Gizli riya ise insanı amel etmeye sevketmez, yalnız ameli ona kolaylaştırır. Meselâ, adam teheccüd -gece- na­mazını kılmaya devam eder, ancak bu namaz, ne de olsa kendisine zor gelir. Bununla beraber niyeti Allah rızası olduğu halde yanında başkası bulundu mu hevesi artar ve bu namaz, kendisine daha ko­lay gelir. İşte bu, gizli riyadır. Bundan gizlisi ateşin ağaçta saklı ol­ması kadar gizli olanıdır. Meselâ, adam ibadetini Allah rızası için yapar. İbadetinde insanların hiç bir rolü ve tesiri olmaz. Ancak ibadet ettiğini insanların duymasına sevinir. İşte bu da bundan öncekin­den daha gizli bir riyadır. Zira az da olsa, gönlünün insanlara meyli olmasa, başkalarının, onun ibadetini duyup duymaması arasında ken­disi için bir fark olmazdı. İbadetini başkalarının duymasına sevinme­si gizli riyasını harekete geçirir de -tariz ve ima yolu ile olsa da- başını eğmek, sesini kısmak, dudaklarını kurutmak, uykulamak (uyuklamak) gibi hareketleri ile gece ibadetini duyurmak arzusu­nu duyar. Riyanın bundan daha gizlisi de hiç bir suretle ibadetinin insanlara duyurulmasını istemez. Ancak herkesin kendisine selâm vermesini ve saygı göstermesini, insanların kendisine hizmet edip ih­tiyaçlarına koşmalarını, kendisine Müsamaha göstermelerini, yer ver­melerini sever. Bunlardan biri yapılmadığı vakit canı sıkılır. Gizle­diği bu kadar ibadeti karşısında saygısızlığa uğraması ağrına gider. Adeta Allah'a karşı yaptığı bu ibadeti karşısında, insanlardan hür­met isteyen bir tavır takınır. Öyle ki, bu ibadetleri yapmasa böyle bir hürmet de beklemezdi. Madem ki halk ile ilişkisi olan konularda Allah'a karşı yaptığı ibadeti, hiç yapmamış gibi olmaz ye ibadetini yalnız Allah'ın bilmesi ile yetinmezse, bu da karıncanın ayak sesin­den gizli olan riyadan sıyrılmış değildir.
Gazali diyor ki: “Riyanın her çeşidinin ameîi mahvetmesinden korkulur. Bütün bunlardan da ancak sıddıklar korunabilir”.
Hz. Ali Kerremallahu Vechehu buyuruyor ki: “Kıyamet günü kurralara Allahu Teâlâ:
“Dünyadaki alışverişinizde size kolaylık gösterilmedi mi? İhti­yaçlarınız giderilmedi mi ve gelip geçen size selâm vermedi mi? bu­yurur”. Hadis-i şerifte de:
“Artık sizin bir hakkınız kalmadı, alacağı­nızı tamamen dünyada aldınız.” buyurulmuştur. İşte bütün bu sebeplerledir ki hâlis kullar da gizli riyadan korkarlar. Başkalarının yap­tıkları kusurları gizlemeye çalışmalarından daha çok kendileri amel­lerini gizJemeye çalışırlar. Bütün gayeleri amellerini riyadan koru­mak ve kıyamet gününde rezil olmaktan kurtulmaktır. Çünkü onlar Allahu Teâlâ'nın yalnız kendi rızası için yapılan amelleri kabul edeceğini bilirler. Kıyamet günündeki şiddetli ihtiyaçlarını ve kalb-i selîm olmadıkdan sonra o günde mal ve evlâdın fayda vermeyece­ğini, o günde baba evlâdına ve evlât babasına bir fayda sağlamaya­cağım bilirler. O günde bayağı insanlar şöyle dursun, sıddıklann bi­le, vay nefsim, vah nefsim, deyip yerlere kapanacağını da bilirler. Kim ki çocuklarla delilerin ibadetini görmesiyle başkalarının ibâdetini görmesi arasında bir ayırım yaparsa, işte onda riyadan bir şai­be vardır ve bu koku amelini mahveder. Bazan insanların, yaptığı ameli duymalarını sevmesi makbul da olabilir. Kendisinden hiç bir suretle böyle bir arzu ve temayül olmadığı halde onun güzel halini başka yollardan Allahu Teâlâ insanlara duyurduğu vakit, buna sevi­nebilir. Çünkü kendisi taat ve kusurunu gizlediği halde Allahu Teâ­lâ kendi fazlından kusurlarını örtmüş, iyiliklerini duyurmuştur. Kusurlarını gizleyip iyiliklerini açığa çıkarmaktan daha üstün birşey olamaz. Sevinmesi, Allahu Teâlâ'nın kendisine olan Hüsn-ü nazar ve lutfundan olmuş olur. Yoksa insanların bunu duymaları ve onlar yanında mevki sahibi olmasından değildir. Âyet-i celilede,
“De ki: “Bunlar Allah'ın bol nimeti ve rahmeti iledir. Buna sevinsin­ler.”, buyurulmuştur. Bu husustaki sevincinin meşru bir yönü de dünyada kusurlarını gizleyip iyiliklerini açığa çıkardığı kimsenin âhirette de kusurlarını örtüp bağışlayacağı inancıdır. Nitekim ha­berde,
“Allahu Teâlâ dünyada kimin günahını gizlemişse âhirette de onu gizleyecek ve rezil etmeyecektir.”, diye vârid olmuştur. Veya bu kulun sevinmesinin bir sebebi de, ibadetini duyanlardan bir kıs­mının kendisini örnek alarak onların da ibadete devamı ve bu sebep­le kendisine uyanların sevabı gibi sevap kazanmaya vesile olması bakımındandır. Bu suretle önce ibadetindeki gizliliğin ve sonra da açığa vurmasının mükâfatlarını almış olur. Zira ona bakarak o ibadete devam edenlerin ecirlerinden bir şey eksilmemekle beraber ona da -örnek olduğu için -Allahu Teâlâ onların sevabı gibi sevap ya­zar. Böyle bir sevabı ummak, sevinmenin en önemli bir sebebidir.
Zira ticâret, sevinci gerektiren bir zevkdir. Yahut insanların kendi­sini bayağı birer adam gibi tanımayıp, kendisini sevip övmelerine ve­sile olan bir ibadet ve günahkâr olıîp yerilmediği için sevinmesidir. Sevginin bu kabilden olmasının işareti, kendisini övdüklerine sevin­diği gibi, başkalarım övdüklerine de sevinmesidir.
s Bu sevinme mezmum olur. Sevinmesi, insanların kendisini övüp, hürmet ve saygı göstermeleri ve hizmetinde bulunmaları gibi! İşte bu sevinme mezmum bir sevinmedir.
Demek oluyor ki, ameli gizlemekte ihlâs ve riyadan kurtuluş var­dır. Açıklamakta ise, örnek olup kendisine uyularak başkalarının da aynı ameli yapmaları ve onları bu amele teşvik varsa da burada ri­ya tehlikesi vardır. Allahu Teâlâ, hâlis niyetlerle hem gizli ve hem aşikâre amel edenleri övmek üzere,
“Sadakaları açıkça verirseniz iyi olur. Eğer onları yoksullara gizli­ce verirseniz sizin için daha iyidir.”, buyurmuştur. Fakat o, çok­larının korunamadığı bir âfet olan riyadan korunmayı sağladığı için gizliliği övmüştür. Bazan da gizlenmesi mümkün olmayan ibadetle­rin açığını övmüştür. Gazali, hac, cuma ve cemaat gibi ibadetlerin açıklanması, riya kokusu olmaksızın - başkalarını da teşvik olacağı için- iyidir, demiştir.
Uzun sözün kısası, yapmış olduğu amelde hiç bir suretle riya şai­besi bulunmaz ve onu açıklamakta kimseye bir eziyet olmazsa -ay­nı zamanda kendisi örnek olabilecek âlim ve sâlihlerden olup, baş­kaları kendisini örnek alarak peşinden gideceklerse- amellerini aşi­kâre yapması daha makbuldür. Çünkü bu, peygamberler ve onlardan sonra gelen olgun insanların makamıdır. Aynı zamanda bunun fay­dası yalnız kendisinde kalmayıp başkalarına da sirayet eder. Zira Resûl-i Ekrem,
“Kim ki İslâm'da güzel bir sünneti ihya ederse, bunun mükâfa­tını alacağı gibi, kıyamete kadar ona bakarak o iyiliği yapanların sevabı gibi de sevap alacaktır.”, buyurmuştur. Böyle olmadığı takdirde gizlisi daha makbuldür.
İşte gizli amelin daha makbul olduğunu söyleyenler bu açıklama­ya binaen söylemişlerdir. Faziletli ve olgun insanların ameli açığa çıkarma mertebeleri, âbid ve âlimlerin ayaklarının kayacağı bir yer­dir. Onlar amellerini açıklamakta kendilerini o kâmil insanlara ben­zetmeye çalışırsa da kalbleri, o kâmillerin ihlâsı gibi ihlâsa güç yetiremez ve böylece riya karışması ile amelleri mahvolur gider. Bu in­celiğe ermek, cidden zordur. Burada hak ve gerçeğin nişanı şudur ki, kendi seviyesinde olduğunu bildiği bir adama uyup peşinden giden­lere de kendisine uyup peşinden gelenler gibi memnun kalırlarsa bu takdirde niyetinde ihlâsı vardır. Şayet buna memnun kalmazsa riya­kârdır. Zira insanların üzerinde bir etkisi olmasa, başkasına uyma­larını da hoş karşılaması gerekirdi. İşte kul, nefsin aldatmasından son derece sakınmalıdır. Zira nefis aldatıcıdır. Şeytan da fırsat göz­ler. Mevki sevgisi gönüllere galebe çalar. Bu sebeple aşikâre yapılan amellerin pek azı âfet ve tehlikelerden kurtulur. Selâmet, gizlilikte­dir.
Ameli açıklamanın bir yolu da, onu yaptıktan sonra dili ile söy­lemesidir. Burada mübalâğa etmesi ihtimaline binâen daha tehlike­li ve yalnız hâlis niyetle yapılan geçmiş amele zarar vermemesi bakı­mından daha ehvendir.
Şunu da bilmiş ol ki, insanların bir kısmı riya korkusu ile ame­li terkederler. Bu da makbul bir şey değildir. Çünkü bunlar, ya vücud ile ilgili olur İd, başkası ile ilgisi olmadığı gibi, başkasına da bir zevki yoktur. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerdir. Şayet sırf göste­riş için bunları yapacaksa, gerçekten bunları yapmaması daha doğ­rudur. Zaten yapılmalarına cevaz yoktur. Şayet bunları Allah rıza­sı için yapmak istediği halde yapma esnasında araya bir de riya so­kulursa veya ibadet esnasında riya arız olursa -her iki halde de- riyayı atmak için sonuna kadar gayret eder. Zira şeytan önce insanı ibadeti terketmeye davet eder, muvaffak olamazsa riyaya teşvik eder, bunda da başarıya ulaşamaz, -Sen boşuna çalışıyor ve riyadan kur-tulamıyorsun, yazık değil mi? Bu işten vaz geç” der ve bir daha o ibadeti sana yaptırmamaya çalışır. Bunun için kendisinden daha al­datıcı olmayan şeytandan son derece şakın. Allah'tan utan. Bir amel arzusunda olduğun vakit onu şu veya bu bahanelerle terketme. İh­lâsa gayret eyle, şeytanın vesveselerine kapılma. Zira o senin ilk ba­ban olan Âdem aleyhisselâmın düşmanıdır.
Ya da yapmış olduğun amel halk ile ilgili olur. İşte büyük tehli­keler burada baş gösterir. Halk ile ilgili olan işlerin sıra ile en büyüğü hükümdarlık, kadılık, vaizlik, öğretmenlik, müftülük ve sonra da mal infak etmektir. Dünya ve âhiret velayetine ehil olup hak ka­zananlar, dünya kendisine doğru çekemediği, tamahın sarsamadığı kimselerle, Allah uğrunda çalışırken yerenlerin yermesine aldırış et­meyen, dünyadan ve dünyalıktan yüz çevirenin, ancak hak yolunda hareket edip, hak için durmasını bilenlerdir. Bu şartlardan birini kay­beden kimsenin herhangi bir işin başına geçmesi, en büyük bir teh­likedir. Bundan son derece sakınmalıdır. Nefsinin, “Sen adalet eder­sin, vazifeni hakkıyle yerine getirirsin, gösteriş ve tamaha kapılmaz­sın gibi aldatıcı sözlerine kapılma. O nefis, bütün bu iddialarında yalancıdır. Ondan son derece sakın. Zira ona göre mevkiden daha sevimli bir şey yoktur. Onun bu sevgisi, helakine sebep olur.
Bunun için sabah namazından sonra va'z etmek için Müsaade is­teyen zatı Hz. Ömer menetmiştir. Adam:
“Beni insanlara nasihatten mi menedıyorsunuz?” Demesi üzeri­ne, Hz. Ömer:
“Büyüyerek yıldızlara kadar yükseleceğinden korkarım,” diye cevap vermiştir.
Artık insana yaraşan, va'z ve tezkir hakkındaki va'dlere kapıl­mamalıdır. Çünkü bunların tehlike ve âfetleri de o nisbette büyük­tür. Bununla beraber biz bu görevlerden kimseyi menetmiyoruz. Zi­ra bunlar bizatihi afet ve tehlike değillerdir. Tehlike, bu gibi görev­lerle kişinin kendisini beğenmesidir. Dini hamiyet ve gayreti kendisinde duyduğu sürece bu gibi görevlerden de geri kalmamalıdır. Hat­ta arayerde riya gibi bir hal arız olursa da onu uzaklaştırmaya ça­lışıp vazifesine devam etsin.
Bütün işleri üç maddede özetleyebiliriz:
1. İdarecilik, en çok tehlikesi olanı budur. Zayıf olan insanlar buna yaklaşmamalıdır.
2. Namaz ve benzeri ibadetlerdir. Bunu, zayıf olsun, kuvvetli olsun kimsenin terketmesi doğru olmaz.
3. İlim tahsilidir ki, bu da tehlikeye daha yakındır. Zayıf olan­ların bundan uzak kalmaları kendileri için daha selâmetlidir. Bura­da dördüncü bir derece daha var, o da servet edinip infak etmektir.
Âlimlerden bir kısmı, helâldan servet edinip meşru yolda sarfetmeyi zikir ve nafile ibadet üzerine tercih ederken, bir kısmı da bu­nun aksini öne sürmüştür. Gerçek olan bir şey varsa o da övülmek, gönülleri kazanmak ve cömerdlikle temayüz etmek gibi pek çok âfet ve tehlikeleri vardır. Bu gibi tehlikelerden kendisini koruyabilenler için meşru yoldan servet edinip yoksullara infak etmek daha mak­buldür. Çünkü burada açları doyurmak, çıplakları giydirmek gibi ih­tiyaçları gidermek ve bu sayede Allah'a yaklaşmak vardır. Kendini bu gibi tehlikelerden koruyamayanlara gelince; bu gibilerin huzur içinde ibadetle meşgul olmaları daha makbuldür. Âlimin, ilimdeki ihlâsının belirtilerinden birisi de kendisinin daha bilgili ve daha hatîb bir zatın ortaya çıkıp halkın ona yönelmesini duyduğu vakit, bu­na memnun olup çekememezlik hastalığına kapılmamasıdır. Evet, “Ben de onun gibi âlim ve hatip olabilsem” diye imrenmesinde bir beis yoktur. Yine bu ihlasın diğer bir belirtisi de, va'z-u nasihatine ileri gelenler geldiği vakit, durumunu, ifade tarzını ve konusunu de­ğiştirmemek ve cemaat arasında fark gözetmemektir. Sokaklarda in­sanların peşine takılmasını istememesi de yine ihlas belirtisidir.
Önemli uyarılardan birisi de şudur: Yukarda geçen âyet, hadîs ve imamların sözlerinden riya, amelin mahvına, Allah'ın rahmetin­den uzaklaştırılmasına sebep olan tehlikeli ve büyük günahlardan olduğu anlaşılmıştır. Buna göre aklı başında her Müslüman bütün imkânları ile bu tehlikeden korunmaya çalışması gerekir. Zira riya ve gösteriş tehlikesinden kimse kendini kurtaramaz. Bunun için her­kesin bu hususta nefsi ile mücadele etmesi şarttır. Bundan ancak, dünya ve yaratıklarından salim kalbe sahip olup kendisini tamamen Rabbına vakfeden, her halinde Allah ile başbaşa kalıp Allah'tan başka bir düşüncesi olmayanlar korunabilir ki, bu gibilerin sayısı da çok azdır! Ne yazık ki, halkın çoğunluğu dünya şâibesiyle meşgul ve halka yöneliktir. Meselâ, yeni doğan bir çocuk bile gözünü halka diker, çünkü zayıftır, bünyesi gelişmemiştir, onlardan yardım ve ilgi bekler. Bazı kimseler yapmacık hareketlerle, kendilerini büyüklerine sevdirmeye çalışır ve böylece ihtiyaçlarını temin ederler de bu hal, kendilerinde yerleşir bir tabiat haline gelir. Artık gelişip büyüdüğü ve aklı başına gelip kendisine çeki düzen vereceği, gerçeğe, Hakk'a uyacağı sırada çocukluğundaki bu alışkanlığı tehlikeli bir hastalık olarak karşısına çıkar. Bu defa da bu hastalığı kökünden kuruta­cak bir tedaviye ihtiyaç duyar. Artık mevki, mansıp ve insanların kendisini sevmesi sevdasından kurtarmak için çareler araması gere­kir. Bütün bunlardaki zararlan, kalbin salâhının kaybolmasını, şu anda başarıya ulaşmaktan ve âhirette yüksek derecelerden mahru­miyeti, bunun yanında büyük cezalarla karşılaşacağım düşünerek bu gibi yapmacık şeylerden uzaklaşmaktır. Zira kıyamet günü riya­karlara, “Ey fâcir, ey gaddar ve ey mürâî, Allah'a itaati, dünyanın geçici varlıklarına vesile etmekten utanmadın mı? İnsanların gönül­lerini kazanmaya çalıştın da Allahu Teâlâ'nın kalbini bildiği ile alay ettin. Kendini Allah'tan uzaklaştırmakla insanlara yaklaştırdın” de­nir. Riyada bütün bunların dışında sade bir ameli mahvetmek olsa da, bu kadaz zarar, yine yeter ve artar. Çünkü kıyamet günü bir san­tim ağırlığındaki amel insanı cehennemden kurtarıp cennete kor! İn­sanın bu kadarcık amele orada şiddetle ihtiyacı vardır.
Halkın rızasını, Halikın gazabında arayan kimselere Allahu Teâlâ bizzat gazablandığı gibi insanları da kendisinden nefret ettirir. Bu­nunla beraber insanları da memnun etmek zordur. Bir tarafı mem­nun edeyim derken, diğer tarafı darıltırsın. İnsanların övmesi ger­çekte bir fayda sağlamadığı halde insanların sevgisini, Allahu Teâlâ'-nın sevgisi üzerine tercih ettiren sebep nedir? Bunda ne kâr vardır? Zira aslında insanlar ne bir kâr ve ne de bir zarar sağlayamaz. Kâr da zarar da ancak Allah'tan gelir. Çünkü insanların kalbi O'nun kudret elindedir; dilediği tarafa çevirir. Veren de alan da, kâr ve zarar yapan da yalnız O'dur. Gözü insanlarda olan ve insanlardan fayda sağlamak için çalışanlar, zillet ve rezaletten, minnet ve kepaze­likten kendilerini kurtaramazlar. Daha nasıl olur da böyle faydasız ümitlere kapılıp fasit vehimler peşinde koşarlar. Bunlarda da bazen isabet etse bile çoğunlukla hataya düşer ve eli boşa çıkar.
Bunun asıl önemli tarafı, insanlar, onun bu hareketlerinin yap­macık olduğunu ve kendilerini kandırmak için yaptıklarını bilseler, onu oldukça perişan eder; sevgi ve yardım şöyle dursun, onu bulun­dukları yerden kovarak her yerde rezil ve perişan ederler. İşte bütün bunları basiret gözü ile düşünüp görenler, halktan yüz çevirip sıdk u sadakatle Allah'a yönelirler.
Bu anlattığımız, riyadan kurtarmanın ilmî tedavisidir. Bundan sonra ameli tedavisi gelir. O da günahlarını gizlediği gibi, imkân nisbetinde amellerini de gizlemeye gayret etmek suretiyle riyadan uzak­laşmaktır. Gerçi bu başlangıçta biraz zor gelir, fakat, sabır ve sebat sayesinde Allah'ın lutfu ile bu ağırlık da ortadan kalkar. Nitekim âyeti celîlede,
“Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştir­mez.”, buyurulmuştur.
Kuldan mücadele ile kerem kapısını çalmak, Allah'tan da hidâ­yet ile bu kapıyı açmaktır. Allah, kimsenin ecrini zayi etmez.
“Zerre kadar iyilik olsa (Allah) onun mükafatını kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir.”

İbni Hacer el Hetemi' den
 
Üst Alt