Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Peygamberlerin mucizeleri ve ilim 1

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Aşağıda, Kur'ân'da zikri geçen mucizelerin ilmî bir yaklaşımla da anlaşılmaya çalışılmasının fayda ve hatta gereğine dikkat çeken bir tahlili, peygamberlerle ilgisi sebebiyle burada kaydedeceğiz.
Peygamber deyince, önce mucize akla gelir. Bu meselede öylesine kesin şartlanmışız ki, bir peygamberin üstünlüğünden, galebesinden veya başarısından sözedilse, hiç terüddüde yer vermeden bunları mu'cizelerle gerçekleştirdiğine hükmeder geçeriz. Meselenin bir diğer veçhesini, insânî imkânlara bakan yönünü veya bir başka ifade ile, ilmî yönünü hiç nazar-ı dikkate almayız. Bu durum bize peygamberlerden yapılacak istifadeyi azaltmaktadır.


Bu tebliğimizde, önce Hz. Süleyman, sonra da Hz. Nûh aleyhimesselâm örneğinden hareketle, mucizelere bir başka açıdan nazar edilmesini teklif edeceğiz. Kesin bir iddia olarak değil, bir mülâhaza hânesi açma teklifi olarak diyoruz ki: Kurân'da zikri geçen nebevî harikaların bir kısmı ilmî bir yaklaşımla izâh edilebilir ve günümüze bakan daha zengin mesajları ortaya çıkarabilir.


Karınca dâhil, hayvanlarla konuşmak, cinleri istihdam etmek, iki aylık yolu havada, bir günde almak; Sebe Melîkesi Belkıs'ın tahtını Yemen'den Kudüs'e göz açıp kapama müddetinde getirmek vs. gibi pekçok üstünlüklere mazhar olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilen Hz. Süleyman'la ilgili âyetler yakından tahlil edilince bu mazhariyetlerin, diğer insanlar tarafından ulaşılamayacak Hz. İsa ve Havarilerinin mazhar olduğu gökten sofra inmesi veya Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam'ın mazhar olduğu ayın ikiye bölünmesi nev'inden mucizeler olmadığı, ilmî düsturlara dayandığı anlaşılmaktadır.


Nitekim Neml sûresinde, Hz. Süleyman aleyhissselâm'la ilgili olan pasajın (15-44. âyetler) ilk âyetinde şöyle buyurulmuştur: "Andolsun ki, Dâvud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi: ÔBizi mü'min kullarının çoğundan üstünkılan Allah'a ham olsun' dediler" (15. ayet)


Bu âyette iki husus tebârüz ettirilmektedir:


1- Hz. Dâvud'la Hz. Süleyman'a ilim verildiği,


2- İlim verilmiş olmakla kazandıkları üstünlüğe hamdetmeleri.
Bir başka ifade ile, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman, mazhar oldukları mucizelerle değil, kendilerine verilen müstesna ilimle üstünlük kazandıklarını belirtmiş olmaktadır.


Hemen belirtmek isteriz: Büyük insanlar, çevreleri ile büyüktür. Hususen ilimle mümtaz kılınan büyüklerin, âlimlerden müteşekkil bir çevreleri olmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Süleyman için böyle bir çevreden, kitaptan, bir ilme sâhip kimselerden, devlet işlerinin istişâre edildiği zengin bir meclisten haber vermektedir.


Mevzumuz açısından can alıcı nokta budur: Hz. Süleyman aleyhisselâm'ın en büyük mucizesi bilinen Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını terfatu'l-aynda, Yemen'den Kudüs'e getirilme vak'asını gerçekleştiren, Hz. Süleyman'ın kendisi değil, kitaptan bir ilme sahip olduğu belirtilen birisidir ve şahıs Hz. Süleyman'ın istişâre meclisinde üyedir.


Âyet-i kerîme şöyle: "(Süleyman, yanındaki istişâre cemaatine şöyle dedi: "Ey cemaat, onlar (Bekıs ve kavmi), bana müslüman olarak gelmezden önce, onun (Belkıs'ın) tahtını hanginiz bana getirir?" Cinlerden bir ifrit dedi: "Sen yerinden kalkmadan önce getiririm. Muhakkak onu taşımağa gücü yeten güvenilir bir kimseyim." Kendinde kitaptan bir ilmi olan biri de şöyle dedi: "Ben gözünü kırpmadan önce onu sana getiririm." Derken Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım?" (Neml 38-40).


Âyette dikkatimizi çeken bir-iki noktaya parmak basalım:


1- Kitaptan bir ilme sahip olan kimsenin cinlerden olmadığı açık. Zira, aynı sûrenin 17. âyetinde: "Bir de Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular toplandı. Bütün bunlar sevk ve idâre olunuyorlardı" dendiğine göre, Hz. Süleyman'ın istişâre meclisinde yer alan ikinci önemli grup, insandır, melek değil. Öyle ise o kimsenin insan olduğu görüşünü taşıyan müfessirler daha haklı gözüküyorlar. Nitekim, tefsir kitapları İsrâilî rivayetleredayanarak bu ilim sahibinin isminden bile bahseder: Farklı rivayetlere göre: Hızır'dır, Âsıt İbnu Berhayâ'dır, Belhaya'dır, Zü'n-Nur'dur.


2- O kimsenin ilim almış olduğ "kitap" nedir?Herhalde, dinî bir kitap, sözgelimi Hz. Dâvud'a gelen Zebur olmamalıdır. Çünkü, dinî kitaplarda böyle bir tekniğin ilmi mevcut değildir, olamaz da.


3- İlmi, bir kısım kanun ve kaidelere dayanan kesin bilgi olarak anlayacak olursak, Hz. Süleymân aleyhisselâm'a verildiği belirtilen "ilmin" yazılmış bulunduğu bir kitabın sözkonusu olabileceği hükmünü âyetten çıkarabiliriz. Mamâfih, Hz. Süleyman'ın ilmini ihtiva eden kitapların varlığı, ölümünden sonra bunları cinlerin gömüldükleri yerden çıkardıkları vs... tefsir kitaplarında isrâilî unsurlarla tüllenmiş, ilmî aydınlığa henüz kavuşmamış ayrı bir pasajdır. Kur'ânda Kitap'la bazan Levh-i Mahfuz'un da kasdedildiği vâki ise de, sadedinde olduğumuz âyette bu mânada olması uzak ihtimaldir. Zira Levh-i Mahfuz (Kitab-ı Mübîn) ilmi, Allah'a has olan gayb kitabıdır. İnsanoğlu Allah'ın bilinmesine izin verdiği miktarı bilir, bu da insanlara peygamberlerle intikal eder. Öyle ise, orada geçen kitabın Hz. Süleyman'a lütf-u İlâhî olarak intikal ettirilen, "teknik"e müteallik ilimlere de yer veren bir kitap olduğu ve böylece onun mazhar olduğu bu ilmî mucizelerin, emsallerine insanların fen yoluyla ulaşabileceği istifadesine ulaşılabilir.


Bu açıklamalardan şu netice doğar: Hz. Süleyman aleyhisselâm'ın mazhar olduğu mucizeler, birkısım ilmî düsturlara dayanmaktadır. Bu düsturlar kitap halinde yazılmış olmakla kalmamış, birkısım insanlara da öğretilmiştir. Hz. Süleyman, bunlara vâkıf insanlardan müteşekkil güzîde bir cemaatle, saltanatını ve icraatını ilmî esaslar çerçevesinde yürütmüştür.


Eski devirlerde yaşayanların, Batılıların yakın zamana kadar ısrarla söyledikleri şekilde vahşî, câhil ve teknikten mahrum olmadıklarını gösteren bir başka haber, Hz. Süleyman'ın yaptırdığı camdan sarayla ilgili olanıdır. Âyet şöyle: "Ona (Belkıs'a): ÔSaraya gir' dendi. O (Belkıs) sarayı görünce, derin bir su zannetti ve (ıslanmasın diye) eteğini kaldırarak bacaklarını da bir miktar açtı. (Süleyman): ÔO, camdan yapılmış şeffaf bir saraydır' dedi" (Neml 44).


Bu âyet, o devirde çeşitli ilim ve tekniğin son derece geliştiğini ifâde eder. Çünkü mesken, inşaat, mühendislik ve mimarlıktan başka, demircilik, marangozluk, camcılık tezyîn, dekor gibi yüksek bir medeniyetin mahsulü olan pekçok zevk, sanat, ilim ve tekniği gerektiren bir sektördür.
Kendisine ilim verilmekle mümtaz kılındığı belirtilen saltanat sâhibi bir peygamberin hükümran olduğu bir cemiyette, böylesi bir ilimteknik seviyenin olmadığı ve bunların her seferinde mucizevî yollarla gerçekleştirildiği iddia edilemez.


Burada hatıra gelebiecek bir soru şudur: Hz. Süleyman bu kitabı ne yapmıştır.


Varlığı hususunda kesin bir iddia değil, sadece bir tahmin ve mülâhaza yürüttüğümüz bir kitabın ilmine, mahdut sayıda kimseler vâkıf olmuş olabilir. Onların ölümü ile ilim de kitap da ortadan kalkmış olabilir. Veya Hz. Süleyman'dan bir müddet sonra ortadan kalkmış olabilir. Nitekim İsrailoğlulları'nın tarihi, dinlerinin kitabı olan Tevrat'ın bile defalarca yokedilmesi vak'alarına sahne olmuştur. Öte yandan, dörtbin yıldan fazla bir müddet fiilen hükümran olan Mısır medeniyeti bile, devasâ piramidlerine rağmen, asırlar boyu unutulmuş; ancak, 19. yüzyıldan bu yana aydınlatılmaya başlanmış, dînî, tıbbî, edebî ve terbiyevî her çeşit kitapları ortaya çıkarılmıştır.[28]


 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Peygamberlerin mucizeleri ve ilim 2

Peygamberlerin mucizeleri ve ilim 2

HZ. SÜLEYMAN VE HAYVANLAR

Hz. Süleyman aleyhisselâm'la ilgili Kur'ânî kıssanın mühim bir mesajı hayvanlarla ilgili: Hz. Süleyman hayvanların dillerini bilmekte, Hüdhüd vs. ile konuşmaktadır. Âyette karınca ile de konuşmasına dikkat çekilmesi ayrı bir ehemmiyet taşır. Karıncaların, insanlarca işitilen bir sesi, görülen bir kulağı yok. Buna rağmen Hz. Süleyman onlarla muhabere edebilir. Öyleyse araştırıldığı takdirde, insanoğlu, onların bile muhabere sistemine girebilecektir.


Hz. Süleyman'ın bu mucizesini aktaran Kur'ânî kıssa, sesi işitilebilen pek çok hayvanın -belki de tamamının- muhabere sistemlerine insanların girip onları, insanlığın lehinde birkısım mühim hizmetlerde istihdam edilebileceklerine semavî bir irşad olmaktadır. Son çekirge istilasının, bir kere daha hatırlattığı, Bediüzzaman'a ait mevzumuzu ilgilendiren bir mülahaza şöyle: "... Meselâ çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar istifadeli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevî istifade ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidatı konuşturmak ve tuyûrdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor..." [29]

HZ. NÛH ALEYHİSSELAM ÖRNEĞİ

Söylediklerimizi, Hz. Nuh'un gemisiyle ilgili âyetlere dikkat çekerek de takviye edebiliriz. Hz. Nuh aleyhisselâm'ın gemisiyle ilgili ayetlerde gelen geminin inşasıyla alâkalı bir kısım açıklamaları yakından incelersek, gemi inşa işinin, fevkalâde, şaşırtıcı bir mucizeye dayanmayıp, o devir insanlarına ulaşmış ve mâlum âletler kullanılarak, hiç de yadırganmayan bir çalışma vetîresiyle gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki:
1- Gemi, birbirine sıkıca rabtedilmiş levhalardan yapılmıştır. Âyette Zâtı elvâh ve düsür olarak tavsir edilen (Kamer 15) elvâh, levhalar demektir. Levha tahtadan olmalıdır. Düsür, lügatte gemi levhalarını birbirine rabteden liften yapılmış ip mânasına gelir. Bu kelimeden, o vakit, henüz mâdenî çivinin bilinmediği; dolayısıyle, tahtaların ana kalaslara iplerle rabtedildiği mânası çıkabilir. Ancak, ağaçlardan tahta levhaların elde edilmesi, mutlaka balta, testere gibi mâdenî âletlerin varlığını zarurî kılacağından, mâdenciliğn bilindiği de anlaşılır. Öyle ise, düsür ile, mâdenî çivilerin kastedilmiş olması daha kuvvetli ihtimaldir. Nitekim, çoğunluk itibariyle müfessirler de düsür'den çivi ve perçini anlarlar.
Şu halde, bizzat âyetlerden hareket ederek, balta ve testere gibi mâdenî aletlerin imalinde gerekli olan bir sanayi dalının (metalürji), tâ Hz. Nuh aleyhisselâm zamanında var olduğuna hükmedilebilir. Bu da bize, çekiç, örs, kerpeten, iğne, gürz gibi âletlerin mevcudiyetini tâ Hz. Âdem aleyhisselâm devrine kadar uzayan rivayetlerin sıhhati hususunda kanaat verir.


Bu yorum, demirin Hz. Dâvud aleyhisselâm tarafından yumuşatıldığını haber veren âyete ters düşmez. Çünkü âyet, demirin Hz. Dâvud'la keşfedildiğini ifâde etmez. Belki, ondan itibaren geniş çapta kullanılmaya başladığını ortaya koyar. Nitekim, yine âyet-i kerîme Hz. Dâvud'un zırh yapma sanatında mahâretini haber verir. Öte yandan ilim adamları, halen ele geçirilmiş bulunan demirden mâmul en eski âletlerin M.Ö. 2700 yıllarına âit olduğunu tahmin ederken, demir devrinin, Kenan diyarında M.Ö. 1200 yıllarında başladığını kabul ederler. Hz. Dâvud aleyhisselam'ın, M.Ö. 1000 yılları civarında yaşadığı bilinmektedir. Arada görülen 200 yıllık farkın kısmen yorum, kısmen tahmin hatası olabileceği söylenebilir. Çünkü geçmiş devirleri anlatan kitaplarda rastlanan bilgi ve rakamlar hiçbir zaman kesinlik ifade etmez. Bunlar çoğunluk itibariyle, araştırıcıların tahmin ve yorumlarına dayanır. Meselâ Bronz devrinin M.Ö. 5000 ve 6000 yıllarında ortaya çıktığı kabul edilmektedir ki, arada 1000 yıl fark vardır.


Âyetlerde gemi ile ilgili olarak geçen bir başka ifade, bize daha ilgi çekici gözüküyor. Tennûr (fırın) kelimesi. Dilimizdeki tandır kelimesi buradan bozmadır. Bâzı müfessirler bu tâbire dayanarak, Hz. Nûh'un gemisinde buhar kazanının olabileceği tahminini de yürütürler. İlgili âyet şöyle: "Son azab emrimiz gelip de tennûr feveran edince (kazan kaynayıp fışkırınca) hemen ona, "her canlıdan birer çift koy" diye vahyettik" (Hud 40)
Gemi Allah'ın vahyi ile, murakabesi altında inşa edilmiştir.
Bu durumu belirten âyetlerden birinin meali şöyle: "Biz ona (Nûh'a) şöyle vahyettik: "Bizim nezaretimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap" (Mü'minûn 7).


Bu gemi mucizesi, su üzerinde nakil vasıtasının daha önce yokluğunu ifade etmez kanaatindeyiz. Çok basit ve ibtidai de olsa -en azından sandal veya sal şeklinde- deniz taşımacılığının varlığı kuvvetle muhtemeldir. Hz. Nuh gemi inşaatına ilâhî vahy ile azamet, sistem ve yeni teknikler getirmiş olmalıdır. Bizzât âyet-i kerîmenin ifadesiyle dağlar kadar dalgalara dayanabilecek sağlamlıkta (Hûd 42), en azından Hz. Nuh'un yaşadığı bölgelerde mevcut olan hayvanlardan birer çifti içine alabilecek büyüklükte -İsrailî kaynaklaragöre üç katlı- ve buharlı bir gemi, o devir için hârika bir inkılab, gerçek bir mucize olmalıdır.
İnşa sırasında, inanmayanların Hz. Nuh'un yanından her geçişlerinde kendisiyle alay ettiklerini haber veren âyet (Hûd 38), bu geminin belli bir ölçüde normal bir inşa devresi geçirdiğini gösterir. Kâfirlerin alay etmesi, bilinmeyen bir şeyin, mucizevî bir tarzda yeniden, yoktan inşasından dolayı olmayıp, sudan uzak bir yerde, böylesine iri bir geminin inşaası sebebiyle olmalıdır. Geminin inşaası, şakk-ı kamer mucizesinde olduğu gibi, inkârcılara karşı doğruluğunu ve peygamberliğini ispatlamak maksadıyla -taleb üzerine- gösterilmiş bir mu'cize değildir.
Elmalılı Hamdi Efendi, yukarıda tasvîr edilen evsaftaki, buharlı gemi hakkında: "O zaman böyle bir gemi yapılabilir miydi, yapılsa unutulur muydu?" şeklinde hatıra gelebilecek sorulara şu cevabı verir: "Bu vahy-i İlâhî ile yapılmıştır. Tecrübelerle elde edilen pek çok sanatın zamanla unutulmamasının tarihte örneği çoktur."


İnsanlık tarihi içinde, en azından bazı peygamberler döneminde, ilme ve tecrübeye dayalı tekniğin gelişmiş olabileceğini kabul etmenin pratik faydaları var. Günümüz insanı, binlerce yıl önce yapılmış bir kısım san'at ve teknik eserleresâhiptir. Arkeolojik kazılar bunlara yenilerini ekliyor. Bu eserler üzerinde incelemeler yapılmadıkça, hayranlık artıyor ve nasıl yapılmış olabilecekleri izahsız kalıyor.İnsanlığı mutlak bir vahşetle başlatıp, tedrîci gelişme ile Batı medeniyetine getirip, bunu en son en mükemmel bilen batılı espiri, mâziden intikal eden eserleri, vahşî, ilim ve teknikten mahrum bildiği insanlara yakıştıramadığı için, bunları gökten gelen devlerle izah etmeye kalkmıştır.


Hepimiz hatırlayacağız, birkaç yıl öncesi, biraz maddî, biraz da ideolojik maksadlarla fazlaca propagandası yapılan Tanrıların Arabaları adındaki kitap, uzun müddet efkâr-ı umûmiyeyi meşgul edip, kafaları bulandırmayı becermiştir. Kendi dışındakilere vahşi, geçmiş asırlara vahşet gözüyle bakan bir Batılının, maziden intikâl eden -başta Pirî Reis'imizin dünya haritası olmak üzere- bâzı hârika eserleri gökten gelen devlere yaptırması normaldir. Çünkü herşeyin vahşetten başlayıp, tedricî bir tarzda tekâmül ettiğine, sonunda Batı medeniyeti olarak zirveye ulaştığına inandınız mı, sözkonusu geçmişe ait harikalar ilimsiz dediğiniz, vahşi dediğiniz insanlara yakıştıramazsınız. Aksi takdirde kendinizle tezada düşersiniz. Şu halde bunların en zaruri izah yolu gökten inen devler olur. Öyle ise Batılı için böyle bir izah, onun düşünce tarzının gereğidir ve normaldir. Ancak, bu safsataların, müslüman çevrelerde mâkes bulması, gülünüp geçilecek yerde ciddiye alınıp münakâşa edilmesi, kafaların bulanması normal değildir. Biz müslümanlar, elimizde Kurân olduğu müddetçe geçmişe vahşet, eski insanlara vahşîler gözüyle bakamayız. Hz. Süleyman örneğinde olduğu üzere, ilâhî vahye mazhar ve bu yoldan teknik getiren peygamberlere inanıldığı müddetçe, keza peygamberlere gelen tekniğin, kitaba geçen ilmî düsturlarla öğretilmiş olabileceği ihtimalini akla veren Kur'ânî karîneler, âyetler olduğu müddetçe biz eski insanlara vahşiler gözüyle bakamayız. Bize göre insanlığın maddî terakkisi, mânevî durumu gibi, zikzaklar çizmiş, fevkalâde parlak dönemlerden sonra düşüşler, tedennîler kaydetmiş, sıçramalar yapmıştır.


Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de gelmiş bulunan birçok âyette, birkısım geçmiş milletlerin kuvvetçe daha ileri, mal ve evlatça daha çok oldukları (Tevbe 69, Fâtır 41, Muhammed 13 vs.) ve yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları (Mü'min 21, 28) ifade edilir. O kadar ki, "Anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıyacağı" kadar çok mal verildiği belirtilen Kârûn'dan söz edilirken bile, "Allah'ın öncekileri ondan daha güçlü ve topladığı şey fazla olan nice nesiller"den bahsedilir (Kasas 76-78). Bu mevzuda gelen âyetlerden sadece bir tanesinin meâlini kaydedeceğiz.



Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar, kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imâr etmiş kimseydiler ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah'ın âyetlerini yalan sayıp, onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu" (Rum 9-10).


Kur'ânî görüşe böylece parmak bastıktan sonra, tekrar biraz başa, Batı zihniyetini aksettiren mezkur kitaba, Tanrıların Arabaları'na dönüyorum. Doğruluk ve mükemmellliğinin fevkalade oluşu sebebiyle, Batılı olmayan biri tarafından, daha gerçek ifadesiyle, ilimden yoksun yarıvahşi bir millete mensup Pîri Reis tarafından yapıldığı için, Piri Reis'e ve onun şahsında insanlığa çok görülen bu eserin izahı sadedinde şu tekellüflü ve çocuksu ifadeye yer verilir: "Haritaların çizildiği dönemlerde, böyle bir teknik bulunmadığına göre, ne yolla çizildiklerini nasıl anlayacağız? Düşünce boyutlarımızı aştığı ve mantık kaidelerine uymadığı için belki hiç aldırmayacağız. Ya da bütün cesaretimizi toplayarak haritaların bir feza gemisinden çekilen fotoğraflar aracılığı ile çizildiğini ileri süreceğiz. Piri Reis'in haritaları şüphesiz asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıydı. Bununla birlikte asılları olduğunu ve onsekizinci yüzyılda çizildiklerini kabul etsek bile, nasıl çizildikleri yolunda en ufak bir açıklama yapamayız."
Aslında müellifin harika olarak vasıflandırdığı her şeyi fezadan gelenlerle izah yolunu tutması, hükümlerinde muknî vesâikten ziyade, zihninde taşıdığı bir kısım peşin hükümlere dayandığının delili olmakta ve müellifin, farkında olmadığı fikrî bir bocalama içinde bulunduğu kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Meselâ Peru'da kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkâlâde mükemmelliği belirtilen bir takvimle alâkalı olarak: "Bu (mükemmellik) de onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır" yorumunu yaptıktan sonra, "Kendimize olan sonsuz güvenimiz bu isbatı nasıl kabul edecek bilmiyorum" diyerek, Batılı üstünlük psikozunu ortaya koyar.


İşte bu psikozdur ki, sahiplerini, geçmiş asırları vahşete mahkûm etmeye, onlarda görülen kemâli, "vahşi"ye yakıştıramadığı için, izah sadedinde gülünç durumlara düşmeye sevkedecektir. Bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı şu yorum kaydedilir: "Bu astronomi bilgisini,yapı sanatında bile pek çok geri olan iptidai insanlar mı biraraya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmişti."
Müellifin içine düştüğü tezadı ele veren bir başka ifadesi Tassili'deki (Sahra) bazı mağaralarda keşfedilen bir resimle alakalı . Der ki: "Resmin beş metre boyunda olması, onu yapan vahşinin hiç de sandığımız kadar vahşi olmadığını açıkça gösterir."


Geçmiş devirlerde yaşamış olan insanların, Batılıların zannettikleri kadar vahşi olamayacakları ihtimaline yer veremeyince, müllifin kafasında sorular çoğalıyor: "..İptidaî mağara adamaları hangi eğitim, hangi öğretim sonucu takım yıldızlarını tam yerine çizmeyi başarmışlardır? Kristal mercekler hangi yüksek tekniğin dükkanından çıkmadır? 1800 santigrat dereceden sonra erimeye başlayan platini kimler eritmiş ve şekil vererek süs eşyası yapmıştır? Boksitten büyük güçlüklerle elde edilebilen aliminyumu Çinliler hangi bilgilerle çıkarmışlardır?"
Bu çeşit madeni faziletleri sadece kendine mahsus gören örosantrik (eurocentrique) zihniyetin cevabı, kendini ehl-i akıl nazarında müdhike kılacak olsa da şudur: "Bizden önce, yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: "


"Hülâsâ, temelini büyük ölçüde pozitivistlerin -ve meselâ Darvin'in- tekâmülcü nazariyesinden alan bu sakat görüşten insanlığın kurtarılması, medeni terakki meselesinde Kur'ânî esprinin iyice anlaşılıp güzelce anlatılmasına bağlıdır. Bu da, peygamberlerin, insanlık tarihi içindeki gerçek yerlerine konmalarını gerektirecektir. O zaman göreceğiz ki, o yüce şahsiyetler sadece ruh ve maneviyatın mürşidleri değil, akıl ve zihinlerin de terbiyecisi, maddiyat ve tekniğin de pirleri, önderleridirler, her çeşit zanaatın hakiki ustalarıdırlar.
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Kuran öyle mucizeki anlamak ve üzerine durmak yeter yoksa bir cok seyi sadece o günün anlayisi ile idrak etmek bazan ilimin ve cagin gerisinde kalmak olurki iste Islam aleminin en büyük zaaflarindan birtanesi.Aslinda bu konuda oldukca cok detayli bilgi var Kuranda.Bunlardan bir kacini buraya aktarmak gerekir sanirim...

Ve şüphe yok ki o şehir, hâlâ herkesin yol uğrağı olan bir yerde.

5/76

Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.

16/36

Onlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı?
Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere de bu akıbetin benzerleri vardır.

47/10

Iste bu ayetlerde hep bazi seyleri nasil anlamamiz gerektigini öyle güzel aciklarki gören göz duyan kalp mutmain olur.Nedir bu ayetlerdeki aciklanan deriz bazan,Üc ayetinde isaret ettigi sey gecmisin izlerinin ve helaka ugrayan kavimlerin sonlarini tevekkür etmek icin illaki Yer yüzünde dolasip bunlari nasil bulacagiz,Iste bu acik degil deriz ama Istanbulda oturan kardeslerimiz hergün belkide görür ama asla görmez bu yol üzerindeki izleri,Veya baskaca yollarda diger kardeslerimiz ve bende farkina dahi varmayiz,Ama bunu gören gözler idrak eden beyinlerin sayesinde bir cogu karsimiza bir yazi olarak cikar..Mesela size simdi bir yol üzerindeki izi sunmaya calisacagim bu yazilardan birinden alintilarla...


Sultanahmet meydanında Dikilitaş’ta yazılanlar nedir?



dikilitas2.jpg

İstanbul Sultanahmet meydanındaki dikilitaş üzerindeki metinde ne yazılı
Bugün İstanbul’da dikilitaş adını verdiğimiz anıt, Eski Mısır eseri. Eski Mısır’dan çıkarılarak dünyanın çeşitli kentlerine dikilitaşlar götürüldüğü olmuş. İstanbul’daki dikilitaş ilk olarak MÖ 1547 yıllarında Firavun III. Tutmosis adına Yunanlıların Heliopolis adını verdiği Annu kentinde dikilmiş. Üzerinde Hiyeroglif yazısı ile Tutmosis’in zaferleri yazılmış. Taş ilk olarak Bizans İmparatoru Constantinus’un dikkatini çekmiş ve Mısırlılara bir mektup yazarak bu taşın kendisine gönderilmesini istemiş:
“Gemileriniz Karadeniz’e çıkarken sizleri cömertçe karşılayan ve beslenmesine yardımcı olduğunuz bu şehrin güzelleşmesine katkınız olması için bu yekpare taşı yollamanız yerinde olur.”

Devam edecek Insallah..
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Insallah önce bu tasin icerigi nedir bakalim;

Önce kısa bir ansiklopedik bilgi:

“Aslı bir Mısır eseri olan Dikilitaş, Firavun Tutmosis adına Karnak'da dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olarak yapılan Dikilitaş 390 yılında İstanbul'a getirilmiş ve Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaide üzerinde, 4 bronz ayak tarafından taşınan anıtın kaide kısmının 4 yüzü de mermer kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda, I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri ve anıtın dikilişini gösteren tasvirler görülür.

Anıtın kaidesinde, biri Latince, biri Grekçe olmak üzere 2 kitabe vardır. Latincede Anıt kendi ağzından konuşur, dikiliş sebebini ve kaç günde dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek, ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam için gerekli her şey Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos'un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim. "

Bu kitabeden Theodosius'un birtakım Tiranlara karşı başarılı olduğunu anlıyoruz. Kitabede, Proklos'un adının yeri biraz oyuktur, çünkü Proklos, siyasi sebeplerden lanetlenmiş, bunun sonucunda ismi silinmiş, ancak sonra tekrar şerefinin iadesi ile yeniden yazılmıştır..

Grekçe kitabede ifade daha sadedir; burada taş konuşmaz: "Devamlı yerde yatan 4 taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebilirdi. Yardıma Proklos'u çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi." şeklinde bir ifade görülür. Obelisklerin dikilme gayeleri tamamen psikolojik bir nedene, Roma imparatorlarının bunları, ne kadar zorluk ve fedakarlıklarla getirtip diktirdiklerini göstermek istemelerine dayanmaktadır. Bu şekilde, halk üzerinde imparatorun ihtişam ve kudretinin artması sağlanmıştır…"



 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Dikilitaş’ın yaşı 3735, yani 2700 yıllık İstanbul’dan bile daha eski bir yapı. MÖ 1736 yılında Mısır firavunlarından Tutmois tarafından yapılan Dikilitaş’ı, Mısır’ı fetheden Roma imparatoru Büyük Teodosyus, gemilere yükleyerek İstanbul’a, bugünkü yerine getirmiş. Bu hesaba göre Mısır Firavunluğu’nun en parlak dönemi olan orta imparatorluk (MÖ.2050-1700) döneminin sonlarında inşa edilmiş…

Anıtın üzerinde bir çok hayvan figürü var: boğa, kartal, kuş, balık, kelebek, karınca, cin ve peri, ok, yay, yelken, asa, gemi direği vs.

Bunların ne olduğunu araştırdığımızda, Mısır hiyeroglif yazısında eski çağ krallıklarının dini-siyasi armaları yani kimi Tanrı-devlet sembolleri olduğunu görüyoruz.

Mısır Firavun’u kendi çağında “süper gücün” kendisi olduğunu, “iki nehir arasındaki Asya topraklarında zaptettiği ülkeleri ve onların tanrılarını” ifade için, hakimiyeti altına aldığı diğer devlet ve imparatorlukların tanrı-devlet sembollerini anıtta zikretmekte ve böylece bütün bunların hakiminin kendisi olduğunu göstermek istemektedir. En üste de kendi tanrısı Amon’u yerleştirerek en büyüğün kendi tanrısı olduğunu göstermek istemektedir. Bunlar anlatılırken hiyeroglif yazı gereği ülke isimleri resim ve figürler ile ifade edilmektedir.

Burada bizi ilgilendiren, bu yazı türünde kullanılan hayvan figürlerinin o günkü çağda kimi ülkelerin sembolleri olmasıdır. O günün dünyasında uluslararası dil bu resim ve figürler üzerinden işlemektedir. Gerçekten de ilgili ülkelerin tarihini incelediğimizde bu resim ve figürleri paralarından krallık mühürlerine kadar her yerde kullandıklarını görüyoruz…

Dikilitaş’ın, daha sonra dünya hakimiyetinin Mısır’dan Roma’ya geçtiğini göstermek için Mısır’dan getirilip İstanbul’un en büyük “siyasi meydanına” dikildiği anlaşılıyor.

Anıtın üzerindeki hayvan figürleri, bugünkü Birleşmiş Milletler (BM) binası önündeki ülke bayraklarını çağrıştırıyor. Çünkü çoğu hayvan figürü zaptedilen ilgili ülkeyi veya tanrı- krallığı ifade etmekteydi.

Örneğin, eski çağlarda “Kurt” ile “Pars”ın savaşı demek, “Turan” ile “İran”ın savaşı demekti. Türklere göre Bozkurt, İranlılara göre Pars dini-milli-siyasi semboldü.

Bugün bile hala bu kültür devam ediyor. İran bayrağında şah zamanında eli kılıçlı arslan (pars) vardı. Araplarda “p” olmadığı için Plotan’a Eflatun demeleri gibi Pars’a da Fars demelerinden Farslar/Farisiler olarak kaldı. Nitekim İran’ın uluslararası literatürdeki ismi “Persian” dır. Yani arslanların ülkesi, arslanı sembol olarak kabul edenlerin ülkesi…
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Böylesi hayvan figürlerini dikilitaşlarda görebilirsiniz. Zira dünyada bugün böyle onlarca dikilitaş bulunuyor. Fakat en eskileri İstanbul’daki…

Şimdi…

Aynı şekilde, önceki peygamberlerin yaşadığı çağlarda ve özelikle onların mücadele içine girdikleri devletlerin de böylesi hayvan figürlü arma ve sembolleri olduğunu görüyoruz. Anlaşılan o günkü dünya kamuoyunda onlarla anılmaktaydılar.

Babillilerin cin ve peri, Hititlerin kuş/kartal, Mısırlıların boğa, Sebelilerin karınca, Fenikelilerin rüzgarlı gemi, Asurluların balık figürleri ile tanındıklarını ve tüm bayrak, sancak ve flamalarını bunlarla süslediklerini öğreniyoruz. Kralların taçlarında, sarayların arslanlı yollarında bu figürler, resimler ve heykeller bulunmaktaydı. Hepsinin dini siyasi anlamları bulunuyordu ve Tanrı-devlet sembolü olarak görülüyorlardı.

Bu resim ve figürlerin hemen hepsini dikilitaşta görebilirsiniz.

Bu nedenle eski Mısır’da ve Roma’da dikilitaşın neden siyasi bir anlamı olduğu anlaşılabilir…

Şu halde eski çağlarda yaşayan kimi peygamberler ile ilgili Kur’an’da geçen “kuşların, karıncaların, cinlerin ve rüzgarlı gemilerin emrine verilmesinin, balığın yutmasının” vs. ne demek olduğu anlaşılabilir.
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Bu okumaya göre örneğin Süleyman kıssasında anlatılan şu olur: Hz. Süleyman merkezi Kudüs olan bir devlet kurmuştu. Doğuda Babil (cin ve peri), kuzeyde Hitit (kuş, kartal), güneyde Sebe Krallığı (karınca) ve Akdeniz’de Fenikeliler (rüzgarlı gemi) onun hakimiyeti altına girmişti. Böylece bütün bölgeyi bir evrensel adalet ve barış yurdu haline getirmişti. Demek ki “Dünyanın başına dünyada gözü olmayan adamlar geçmelidir…

Süleyman kıssasının ana teması ve mesajı kanaatimce budur.

Keza bu okumaya göre örneğin Hüdhüd, Hitit’den gelip Süleyman’ın ordusuna katılan bir subayın lakabıydı. Çünkü Hititler ordu birliklerine ve kimi askerlerine sembolleri olduğu için kuş lakapları takmaktaydılar: kartal, şahin, atmaca vs…

Hüdhüd de onlardan biriydi.

Hüdhüd (Hititli subay) taht yapımında ustaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar (bir çırpıda, hemen, hızlı bir şekilde) Belkis’ın tahtını yapabileceğini (getirebileceğini) söylemiş ve çok kısa bir sürede de yapmıştı.

Hüdhüd adında (lakabında) şaşılacak bir şey yok. Çünkü bugün bile hala canavar, leopar, kaplan, çakal, asena, çekirge vs. lakaplarını duymuyor musunuz?

Bindiğiniz arabalara bakın çoğu hala hayvan ismi: kartal, şahin, serçe…

Tuttuğunuz takımlara bakın çoğu hala kuş ismi: kara kartallar, sarı kanaryalar…

İşte bu kültür oradan geliyor. İnsanlıkta hala yaşıyor. Ama o dönmelerde daha dini-siyasi anlam ve önemleri vardı. Bir devlet, bir ülke hatta bir millet tümden kendini bir hayvan sembolüyle ifade ediyordu…

Her seyi dogrusunu Allah bilir...
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Bundan üç bin yıl önceki böylesi bir durumu bizlerin anlamakta güçlük çekmesi, bundan üç bin yıl sonra farzımuhal Türkçe inen bir vahiyde şöyle denmesi gibidir: “Kara kartalların sarı kanaryaları yendiği gün…”

Böylesi bir durumda bunun ne olduğunu bilmeyen “yol kenarlarında” duran kalıntılara bakmak gibi bir “lükse” de tenezzül etmeyen birisi ortada bir mucize olduğunu sanacaktır. Ya da kimileri de aslı astarı olmayan bir Türk halk efsanesi olduğunu zannedecektir. Halbuki ortada ne kara kara kartallar, ne de sarı sarı kanaryalar uçuşuyor değildir. Bunlar bu kuşları kendine sembol olarak kabul etmiş, “futbol kulübü” adı verilen bir takım insanlardan başka bir şey değildir.

İşte özellikle Hz. Süleyman ve Hz. Yunus dönemleri anlatırken kuşlarla konuşması, karıncaların üzerine yürümesi, yelkenli gemileri emrine alması, cinleri mabet yapımında çalıştırması, balık tarafından kapıların ardına kapatılması (yutulması) olaylarının da böyle olduğu anlaşılıyor.

Yani bunların çoğu söz konusu hayvanları kendine sembol alarak kabul eden civardaki devlet ve krallıklardan ve onların askerlerinden/insanlarından başka bir şey değildi…

Örneğin “balık” da, Asurluların sembolüydü. Su tanrısı Enki’nin simgesi olarak görülüyordu. Asur kralının tacında, mühründe, asasında, bastırdığı paralarda hep balık figürleri var. Ülkenin her yanı Mısır’daki boğa (bakara) heykelleri gibi balık figür ve heykelleri ile doluydu. Bugün bile Süryani (Asurî) rahipler boynuna balık resim ve armaları asıyor. Asur’un başkenti Ninova’nın cezaevi kapısında da büyükçe bir balık figürü vardı. Hz. Yunus oraya girmişti. Irmaktaki balığın karnına değil…
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Ve şüphe yok ki o şehir, hâlâ herkesin yol uğrağı olan bir yerde.

5/76

Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.

16/36

Onlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı?
Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere de bu akıbetin benzerleri vardır.

47/10


“yol kenarlarında duran” nice kalıntı ve tanığın Kur’an’ı tefsir ettiğini göreceğiz.

Sultanahmet’te yol kenarında duran bir dikilitaş…

İşte size eski çağ uygarlıklarından kalma ve hala yol kenarlarında duran bir kalıntı…

Dinler tarihçisi bir uzman ile gidip ziyaret edin. Konu hakkında daha geniş araştırmalar yapın. Şahsen ben Asur, Babil, Mısır, Roma ve özellikle eski Mezopotamya din ve devletleri hakkında en az 5 cilt kitap okudum…

Özellikle Süleyman, Davut ve Yunus kıssalarını bu bilgiler ışında yeniden okuyun. Her şeyin nasıl da yerli yerine oturduğunu hayretle göreceksiniz…


Bircok yeri alintidir...
 

Kalpteniman

New member
Katılım
18 Ara 2008
Mesajlar
589
Tepkime puanı
587
Puanları
0
Web sitesi
www.kalpteniman.com
enver istekten alıntı.

enver istekten alıntı.

Çok güzel araştırmalar yapmış ve dile getirmişsin H.Z. allah razı olsun.
 
Üst Alt