sinang
New member
Bismillahirrahmanirrahim
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in dünyaya gelişinin ve peygamberlik vazifesinin iki önemli gayesi vardı. Birincisi, Tek Allah'a itaat ve bağlılık halkasını insanın boynuna geçirmek. İkincisi de insanların boynundaki insanlara ait boyunduruğu söküp atmak. Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin bu iki yanı da aynı önemi taşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.)'in görevinin ilk bölümünün tamamlanması için bütün müslümanların kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeleri gerekliydi. Kendisine itaat edilmesi, Allah'a itaat edilmesine giden yoldu. Başka bir deyimle, Allah'a itaat etmek Peygamber'e itaat etmeye bağlıydı. Hz. Muhammed'in, görevinin ikinci kısmını bitirmesi için, ilk. önce kendi fikir ve hareketleriyle bir insanın başka bir insana itaat etmesi, hatta Abdullah oğlu Muhammed'e bile itaat etmesi gerekmediğini, herkesin fikir ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu müslümanlara anlatması, inandırması lâzımdı. Aslında bu son derece nâzik bir meseleydi, çünkü Hz. Muhammed bir yandan peygamber, bir yandan insan olup her iki hüviyeti şahsiyetinde toplamıştı. Hz. Peygamber (a.s.)'in bu iki kimliği arasında bir çizgi çizmek hayli güçtü. Ancak, Rasûlullah (a.s.) Yaradanının kendisine bahşettiği büyük meziyet ve hikmet sayesinde başarıyla bu nazik meselenin üstesinden geldi. Netice itibariyle bir peygamber olarak ümmetinin kendisine öylesine itaat etmesini sağladı ki, dünya tarihinde böyle bir itaati, böyle bir bağlılığı bir daha göremeyiz. Diğer yandan, bir insan olarak, kendisine iman edenlere ve taraftar olanlara dünya tarihinde ender rastlanabilecek cumhuriyetçi, özgürlükçü ve demokrat lider ve hâkimlerin tanıyabileceklerinden çok daha esaslı hak ve hürriyetler tanıdı, Bir taraftan, bir peygamber olarak, Hazreti Muhammed(a.s.)'in müslümanlar arasında en büyük itibar, şeref ve haysiyete sahip olduğu, müslümanların kendisine ne kadar çok sevgi ve saygı besledikleri, ona nasıl bağlı olduklarını düşünelim; bir taraftan da, böylesine büyük sevgi ve saygıya lâyık ve böylesine kudretli olmasına rağmen, güncel ve sosyal konularda her yerde ve her zaman insanlık hâlini, peygamberlik payesinden ayırt edebilme kabiliyetine bakalım. Bir düşünelim, bir peygamber olarak kendisine ses çıkarılmadan kitlelerin itaat etmelerine alışık olan bir kişi, bir insan olarak insanlara ne kadar çok fikir ve vicdan hürriyeti vermiş, ne kadar çok kendi fikriyle ihtilâf etmelerine izin vermiştir. Böyle bir değerlendirmenin sonunda, ancak bir peygamberin, böylesine harika bir ayırt etme kabiliyetine, tahammül, tevazu ve basirete sahip olabileceği sonucuna varacağız. Bu noktada sanki peygamberin şahsî hüviyeti de onun peygamberlik sıfatıyla özdeşleşmiştir. Yani peygamber iken insandır, insan iken de peygamberdir. Bir peygamber, kişisel kimliğine rağmen peygamberlik vazifesini yapabilir. O kişisel kimliği ile çalıştığı sırada taraftarlarına fikir hürriyetini aşılıyor, bir insanın nasıl eşit olduğunu ve ona nasıl muamele edileceğini öğretiyor, hatta Allah'ın peygamberi olarak tanıdıkları insanın görüş ve hareketleriyle de ihtilaf etme hakkına sahip olduklarını bildiriyor. Doğrusu, Hz. Muhammed (a.s.) müslümanlar tarafından öylesine seviliyor, sayılıyor ve yüksek mevkide tutuluyor ki, çeşitli dinlere mensup hükümdar, lider, rahip ve din adamları gibi kendisini kolayca tanrı mevkiine çıkarabilir ve diğer insanları da kendi kulları sayabilirdi. Ama, Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve fiillerinin bunun tam aksine olduğunu görüyoruz. Rasûlullah bir yerde şöyle diyor:
"Ben de bir insanım. Ben size dininiz hakkında bir şey söylersem söylediklerime uyun. Fakat ben kendi görüşümü ileri sürdüğüm zaman, benim sadece bir insan olduğumu düşünün."
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in dünyaya gelişinin ve peygamberlik vazifesinin iki önemli gayesi vardı. Birincisi, Tek Allah'a itaat ve bağlılık halkasını insanın boynuna geçirmek. İkincisi de insanların boynundaki insanlara ait boyunduruğu söküp atmak. Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin bu iki yanı da aynı önemi taşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.)'in görevinin ilk bölümünün tamamlanması için bütün müslümanların kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeleri gerekliydi. Kendisine itaat edilmesi, Allah'a itaat edilmesine giden yoldu. Başka bir deyimle, Allah'a itaat etmek Peygamber'e itaat etmeye bağlıydı. Hz. Muhammed'in, görevinin ikinci kısmını bitirmesi için, ilk. önce kendi fikir ve hareketleriyle bir insanın başka bir insana itaat etmesi, hatta Abdullah oğlu Muhammed'e bile itaat etmesi gerekmediğini, herkesin fikir ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu müslümanlara anlatması, inandırması lâzımdı. Aslında bu son derece nâzik bir meseleydi, çünkü Hz. Muhammed bir yandan peygamber, bir yandan insan olup her iki hüviyeti şahsiyetinde toplamıştı. Hz. Peygamber (a.s.)'in bu iki kimliği arasında bir çizgi çizmek hayli güçtü. Ancak, Rasûlullah (a.s.) Yaradanının kendisine bahşettiği büyük meziyet ve hikmet sayesinde başarıyla bu nazik meselenin üstesinden geldi. Netice itibariyle bir peygamber olarak ümmetinin kendisine öylesine itaat etmesini sağladı ki, dünya tarihinde böyle bir itaati, böyle bir bağlılığı bir daha göremeyiz. Diğer yandan, bir insan olarak, kendisine iman edenlere ve taraftar olanlara dünya tarihinde ender rastlanabilecek cumhuriyetçi, özgürlükçü ve demokrat lider ve hâkimlerin tanıyabileceklerinden çok daha esaslı hak ve hürriyetler tanıdı, Bir taraftan, bir peygamber olarak, Hazreti Muhammed(a.s.)'in müslümanlar arasında en büyük itibar, şeref ve haysiyete sahip olduğu, müslümanların kendisine ne kadar çok sevgi ve saygı besledikleri, ona nasıl bağlı olduklarını düşünelim; bir taraftan da, böylesine büyük sevgi ve saygıya lâyık ve böylesine kudretli olmasına rağmen, güncel ve sosyal konularda her yerde ve her zaman insanlık hâlini, peygamberlik payesinden ayırt edebilme kabiliyetine bakalım. Bir düşünelim, bir peygamber olarak kendisine ses çıkarılmadan kitlelerin itaat etmelerine alışık olan bir kişi, bir insan olarak insanlara ne kadar çok fikir ve vicdan hürriyeti vermiş, ne kadar çok kendi fikriyle ihtilâf etmelerine izin vermiştir. Böyle bir değerlendirmenin sonunda, ancak bir peygamberin, böylesine harika bir ayırt etme kabiliyetine, tahammül, tevazu ve basirete sahip olabileceği sonucuna varacağız. Bu noktada sanki peygamberin şahsî hüviyeti de onun peygamberlik sıfatıyla özdeşleşmiştir. Yani peygamber iken insandır, insan iken de peygamberdir. Bir peygamber, kişisel kimliğine rağmen peygamberlik vazifesini yapabilir. O kişisel kimliği ile çalıştığı sırada taraftarlarına fikir hürriyetini aşılıyor, bir insanın nasıl eşit olduğunu ve ona nasıl muamele edileceğini öğretiyor, hatta Allah'ın peygamberi olarak tanıdıkları insanın görüş ve hareketleriyle de ihtilaf etme hakkına sahip olduklarını bildiriyor. Doğrusu, Hz. Muhammed (a.s.) müslümanlar tarafından öylesine seviliyor, sayılıyor ve yüksek mevkide tutuluyor ki, çeşitli dinlere mensup hükümdar, lider, rahip ve din adamları gibi kendisini kolayca tanrı mevkiine çıkarabilir ve diğer insanları da kendi kulları sayabilirdi. Ama, Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve fiillerinin bunun tam aksine olduğunu görüyoruz. Rasûlullah bir yerde şöyle diyor:
"Ben de bir insanım. Ben size dininiz hakkında bir şey söylersem söylediklerime uyun. Fakat ben kendi görüşümü ileri sürdüğüm zaman, benim sadece bir insan olduğumu düşünün."