Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Paylasamadiginiz Nedir Ey Ummet

istanbluerdem

New member
Katılım
28 Ara 2007
Mesajlar
887
Tepkime puanı
168
Puanları
0
Konum
hayatýn ýcýnden
PAYLAŞAMADIĞINIZ NEDİR, EY ÜMMET?!!!*




Şiîlik ve Sünnîlik söz konusu olduğunda, taraflardan her birinin kendince nefis muhasebesi yaparak “acaba hangimiz ne ölçüde haklı ya da haksızız?” ya da “ben ve o nerelerde, haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış, tutarlı ya da tutarsız durumdayız?” diye düşüneceği ve hele de birbirlerinin karşısına geçip haklılıklarını serdedici deliller sıralayarak karşılıklı bağırıp çağıracağı dönemi/dönemleri geçtiğimizi bilmemiz lazım..

Bu sorular çokça sorulmuş, bu savlar çokça öne sürülmüş, yanıtlar ve dayanaklar için çokça kanıtlar, tanıklar ortaya konulup, bunlara dayalı pek çok yorumlar, yorum ürünü eleştiri ve savunmalar gerçekleştirilmiş.. Ve ne yazık ki, böyle böyle ortaya çıkan ancak grostonlarla tartılabilir ağırlıktaki kitaplar iki kesim arasında bir açılım değil de aşılmaz bir duvar oluşturmuşken, bu ürünlerin cahil cühelaya çarpık yansımaları ya da meliklerce meliklere ve de ruhbanlarca ruhbanlara uyarlanmaları ve bu doğrultuda kullanımları bu duvarı yıkılamaz kale surlarına, aşılamaz uçurumlara dönüştürmüştür.

Netice-i kelam, çabalar -belki- hakkı ve haklıyı aramaya ve belirlemeye yönelikken, işin ucu hakkın kendinde, yalnızca kendinde olduğu noktasına varmıştır. Bunun sonucu, her iki taraf kendi haklılığı saplantısı içinde kaldığından “ihtilaftan rahmet” doğacağına, gerçek anlamda “batıl” bir noktada, “tefrika” noktasında “buluşma” gerçekleşmiş ve -gariptir ama- herkesler de, sanki, buluşma noktası olan bu tefrikaya razı olmuş, bunun varlığından mutluluk bile duymuşlardır.

Melikler, savaş açmaları gerektiğinde inanmış halklarının desteğini almak; savaşanlar, “Allah rızası için” can alıp can verdiklerine inanmak; ruhbanlar, iman üzere bulunma kaygısındaki halkı ablukaları altında tutabilmek; halk da daha çok ve de daha sahici ve dahi daha sağlam Müslümanlar oldukları rahatlığı içinde bulunabilmek için, evet, “itilaf”ta değil de “ihtilaf”taki bu “buluşma” olgusunu, “tefrika” içinde bulunmaklığı bir tür “nur-nimet” saymışlar, kaynaşma yerine ayrışmayı yeğlemişlerdir.

Hele de sıra ulemalığa, hükemalığa, “laf tokuşturmağa” gelince, “değme keyfime” bir durum ortaya çıkmıştır… Bindörtyüz yıla yakın bir süredir, gözlemlenen budur…

İmdi, bindörtyüz yılları aşmak üzere olduğumuz şu günlerde olaya göz atmak, el koymak, yaklaşımda bulunmak ve hele de “bize neler oluyor” sorusuna yanıt aramak için “bize neler de olmuş” diye işe başlamak istediğimizde karşılaşacağımız durum, açık söylemek gerekirse, büyük bir çaresizliktir.

Çünkü, çıbanın köküne varmak için olayların başangıçlarına dönelim dediğinizde, evet, herkesin eteğinde üst üste yığıldığında Everest tepesini bile aşacak büyüklükte bir dağ yığını oluşturacak kadar taş vardır. Eteğimizdeki taşları dökelim desek, zaten hepimiz bunların altında ezileceğiz demektir. Bu taşları dökmek onlardan kurtulmak değil, onların ölümcül yükünü yeniden gündeme getirmek demek olacaktır.

Çıbanın başını patlatalım diyerek bu güne geldiğinizde, içindeki birikim -ki, biz bunu yukarıda kendisiyle surlar örülen kitaplar diye tanımlamıştık- binlerce Karakaya Barajının yıkılmasından daha beter bir taşkına yol açarak ortalığı sellere verecek ve belki de, ablukalarını daha güçlendirmeleri için “ruhban” takımından medet istenecektir.

Ara yerlerden bir geçit, bir tutamak arayalım denilecek olsa, elbette bu da hiç gerçekçi olmayacak; nihayet zamanlardan bir zaman üzerine bir “çeşitleme” yapılmış olacaktır.

Ve, bütün bu çaresizlik ve olumsuzluklar ise, belirtmemiz gerekir, Şiîlik ve Sünnîlik ayırımını, ayrılığını, bu güne gelindiği üzere, hep “dinsel” bir olgu olarak görüp değerlendirmekten kaynaklanacaktır.

Evet; olayların başlangıcının “siyasal” olduğu, bu ayrışmanın siyasal tutumlardan, siyasal tercihlerden kaynaklandığı hep biliniyor ve zikrediliyor olmakla birlikte, ayrışanların bu tutumlarına destek ve dayanak olarak “dinsel” yorumlara dayalı gerekçeler üretmeleri, işte, bu siyasal çekişmeyi dinsel bir etiketle ambalajlandırmaya yol açmış; ve “satış” olayının böyle bir etiket taşıyan bu ambalajla sürdürülmesi pek çoklarının işine gelmiş olduğundan ötürü de bu öylece sürüp gitmiştir.

Peki; Şiîlik ve Sünnîlik birer dinsel yapılanma değil midir; bu yapılanmanın dinsel bağlamdan soyutlanması mümkün olabilir mi? Elbette ki, dinsel yapılanmalardır ve dinsel bağlamdan soyutlanmaları mümkün değildir. İtikada ve amele dayalı asıl, esas ve füruları ile birer mezhep, daha doğrusu mezhepler topluluğudurlar.

Ama, şu var: Bunlar birer itikadî mezhep/mezhepler topluluğu, birer amelî mezhep/mezhepler topluluğu oldukları ölçüde, birer de “siyasal” mezheptirler. Dinsel dayanaklara oturtulmuş birer “siyasal” mezhep; ve özellikle bu Şiîlik için böyledir.

İşte; “bam teli” dedikleri yer buradadır; yahut da kördüğüm…

İster siyasal, ister ideolojik, ister felsefî, ister dinsel olsun her mezhep ve meslek kendi varlığı ile bir “talep” belirtir; talep, varlığının vazgeçilmezidir. Gerçekte de, o, öne sürdüğü talep için vardır. Ve, gerek Şiîliğe, gerekse Sünnîliğe bu talepleri açısından bakacak olursak, sanırım konuya biraz daha açıklık getirip, oradan çıkarak bazı şeyler söylemek daha çok mümkün olacaktır.

İlkin, olayımıza bütünüyle “dinsel” mahiyetli olan “amelî mezhep” ya da mezhepler topluluğu olarak bakalım:

Sünnî küme içinde Hanefî, Şafiî, Malikî, Hambelî ve mensubu az sayıda da kalmış olsa Zührî mezhepleri vardır. Bunların birleştikleri noktalar gibi ayrılıkları da vardır ve ayrı mezhepler olmaları da bu ayrıldıkları konular dolayısıyladır. Şiî küme içinde ise, Caferî, Zeydî ve Nümanî/İsmailî diye adlandırılan amelî mezhepler bulunmaktadır. Bunların da elbette birleştikleri ve ayrıldıkları konular bulunmaktadır.

Şu var ki, andığımız bu amelî mezhepler arasındaki farklar sanıldığı kadar büyük değildir. Çok ayrıntıda kalan bu farklar açısından baktığımızda, diyebiliriz ki, Sünnî mezheplerin birbirinden olan farkları ya da Şiî mezheplerin birbirinden farkları, evet, Şiî şemsiye altındaki bir amelî mezhep ile Sünnî şemsiye altındaki bir amelî mezhep arasındaki farktan daha az değildir. Söz gelimi Hanefîlik ile Zeydîlik arasındaki fark, Hanefîlik ile Şafiîlik arasındaki farktan daha azdır. Yahut, Hanefîlik ile Caferîlik arasındaki fark, Hanefîlik ile Malikîlik arasındaki farktan çok da fazla değildir.

Ve dahası, dünya küçülüp insanlar birbirini tanıdıkça, sözgelimi Hacca gidenlerin sayısı artıp da bunlar tarafından oradaki durumlar aktarıldıkça, bu farklar ve farklılıklar artık insanlar için önemli olmaktan çıkmakta, her bir mezhebe bağlı olanların diğer mezhepten olanlara bakışları da değişmekte; handiyse mezhep farklılığı doğal bir zemine bütünüyle oturmaktadır.

Olaya bir yere kadar “dinsel”, bir yerden sonra ise “siyasal” içerik taşıyan “itikadî mezhepler” açısından baktığımızda, Sünnîlik ve Şiîlik içinde ikişer mezheple karşılaşırız. Sünnîlerde Maturidîlik ve Eşarîlik; Şiîlerde ise, Caferîlik/İsna Aşeriye (Oniki İmamcılık) ve birkaç kola ayrılmış olsa da köken itibariyle İsmailîye (Sebiyye) mezhepleri bulunmaktadır. Ancak hemen belirtelim ki, tarihsel olgu olarak bu böyle olmakla birlikte, İsna Aşeriye, İsmailîye’yi “Şia”dan saymamakta, sapkın bir kol olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirişin ise, doğrudan doğruya “siyasal” bağlamlı olduğunu belirterek, mezheplerin “itikadî” yanına birkaç cümle ile değindikten sonra, bu vesileyle “siyasal bağlam”a da geçiş yapalım.

Kelâm konusu olan tartışmaları bir yana bırakıp da doğrudan doğruya son vurgulamayı yaparak birer itikadî mezhep de olan Şiîlik ve Sünnîliğe salt bu açıdan baktığımızda göreceğimiz şudur:

Sünnîlere göre imanda asıl olan, yaygın deyişle imanın esasları şunlardır: Yüce Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahirete, Hayır ve Şerrin Yüce Allah’tan olduğuna iman.. Eşarîler ve Maturidîler arasında kimi yorum farkları olmakla birlikte itikat “Cebrail Hadisi” olarak bilinen Hadisteki bu esaslar üzerine oturtulur. Şiîlerin İsna Aşeriye kolunda iman esasları ise, Tevhit, Nübüvvet, İmamet, Adalet ve Mead olarak beş noktada toplanır. Sünnîlerdeki Yüce Allah’a iman, Şiîlerde Tevhit; Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere iman Nübüvvet; Ahirete iman Mead; Hayır ve şer konusu Adalet bahisleri içinde yer alır.

Görüldü gibi, Şiîlerde, fazladan bir de bir “İmamet” esası vardır. Adalet ve Mead ile de ilişkilendirilen İmamet esasıdır ki, Şiîliği bir “itikadî” ya da “amelî” mezhep olmanın ötesinde bir “siyasal” mezhebe dönüştürmüştür. Dahası, Şiîliğin bir başka itikadî kolu olarak andığımız İsmailîye’de “İmamet” başat esastır ve bu böyle olduğu için de bu mezhep mensupları tarihte büyük çalkantılara, karmaşalara sebebiyet vermişlerdir. Bu ikincilerin İsna Aşeriye tarafından sapkın sayılmasının temelinde de yine “İmam” konusundaki ihtilafları yatmaktadır.

İşte burası, siyasal mezhebin dinsele, dinsel mezhebin siyasala dönüştüğü, karmaşanın, anlaşmazlığın, çatışmanın başladığı noktadır.

Konuya küçük bir ışık tutmakta yarar/zorunluluk var: Efendimiz Aleyhissalâtvesselâm’ın vefatından sonra ümmetin önderliğine, haliyle de devletin başına birilerinin geçirilmesine ilişkin gelişmeler sırasında bir uygulama gerçekleşirken, bir de bu uygulamayı uygun bulmayanların öne sürdükleri bir sav gündeme geliyor. Uygulama, bilindiği gibi, ümmetin umurunun/işlerinin “halife” sıfatıyla -ve biat/seçim yoluyla- Ebubekir’e tevdi edilmesi.. Şu var ki, Ömer’in iş başına getirilmesi ile birlikte bu “halife” sıfatı da kullanılmayacak, “emirülmüminin” unvanı ile, görev bütünüyle “siyasal” bir temele oturtulacaktır. Bugünkü “hukukun üstünlüğüne dayalı hukuk devleti” anlayışı örneği “şeriat” bir “hukukî referans” olmakla birlikte, devlet yöneticisinin “dinsel” değil de “siyasal” bir kimlik ve yetkinlik içinde görüldüğü bir uygulama… Nübüvvet’in sona ermiş olması dolayısıyla Efendimiz Aleyhissalâtvesselâm’ın yalnızca “riyaset/siyaset” görevinin ilk yöneticide “hilafet”, sonrasında “emaret/emirlik” olarak sürdürülmesi diye bakılabilecek ve bu göreve getirilen kişinin “dinsel” bağlamda bir ayrıcalığının söz konusu olmadığı bir durum..

Bu uygulamaya karşın ve karşılık öne sürülen sav ise, Nübüvvet’in sona ermesine rağmen, Efendimiz Aleyhissalâtvesselâm’ın “İmamet” sıfat ve görevinin sürmekte olduğu ve bu konumun da -nass gereği- “Ehl-i Beyt”e özgü bulunduğu.. Bunun gereği olarak da ümmetin işlerinin bu “imam”lara bırakılmasının “dinsel” bir buyruk olduğu.. “İmamet”e ilişkin başta “ismet” olmak üzere kimi nitelemeler sonucu da, olayın doğrudan doğruya dinsel bir bağlama oturtulması.. İşte, Şia’nın tarih sahnesine çıktığı nokta…

Bakılırsa, kimilerince zaman zaman siyasal karmaşanın arttığı dönemlerde “hilafet”in de Sünnî inanç içerisine -neredeyse- “imanın asıllarından biri” olarak değilse bile, “vazgeçilmez bir gereği” konumunda yerleştirilmek istendiğini görürüz. Özellikle son birbuçuk yüzyıllık dönemde emperyalist güçlere yönelik savaşım sırasında gerçekleştirilmiş yorumların bir bölümünde bu konuda hayli kesin ve keskin görüşlerin öne sürüldüğü; “bir halifeye biat edilmeksizin iman etmenin mümkün olamayacağı” yolundaki açık söylemlerin yanıbaşında ortaya atılan “Anayasamız Kur’andır”, “Kur’an Devleti”, “İslâm Devleti” sav ve kavramlarının bir bölümünün de ucunun buralara çıktığı gözlemlenir.

Şu var ki, bu yorumlar İslâmî uyanışa, bir yeniden dirilişe büyük bir katkıda bulunmuş, İslâmın yeniden anlaşılması bağlamında büyük açılımlara yol vermiş olmakla birlikte, zaman zaman ve bazı kesimlerde ağırlığını çokça hissettirmiş olsa da, sonuçta “görüşlerden bir görüş” olmanın ilerisine geçirilmemiş/geçememiştir. “Din-hayat”, “din-devlet”, bir başka deyişle “din-siyaset/sosyal yaşam” ikiliği/ilişkisi/bütünlüğünün itikadî olmaktan farklı bir boyutta, “hukukî/fıkhî/şer’î” alanda/bağlamda değerlendirilmesi biçimindeki yerleşik tutum sürdürülmüş; böylece de “ümmet”, imanı siyasete bağlayan/bağımlayan yeni bir fitneden uzak kalabilmiştir.

Şianın bu “imamet” bağlamlı siyasal taleplerini bütünüyle “dinsel”, itikadî bağlamda “dinsel” bir temele oturtmalarına karşın ve karşılık Sünnîlerin böyle bir talep içinde bulunmayışı, “hilafet” kurumunu öngören bir talebi iman esasları içinde saymayışı, son dönemlerde gerçekleşen yorumların bile böylesine bir açılıma götürmeyişi, iki kesim arasındaki bakış farkının, İslâm’a yaklaşımdaki temel anlayış farkının en belirgin, en keskin olduğu noktadır.

Ve, Şiîlerin itikadî/dinsel bağlamlı “siyasal” talepleri, böyle bir talep ardınca olmayan Sünnîler tarafından algılanamayınca/benimsenmeyince ve üstelik talep Şiîlerce hep “dinsel” bağlamlı olarak gündemde tutulurken Sünnîlerin konuyu siyasal/hukukî/fıkhî bir mesele olarak görmeleri dolayısıyla bu talebe aynı bağlamda “dinsel-siyasal” bir karşılık bulamamaları, belirlememiş olmaları, Sünnîlerde kendiliğinden Şiîlere karşı “salt dinsel” bir karşıtlığa dönüşmüştür.

Burada, işte konunun “itikadî” ve “fıkhî” iki bağlam içerisinde değerlendiriliyor olmasından doğan, ama “talep”lerin öne sürülmesi sırsında bu bağlam farkının gözardı edilmesinden kaynaklanan bir algı/algılama hatası vardır. Bu algılama hatasının doğurduğu görüntüyü şöyece özetleyelim:

Şiîlerin “imamet” talepleri bir yanıyla “tarihsel”, diğer yanıyla da “gaybet” ve “ricat” inançları bağlamında ütopik bir özellik taşırken, haliyle de Sünnîlerin bu talebe hiçbir surette muhatap olması gerekmezken, nasıl olmuşsa olmuş, hem Şiîler, Ehl-i Beyti gadre uğratanlar Sünnîlerin atalarıymış gibi taleplerini Sünnîlere yöneltmiş, hem de Sünnîler bu yöneltilen talebe göre duruş belirler olmuşlardır. Ve, üstelik Sünnîlerden hiçbir kimse “Ehlibeyt”e yapılanları onamazken/onaylamazken, hoş görmezken, hatta kınarken, dahası bu eylemlerin sahiplerini nefretle anarken, daha dahası: Ehl-i Beyt kalkışmaları çoğu kez Sünnîlerin desteğini almışken, giderek ihale -sanki- onların üzerinde kalmıştır. Yani, bırakılmıştır. Neden? Yazımızın baş tarafında andığımız bu karmaşadan, bu çatışmadan yarar sağlayanların gösterdiği çabalardan..

Evet; Sünnîlerin bu bağlamda “itikadî/dinsel” bir talepten uzak kalmalarına karşın, Nübüvvetin sona ermesinden sonra İmametin Ehl-i Beyt kanalıyla sürdüğü inancını taşıyan Şiîlerce bu talebin Sünnîlere yöneltilmesi, Sünnî kesimde de doğrudan doğruya “dinsel” daha doğrusu “itikadî” bir taleple Şiîlere yönelme sonucunu doğurmuştur. Algılama mı desek, yoksa artık “talep” mi, her ne ise işte o konudaki “hata”, karmaşanın ve daha korkuncu da ayrışmanın, asıl kelimesiyle “kopma”nın; çekinmeden söyleyelim: “muhaseme”nin, hasımlaşmanın yolunu açmıştır.

Bu noktada “itikadî” ve “fıkhî” açılardan baktığımızda göreceğimiz gerçekten de şudur:

1. Amelî mezhepler bakımından ortada gerçekten de büyütülecek farklar yoktur. Varsa bile, olanlar da, işte her mezhep kümesi içinde yer alan farklı amelî mezhepler arasında görülebilen farklar gibidir; böyle alınması, algılanması, değerlendirilmesi gereken bir düzeydedir.

2. Salt itikadî bağlamda bir değerlendirme yapıldığında da durum daha farklı değildir. Hatta, şunu söylemek mümkündür: Tasavvufî itikat ile bunu hiç de dışlamayan Sünnîlerin kendi itikatları arasındaki farklılık, handiyse taban tabana zıt bir ayrılık belirtirken, Şia itikadı ile Sünnîlerin itikadı arasındaki fark bu boyutta da değildir. Kaldı ki, Şianın itikada yönelik yorumlarında tasavvufî/felsefî argümanlar ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Ve her halükârda da, aslına bakılırsa iki tarafın da “salt itikadî” konularda tartıştığı pek bir şey yoktur. Buna benzer ihtilaflar mezhep içi mezheplerin arasında da söz konusudur.

3. İtikadî bağlamın siyasal uzantısına, “imamet/hilafet” konusuna gelince.. Bir Laz fıkrasını aktarmadan edemeyeceğim: İlyas ile temel yolda yürürken dallardan birine tüneyen bir kuş görürler. İlyas kuş için “güvercindir” der, Temel de “yusufçuk”.. Bir taş atıp uçuralım da yakından görelim derler, taşı atarlar, kuş uçup gider; ama bizimkiler tartışmayı büyütüp işi birbirlerini yaralamaya kadar götürürler. Sonunda ikisi de hapse düşer. Derken 30 yıllık bir ayrılıktan sonra bir gün karşılaştıklarında sarılıp kucaklaşır ve o günkü kavgalarının ne kadar ahmakça olduğunu dillendirip gülüşürler. Ve bu ara içlerinden biri, “öyle öyle de ha o güvercindi değil mi?” deyince öteki yine “hayır, yusufçuktu” deyiverir ve yeniden birbirlerine girerler..

İmdi, “Ali” idi ya da değildi.. Birileri Ali görmüş, öbürleri Ebubekir.. Birileri “halife” demiş, öbürleri “imam”.. O öyle bilsin, bu böyle.. Hüseyin’e yapılanların “zulüm” olduğunda birleşirken ve bunu lanetliyor olmamızı bile bir yerde tarihe havale etmek varken.. Tutup da, “siyasal miras” kavgasını diri tutmanın anlamı ne?

Evet; Şia, “imamet” konusundaki itikadî esasını koruyabilir. Ama, bunu Sünnîlere bir talep olarak iletmesinin açıklamasını yapmak zordur. Ve elbette Sünnîlerin de “siyasal” içerikli talepsizliklerini kapatmak için, onun yerine Şia itikadına yönelik, o itikadın tutarsız olduğu iddiası üzerine kurulu talepler taşımasını da anlamak aynı zorluğu taşımaktadır.

Benim yukarıdan beri sıraladığım da dahil şu söz kalabalığını, karmaşasını, yığınını, her neyi ise onu bir yana bırakıp, asıl üzerinde durulması gereken hususu şöyle bir soruyla ortaya koymanın gerektiğini düşünüyorum:

”NEYİ PAYLAŞAMIYORUZ???”

İmanı mı, İslâm’ı mı, Kur’an’ı mı, Müslümanları mı, Yüce Allahın kullarına lütfettiği Arzı mı?.. Ali’yi, Hasan’ı, Hüseyin’i, On İki İmam arasında yer alanlar da dahil başta Fatıma Anamız olmak üzere diğer Ehl-i Beyt önderlerini mi?.. Bunlar, hepimizindir; hiçbir kesimin inhisarında değil..

Ha, bir taraf “imamet, nübüvvetten bir cüzdür ve nassla sabittir” demiş, öbür taraf da, “hayır, imamet/hilafet dünyevî bir konudur ve seçim ve benzeri yollarla gerçekleşebilir” diye düşünmüş.. “Bunun kıymet-i harbiyesi ne?” diyeceğiz ama, gerçek şu ki, her iki taraf da kanıtlarını getirmiş; bu yetmemiş, kelle alıp kelle vermişler haklılıklarını ispat etmek, daha doğrusu sözlerini yürütmek için..

Peki, bütün bunlardan kim ya da kimler yararlanmış???

Şia, imamlardan birini mi başa geçirebilmiş ya da Sünnîler seçtikleri kimseler tarafından mı yönetilmiş? Yoksa, sadece İslâm’ın düşmanları mı bu durumdan yararlanmış???

Gerçek şu: Şia, itikat esasları arasında yer alan “imamet”i kaybetmemek için, böylece dinin aslı saydıkları bir ilkeden vazgeçmiş olmamak için Son İmamı “gaybet”e yollamak yolunu seçmiş, bir bakıma “imandan bir asl olan imamet elden gitmektense imam gitsin” demiş; Sünnîler ise, zor karşısında diz kırıp boyun eğerek “Ya Rabbi, padişahımın kılıcını keskin, atını eşkin eyle” duasına durdurulmuş…

Bir taraf, enerjisini “imam beklentisi” üzerinde yoğunlaştırıp, bunun zeminini yakalamak ümidiyle meliklerle beraber olmak zorunluluğu içinde yaşarken; öbür taraf gerçek halk önderleri olan alimlerinin meliklerce “divan”a dahil edildiği aldatmacasıyla iyiden iyiye sulta altına, boyunduruk altına alınmış ve sonuçta, işte, meliklerin yanı başında saf tutup, bir diğerine diş bilemeye başlayan iki ayrı “mezhep” oluşmuş; bundan da, evet, melikler yararanmış olmakla birlikte, asıl kalıcı yararı İslâm’ın düşmanları elde etmiş.

Evet, manzara bu iken, yine soralım:

“PAYLAŞAMADIĞIMIZ NEDİR?”

Şiîlik ve Sünnîlik söz konusu olduğunda, bugün, bu soru sorulmalı ve bunun yanıtı aranmalıdır. Eski defterleri, bizim elimize tutuşturulmuş eski defterleri kapatıp da, olaya bu soruyla yeni bir giriş yapmanın zamanı gelmemiş midir?

“Dünya kamplaşırken ve kampların çatıları altında birleşmeler, bütünleşmeler, işbirlikleri gerçekleşirken, biz Müslümanların da ortak bir şemsiyesi olsa.. Hiç değilse, İslâm Konferansı Örgütü Genel Sekreterliği, en azından bir BM Genel Sekreterliği, bir AB Genel Sekreterliği ölçüsünde etkin ve etkili bir duruma gelse…” diyecek oluyoruz, ama, işte kulaklarımızda yine aynı sesler çınlıyor: “Halife, Mehdi, İmam, Gaybet, Velayet-i Fakih.. Ebubekir, Ali, Ömer, Osman, Hasan, Hüseyin.. Sünnet, Ehlibeyt..”

Halife kelimesi öcü haline getirilmiş, İmam zorunlu olarak “Gaybet”e yollanmışken hala bu söylemleri canlı ve bölünmenin sürüp gitmesine sebep olucu bir tutumla devam ettirenler karşısında aynı soruyu bu kez haykırarak soruyoruz:

“EY ÜMMET-İ MUHAMMED, ELİNİZDE NE KALMIŞ DA, ONU PAYLAŞAMIYOR VE BÖYLE BÖLÜK PÖRÇÜK, HATTA HASMANE BİR DURUŞ İÇİNDE YAŞIYORSUNUZ?”

Evet; ey Müslümanlar kendinize, tarihe, gelecek zamanlara; daha önemlisi Yüce Allah’a, O’nun Sevgili Elçisi’ne, Ehlibeyt’e ve dahası Ashab’a ve, evet ve, bütün müslümanlara/bütün insanlığa karşı olan sorumluluğunuzu düşünerek bu soruya cevap veriniz:
“Neyi paylaşmanın/paylaşamamanın kavgasındasınız
 

Caferi

Forum Þairi
Katılım
23 May 2007
Mesajlar
574
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Yaş
43
Konum
istanbul
Web sitesi
www.websitetasarim.com
Paylaşılmayan bir şey yok. Tarihi dürüst bir şekilde araştırır isek, Fiziksel saldırılara mağruz kalan ve ezilen taraf şialardır. Bir taraftan şiaya saldırıp sonradan da neyi paylaşamıyoruz nidaları samimi değildir.
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Paylaşılmayan bir şey yok. Tarihi dürüst bir şekilde araştırır isek, Fiziksel saldırılara mağruz kalan ve ezilen taraf şialardır. Bir taraftan şiaya saldırıp sonradan da neyi paylaşamıyoruz nidaları samimi değildir.

Caferi hatalar oldu kusurlar oldu belki haksızlıklar yapıldı bunlar olamamıştır diyemeyiz velevki bunları yapan topluluklar hataları ve sevapları ile terki dünya eylediler.Şimdi giderken bize miras olarak sonu gelmeyen bir kan davasımı miras bıraktılar gittiler.Müslümanın müslümana kan davası gütmesi ne kadar haktır.Bu düşüncenin sonu yoktur kardeş.Bu düşünceler bizim Bir duvarın tuğlaları olmamazın önündeki yegane engeldir.Selametle
 

Caferi

Forum Þairi
Katılım
23 May 2007
Mesajlar
574
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Yaş
43
Konum
istanbul
Web sitesi
www.websitetasarim.com
Mücahid abi, şiilerin kan davası gütme gibi bir durumu yoktur. Ancak farklı görüşteki bir takım çevreler şiileri hep farklı yansıtır.

Şii Hizbullah, Lübnan'da Siyonistlere karşı direnirken, bir takım çevre bu olayı izledi. Yardım etmek isteyen bazı sunni gruplar oldu ancak onlara ise Şiilerle aynı tarafta savaşmak haramdır fetvası verildi.

Ve yine şiiler imamet meselesini siyasi bir boyuta çekmemişlerdir. İmamet'e karşı siyasi saldırılar olmuştur. Gerek Zalim emeviler, gerekse de Zalim Abbasiler tarafından. Emeviler ve Abbasiler Dini devlet değil, tamamiyle dini siyasi emellerine kullanan Zalim devletler idi. Biraz tarih araştırıldığında bu görülür.

Bu devletler zamanında bazı şii ayaklanmaları olmuştur. Ancak hiçbir zaman imamlar bu ayaklanmaları desteklememiş, ayaklanma yapanlar'ın itaatsiz olduklarını belirtmiştir.

İmamet meselesine gelince, bir imam' ister halife sıfatını taşısın, ister tanınmasın o'nun imametine ne bir artısı vardır, ne de eksisi. O yine imamet makamındadır. Bu sebeple imamet siyasi bir yapıya sahip değildir.

İmamet'in siyasi bir istek veya siyasi bir oluşum talebi olmadığının en büyük delili, Abbasi Halifesi Memun ve imam Rıza(a.s.) arasında yaşanan olaylardır ki, bu olayları inceleyen bir insan, imamet makamında olan kişilerin siyasi bir kavga değil, ilahi bir davaya sahip olduklarını göreceklerdir.

ve şu an islam dünyasında gördüğünüz şey bir şia, sunni çatışması değil. Yapay gündemdir.
Allah(c.c.) rızasını düşünen ve onun emir ve yasaklarına uyan bir müslüman devlet, ister şia olsun ister sunni... Günümüzün zalimlerine karşı Alnı dik ve Cesur bir şekilde tavrını alır.

Zalimlerden medet umanlar, Filistinde müslümanlar zulme uğrarken, bir avuç yahudilerden korkar olmuş. O zalimlere karşı cihad çağrısı yapmaktansa 2 şii öldüren cennette peygamberlerle haşrolacaktır fetvaları vermiş...

Allah(c.c.) adildir, hüküm sahibidir.

Onun hükmü, La ilahe illallah diyenlere savaş açın onlarla savaşın değildir. Onun hükmü, kafirler size saldırdı mı, zulm ortadan kalkana kadar onlarla savaşındır.
 
Üst Alt