Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Neden herşey ölüme dayalıdır?

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Neden herşey ölüme dayalıdır? Mesela; canlıların hayatı, bitkilerin ölümüne; insanların hayatı hayvanların ölümüne...

Eşyada tasarruf eden Zât'ın israf etmemesinden, en süflî şeylerden dahi en nâdide varlıkları îcad etme âdetinden; herşeye daimî yenilikler bahşetmesinden ve bütün varlıkları kamçılayıp tekâmüle sevketmesinden, bir baştan bir başa varlık âleminde her grubu bir tulû ta'kib etmektedir. Tıpkı, yer dilimlerinden gündüzün geceyi kovalayıp durması; ışık, yerini karanlığa terketmesi ve bu baş döndürücü nizamdan daima yeni, taze ve usandırmayan semerelerin alınması.. ve daha pek çok yüce maksadlar için, Güneş küre-i arz münâsebeti içinde, hayatı ölümün arkasına takdığı gibi...

Şimdi kısaca, bu hususlar üzerinde duralım; Ancak, herşeyden önce ölümü tanımak gerekmektedir.

Ölüm, tabiî bir sona eriş, bir inkiraz, bir kendi kendine tükeniş ve ebedî yok olma değildir. O, bir yer değiştirme, hâl değiştirme, buut değiştirme ve vazife külfetinden sıyrılarak rahata ve rahmete ermektir. Hatta bir bakıma, herşeyin kendi özüne ve hakikatına intikâl etmesinden ibâretdir.

Bu îtibarla ölüm, hayat kadar câzib; dostlara vuslat kadar sevindirici ve ölümsüzlüğe ermek kadar büyük bir nîmetdir.

Ölümün bu hakikatını göremeyen maddeciler, hep onu ürpertici olarak tasvir etmiş ve hakkında yanık yanık ağıtlar yakmışlardır. Dünden bugüne ölümün hakîkatını idrak edemeyen talihsizlerin durumları hemen hep aynı çizgide cereyan etmiştir.

Vâkıa ölüm, bir ayrılık olması îtibariyle. aklın nazarında ve insanın insanlığı üzerinde oldukça müessir bir hâdisedir. Böyle bir te'siri bütün bütün inkâr etmek kâbil olmadığı gibi, kalbin dilini bağlamak da mümkün değildir. Hele ince gönüllerde, hassas ruhlarda -geçici dahi olsa- onun meydana getireceği fırtınalar cidden çok müdhişdir. Böyleleri için "ba'su-ba'd el-mevt" akîdesi, herşeyini kaybeden dilenciye sultanlık bağışlanması ve îdam edilecek birinin ebedî hayata erme fermanını alması gibi, bütün üzüntüleri unutturacak ve onu fevkalâde sevindirecek büyük bir hâdisedir.

Bunun içindir ki, ölüm, onun hakîkatini idrak edenlerin nazarında, bir terhis, bir tebdîl-i mekân ve yüzde doksandokuz dostların ve sevdiklerin bulunduğu âleme bir seyahat olmasına mukâbil, hakikatını idrâk edemeyen ve sadece dış yüzündeki ürpertici durumu gören bir kısım talihsizler için ise o, bir cellâd, bir darağacı; dibsiz bir kuyu, karanlık bir koridordur...

Ölümü ikinci ve ebedi bir varoluşun başlangıcı sayanlar. sînelerinde onun tatlı tatlı esintilerini duydukça Cennet baharları gözlerinin önünde tüllenmeye başlar. Bu îtikadî zevk ve neş'eden mahrum inkârcı ise, onu hatırladığı her lâhza, vicdanında yaşattığı Cehenneme girer-çıkar ve ızdırap çeker. Çektiği acılar, sadece kendine ait olsa yine bir derece, kendiyle beraber, alâkadar olduğu ve lezzetlerinden lezzet alıp, acılarını ruhunda duyduğu ne kadar varlık varsa, onların elemlerini de gönlünde yaşar ve iki büklüm olur.

İnanan insanın nazarında herşeyin ölümü, hayat külfetinden dünyevî meşakkatlerden bir paydos olması ve onların misâlî hüviyetleri, ilmî mâhiyetleriyle başka âlemlerde varlıklarını sürdürmeleri cihetiyle de bir tekemmül, bir terakkî ve daha ulvî bir mâhiyet kazanmaktan ibâretdir.

Evet, ölüm, ebedi varolmayı sünbül vermesi ve insanı hayatın meşakkâtlerinden kurtarması îtibariyle büyük bir nîmet ve insana en kıymetli bir ilahî armağandır. Ne var ki, her kemâl ve terakkî; dolayısıyla her lütûf ve mazhariyet, bir kısım imbiklerden geçmeye ve bir kısım potalarda şekillenmeye vâbeste olduğu gibi, bütün varlıklar da, böyle daimî bir erime arınma yoluyla daha üst seviyelere tırmanmaktadırlar. Meselâ: Altın ma'deni ve demir cevheri, ancak, eridikten ve bir bakıma ölüp yok olduktan sonra, öz ve hakîkatlarıyla görünme seviyesine ulaşmış olurlar. Yoksa, böyle bir ameliyeye tâbîı tutulmadıkları takdirde, kendi hakîkatlarına zıd bir suretde, taş ve toprak hüviyetinde devam edip giderler.

Altın ve demire, diğer şeyleri de kıyas ettiğimiz zaman, anlarız ki; herşeyin bir noktada gurub edip gitmesi, eriyip tükenmesi, zâhiren yokolma gibi görünse bile, hakîkatde daha yüce bir hâle intikal etmekden başka birşey değildir.

Havanın zerrelerinden, suyun atomlarına; otların, ağaçların moleküllerinden, canlıların hücrelerine kadar herşey, fevkalâde bir şevk ve alabildiğine bir zevk içinde ölüme giderken, haddizâtında kendisi için mukadder kemâle koşmaktadır. Hidrojen ve oksijen terkibe girince husüsi mâhiyetleri îtibariyle ölürler; fakat, bütün varlıklar için, en hayatî bir unsur olma yolunda ayrı bir dirilişe ererler.

Bundan dolayıdır ki, biz ölümle kayboluşa; yer değiştirme, hâl değiştirme diyoruz, ama katiyyen inkıraz ve tükenme demiyoruz. Nasıl diyebiliriz ki; partiküllerden en büyük mürekkeblere kadar, kâinatın sinesindeki bütün çalkalanmalar, hâlden hâle intikâller, erimeler, dağılmalar hep en iyiyi, en güzeli ve en tazeyi netice verip durmaktadır. Buna dense dense, varlıkların seyahat ve tenezzühü denir; ama kat'iyyen ve asla yokluğa gitmeleri denemez!..

Diğer bir zâviyeden ölüm, mülk sahibinin nazarında, vazîfe devir ve tesliminden ibâretdir. Her varlık, kendine has çizgide, kendini varlığa erdiren zâtın huzurunda bir resmi geçit vazifesiyle mükellefdir. Merâsim bitip, istenilen resim ve sûretler tesbit edildikten sonra, onun gitmesi; yerine başkalarının gelmesi, sahneyi monotonluktan kurtarma ve en ceyyid, en yeni şeylerle hep ona canlılık kazandırmanın gereğidir. Böylece, varlıklar, figürler gibi sahneye çıkar, kendine ait rolü oynar, söyleyeceği sözü söyler ve sonra perdenin arkasına çekilir. Tâ başkaları da kendilerine ait oyunu oynama ve soluklarını duyurma imkânını bulsunlar. "Gelen gider, konan göçer" fakat, bu gelip gitmelerde yenilikler, canlılıklar ve câzibeler meydana gelir.

Bir başka cebheden de; ölümün sessiz nasihatında, hiçbir varlığın kendi kendine ve bizzat kâim olmadığını; herşeyin yanıp-sönen ışıklar gibi, sönmeyen ebedî bir güneşe delâlet ettiğini göstermek suretiyle, fenâ ve zevâlin öldürücü pençeleri altında, inleyen kırık gönüllere, oturaklaşma, huzura erme yolunu iş'âr etme vardır. Yânî, gönlümüzü kaptırdığımız şeylerin, arkalarına bakmadan çekip gitmeleri, bizde bâki bir sevgili arama hissini uyarır. Böyle bir hissin uyanması ise, duygular dünyamızda ebediyete ermenin ilk merhalesidir. İşte ölüm, bu ilk merhaleye insanı alıp yükselten sırlı bir asansör hükmündedir.

Bundan ötürü, fenâ ve zevâle, kesip biçen bir kılıç nazarıyla bakmakdan daha çok, tımar eden, aşılayan bir el ve neşter nazarıyla bakmak daha muvâfıkdır. Hatta, bir bakıma, fenâ ve zevâli. zâtî görmek de sakat ve hatalı bir anlayıştır. Zîrâ, mutlak yokluk katiyyen bahis mevzû değildir. Bilâkis herşey, bizim dar müşâhede buutlarımıza göre kaybolur, misâlî ve ilmî hüviyetiyle, hâfızalarımızdan Levh-i Mahfuz'a ve nihayet bütün eşyayı kuşatan geniş daire-i ilme kadar, değişik buutlarda ve buutlar ötesi âlemlerde, farklı mâhiyetlerle varlıklarını sürdürürler. Âdeta herşey, bir tohum hâlinde çürür, bir çiçek hâlinde pörsür gider; fakat, ruhu ve özü, binlerce başak ve tomurcukda devamlılığa erer. Şimdi, değişik bir zâviyeden tekrar suâle dönelim. Herşey, ölüme değil de, hayata dayansaydı, yânî, hiçbir şey fenâ ve zevâl bulmasaydı; varlık, varolma içinde dalgalanıp dursaydı da, eşya ve hâdiseler tek taraflı işleseydi ne olurdu?

Evvelâ, geçen hususlar, ölümün bir rahmet ve hikmet eseri olduğuna kanaat vermekle beraber, diyebiliriz ki; ölümün rahmete dayanmasına mukabil, âlem-şümûl ölümsüzlük, öylesine bir abesiyet ve öyle korkunç bir felâketdir ki; eğer olduğu gibi tasvir etme imkânı olsaydı, insanlar ölüme değil de, ona ağlayacak ve ona âh u vâh edeceklerdi!..

Bir kere düşünün! Hiçbir şey yok olmadığı takdirde, daha ilk asırlarda, değil insanların yaşaması, bir sinek bile yaşama vasat ve imkânını bulamayacaktı. Canlılardan sadece karıncalar, otlardan sarmaşıklar, yeryüzünü hâkimiyetleri altında bulundurup; sonra da, hiçbir sarmaşık, çürümeseydi ve hiçbir karınca da ölmeseydi, bir asırda yeryüzünü saran sarmaşık ve karınca kalınlığı yüzlerce metreye ulaşırdı. Böylesine sevimsiz, korkunç bir tabloyu düşündükçe ölümün rahmet olduğunu, çürümenin hikmet olduğunu görmemek kabil mi?

Hele şimdi, müşâhede ettiğimiz kâinatın o akıllara durgunluk veren güzelliklerinden, kaçta kaçını karınca ve sarmaşık yumağının monoton çehresinde görebilirdik?.. En antika ve çarpıcı sanat eserlerinin teşhiri için açılan yeryüzü sergisinde bunlar mı gösterilecek!.. Her tarafta, güzelliklerin akislerini görüp durduğumuz muhteşem sanatkârın hangi güzelliğini bu karanlık simâda görecektik!.. Bu sevimsiz çehrede, değil kâinatın kuruluşuna vesîle âlî temâşâların bulunması, eğer yaşamaları kabil olsaydı, en sefil mahlûklar bile bu mezbelelikten kaçacaklardı..

Diğer taraftan da, bu koca kâinatın idaresinde öyle fevkalâde bir hikmet var ki, zerre mikdar israf ve abesiyet göze çarpmamaktadır. En süflî ve pes şeylerden, en kıymetli şeyleri meydana getiren Mutlak hikmet Sâhibi, elbetteki, hiçbirşeyi isrâf etmeyecek ve en değersiz enkâz ve kalıntıları daha başka yerlerde kullanacak ve yeni yeni âlemler icad edecektir.Hele, ruhunu ve özünü nezdine aldığı canlıların, hususiyle insanın, o ruh ve öze hizmet eden zerrelerini muhakkak ki, en iyi şekilde kullanacak ve taze taze ceyyid mahlûklar meydana getirecekdir. Yoksa, önce değer verip varlığa mazhar ettiği bu nâzenin mahlûkları, enkâz hâlinde terk etmek suretiyle, âlemşümûl hikmetine aykırı icraatda bulunmuş olacaktı ki; Şân-ı Ulûhiyet bundan muallâ ve müberrâdır.

Netice olarak diyebiliriz ki; bütün eşya, tertib, tanzim, sevk ve idâre edilmesi îtibariyle, selîm akıllara, zevkden anlayan gönüllere, şâirane ilhamlar bahşedecek kadar yerli yerinde ve mükemmeldir. Zerrelerin hareket ve çözülmelerinden, otların, ağaçların hâlden hâle geçmelerine; ımakların fenâ bulma istikâmetinde denizlere koşmalarından, denizlerin,kendi aleyhlerine buharlaşıp bulutlara yükselmelerine kadar; hatta, oradan da başaşağı, yeniden zemîne inerek toprağın bağrında eriyip gitmelerine kadar, herşey ciddî bir şevk içinde,.bir keyfiyetden daha âlî diğer bir keyfiyete doğru koştuğu müşahede edilmektedir.

Ne âlemdir bu âlem aklı, fikri bî-karar eyler,

Hep i'câzât-ı kudret pîş-i çeşmimde güzâr eyler,

Semâvî handelerdir gökyüzünden Hak nisâr eyler,

Serâser nurlardan renklerle istitâr eyler,

Çemendir, bahrdır, kühsârdır, subh-ı rebîdir,

Bu yerlerde doğan bir şâir olmak pek tabiîdir.(*)

A. Hâmid.

(*) Bu âlem öyle bir âlemdir ki; insanın aklını fikrini kararsız kılar. Kudretin bütün mucizeleri gözümün önünden gelir geçer. Gökyüzünden Hakk'ın saçıp dağıttıkları, semâvî tebessümlerdir. Başdanbaşa nurlardan renklerle perdeler. Çimendir, denizdir, dağlıkdır, bahar sabahıdır. Bu yerlerde doğanın şâir olması pek tabiidir.
 

Serhan Eðeryýlmaz

New member
Katılım
1 May 2007
Mesajlar
385
Tepkime puanı
12
Puanları
0
Yaş
37
Allah insanı dünya'ya sınav olsun diye indirmiştir şu yüzdendir.İyiyi ve kötüyü ayırd etmek için.

Bakara Suresi 30 - 38.Ayetler

30. Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.

31. Allah Adem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.

32. Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler.

33. (Bunun üzerine: ) Ey Âdem ! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Adem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi.

34. Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.

35. Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.

36. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.

37. Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.

38. Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.


Allah Teala'nın insanlara anlattığı şu ayet sırasında insanın neden dünya'ya indiği ve inmesine sebep olan durumları yazmakta,dünya hayatı sınavında Allah'ın buyruklarına uyan cennetten indirildiği dünya'dan tekrar cennete geri konulur,şeytanın ve nefsin peşinden giden ise indirildiği cennete geri dönemez,cehenneme gider,bakın dikkat edin burada geri dönüş vardır iyi kullar için,çünkü Allah kulunu yarattı cennete koydu,Allah dünya hayatını iyiyi ve kötüyü ayırd etmek ve ahirette de insanların ettiklerini kendilerine göstermesi için kurdu,ölüm ise bu sınavın sonudur,ölümden sonra sozsuzluğa gidilir,geri dönülmez,son nefesine kadar insanın cennete geri dönme ihtimali yüksektir,zira Allah Teala çok affedici ve kulunun yaptığı hayırları en az 10 misli ile 700 misli arasında değerlendirerek yazıyor.Bu sebeple ölüm geldiği anda kul ne ise o'dur.
 
Üst Alt