Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Neden Ben Musluman Dogdum?

KING1983

New member
Katılım
4 Ocak 2008
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
SELAMUN ALEYKUM DIN KARDESLERIM!Benim sormak istedigim soru uzun zamandir aklimi mesgul eden;ve herhangibir yanit bulamadigim bi soru.Ben suanda yurtdisinda yasamakta olan bi muslumanim.Musluman bi ulkede dogdugum icin kendimi sansli hissetmekteyim.ama neden ben muslumanim?musluman bi ulkede dogdum;ailem ISLAM gorenek ve gelenekleriyle buyuttukleri icin bizler musluman olduk..ama eger biz korede dogup dinsiz ya da puta tapabilirdik?ben bunun nedeni ogrenmek istiyorum.ordaki insan dogustan musluman olarak dunyaya gelmekte daha sonra cevresinin etkisiyle putperest;hristiyan....vs dinleri tercih etmekte;biz neden muslumaniz?ALLAH neden bizi musluman olarak secti?acaba biz sanslimiyiz.ben neden muslumanimda;japonyada dunyaya gelseydim budist olucaktim.ben bunun sebebini merak ediyorum.hepinize saygilar ve sevgiler.ALLAH HEPINIZDEN RAZI OLSUN
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Öncelikle foruma hoş geldiniz KING1983

Sorduğunuz soruyla aynı meyanda bir soru ve cevabı aşağıda alıntılanmıştır. İstifade edeceğinizi sanırım.



Soru
bizleri Allah şükürler olsunki müslüman olarak yarattı,müslüman olmayan insanlarıın suçu neydiki müslüman olamadılar,bizi niye seçti?bizler neden onlardan şanslıyız?niye bizlerin müslüman bir ailede doğmamızı istedi?




Değerli Kardeşimiz;

Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azi-müşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı mes'eleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes'uliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder” (Bakara Sûresi, âyet: 286.) buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.
- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.
Allahü Teâlâ mutlak- adaletiyle kullarının mes'uliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kullannın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.
Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kıuhır akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir islâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlanndaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:
"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretleri'ne imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, ma'rifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz.

Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri'nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir.

Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibj şerY ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahü Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar ma'rifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allahü Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz" (İsrâ Sûresi, 15) nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma'rifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh ma'rifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve na-zarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennettir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır. "

Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:

"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.

Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz", âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez.

Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385)

Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:

"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mes'ul olmazlar. Çünkü, mes'uliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes'uliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."

Burada bir sual akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?
Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
"İnancıma göre, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir.

Bunlar üç kısımdır:

a. Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar.
b. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.
c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur" şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."(İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.)

Bugün gerek Hıristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hıristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.
Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hıristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

"Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. " (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 103.)

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü'l-Karî'nin Şerhu'l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi'1-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.
Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah'ın (S.A.V.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (A.S.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.
Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?


Mehmet Kırkıncı
 

Elifnisa

New member
Katılım
29 Eki 2007
Mesajlar
483
Tepkime puanı
241
Puanları
0
Yaş
44
Konum
istanbul
her insan müslüman olarak doğar. hristiyan ailenin çocuğuda, budist rahibinde... fakat yaşadığı topluma göre dini düşünceleri şekillenir. Müslüman bir toplumda ve müslüman bir ailede doğmak elbetteki bizim için çok büyük bir nimet. Rabbim insanlara akıl ihsan eylemiş ve bu aklı kullanarak kişi islamı seçebilir. bende yurt dışında bir çok kişi gördüm islam dinini seçen.
fakat şöyle bir durumda varki acaba bizler gerçek manada Allahın istediği kullarmıyız gerçekten iyi müslümanlarmıyız? islamı ne kadar yaşıyoruz? din bizim için kaçıncı planda? din bir yaşayayış biçimidir ve bizler islam dinini yaşantımızda ne kadar kullanıyoruz.
inşallah bizlerde islamı gerçekten layıkıyla yaşam biçimi haline getiririz.
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
Güzel Kardeşim Bence Yani şahsi Kanaatimce (böyle Söyleyince Bazi Arkadaşlar Kiziyor)senin Ve De Bizim Sormamiz Gereken Neden Müslüman Olduğumuz Değilde Nasil Gerçek Bir Müslüman Olabileceğimizdir çünkü Bu Soru Diğerinden Daha Zor!
 

Serhan Eðeryýlmaz

New member
Katılım
1 May 2007
Mesajlar
385
Tepkime puanı
12
Puanları
0
Yaş
37
Selamın Aleyküm.Allah'a hamd olsun.Selam Muhammed Mustafa'ya ve onun yakınlarına olsun.Sevgili kardeşim Allah kaderi yazmıştır.Kaderde her insanın hayatının başı ve gidişatı yazmaktadır,dünya hayatında her insanın hangi hal üzere ölecekleride yazmaktadır.Sen Müslüman ülke ve müslüman ailede dünyaya gelmişsin,bu senin nasibindir.Kore'de doğan insan budist ise oda onun nasibidir.Ancak Allah o insan hakkında kaderde yazmış ise o Koreli Allah'ın kulu Allah'ın yoluna girebilir,Allah herşeyi bilir.Müslüman olan bir insan da sonradan dinden çıkabilir.Koreli o insan belki de kafir,müşrik,putperest,müşrik ya da MÜSLÜMAN olarak ölür.Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah kimseye haksızlık yapmaz.'' Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah kullarına karşı merhametli olandır.'' Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah kullarına karşı sevgi doludur.'' Allah kullarını cennetine koymak ister bizde Rabbimizin yolunda olalım inşallah.Allah'a çok şükürler olsun.Selamın Aleyküm.
 

Caferi

Forum Þairi
Katılım
23 May 2007
Mesajlar
574
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Yaş
43
Konum
istanbul
Web sitesi
www.websitetasarim.com
Selamın Aleyküm.Allah'a hamd olsun.Selam Muhammed Mustafa'ya ve onun yakınlarına olsun.Sevgili kardeşim Allah kaderi yazmıştır.Kaderde her insanın hayatının başı ve gidişatı yazmaktadır,dünya hayatında her insanın hangi hal üzere ölecekleride yazmaktadır.Sen Müslüman ülke ve müslüman ailede dünyaya gelmişsin,bu senin nasibindir.Kore'de doğan insan budist ise oda onun nasibidir.Ancak Allah o insan hakkında kaderde yazmış ise o Koreli Allah'ın kulu Allah'ın yoluna girebilir,Allah herşeyi bilir.Müslüman olan bir insan da sonradan dinden çıkabilir.Koreli o insan belki de kafir,müşrik,putperest,müşrik ya da MÜSLÜMAN olarak ölür.Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah kimseye haksızlık yapmaz.'' Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah kullarına karşı merhametli olandır.'' Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah kullarına karşı sevgi doludur.'' Allah kullarını cennetine koymak ister bizde Rabbimizin yolunda olalım inşallah.Allah'a çok şükürler olsun.Selamın Aleyküm.

Allahu Ekber

Kardeş sana bir kaç soru sormak istiyorum.

Öyle bir yazı yazdın ki, Bu yazıyı eleştirime lütfen katlan ve samimi olarak sorularım üzerinde düşün.

1- Adil ve Rahman olan Allah(c.c.) ' in insanlarına belirli bir kader yazıp o kişilerin o kader doğrultusunda yaptıkları eylemden sorumluluk sahibi olmadan yargılanması ALLAH(c.c) 'ın Sonsuz Adaletine ve Sonsuz Merhametine ne kadar uygundur ?

2- Allah(c.c.) insanları ve cinleri yanlız ve yanlız kendilerine ibadet etsinler diye yaratmıştır. HAŞA ve HAŞA Allah(c.c.) hem insanlar ve cinler kendisine ibadet etmesini ister, hem de aralarından bir cogunu kafir yaratır. Allah(c.c.) in söyledikleri ile yaptıkları bir değil midir ?

3- Yine senin mantığına göre Allah(c.c.) Madem insanları ve Cinleri yanlız kendilerine ibadet etmelerini istediği için yarattıysa,HAŞA Allah(c.c.) istediğini yaptırmaktan noksan mıdır? Buradaki çelişki senin söylediğin kadercilik düşüncesinin mi ürünüdür yoksa benmi yanılıyorum ?

4- İnsanın iyiye yada kötüye yönelme iradesi yok ise, Her şey kaderinde yazılı ise, Bu dünya neden İMTİHAN dünyasıdır ?

5- Hem kaderci olup hem bu cümleyi nasıl söyleyebiliyorsun "Allah kullarını cennetine koymak ister bizde Rabbimizin yolunda olalım inşallah" Doğruyu veya hakikati bulmak için zorlama o zaman kendini. Zira her şey kaderinde yazılı olduğunu düşünüyorsun. Ne yaparsan yap kaderinden öteye geçemezsin.


Eğer okumak istersen bir link veriyorum konuyla ilgili detaylı ve geniş bir kaynak.

ADALET
 

Serhan Eðeryýlmaz

New member
Katılım
1 May 2007
Mesajlar
385
Tepkime puanı
12
Puanları
0
Yaş
37
Caferi kardeşim sorularına cevap vereyim

1 - Allah her şeyi bilir.Elbette insan bütün yaptıklarından sorumludur.Allah her kuluna ayrı kader yazmıştır.İnsan kaderini kendi yazar,çünkü Allah adaleti ile her insana istediklerini verir,sonra ahirette insan yaşadıklarının karşılığı olarak ya ceza görür ya da mükafat görür.

2 - Allah hiçbir varlık için kötülük dilemez,Allah Teala Hazretleri dua etmediğimiz halde bile günahlarımızı bağışlıyor ve Allah Teala Hazretlerine dua edildiği takdirde güzel Allah'ımız bütün günahlarımızı affediyor,ancak gerçek pişmanlık ile.Allah insanları ve cinleri kendisine ibadet etmesi için yaratmış.Allah Kuran-ı Kerim'de cehenneme gidecek insanların olduğunu buyurmuş.Allah en doğru sözlü olandır,Allah'ın Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah sözünden dönmez.''

3 - Allah istediğini yapar.Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah istese idi onlara hidayet verirdi.'' Allah'ın herşeye gücü yeter.Allah kendisine ibadet için yarattığı kullarından kendisine ibadet edeni cennete koyar,yaratılış gayesinin dışında hareket yapan tevbe etmeden ölürse cehenneme gider,ancak ölüm anında ki tevbe gerçek tevbe değildir.Kader,insanların istediklerinin Allah'ın adaleti tarafından karşılığının verilmesidir.Bundan sonra insanlar ahirette yaptıklarına göre ya ceza görürler ya da mükafat alırlar.

4 - Kardeşim Allah Kuran-ı Kerim'de buyurdu :''Allah herşeyi önceden bilendir.'' Allah kullarının neler yapacaklarını billiyor,İnsan'ın kötüye veya iyiliğe gitmesi iradesi vardır.Allah her insana istediklerini veriyor,ondan sonra Allah insan ne istemiş ise onun karşılığı olarak ona ya cennet mükafatını verecek ya da cehennem cezasını verecek.Herşey kaderde yazılıdır.Allah dünyada bunların olmasını istemiş ise vardır bir bildiği.Allah herşeyi bilir.Sen bu sorularına en güzel cevabı ilk başta ki ahiret menzili olan kabirinde ve diğer ahiret menzillerinde çok iyi anlayacaksın her insanın anladığı gibi.

5 - Ya kardeşim neden anlamıyorsun ? Allah kullarını cennete sokmak istiyor,biz de onun yolunda olalım.İnşallah,Allah ister ise olur demektir.Allah bunu kaderi yazarken adaletine göre istemiş ise oda olur.İnsan kaderinin önüne geçemez,ben bir şeyi zorlamıyorum,zorlanmıyorum da elhamdülillah Allah'ın verdiği nimet ile gözüm görüyor kulağım duyuyor ve diğer azalarımda Allah'ın lutfu ile işliyor elhamdülillah.İnsan kaderini kendi yazıyor.
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
sevgili kardeşim ŞANSIN ailenin müslüman olmasıdır. her insan doğduğunda müslümandır. aileleri onu farklı dinlere çevirir yada çevirmez. Allah(c.c.) ın adaleti sonsuzdur. bu yüzden her insana hayatının herhangi bir safhasında müslümanlığı gösterir ve kuranı gösterir. yada bununla ilgili haberdar eder. okumak veya okumamak kişiye düşer.


Biz hiçbir memleketi uyarıcıları olmadıkça helak etmedik. (şuara 208)

ayetten anlaşılacağı gibi her ülkeye ve her kavme ve dünyadaki heryere mutlaka ve mutlaka uyarıcılar yollamışızdır demek oluyor.
bu uyarıcıları dikkate almayanlar kafir oluyor. uyarıcıları dikkate alanlar müslüman oluyor. Allah(c.c.) bizi daim müslümanlardan eylesin.amin.

Sevgili islamcı Bir insanın hangi ailede doğacağını şansımı belirliyor.Hemde doğmamış bi insanın şansı.Bu şans dediğin şey ne menem bi şeydir.Sakın ALLAH c.c nin dilemesi olmasın,O kişinin hangi ailede doğacağını belirleyen.Selametle
 

Huzur_islamda

New member
Katılım
18 Ocak 2008
Mesajlar
123
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Rasulullah'a(sav) asiklar diyarindan..
Caferi ve Serhan kardeşlerim hakkınızı helal edin aranıza girmek gibi olacak.....



Allahu Teala insana akıl, irade, ilim ve düşünme kabiliyeti vermiş, ayrıca kendilerine peygamberler gönderip hayrı ve şerri, iyiyi ve kötüyü, hak ile batılı öğretmiştir. Bunun için insan mükellef tutulmuş ve mesul olmuştur. artık insanın yaptığı işler hayırsa sevap; şer/kötü ise ve kul da tövbe etmemişse azab olarak karşılık görecektir.

Bunun için hiçbir kimse: "Ben ne yapayım, kaderimde bu varmış, elimden ne gelir?" deyip de isyanlara dalamaz ve bu sözle mesuliyetten kurtulamaz.


Çünkü, bu insanın başında hayrı ve şerri ayırt edecek bir akıl ve önünde iyiyi ve kötüyü öğreten bir peygamber bulunmaktadır. Kötülüklere dalan insanın iyilik yapma kabiliyet ve imkânı da bulunmaktadır. Bunun için kul, ciddi olarak hangi ameli ister, ona yönelir ve karar verirse, genelde Cenab-ı Hakk onu yaratır. Yaratmadığı da olur.

Kulun her istediği olmaz.
Kulun istediği her şey Yüce Allah'ın irade ve yaratmasıyla vücut bulur..
Her amelin iki yönü vardır. Birisi, yaratılması. Bu Yüce Allah'a aittir. Diğeri de sorumlusu, sorumluluk kula aittir.


Allah iyiliği yaratır, kötülüğü yaratmaz, kötüye hiç karışmaz demek doğru değildir. Yaratıcı birdir. İyilikleri de kötülükleri de yaratan, o yapılmadan önce bilen, takdir eden ancak Yüce Allah'tır

Kulun irade ile yaptığı işler, onun ameli olur. Yapın veya yapmayın diye emredilen her amelin bir karşılığı bulunur. Hayır işler sevap, kötü işler azap sebebi olur.

Kul, kusurlu işlerine tövbe ederse, affolur, hatta güzel tövbe ile günahlar sevaba bile dönüşür. Bu, Yüce Allah'ın bir rahmetidir; tövbe eden mümin kullarına güzel bir müjdedir.

Kula kulluk yakışır, hüküm Yüce Allah'a aittir..

fiemanillah
 
Üst Alt