Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Nasıl Bir İslam'a Çağıralım!

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

İnsanlar, İslâm'ın çeşitli şekillerde ortaya çıkan herhangi beşeri sosyal bir ideoloji, herhangi siyasal bir düzen olmadığını, İslâm'ın sadece İslâm olduğunu kavrayıncaya kadar onları bırakmamalıyız. İslâm bağımsız kişilik, anlayış ve kurumları ile insanlık için bütün beşeri ideolojilerin rüyasını gördüğünden çok daha iyisini gerçekleştirecek olandır. İslâm yüce, pak, uygun ve güzel bir şekilde Yüce Mevla'dan doğrudan doğruya sadır olandır.
İslâm'ın hakikatini bu şekilde kavradığımızda; bu anlayış bize, doğası gereği İslâm'ı; insanlara sunarken kendimizin tabi olduğunun hak, başkalarınkinin batıl olduğunu yakinen bilmenin sağladığı bir güç ve güven verecektir. İnsanlığın içinde bulunduğu kötü durumu görerek, onları mutlu kılacak şeyin ne olduğunu bilmenin rahatlığıyla, insanların sapıklığını görüp, hidayetin nerede olduğunu bilmenin verdiği mutlulukla seslenmemizi sağlayacaktır.
Kesinlikle islâm'ı onlardan gizlemeyeceğiz, arzularını, sapık anlayışlarını okşamayacağız. Tamamen açık olacağız onlara karşı: Sizin içinde bulunduğunuz cahiliye, bir pisliktir ve Allah sizi temizlemek istemektedir. Yaşadığınız hayat, bayağı bir hayattır. Allah sizi yüceltmek istemektedir. İçinde bulunduğunuz bu durum kötülük, sıkıntı ve acıdan ibarettir. Allah sizi affetmek, merhamet etmek ve mutlu kılmak istiyor. İslâm sizin anlayışlarınızı, kurumlarınızı, değerlerinizi değiştirecek, kavuştuğunuzda şu andaki yaşadığınız hayatı inkar edeceğiniz başka bir hayata; onu elde edince yeryüzünün her köşesindeki kurumlarınızı, küçümsemenizi sağlayacak yeni kurumlara; bütün bir yeryüzünde egemen olan değerlerinizden sizi vazgeçirecek yeni değerlere sahip kılacaktır. Siz içinde bulunduğunuz kötü durumdan dolayı İslâmî hayatın gerçek yüzünü göremediniz. Çünkü; düşmanlarınız, yani bu dinin düşmanları, bu hayatın kurulmaması, bu düşüncenin bir vücud bulmaması için büyük bir gayret içindedirler. Elhamdülillah biz, Kuranımız, şeriatımız, tarihimiz ve geleceğine dair hiç bir şüphemiz bulunmayan düşüncemiz sayesinde bunun gönüllerimizde tezahür ettiğini görüyoruz.
İnsanlara İslâm'ı sunarken işte böyle davranmalıyız. Çünkü bu hakikatin kendisidir. Çünkü ister Arap yarımadasında, ister İran'da, ister Bizans'ta veya başka bir yerde olsun İslâm insanlara ilk kez bu şekilde hitap etmiştir.
Onları hasta olarak değerlendirdi. Çünkü gerçek buydu. Onlara sevgiyle, sempatiyle hitap etti. Çünkü bu yapısından ileri gelen bir özellikti. Şüphe ve tereddüte mahal bırakmayacak bir şekilde kendini ortaya koydu. Çünkü bu onun yöntemidir. Hiç bir zaman "Onlara hayatlarınıza, kurumlarınıza, anlayışlarınıza ve değerlerinize küçük düzeltmelerin dışında kesinlikle dokunmayacağını, ya da kendisinin onların kaynaştıkları düzen ve kurumlarına benzediğini söylememiştir.
Günümüzde kimileri, İslâm'ı sunarken bazen "İslâm demokrasisi" bazen "İslâm sosyalizmi" bazen de dünyada egemen olan ekonomik, siyasal ve hukukî düzenlerin sadece "bazı İslâmi düzenlemelere" ihtiyacı olduğunu söyleyerek İslâm'ın gerçek yüzünü gizlemektedirler.
Hayır!.. Konu büsbütün farklıdır. Yeryüzüne yayılmış bulunan bu cahiliyeden, İslâm'a geçiş geniş ve uzun bir süreçtir. İslâmi yaşam biçimi, bugünün ve dünün cahiliye yaşam biçimlerinden büsbütün farklıdır. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu bu sıkıntılı durum; düzen ve kurumların bazı birimlerinde yapılacak eksik ve yüzeysel düzenlemelerle bir çözüme kavuşturulamaz. İnsanlığın kurtuluşu ancak bu geniş ve uzun süreçle, yaratıkların yöntemlerinden Yaratan'nın yöntemine, beşeri düzenlerden beşerin Rabbinin düzenine, kulların egemenliğinden kulların Rabbinin egemenliğine geçişin sağlandığı süreçle başarılabilinir.
Bu, bir gerçekliktir. Bunun gibi diğer bir gerçek de, bunu açıkça söylememiz, insanları şüphe ve tereddüt içinde bırakmamamızdır.
İlk başta insanlar bunu beğenmeyebilir, ürküp kaçabilirler. İslâm'a davetin başladığı ilk dönemde de onu beğenmemişler, ürküp kaçmışlardı. Muhammed'in (s.a.v.) kendi düşüncelerini aşağılaması, tanrılarını ayıplaması, kurumlarını inkar etmesi, adet ve geleneklerinden uzaklaşıp kendi ve kendisiyle birlikte olan az sayıdaki müslümanla cahiliye düzeninden farklı kurum, değer ve gelenekler ortaya koyması onları korkutmuş, ürkütmüştü.
Sonra ne oldu? Sonra ilk başta beğenmedikleri;
"Arslandan ürkerek kaçan yabanî merkeplere benzerler"'(Müddesir, 50-51)diye âyette ifade edildiği gibi ürkenler, onunla savaşanlar; ellerindeki bütün güçle karşı koydukları; Mekke'de zayıf iken korkunç işkenceler yaptıkları, Medine'de güçlü iken savaştıkları, mü'minlerin Rabbine sığındılar.
Davet, ilk dönemde bugünkünden daha güçlü, daha iyi bir konumda değildi. Cahiliye tarafından görmemezlikten geliniyor, reddediliyordu. Makam ve mevki sahiplerinden uzak, Mekke vadisiyle sınırlıydı. O vakit bütün bir dünyaya yabancıydı. Bütün ilke ve amaçlarıyla kendisini reddeden güçlü büyük imparatorluklarla etrafı çevrilmişti. Bütün bunlara rağmen, bugün olduğu ve yarında olacağı gibi güçlüydü. Gerçek gücün unsurları bu akidenin yapısında gizlidir. Üzerine kurulduğu yalın ve açık gerçekte... Gücüne uzun müddet karşı koyma imkanı bulunmayan fıtratla olan uyumunda... İnsanlığın ekonomik, sosyal, bilimsel ve entellektüel alanlarda gelişme ve ilerlemesini sağlayacak güçte gizlidir.
Cahiliyenin bütün bir maddi gücüne karşı koyuşunda, bir tek ilkesinden bile ödün vermemesinde, cahili hevesleri okşamamasında, hiç bir şeyini gizlememesinde; İslâm'ın insanlar için bir hayır, rahmet ve bereket olduğunu açıklarken sergilediği açıklıkta gizlidir. Böylece en kötü, en zor şartlarda çalışma imkanını elinde bulundurmuştur.
İnsanları Yaratan; onların yapısını, kalplerine açılan kapıları, açık ve güçlü bir şekilde, eğip bükmeden Hakk haykırıldığında nasıl karşılık verileceğini bilir.
İnsan nefsinde, bir hayattan başka bir hayata geçiş özelliği, yeteneği vardır. Çoğu zaman bu ona cüzî bazı düzenlemelerden daha kolay gelir. Bir hayattan başka bir hayata tam bir geçiş ve dönüşüm diğerinden yani küçük düzenlemelerden daha üstün daha yetkin ve daha temizdir. Bu geçişi sağlayacak bazı gerekçeler vardır. İslâm düzeni yalnızca orada burada bazı yüzeysel değişiklikler yapacaksa, o zaman cahili düzenden İslâmî düzene geçişin gerekçeleri nedir? Yürürlükteki düzenin ayakta kalması, mantığa daha yakındır. Çünkü en azından varolan bir düzendir. Restorasyonu ve düzenlenmesi mümkündür. Bir çok özelliği ile ona benzediğine göre bunun yıkılmasına, yürürlükte olmayan ve uygulanmayan bir düzene geçilmesine gerek yoktur.
İslâm adına konuşurken, onu insanlara sunarken sanki o itham altındaymış da bu ithamı bertaraf etmek için gayret eden bazı insanlar da görüyoruz. Bu tür gayretlerden biri şudur:
Çağdaş düzenlerin yaptıkları bazı şeyleri İslâm'ın yapmadığı, bu durumun İslâm için bir eksiklik, bir ayıp olduğu şeklindeki değerlendirmelere karşı İslâm'ın bu konularda, yaptıkları çağdaş uygarlığın bindörtyüz yıl sonra yaptığından başka bir şey değildir. Ne bayağı, ne kötü bir savunmadır bu!.
İslâm, cahili düzenlerden ve onlardan kaynaklanan yanlış uygulamalardan gerekçe almaz. Bir çok kimseyi hayrete düşüren, ruhlarını hezimete uğratan bu uygarlıklar, aslında cahili düzenlerden başka bir şey değildir. İslâm'la karşılaştırıldığında onlar eksik, düşük ve bayağı kalırlar. Orada yaşayan halkın durumunun "İslâm ülkesi" ya da "İslâm dünyası" adı verilen yerlerde yaşayanlardan daha iyi olmasının hiç bir önem ve değeri yoktur. Çünkü onların, yani müslümanların bu kötü duruma düşmelerinin nedeni müslüman olmalarından değil, İslâm'ı terkettiklerinden dolayıdır. İslâm kendini insanlara sunarken şu delile dayanır;
O, karşılaştırılamayacak bir şekilde onlardan daha iyidir. O düzenleri yerleştirmek için değil, değiştirmek; uygarlık kisvesine bürünen bu çamur deryasında çırpmanı kutlamak için değil, bu durumdan onu kurtarmak için gelmiştir.
Yürürlükte olan bazı düzen, ideoloji ve fikirlerdeki İslâm'a olan benzerlikler bizi bozguna sürüklemesin. Doğudaki ve Batıdaki bu düzenleri reddediyoruz biz. Onların hepsini reddediyoruz. Çünkü İslâm insanlığın ulaşmasını istediği düzenle karşılaştırılınca onlar geri kalmış düzenlerdir.
İnsanlara bu gerçekle seslenirken, fıtratlarının derinliklerinde bir düşünceden başka bir düşünceye, bir durumdan başka bir duruma geçişi sağlayacak genel İslâm düşüncesinin akidevî bir temelini sunuyoruz onlara. Onlara şöyle seslenirsek ikna edici bir delil getirmeyiz.
Fiilen var olan bir düzenden; uygulanmayan fakat, yürürlükteki sisteminizi az bir değişikliğe uğratacak başka bir düzene gelin. Bunun kanıtı da şudur. Siz şu konuda Onun yaptığı gibi yapıyorsunuz. O sizden adetlerinizin, uygulamalarınızın bir kısmında değişiklik yapmanızı istiyor. Bu konularda sizce çok değerli olanlar olduğu gibi kalacak, onlara azıcık bile dokunulmayacaktır.
Görünüşte kolay görünen budur. Oysa işin aslı öyle değildir. Çünkü gerçek bundan farklıdır. Gerçek, İslâm'ın düşünceleri, duyguları, düzen ve kurumlan, yasaları, kanunları, insanlığın yaşadığı cahiliye hayatını, cahiliye ile hiçbir bağı kalmayacak bir şekilde kökten değiştireceğidir.
Yeterli olan, onları kula kulluktan yalnızca Allah'a kulluğa; hem genel, hem de özel olarak geçişi sağlamasıdır.
"Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin." (Kehf, 29)
"Kim inkâr ederse, Allah alemlerden müstağnidir." (Al-İmrân, 97
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         


Peygamber, yalnız vazifesini düşünür, dedik. Evet, öyle peygamberler gelmiş geçmiştir ki, bütün bir hayat boyu mücadele etmelerine, tebliğde bulunmalarına rağmen, kendilerine inanan tek bir insan olmamıştır.[Bkz. Buhârî, Rikak, 50]
Fakat, onlar, hep itminan içinde kalmışlardır. Zira vazifelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Onların hayatlarının hiçbir lahzasında itiraz işmam eden şu niçinler yoktur: Niçin hizmet edemedim? Niçin bana inanan yok? Niçin bu iş fiyasko oldu? Niçin bu falsolar birbirini takip edip durdu?
Evet, her nebi, sadece, vazifesini nasıl yapacağını düşünür. Bunun için de bütün şartları nazara alır ve vazifesini öyle yapar. Kabul ettirmek, kendi vazifesine dahil değildir. O sahada hüküm, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine aittir. Bir âyet, Allah Resûlü’ne hitaben şöyle demektedir:

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ الله يَهْدِي مَن يَشَاءُ

“Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder.” (Kasas, 28/56)

. Bu itibarla, nebinin mesajı, husûsiyet arzeder. Hiç kimse onu kabul etmese, itibar ve ilgi göstermese de o yine fütûr getirmeden, tereddüt ve paniğe düşmeden, başkalarını kınayıp suçlamalara girmeden vazifesini yapmaya devam eder. Onun içindir ki, bütün peygamberler, her türlü horlanmaya ve hakir görülmeye maruz kalmalarına rağmen, vazifelerinde zerrece bir gevşeklik göstermemişlerdir. İşte tebliğin bu şekli, sadece peygamberlere ait bir sıfattır. Bütünüyle böyle bir tebliğ keyfiyetini, peygamberlerden başkasında görmek âdeta mümkün değildir. Başkalarında, böyle durumlarda çok defa küskünlük ve dargınlık görürsünüz. Ne kadar da olgunlaşırlarsa olgunlaşsınlar, netice almak arzusundan kurtulamazlar. Alamayınca da küskünlük ve bezginlik gösterirler. Sadece nebîlerdir ki, küsmek ve darılmak bilmezler.. ve bu durum onlara ait bir hususiyettir.

Bakınız; Uhud’da başına gelen onca ciğersûz hâdiseler dahi, Allah Resûlü’nü darıltmamış, küstürmemiştir. Dişi kırılmış, miğferin halkaları yüzüne saplanmış, hatta, Ebu Ubeyde bunları, Allah Resûlü’nün yüzünden çıkarabilmek için kendi dişlerinden olmuştur.[İbn Hişam, Sire, 3/85
]
Bütün bunlara rağmen yüzü-gözü kan-revan içinde İki Cihan Serveri sadece şöyle demiştir:

اللهم اهد قومي فإنهم لا يعلمون
“Allahım, kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar!”
[Kâdî İyaz, Şifa, 1/105]

(Bilmiyorlar, şayet Benim peygamber olduğumu bilselerdi böyle yapmazlardı). Nitekim daha sonra O’nu öğrendiklerinde, onlar da canlarını Allah Resûlü’nün önüne bezledeceklerdi. Demek ki o zaman bilmiyorlardı. Bu ve benzeri hâdiseler, bize Allah Resûlü’nün sadr u sinesinin, ne denli inşirah ve genişlik içinde olduğunu gösteriyor. O ve diğerleri “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüzdüler.” Başları yarılsa, dişleri kırılsa şikayet mânâsına, ağızlarından bir “of” dahi çıkmazdı.

“Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar,
Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!”


Evet; her nebi, âdeta böyle der:
“Ağyar ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem.” der ve yoluna devam eder.

Hz. Nûh, Kur’ân’ın ifadesiyle kavmine şöyle seslenmektedir:
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي ضَلاَلَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ

Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok. Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” (A’raf, 7/61).

Hz. Nûh’u böyle konuşturan, hiç şüphesiz kavminin kendisine sapıklık isnad etmesiydi. Onlar, o büyük nebiye saygısızca davranıyor ve:
إِنَّا لَنَرَاكَ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ

“Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.” diyorlardı (A’raf, 7/60). Bugün de değişen bir şey yoktur. Denilenler hep aynı mânâya gelen yakıştırmalardır. Sen sapıksın, sen mürtecisin, sen asrın gerisinde yaşıyorsun ve daha neler neler!..

Devamındaki âyette, Hz. Nûh kavmine şöyle seslenir:

“Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben, sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum.” (Araf, 7/62).

Bende dalalet olmadığı gibi, sizi dalalet ve sapıklıktan kurtarmak istiyorum. Çünkü, ben, size Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir rahmet ve bir elçiyim. Size mesaj sunuyor ve yollarınızı aydınlatıyorum. Çünkü ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum...

Aradan geçen asırlar, kâfiri hiç değiştirmiyor. Bu sefer de Hz. Hûd, dinsizleşen kavmine şöyle sesleniyor:

“Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Fakat ben, Âlemlerin Rabbi’nin gönderdiği bir peygamberim. Size, Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.” (A’raf, 7/67-68).

Değişen bir şey olmuyor: Peygamberler ve kavimleri.. kavimlerinin onlara yakıştırmak istedikleri ve onların kavimlerine verdikleri cevaplar.. evet, bir iki kelime farkıyla hep aynı mânâya gelen sözler, cümleler..

Diğer peygamberleri böyle umûmî bir kaidenin içinde zikrettikten sonra isterseniz sözü Nebiler Sultanı’na getirelim:

Allah (cc) O’na hitaben şöyle buyuruyor:
“Ey örtüsüne bürünen adam! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt.” (Müddessir, 74/1-3).

“Ey örtünüp bürünen (Resûlüm)! Geceyi tamamen değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!” (Müzzemmil, 73/1-4).
Yani, artık örtüye bürünüp yatma zamanı değil; kalk, karanlıkta kalmışların imdadına koş! Şu şaşkınlık ve hayrette kalmış yığınları eğri yolun encamından ve sapıklığın ürperten neticelerinden inzar et. Ve yeri göğü çınlatırcasına, büyük olan Rabbinin büyüklüğünü bütün gücünle haykır! Yer-gök senin âvâzınla inlesin! Cin ve ins, senin bu haykırışlarınla Rabbinin ne büyük olduğunu bir kere daha işitsin.
Ey gecede örtüsüne bürünen Dost! Peygamberlik gibi ağır bir yük seni bekliyor, kalk ibadet yap! Zira Senin Allah tarafından şarj olman gerekmektedir. Çünkü yapacağın çok büyük işler var. Sana anlatılacak olan her şeyi insanlara tebliğ etmen gerekiyor. Böyle ağır bir deşarj olma ameliyesini, Rabbinin seni takviyesi olmadan yerine getiremezsin! Bunu temin edecek de ancak ubûdiyet ve kulluktur..
Evet, Efendimiz gibi her nebi de tebliğ için geldiğini ilan etmiştir, hem de hiçbir şey beklemeden, başka şeylere dilbeste olmadan, ağyara gönül vermeden, gözleri başka şeylere kaymadan, bakışları asla bulanmadan hep insanlığa mesajlar sunup durmuşlardır. Onların nurlu mesajları olmasaydı, bütün insanlık karanlıkta kalacak ve hayvanlardan farkları olmayacaktı.
İnsanoğlunun kaderiyle peygamberlerin bi’seti öylesine iç içedir ki; bir ülkeye peygamber gönderilmemişse, o yörenin insanları, yaptıklarının bazılarından sorumlu tutulmayabilirler. Ama, peygamber gönderilmiş de dinlememişlerse, hesaba çekileceklerinde şüphe yoktur.
İşte, bir ilahî ferman:
وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz.” (İsra, 17/15).
Ve bir başka beyan: “Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi, memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir. Zâten Biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.” (Kasas, 28/59).
Demek ki, Allah (cc) evvela peygamber gönderiyor. Peygamber, vazifesini yapıp ve insanlar uyarılmalarına rağmen hâlâ inkâr ediyorlarsa Allah (cc) da ondan sonra azap ediyor. Her devirde bu böyle olmuştur. Eğer bugün Cenâb-ı Hak, bir kısım kimseleri cezalandıracaksa, bu ancak, mü’minlerin kendilerine düşen tebliğ vazifesini tam yapıp yapmamalarına göre olacaktır. Kendisine tebliğ yapıldığı halde, temerrüdünde devam edenler, işte cezaya hak kazanmış onlardır.
Bundan dolayıdır ki, her nebi, bıkmadan, usanmadan, yılgınlık göstermeden ve tebliğin bütün metodlarını kullanarak irşatta bulunmuştur.
Hz. Nûh, Kur’ân’ın diliyle şöyle der:
“Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine ilan ile davette bulundum. Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum. Dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır..” (Nûh, 71/5-10).

Hz. Nûh:
“Rabbim, cemaatimi gece gündüz durmadan çağırdım. Hep kapılarını vurup durdum. Ancak benim davetim, onların kaçmasını ve firarlarını artırdı. Temerrüd ettiler ve beni dinlemediler. Beni dinlememek için âdeta hep yeni yeni usûller buldular. Bazen kulaklarını tıkadı ve duymamazlıktan geldiler, bazen de elbiselerine bürünüp kendilerini görmemezliğe saldılar.”


 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Şunu ifade etmek zorundayız,Her Peygamber kutlu davasının sıkıntısını her lahza çekmiştir,belki kendi adına olmasada karşılarındaki talihsizler adına bu sıkıntılara gögüs germişler,zorluklar karşısında durmuşlardır.Unutmuyoruz ki imtihan onlar içinde vardır,onlar ulvi ruhlu,latif huylu olsalarda beşerdiler.Allah'ın korumasıdır onları özel kılan,davaları uğruna çektikleri sıkıntılardır,onları olgunlaştıran..Evet bir Resul olmasın ki davaya başladığı ile davasındaki en son anları arasında terakki olmasın,şu varki onlar sürekli terakki ivmesinde ve kutlu davalarının yörüngesinde helezonik bir yükseliş içindelerdi,başka hiçbir beşere nasip olmayan bir haldir bu,davaları,görevleri uğruna her an kıvranmak bir saniye dahi başka bir duygu ve düşünceye meyl etmeme halidir bu.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         


İki Cihan Serveri’nde ise tebliğ, bir huy, bir cibilliyet halindeydi.
O, temiz bir gönül bulup da, ona tebliğde bulunamadığı zaman.. bizim yemek yemediğimiz, içecek su bulamadığımız hatta havayı teneffüs edemediğimiz anlardaki sıkıntıya benzer bir sıkıntı içine girerdi ve âdeta yemeye içmeye karşı lâkayt idi. Bazen günlerce üst üste oruç tutardı.[Buharî, Savm, 20; Müslim, Sıyam,56] Bazen de ölmeyecek kadar yerdi.[ Müslim, Zekat, 126.]
Sanki tebliğ sancısı, onda iştiha bırakmamıştı. Melekler nasıl tesbihle yaşıyorsa Hz. Muhammed (sav) de tebliğle yaşıyordu. Mesajlarına temiz sine bulabilirse o gün zindeydi.

Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu durumunu anlatırken şöyle buyurur:

لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ
“Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kıyacaksın.” (Şuara, 26/3).

Ve yine başka bir âyette, O’na şöyle ferman eder:

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفاً
“Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin.” (Kehf, 18/6).

Evet, O bir yerde simsiyah, secdesiz bir alın görse iki büklüm olur, burkulur ve gördüğü her imansız insan, O’nun içinde âdeta bir hüzün fırtınası estirirdi. Bu O’nun ruhunda zaten vardı. Peygamberlikle daha da bir derinleşti, buudlaştı.

Dinin emirlerine kılı kırk yararcasına riayet etmek mahfuz..
işte size, O’nun tilmizlerinden biri ve asrın dertlisi!
Kendisine niçin evlenmediği sorulunca, cevap verir:

“Ümmet-i Muhammed’in bunca dert ve ızdırabını düşünmekten, evlenmeyi düşünmeye hiç vaktim ve fırsatım olmadı!”

Evet, işte Nebi ve Nebiye varis olanların hâli!
Zannediyorum bugün dünya da bu türlü dertlileri beklemektedir.

Mevzu buraya gelmişken, çok yerde verdiğim bir misali, tekrar etmek isterim. Çünkü bu misal, aynı zamanda mevzumuza da ayrı bir buud kazandıracaktır.
Almanya’da, bir evde pansiyoner olarak kalan temiz nâsiyeli bir arkadaşımız, taşıdığı Muhammedî ruhla ev halkına müessir olmuş, Cenâb-ı Hak da onların hidayete ermelerine onu vesile kılmış. Önce evin erkeği, sonra hanımı ve derken çocukları aynı havayı teneffüs etmeye başlayınca ev cennet köşesinden bir köşe hâline gelmiş... Bir gün evin erkeğiyle bu arkadaşımız karşılıklı oturmuş konuşuyorlar. Bir ara ruhunda hidayetin yeni yeni duygular meydana getirdiği bu zat, arkadaşımıza şöyle der:
“Arkadaş, seni seviyorum. Öyle ki kalbimi açıp, seni oraya sokasım geliyor. Çünkü sen, benim hidayetime vesile oldun. Bana ve aileme ebedî bir hayat kazandırdın. Fakat sana aynı zamanda çok kızıyorum. Öyle ki şu anda bile yakandan tutup seni tartaklamak geliyor içimden. Şimdi bana, “Neden? Niçin?” diye soracaksın. Anlatayım: “Sen gelmeden kısa bir zaman önce, benim babam vefat etti. Halbuki o, müslüman olmaya bizden daha liyakatlıydı. Tertemiz bir ruhu ve yaşantısı vardı. Eğer sen, o ölmeden evvel buraya gelmiş olsaydın, onun da hidayetine vesile olacaktın. İşte bu gecikmen sebebiyle sana çok kızıyorum.”

Bu sitem bana, bütün Avrupa’nın hatta bütün dünyanın iniltisi gibi gelir. Ben, kendi hesabıma yakamdan tutulup hesaba çekileceğimden çok endişe ederim. Çünkü istenen seviyede oralara İslâm mesajlarını götürüp tebliğ edebilmiş değilim...

Tebliğde Hırs
Allah Resûlü, tebliğde çok hırslıydı. Kendisine hak ve hakikatlar anlatılmadık tek insan dahi kalsın istemiyordu. Onun için hiç durmadan ciddî bir tehalükle çırpınıyor ve önüne gelen herkese, usûlüne uygun olarak tebliğde bulunuyordu. İşte O’nun son dakikalarını yaşayan amcasının başucundaki hali!



 

tahsiye72

New member
Katılım
6 Ağu 2006
Mesajlar
350
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
52
..

..

günde 5 vakit namaz kılan birisi her rekatta Allaha diyorki beni sıratı mustakime ulaştır önce sıratı mustakim ne demek insanlara bunu anlatmak lazım peki bir soru sorayım hidayet yoksa din varmıdır? bir insan hidayete ulaşmadan dini yaşayabilir mi? bu 2 önemli kavram meallerde doğru yol diye geçiyor peki ikiside doğru yolsa bul yollar ankarayamı? gider istanbulamı? özetle şunu demek istiyorum bu iki kavram tebliğin kilit taşıdır bence

HİDAYET DOĞRU YOL MU DEMEKTİR?

3/AL-İ İMRAN-73: … innel hudâ hudallâhi
Hiç şüphesiz HİDAYET, Allah’ın (Kendisine) ulaştırmasıdır. (İnsan ruhunun ölümden evvel Allah’a ulaşmasıdır.)…

2/BAKARA-120: … inne hudâllâhi huvel hudâ …
… Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir…

SIRATI MUSTAKÎM DOĞRU YOL MU DEMEKTİR? NEREYE ULAŞTIRIR?

4/NİSA-175: Fe emmellezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Allah’a âmenû olanları ve O’na sarılanları (sarılmayı dileyenleri) Allah, Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm’e (Allah’a ulaştıran yola) hidayet edecektir, ulaştıracaktır.

10/YUNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zatına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.

Allah sadece Sıratı Mustakîm’e tâbî olunmasını ama mutlaka tâbî olunmasını emrediyor. Öyleyse Sıratı Mustakîm’e ulaşmak herkesin üzerine farzdır.

1- Sıratı Mustakîm ve hidayet aynı şey değildir ki ikisi de "doğru yol" olsun.
2- Sıratı Mustakîm; Allah'a doğru istikamet üzere olan, Allah’a ulaştıran yoldur.
3- Hidayet ise herşeyden evvel yol değildir. Hidayet, Allah'a ulaşmaktır. Hidayet, insan ruhunun Allah'a ulaşmasıdır. Üstelik de ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır. Yani hidayet yol değildir, hidayet bir vetiredir.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Tahsiye kardeşim yazınıza bir gözgezdirdik.Hidayeti veren Allah cc dür.Haksız değilsindir,bazen olur ki Allah tasarruf eder de kalpleri açı verir,Allah dilediğini yapar.Lakin kulda cehd olurda,fiili,kavli isterde Allah'ta kendine yöneleni eli boş geri çevirmez.Demek dosdoğru yol da olanlar ekser böyledir,mücahid tir.İnsan bir adım ilerlesin ki aradaki mesafeler Rahman'ın izniyle kısalı versin.Anladığımız,söyleyeceğimiz budur.baki selamlar.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Ebû Tâlib’i Daveti

Ebû Tâlib’i Daveti


          Ortalanmis Mesaj         


Ebû Tâlib’i Daveti


Ebu Talib, kırk seneyi aşkın bir zaman Allah Resûlü’nü himaye etmiş bir insandı. Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde bütün Mekke müşrikleri, ilk defa karşılarında aşılmaz bir sur gibi Ebu Talib’i bulmuşlardı. Onu çiğneyip geçmeden Allah Resûlü’ne ulaşmaları mümkün değildi.

Allah Resûlü’nün hatırına bütün sıkıntılara göğüs geren, ihtiyarlık ve yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bir de üç senelik ambargo dönemine karşı kavga vermek zorunda kalan Ebu Talib, ölüm döşeğinde ve son nefeslerini vermektedir. Allah Resûlü fırsat buldukça onun yanına gelir ve ısrarla “Lâilâhe illallah” demesini ister ve:
“De ki, âhirette sana şefaat edeyim.”der. Ancak o esnada Ebu Talib’in etrafını saran karanlık ruhlu insanlar, onun hidayetine mani olurlar. O, son nefesini verirken: “Abdülmuttalib’in dini üzerine” der ve –Allah bilir- gemiyi kaçırır. Allah Resûlü, hıçkırıklarını tutamaz, hüngür hüngür ağlar ve
“Men edilmediğim müddetçe sana istiğfar edeceğim.” der.[İbn Kesir, el-Bidaye, 3/153] Ancak daha sonra gelen bir âyet, O’nun sinesinde kanayan bu ızdıraptan onu men eder. O artık, Ebu Talip için istiğfar da edemeyecektir;

zira âyet şöyle demektedir:

“(Kafir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.” (Tevbe, 9/113).

O’nun, Ebu Talib’in hidayeti hususunda ne kadar istekli olduğunu en iyi bilen insan Ebu Bekir’dir. Mekke fethinde Allah Resûlü’ne iman ettiğini orada ikrar etmesi ve Resûlullah’ın mübarek elinden tutup musafahada bulunması düşüncesiyle yaşlı babası Ebu Kuhâfe’yi İki Cihan Serverinin yanına getirir. Gözleri görmeyen bu yaşlı insan, iman ettiğini ilan ederken, Ebu Bekir bir köşeye çekilir ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Resûlü, niçin ağladığını sorunca da, mağara arkadaşı O’na şu cevabı verir:“Ya Resûlallah, babamın hidayete ermesini çok arzu ediyordum ve işte Allah (cc) ona bu hidayeti nasib etti. Ancak ben, Ebu Talib’in hidayetini, kendi babamdan daha çok isterdim. Çünkü onu Sen de çok arzu ederdin. Fakat ona hidayet nasip olmadı. İşte bunu hatırladım ve onun için ağladım.”[İbn Hişam, Sire, 4/48; Müsned, 3/160; İbn Hacer, İsâbe, 4/116]


 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
İhdinassıratal Mustakim. (Bizi hidayet et dosdoğru yola)

Elif, Lam, Mim... Zalikel kitabu la raybe fih hudellil muttekin...

(İşte bu kitap kendisinde hiç bir şüphe yoktur, muttakiler için hidayet rehberidir...)

Muttakiler için...
Muttakiler için...
Muttakiler için...

Seyyid Kutub Tefsirinden:

6- Bizleri doğru yola ilet,

7- Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil.

"Bizleri doğru yola ilet." Yani "Bizleri, hedefe ulaştırıcı doğru yolu tanımaya ve bu yolu tanıdıktan sonra onun sebatlı izleyicisi olmaya, ondan hiç ayrılmamaya muvaffak eyle". Çünkü doğru yolu tanımak ve bu yolun kararlı izleyicisi olmak, bunların her ikisi de Allah'ın hidayetinin, gözetiminin ve rahmetinin ürünü olduğu gibi, bu konuda Allah'a yönelmek de yardım kaynağının yalnız Allah olduğu inancının doğal bir sonucudur. Mümin kulun, hakkında Allah'dan yardım dileyeceği ilk ve en önemli şey budur. Sebebine gelince, doğru yola iletilmiş olmak, bu yolu bulmak, kesinlikle hem dünya ve hem de Ahiret mutluluğunun garantisidir. Aslında bu yaklaşım, insan ile varlık bütününün, alemlerin Rabbi olan Allah'a yönelik hareketlerini koordine eden genel ilâhî kanuna insan fıtratının uyum sağlaması, bu genel ilkeyi algılayıp benimsemesi olayıdır.

Bu sure, namazların her rekâtında okunmak üzere belirlenen ve onsuz kılınacak namazın kabul olunmadığı bir suredir. Kısa olmasına rağmen bu sure, İslâm düşünce sisteminin sözünü ettiğimiz temel ilkelerini ve bu düşünce sisteminden kaynaklanan insan bilincine yön verici ana prensipleri içerir.

Müslim'in, Alâ b. Abdurrahman yolu ile Hz. Ebu Hureyre'ye dayandırarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"Yüce Allah şöyle buyurur: "Ben namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı bana ve öbür yarısı kuluma aittir. Kulum istediğine kavuşacaktır."

Kul, "Elhamdü lillâhi rabbilalemin" dediği zaman, Allah, "Kulum bana hamd etti" der. Kul, "Errahmanirrahim" dediği zaman, Allah, "Kulum, bana övgü sundu" der. Namaz kılan kul, "Maliki yevmiddin" dediği zaman, Allah "Kulum benim şanımın yüceliğini ifade etti" der.

Namaz kılan kul, "İyyake na'budu veiyyake nesteın" dediği zaman, Allah, "Bu söz hem bana ve hem de kuluma aittir. Kuluma istediği verilecektir" der. Kul, "İhdinessıratal müstakim, sıratallezine en'amte aleyhim, gayrilmağdubi aleyhim veleddallin" dediği zaman, Allah, "Bu söz tamamen kulumla ilgilidir, ona istediği verilecektir" der."

Umarım, bu sahih hadis, yaptığımız açıklamalara ek olarak, Fatiha suresinin günde en az onyedi kez ya da kıldığımız her rekâtta okunmasının zorunlu olmasında gizli olan sırların anlaşılmasına yardım eder.

KULUMA İSTEDİĞİ VERİLECEKTİR...
KULUMA İSTEDİĞİ VERİLECEKTİR...
KULUMA İSTEDİĞİ VERİLECEKTİR...

VERECEK OLAN KİM ALEMLLERİN RABBİ ALLAH...
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Vahşî’yi Daveti

Vahşî’yi Daveti


          Ortalanmis Mesaj         


Vahşî’yi Daveti

Allah Resûlü, nasıl amcası Ebu Talib’in hidayetini istiyor ve bu mevzuda ısrar ediyordu, aynı şekilde, öz amcası, Allah’ın Aslanı Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’nin hidayetini de istiyor ve onun hidayeti için ısrarda bulunuyordu.
İşte, konuyla alâkalı tarihin kaydettiği hâdisenin içyüzü:
Allah Resûlü, amcasının kâtili Vahşi’yi doğru yola davet eder, birisiyle mektup gönderir ve hak din olan İslâm’a girmesi için Vahşi’yi yanına çağırır. Ancak Vahşi, gelen şahsa bir mektup yazar, verir.

Mektupda aşağıdaki âyet-i kerime yazılıdır:

“Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur. Kıyâmet günü azabı kat kat olur. Ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır.”
(Furkan, 25/68-69).

Vahşi, bu âyetin altına şu satırları yazmayı ihmal etmemiştir:

Sen beni müslüman olmaya davet ediyorsun ama, ben, bu âyette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim ve bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affolur mu ki, ben de müslüman olayım?

Allah Resûlü, ikinci bir mektup daha gönderir. Bu defa mektuba şu âyeti yazar:

“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur.”
(Nisa, 4/48).

Vahşi, bu defa da, âyette affın kat’î olmadığını, meşiet-i ilahiye bırakıldığını Resûlullah’a intikal ettirir. Bunun üzerine de O Şefkat Peygamberi, üçüncü bir mektup daha gönderir.

Bu mektupta ise şu âyet yazılıdır:

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan çok esirgeyendir.”
(Zümer, 39/53).

Vahşi, ancak bu üçüncü mektuptan sonra gelir ve Allah Resûlü’ne biat eder. O da artık sahabe arasında sayılacak ve sonuna “ra” eklenmeden ismi anılmayacaktır. Ancak o, Hz. Hamza’nın katiliydi. Ne kendisinin ne de başkasının bunu unutması mümkün değildi. Vahşi, belki ahirette böyle bir günahın hesabını vermeyecekti. Çünkü o, cinayet günü müslüman değildi ve İslâm’a girmesiyle de bütün geçmiş günahları affolmuştu. Bu yönüyle talihliydi..
ancak öldürdüğü insan da Hz. Hamza’ydı!..
Hamza ki, ormanda aslanların ödünü koparan bir efsanevî insanken Resûl-i Ekrem’in önünde dize gelmiş, müslüman olmuş; hatta İki Cihan Serveri’nin tuttuğu aynı memeyi tutmuş olması itibarıyla Allah Resûlü’ne sütkardeşlik payesiyle de serfirazdı.[İbn Hacer, İsâbe, 1/353]

O, İslâm’a gireceği ana kadar müslümanlar korku içindeydi. Hamza müslüman olunca onların kükreyişleri, Arap Yarımadası’nı velveleye vermişti. Ve, işte vahşet içinde olduğu bir dönemde Vahşi, bu Hamza’nın kanına girmiş..
Uhud’da elinde taşıdığı talihsiz mızrağını Hz. Hamza’nın bağrına saplamıştı. Hayatı boyunca Allah’tan başka her şeye لاَ (Hayır) diyen Hamza, kendisine saplanan mızrak üzerine çökerken yine bir لاَ meydana getiriyor ve yere bir لاَ gibi yıkılıyordu ki; biraz sonra Allah Resûlü, onu uzuvları paramparça halde görecek, başucuna oturacak ve bir çocuk gibi ağlayacaktı. Şehidler yıkanmazdı; ancak Allah Resûlü Hamza’yı yıkadı ve âdeta su yerine de, kevserden daha kıymetli gözyaşlarını kullandı... Evet, Allah Resûlü onun başında bu derece gözyaşı dökmüştü. İşte şimdi bu cinayetin katili Vahşi, Allah Resûlü’ne kanlı elini uzatmış biat ediyordu. Allah Resûlü’nün tebliğ anlayışına bakın ki, O, bu eli tutuyor ve Vahşi’nin İslâm’a girişini tebrik ediyordu. Zaten ısrarla Vahşi’yi bizzat kendisi davet etmişti.[Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7/100, 101]

Vahşi, iman ettikten sonra Allah Resûlü, onun kulağına eğildi ve şu sözleri fısıldadı:
“Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati gösteremeyebilirim. Böylece sen, talihsizliğe itilmiş ben de vazifemi tam yapmamış olurum.”

Vahşi, bir sahabi şuuru içinde Allah Resûlü’nün bu ricasına ve emrine asla muhalefet etmedi. Daima Allah Resûlü’nden uzakta durdu ve O’na görünmemeye çalıştı. Ancak, her dakika ve her saniyesi de, Allah Resûlü’nden gelecek ikinci bir daveti beklemekle geçti. O, bir direğin arkasından Allah Resûlü’ne bakıyor, O’nun bakışını yakalamaya çalışıyor ve kendi kendine, “acaba”, diyordu, birgün gelir de bana: “Artık görünebilirsin”, der mi?
Vahşi, o mutlu günü bekleye dursun, birgün kendisine o müthiş ve acı haber ulaştı. Allah Resûlü, gurûb edip aramızdan ayrılmıştı. Vahşi, beyninden vurulmuşa döndü. Zira artık, kendisinin çağrılacağına dair hiçbir ümidi kalmamıştı.
Vahşi’nin bundan sonraki günleri hep günahına keffaret aramakla geçecekti. Nihayet Yemâme harbi patlak verdi. Derhal Halid’in ordusuna girdi ve Yemâme’ye yollandı. Bu, onun için kaçırılmaması gereken bir fırsattı. İslâm’ın en büyük bahadırlarından birini öldürmüş bir günaha girmişti. Her ne kadar o günah affolsa bile, Vahşi’nin vicdanı, o günahın tesiriyle cehennem gibi yanıyordu. Şimdi onun karşısında bir fırsat vardı: İslâm’ın en büyük düşmanı Müseyleme’nin halledilmesi. Vahşi, Hamza’nın bağrından çıkarıp sakladığı paslı mızrağını yanına alarak, Yemâme harbine katıldı. Harp günlerce sürdü. Müseyleme ve ordusu, ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Bir ara, kaleden dışarı çıkıp kaçmak isteyen Müseyleme, nöbet bekleyen bir sahabî tarafından görüldü. Onu gören sahabî,
Vahşi’ye seslendi ve: “İşte Allah düşmanı gidiyor.” dedi. Bunu duyan Vahşi, hemen paslı mızrağı eline aldı ve aynen, seneler önce Hz. Hamza’nın bağrına sapladığı gibi, bu defa da Müseyleme’nin bağrına sapladı. Onun attan düşüp yere yıkıldığını görünce, kendisi de secdeye kapandı.[Buharî, Megâzi, 24; İbn Hişam, Sire, 3/76-77]

Gözyaşları içinde âdeta Allah Resûlü’nün rûhaniyatına hitaben:
“Artık gelebilir miyim, Yâ Resûlallah!” der gibiydi...
Biz, Allah Resûlü’nün ona ne cevap verdiğini bilemiyoruz. Ama ihtimal ki, Allah Resûlü’nün rûhaniyatı da Yemâme’de hazır bulunmuş ve Vahşi’nin bu denli inkisar dolu yakarışı, O’nu da rikkate getirmiş ve yaptığı civanmertliği tebrik için de Vahşi’yi bağrına basmış ve “Artık bana görünebilirsin”, demiştir. Bilemiyoruz. Bu bir, buud meselesidir. Bizim, bu hâdiseyi nakledişimiz ise, Allah Resûlü’nün tebliği hakkında bir fikir verebilmek içindi...

Evet, görüyoruz ki, Allah Resûlü, en az babası kadar sevdiği ve yine, en az öz kardeşi kadar üstüne titrediği Hz. Hamza gibi bir büyük ruhun katili için dahi, bir rahmet oluyor. Vahşi’nin İslâm’a girmesi için, belki elli yolu deniyor ve Vahşi gibi bir insandan dahi bir sahabî çıkarıyordu. Acaba, O’nda tebliğ düşüncesi, O’nun tabiatıyla bütünleşmemiş, O’nun fıtratına yerleşmemiş ve ruhunun bir parçası haline gelmemiş olsaydı, Allah Resûlü’nün Vahşi gibi bir insanı, ısrarla İslâm’a daveti hiç mümkün olur muydu? Hayır, O’nun bu tehâlükünde, tebliğin Nebiye ait bir sıfat olma hakikatı saklıydı. Bu itibarla da O, başka türlü davranamazdı.



 

tahsiye72

New member
Katılım
6 Ağu 2006
Mesajlar
350
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
52
..

..

Dünyada ve Türkiye''de İslâm yaşanmıyor.
Bugün bütün dünyadaki İslâm ülkelerinde ve Türkiye''de İslâm yaşanmıyor.
Şeriat kaideleri ile yaşamak İslâmı yaşamak değildir. Çünkü şeriat eksiktir. Çünkü Kur''ân-ı Kerim''deki, insanı cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna ulaştıran farzlar bugün uygulanmakta olan şeriatın muhtevasında yoktur. Bu sebeple şeriat uygulanan hiçbir İslâm ülkesinde İslâm yaşanmamaktadır.
"Biz İslâmın 5 şartını yerine getiriyoruz, öyleyse İslâmı yaşıyoruz" diyenler İslâmı yaşamıyorlar.
Türkiye''de "şeriat geri gelirse İslâmı ancak o zaman yaşarız" diyenler ise bugün yaşamadıkları gibi o zaman da İslâmı yaşayamazlar.
Çünkü...
Çünkü İslâm 14 asır evvel yaşandı. Peygamber Efendimiz SAV ve sahabe, sadece onlar...
İslâm deyince, Kur'ân-ı Kerîm'deki İslâm anlaşılıyorsa, bu İslâmı Sahabe yaşadı bir bütün olarak.
Çünkü onlar Kur'ân-ı Kerîm'in bütününe iman ettiler ve Kur'ân-ı Kerîm'in bütününü hayatlarına takbik ettiler, onu bütün safhalarıyla yaşadılar...

"Ha entüm ülâi tuhibbünehüm ve lâ yuhibbuneküm ve tü'minûne bilkitâbi küllih." Al-i İmran-119
Onlar size muhabbet duymazken (sizi sevmezken, size buğzederken) siz onlara muhabbet beslersiniz. Çünkü siz kitabın bütününe iman edersiniz...

Peki bugün bütün dünya müslümanları kitabın bütününe tabi oluyor mu, olmuyor mu?
Olmuyor. Hem de bütün hayatî konulardaki Kur'ân-ı Kerîm emirleri uygulanmıyor. Kur'ân-ı Kerîm'de bütün emirler var. Ama hayatî önem taşıyan emirler, sahabeyi İslâm yapan emirler, onlar tatbik edilmezse, insanın İslâm olması mümkün olmayan emirler, tatbik edilmiyor...
Yok edilmiş, bütün dünya müslümanlarının hayatlarından koparılmış...
O emirlerki insanları mutlaka cennet ve dünya saadetine sadece onlar ulaştırabilir.
Bir ihanetle karşı karşıyayız! 14 Asırda safha, safha tamamlanan bir ihanetin son safhasındayız.
Kimse de vaziyetin vahametinin farkında değil...
İSLÂMDAN NELER KOPMUŞTUR?
Diyanet Teşkilatının üst düzeyini Teşkil edenler, Türkiye'de 14 asır evvel yaşanan İslâmın yaşanmasına bilmeden engel oluyorsunuz.
İslâmın yaşanması deyince şeriatı kasdetmiyorum. Bugün şeriatın tatbik edildiği ülkelerde de İslâm yaşanmıyor. Kur'ân' daki İslâm yaşanmıyor. Sahabeyi mutluluğa ulaştıran ve "Asrı Saadet" olarak zamana damgasını vuran, 14 asır evvelki İslâm yaşanmıyor.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
İkrime’yi Daveti

İkrime’yi Daveti


          Ortalanmis Mesaj         


İkrime’yi Daveti

İkrime’nin düşmanlığı, Vahşi’den de artıktı. O, İslâm’ın bizzat kendisinin düşmanıydı. Yani o, düşmanlığını şuurlu olarak yapıyordu. İkrime’nin neşet ettiği evde bulunanların hemen hepsinde, İslâm’a karşı cibillî bir düşmanlık vardı. Evin reisi, Ebu Cehil’di. Ondaki cehalet, bütün haneye sirayet etmiş ve Ebû Cehil’in evi, o koyu küfür karanlığıyla âdeta gayyâ haline gelmişti. O evde İslâm’a giren herkes, en ağır şekilde eza ve cefaya marûz kalıyor ve kat’iyen rahat bırakılmıyordu.

İkrime, sanki İslâm düşmanlığında babasıyla yarışır gibidir. Babasının katıldığı hemen bütün hiyanet hareketlerine o da katıldı. Küfür gözünü kör etmişti. Mekke fethedildiği halde o hâlâ temerrüd ediyordu. Evet, niceleri, Mekke’nin fethiyle birlikte derhal müslüman olmuş ve nur hâlesine girmişti ama, İkrime’nin husûmeti, devam ediyordu. Zaten o, Mekke fethi sırasında da müslümanlara karşı kılıç kullanmış ve sonra da Yemen’e kaçmıştı...

Ümmü’l-Hakem, İkrime’nin hem hanımı, hem de amcasının kızıydı. Bu kahraman kadın, sırf vefa borcunu ödemek için Yemene kadar gitti ve kocasını ikna ederek geriye getirdi. Ancak, İkrime’nin, Allah Resûlü’nün huzuruna çıkacak yüzü yoktu. Çünkü yapmadığı düşmanlık ve Allah Resûlü’ne revâ görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştı. Geçtiği yollara diken serpilecekse, herkesten evvel o koşturmuştu; başına toprak saçılacaksa, en evvel bu işe o sahip çıkmıştı. Ancak Allah Resûlü hırsla İkrime’nin de hidayetini istiyor ve Vahşi’ye gösterdiği aynı hassasiyeti ona da gösteriyordu.

İkrime, İki Cihan Serveri’nin huzuruna girdiğinde,
Allah Resûlü, kendine yakışır büyüklükle ona hitaben:
“Ey hicret yolcusu Merhaba!” dedi.
İslâmî mânâda hicret bitmişti; ancak, Allah Resûlü, onun uzak yollardan geldiğine telmih için böyle demişti. Bu cümle, İkrime’nin kalbindeki bütün buzları eritmeye yetti.
Allah Resûlü’nün ellerine sarılarak O’ndan dua istedi:
“Dua et, Yâ Resûlallah!. Ve bütün yaptığım düşmanlıklar için benim namıma istiğfar et!” dedi.
Allah Resûlü de, ellerini kaldırdı dua etti. İkrime coştu, kendinden geçti. Zira, hiç de böyle bir alâka beklemiyordu. Beklemiyordu, çünkü o âna kadar, Allah Resûlü’nü de herhangi bir insanla kıyas ediyor ve sıradan bir insanın yapabileceği muameleyle karşılaşacağını sanıyordu. O’ndan bu iltifatları görünce, bu zannında hata ettiğini anladı. “Ya Resûlallah!” dedi, “bundan böyle, Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum...” Ve Yermük’te sözünde durdu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı.
İkrime, Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “ağlama” der, “ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hişam girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi.” İşte o zaman İkrime: “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Resûlü girdi.” der ve Allah Resûlü’nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Ya Resûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?” ve son nefesinde de:

تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
âyetini okur ve ruhunu Allah’a teslim eder.
[Hâkim, Müstedrek, 3/241, 242, 243; İbn Hacer, İsabe, 2/496]

Âyet meal olarak şöyle demektedir:

Rabbim beni müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et!”
(Yusuf, 13/101).

Evet, Allah Resûlü’nde, insanların hidayete ermesi mevzuunda bir hırs vardı.
O, tebliğde bir erişilmezliği temsil ediyordu. Binlerceye, yüzbinlerceye elini uzatıyor ve binlerceyi, yüzbinlerceyi aydınlık iklimine çekiyor; çekiyor ama yine de doyma bilmiyordu. Zira engin rahmetinden, herkesi istifade ettirmek istiyordu. Evet O, can düşmanı hasımlarına bile şefkat elini uzatıyor ve böylece peygamberlerdeki tebliğ sıfatının nasıl erişilmez bir ufuk olduğunu gösteriyordu.


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         


TEBLİĞ YAPILIRKEN KULLANILMASI
GEREKEN ÜSLUP



Tebliğ yapılırken kullanılan üslup son derece önemlidir. Müslümanların Allah'ın Kuran'da tarif ettiği ılımlı, yumuşak, hoşgörülü, sakin ve sevecen üslubu özümsemesi gerekir. Müslümanlar olgunlukları, hoşgörüleri, itidal, tevazu ve sükunetleri ile tüm dünyaya örnek olmalı, insanları kendilerine ve dolayısıyla İslam ahlakına hayran bırakmalıdırlar.
Bir Müslümanın diğer insanlardan isteği, onların da Allah'a iman etmesi ve güzel ahlakla yaşamasıdır. Bu ise ancak Allah'ın o insanlara da hidayet vermesiyle mümkün olur. Bir kişi ne yaparsa yapsın, insanlara ne kadar gerçekleri anlatırsa anlatsın, kalpler Allah'ın elindedir.
Allah, "iman edenler hala anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu" ayetiyle, bu çok önemli gerçeği Müslümanlara hatırlatmaktadır. (Rad Suresi, 31) Aynı gerçeği vurgulayan bir diğer ayet şöyledir:

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü'min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın?
(Yunus Suresi, 99)

Bu nedenle bir Müslümanın görevi, sadece gerçekleri anlatmak, insanları bu gerçeklere davet etmektir. İnsanların bunu kabul edip etmemeleri, tamemen onların vicdanlarına kalmış bir meseledir. Allah bu gerçeği yine Kuran'da bildirmekte, "dinde zorlama olmadığını" (Bakara Suresi, 256) haber vermektedir. Dolayısıyla ne insanların iman edip Müslüman olmaları, ne de Müslüman olanların ibadetleri yerine getirmeleri veya günahtan sakınmaları için hiç bir zorlama yapılamaz. Sadece öğüt verilir. Tüm Müslümanların Allah'ın Kuran'da tarif ettiği ılımlı, yumuşak, hoşgörülü, sakin ve sevecen üslubu özümsemesi gerekir. Müslümanlar olgunlukları, hoşgörüleri, itidal, tevazu ve sükunetleri ile tüm dünyaya örnek olmalı, insanları kendilerine ve dolayısıyla İslam ahlakına hayran bırakmalıdırlar. Sadece bu alanlarda değil, bilim, kültür, sanat, estetik ve toplumsal düzen gibi alanlarda da büyük atılımlar ve güzel eserlerle hem İslam'ı en güzel şekliyle yaşamalı hem de dünyaya temsil etmelidirler. İslam'ı insanlara anlatmanın da, İslam'a karşı olan fikirlerle fikren mücadele etmenin de yolu bu saydığımız kavramlardan geçmektedir. Allah, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir." (Nahl Suresi, 125)
ayetiyle bir Müslümanın diğer insanlara karşı kullanacağı üslubun nasıl olması gerektiğini açıkça bildirmektedir.

1. Samimi ve içten olmak


Allah müminleri samimiyetlerine göre değerlendirir. Bu nedenle de Kuran'da en çok üzerinde durulan konuların biri budur. Allah'a karşı tam ihlaslı olmak, mümini Allah'a yaklaştıran, kendisini geliştiren ve başarı kazanmasına vesile olan önemli bir vasıftır. Hidayeti Allah'ın vereceğini bilerek, dinin menfaatini gözeten bir tavır ve samimi, içten bir ruh hali ile tebliğin yapılması gerekir. Konuşurken de aynı şekilde içten, samimi bir üslup kullanmak tebliğ için önemli bir şarttır.

2. Sabırlı olmak



İnsanın imanının sağlamlığını gösteren en önemli özelliklerden biri sabırdır. Mümin, her türlü engele, her türlü kötü şarta rağmen ölene kadar Allah'ın rızası için çalışır durur. Sabır budur ve ölüme kadar sürer. Kuran'da pek çok ayette sabrın önemi üzerinde durulur. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:

Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telaşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler. (Rum Suresi, 60)
Sabrın en çok gösterileceği alanlardan biri de tebliğdir. Mümin, karşısındaki kişide iman ışığını gördüğü sürece, ona karşı anlayışlı olmalı, ona bu tavırlarını düzeltmesi için zaman tanımalıdır. Dini tanımayan insanların yanlış hareket ve düşüncelerini, boş konuşmalarını ve sunulan güzellikler karşısındaki anlayışsızlıklarını sabır ve hoşgörü ile karşılamak durumundadır. Üstelik mümin bunu büyük bir zevkle yapar. Çünkü tek bir kişinin dahi İslam'a karşı kalbinin yumuşamasına vesile olmak çok büyük bir iştir.
Mümin kişi yaptığı tebliğ yüzünden başka kişilerden ya da tüm bir kavimden tepki görebilir. Ama durmamalıdır, her türlü zorluğa, sonuçsuzluğa rağmen tebliği sürdürmelidir.
Yeryüzünde 950 yıl yaşayan (Ankebut Suresi, 14) ve bu zamanın önemli bölümünü kavmine tebliğ yapmakla geçiren Hz. Nuh, bu konudaki sabrıyla en güzel örneklerden biridir. Hz. Nuh'un kavmine yaptığı tebliği anlatan sözlerini Allah Kuran'da şöyle haber verir:
Dedi ki: "Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum." "Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı." "Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler.' "Sonra onları açıktan açığa davet ettim." "Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla yanaşmak istedim." "Bundan böyle" dedim. "Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır. (Nuh Suresi, 5-10)

3. Hikmetli konuşmak

Konuşmada hikmet, yani özlü, isabetli, ihtiyaca yönelik, ikna ve tatmin edici, etkileyici bir biçimde konuşmak, büyük bir sanattır. Allah, Kuran'da sevdiği kullarına özel bir hikmet verdiğini bildirir. Örneğin Hz. Davud için Allah "Onun mülkünü güçlendirmiştik, Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik" (Sad Suresi, 20) şeklinde buyurmaktadır. Bir diğer ayette ise Allah şöyle bildirmektedir:
Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Bakara Suresi, 269)
Tebliğ yapan müminin hikmetli konuşması çok önemlidir. Nitekim ayette Allah, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır..." (Nahl Suresi, 125) emrini verir. Dolayısıyla mümin, hikmetli konuşabilmek için Allah'a dua etmeli, fiili dua olarak da mümkün olduğunca bu konu üzerinde düşünüp kendini ölçmelidir. Hikmetli bir tebliğin nasıl olması gerektiği ana hatlarıyla bellidir:
Tebliği yapan kişinin karşısındakinin ihtiyaçlarını tespit ettikten sonra, bunlara en güzel ve en etkileyici şekilde cevap vermesi gerekir. Allah'ın dinini anlatırken müminin gösterişli ve ağdalı üsluptan kaçınması gerekir. Bilgi göstermeye yönelik yapay bir çabaya girmeden, kişinin tam ihtiyaçlarına yönelik ve onun kalbini rahatlatacak, tatmin edici, netice verici, açık ve net bir üslupla, kısacası hikmetli bir biçimde konuşmak, tebliğ yapan müminin sahip olması gereken çok önemli bir özelliktir.
Hikmet, müminin Kuran ayetlerine olan hakimiyetiyle de doğru orantılıdır. Allah'ın ayette bildirdiği, "Onların sana getirdikleri hiçbir örnek yoktur ki, Biz (ona karşı) sana hakkı ve en güzel açıklama tarzını getirmiş olmayalım" (Furkan Suresi, 33) hükmüne göre, inkarcıların öne sürdüğü her türlü çarpık mantığın cevabı, Kuran'da vardır. Mümin, Kuran'ı çok iyi bilir, özümser ve karşılaştığı her olayı Kuran süzgecinden geçirerek yorumlarsa, karşı tarafın soru ve çarpık mantıklarına karşı en isabetli ve en hikmetli cevabı verebilir.

4. Güçlü, Asil ve Tevazulu Bir Karakter


Mümin, Allah'ın kendi ruhundan üflediği, kendisinden hoşnut olduğu ve yaratılmış tüm canlılara üstün kıldığı bir varlıktır. İnkarcılara karşı ise, onların fiziksel ve maddi güçleri ne kadar çok gibi gözükse de, "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz" (Al-i İmran Suresi, 139) hükmünün sırrıyla kahhar bir üstünlüğe sahiptir. Bu üstünlük sürekli hissedilirse tavırlara da yansır ve kendisine tebliğ yapılan kişi de doğal olarak bu güçten etkilenir.
Sadece Allah'a kulluk eden mümin, aynı zamanda Kuran'dan edindiği üstün bir karaktere ve peygamber ahlakına benzer bir ahlaka sahiptir. Hiçbir zaafı yoktur ve hedefi sadece Allah'ın rızasını kazanmaktır. İmanın ona verdiği olgunluk ve sahip olduğu büyük hedefler sayesinde hep büyük düşünür, küçük ve basit hareketlere tenezzül etmez, bu yüzden asil olur. Tebliğ yapan müminin bu asilliği sergilemesi, bununla birlikte kalender, cana yakın tavırları dini tanıyacak kişiyi olumlu yönde etkileyecektir.



islamadavet.org'dan alıntı...



 

lotus

New member
Katılım
30 Mar 2007
Mesajlar
407
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Allah razı olsun Seyfullah kardeşim.
 

tahsiye72

New member
Katılım
6 Ağu 2006
Mesajlar
350
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
52
..

..

Âyetler ve sırlarının FATİHA suresinde aldığı muhtevâ çok özel bir anlam’a ihâta ediyor. FATİHA suresi, başlı başına bir Kur’an-ı Kerîmdir, Allah’u Tealâ buyuruyor:

1/FATİHA: Bismillâhir rahmânir rahîm. El hamdu lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne). Er rahmânir rahîm(rahîmi). Mâliki yevmid dîn(dîne). İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu). İhdinas sırâtel mustakîm(mustakîme). Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).


Bismillâhir, Allah’ın ismi ile, ki
- rahmânir, O Rahmandır ve
- rahîm, Rahîmdir
- el hamdu, Hamd
- lillâhi,
İlâhiye
- rabbil, ki O Rabbidir
- âlemîn, âlemlerin
- Er rahmânir, O ki Rahman
- Rahîm, Rahimdir
- Mâliki, sahibidir
- yevmid dîn, din gününün
-
İyyâke, sadece
- na’budu, Senin kulun (*)
- ve iyyâke, ve sadece Senden
- nestaîn, istianeyi isteriz (**)
-
İhdinas, bizi
- sırâtel
, yola ulaştır
- mustakîm,
istikâmetlenmiş
- Sırâtallezîne, onların yolu ki
- en’amte, nimet (devrin imamının ruhu)
- aleyhim, verilmişlerin
- gayril magdûbi, üzerlerine gadap
- aleyhim,
verilmişlerin; ve lâd dâllîn, ve dalalette kalmışların değil.

Bismillâhirrahmânirrahîm. Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Rahmân’dır, Rahîm’dir. Dîn gününün MALİK’idir. (Allah’ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz. (Bu istiane’n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM’e (Allah’a ulaştıran yola) hidayet et (ulaştır). O (SIRATI MUSTAKÎM) ki; (başlarının) üzerlerine (Devrin İmamı’nın ruhunu) ni’met olarak verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.


(*) Sevgili okuyucularımız, sevgili kardeşlerimiz; kul olmak ve kulluk etmek aynı şey değildir! İslâm’ın 5 şartıyla yaşayan herkes Allah’a kulluk eder; eyer sadece İslâm’ın bu 5 şartıyla yaşıyorsa, hiçbir zaman Allah’ın kulu olamaz; sadece Allah’a kulluk eder. Allah’a kul olmanın ardında 7 safhayı yaşamak ve 4 teslimi gerçekleştirmek yatar; işte asıl hedefler bunlardır. Ama bu hedeflere ulaşabilmek için evvela Allah’a ulaşmayı dilemek gerekir, daha sonra zikir gerekir daha sonra İslâm’ın 5 şartını yerine getirmek gerekir. Allah’a kul olmak bir hedeftir; Allah’a kulluk etmek ise vasıtaları kullanmaktır. Amaçlar hedeflerdir ama araçlar ibâdetlerdir. İşte yine önümüze kul olmak ve kulluk etmek şeytanın bu korkunç tuzağı çıkmaktadır: kul olmak ve kulluk etmek amaçları yok edip, onların yerine kul olmak ve kulluk etmek araçları getirmiş! Biz de bu yüzden diyoruz ki: sadece İslâm’ın 5 şartı ile yaşamak bir insanı hiçbir zaman kurtuluşa ulaştıramaz! Hiç kimse Allah’a mülâki olmayı, yani Allah’a ulaşmayı dilemeden, şeytanın kulu olmaktan kurtulamaz! ZUMER-17’de Allah’u Tealâ anlatıyor:

39/ZUMER-17
: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi). Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
VE YUNUS-7-8’de DİYOR Kİ:

10/YUNUS-7-8
:
(7)İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne). (8)Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn (yeksibûne). (7)Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır. (8)İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).

(**)
"İSTİANE" Kelimesin BAKARA suresinin 45. ve 46. âyetlerinde geçtiğini görüyoruz:

2/BAKARA-45-46
: (45)Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne). (46)Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn (râciûne). (45)(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. (46)O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Buradaki huşu sahipleri nefslerini %2 Rahmet nuru ile doldurmuş olan kişiler (Bu konuyu daha evvel görmüştük ve aşağıda tekrar ele alacağız).

Sevgili okuyucularımız, sevgili kardeşlerimiz; Allah’a ulaşmayı dilediğiniz zaman, Allah’u Tealâ’nın sizlere bir emri daha var: MAİDE suresinin 35. âyet-i Kerîmesinde buyuruyor ki:

5/MAİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne). Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki; siz felâha erersiniz. Burada Allah’u Tealâ 2. takvanın sahibi olun diyor; huşu sahibi olduktan sonra sizin ruhunuzu Allah’a ulaştıracak olan vesileyi isteyin! (mürşidinizi sabırla ve hacet namazı ile Allah’tan isteyin). FATİHA suresindeki “sıratı müstakim” ruhun Allah’a doğru yolculuğunda takip ettiği yolun adıdır, bunun için Kur’an-ı Kerîm’de "sıratı ileyye mütakîym" olarak geçiyor; yani Allah’a istikâmetlenmiş yol.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Türkiyede şeriat gelirse bugün islamı yaşamayanlar o zamanda yaşamazlar düşüncesi beyhude bir düşüncedir,doğrusu şudur bugün islamı yaşamak zorlaşmıştır,bunun en önemli sebebi ise ilahi düzenin içtimai,iktisadi,tedrisi,kısacası bütün bütün tasviye edişimizdir.Evet şeriati İslamiye yaşanası bir düzen ve insanın ve toplumun kemaline zemin hazırlayan,ferdleri yalnızlıklarına itipte yaşamak istiyorsan yaşa engelleyen mi var zihniyetinden bak dosdoğru yol budur,bizler tüm yasalarımızı Allah'ın en ekmel dininden aldık,eğer huzursuzsan sende bir sorun var,çünkü sen seni yaratan Rabbinden kendini daha iyi bildiği sanıyorsun,sen sana malik olsaydın O'nun nimetlerinede ne gereksinimin olurdu?sorusuyla uyandıran dinamik bir yapıdır.Bazıları sanıyor ki şeriat durgun kalıp ve robotik bir uygulama çağ dışı..Hayır Rabbani metot ve İslami hareket en rasyonel ve dinamik bir yapıdır.Bir toplum heva ve hevesinden birazcık sıyrılıpta bu hakikati görse de şeriate sığınsa ,tutunsa hem hiçbir zararı yoktur , hem bir çok ferdi burhanlara toplumsal yaralara tiryaktir,devadır.Yaşamak isteyen en kötü anda da yaşar şeriat elzem değil diyenlerin kulakları çınlasın.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Şuda varki millet istemiyorsa ne yapalım biz öyle yahut böyle bildiğimizden mükellefiz,yaşama adınada cehd etmek zorundayız,ağlamayan bebeğe mama verilmez,madem insanlar ekseri istemiyor ve öcü diyor,biz doğrusunu anlatırız,lakin imtihan sırrınıda unutmayız..
 

tahsiye72

New member
Katılım
6 Ağu 2006
Mesajlar
350
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
52
TEVHİDİN 2 CEPHESİ

Tevhid iki ayrı istikamette değerlendirilmesi lâzım gelen bir ifadedir. Birlik, teklik anlamına gelir. Birinci istikamette Allah'ın tekliği söz konusudur.
İkinci istikamette ise insanların arasında birlik (yani Sırat-ı Müstakiym üzerinde oluş) söz konusudur. Her iki açıdan da meseleye baktığımızda Allahû Teâla’nın bizlerden istediği şeyin iki cephede de mevcut olduğunu görüyoruz. Yüce Rabbimiz “fırkalara ayrılmayın” emrini vermekle tevhidi emretmiştir. Birliği emretmiştir, beraberliği emretmiştir.

SIRAT-I MÜSTAKİYM ve HİDAYET
En'am Suresinin 152. âyet-i kerimesinde Allahû Teâla buyuruyor:
"Ve bi ahdillahi evfu."
153. âyet-i kerimesinde ise:
"Haza Sıratın Müstakiym, fettebiuhu"
Allah ile olan ahdinizi yerine getirin. İşte bu Sırat-ı Müstakiym’dir. O’na tâbî olun.
Sırat-ı Müstakiym’in ne olduğuna baktığımız zaman O'nun insanları hidayete erdiren yol olduğunu görüyoruz. En'am Suresi 87 ve 88. âyet-i kerimeler:
"Vectebeynâhüm ve hedeynâ hüm ilâ sıratın müstakıym. Zâlike hüdallâhi yehdiy bihî men yeşaü." Enam-87, 88
Ve Biz onları seçeriz ve Sırat-ı Müstakiym'e ulaştırırız. İşte bu Allah'ın hidayeti'dir ki kullarından dilediğini onunla (Sırat-ı Müstakiym ile) hidayete erdirir, buyuruyor Yüce Rabbimiz.
Hidayetinse insanoğlunun Allah'a ulaşması olduğunu görüyoruz. Üç âyet-i kerime bize bu büyük gerçeği söylüyor.
1- Al-i İmran-73
"İnnel hüda hüdallah"
Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır.
2- Bakara-120
"İnne hüdallahi hüvel hüda"
Muhakkak ki Allah'a ulaşmak varya işte o hidayettir.
3- Kehf-17
"Men yehdullahü ve hüvel mühted"
Allah kimi kendi zatına ulaştırırsa o kişi hidayete erer.

SIRAT-I MÜSTAKİYM ÜZERİNDE BULUNMAK

Öyleyse Sırat-ı Müstakiym insanları hidayete erdiren yol olduğuna göre, hidayette insanların Allah'a ulaşması olduğuna göre, demek ki Sırat-ı Müstakiym insanları Allah'a ulaştıran yolun adıdır. Bütün insanların Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olmasını emrediyor Allahû Teâla. İnsanlar birçok tarikatların mevcudiyetini söyleyerek, birçok tasavvuf erbabının çeşitli dallara dağıldığını söyleyerek insanların fırkalara ayrıldığını da iddia ediyorlar. Oysaki bütün tarikatlar, bütün tasavvuf birimleri Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olanlardır. Bütün tarikatlar insan ruhlarını Allah'a ulaştırmakla vazifeli kurumlardır. Bütün mürşidlerin bulundukları dergahlardan halifenin bulunduğu ana dergaha baş gözleri ile görülmeyen manevi yollar vardır. Bu yollar yeryüzünün sathına paraleldir. Ve bunların isimlerine sebil diyor Kur’ân-ı Kerim. Ama hepsi Sırat-ı Müstakiym’e ulaştırırlar. Öyleyse bin tane tarikat olsa, bin tane tasavvuf grubu olsa, bunların hepsinin ulaştıracağı yer mutlaka Sırat-ı Müstakiym’dir. Öyleyse ayrı ayrı fırkalara dağılmış gibi görünen tasavvuf ehli aslında Sırat-ı Müstakiym’in dışında değillerdir. Ve fırkalara ayrılmış değillerdir. Çünkü buradaki fırka insanları ayrılığa düşüren değil, aksine insanları Sırat-ı Müstakiym’e götüren birleştiren, tevhide ulaştıran grupları ifade ediyor.
Ama eğer bir cemaatte Allah'a ulaşmak diye bir hedef yoksa o insanlar hiçbir zaman Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olamazlar. Çünkü Sırat-ı Müstakiym bir insanın ruhunun vücudundan ayrıldıktan sonra, seyri sülukunu tamamlayacağı Allah'a ulaşacağı yolun adıdır.
Öyleyse kimler Sırat-ı Müstakiym’in üzerindedir? Allah'a ulaşmak üzere yola çıkanlar. İşte tevhidin birinci bölümünde bu olay var.
Tevhid bütün insanların Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olmasını gerektiren bir emirdir. Tevhid birleştirici bir akidedir. Tevhid bütün insanların olması lâzım gelen yerde, yani Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde toplanması ile tahakkuk eden bir vetiredir.

ALLAH'A DOĞRU YOLA ÇIKMAK

Allahû Teâla'nın emri açık ve kesindir. "FIRKALARA AYRILMAYINIZ." Allahû Teâla insanların fırkalara ayrıldıklarını, herkesin kendi fırkasından memnun olduğunu ve bunun yanlış bir şey olduğunu söylüyor. Buradaki fırkalardan murat insanların, Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olan insanların ayrıldıkları tasavvuf grupları veya tarikat grupları değildir. Bunların dışındaki gruplardır. Eğer bir insan ruhunu Allah'a doğru yola çıkarmamışsa yani mürşidine ulaşmamışsa bu kişi tasavvufta değildir, bu kişinin ruhu hiçbir zaman Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olamaz. Oysa tevhid akidesinin muhtevasına dikkatle bakınız. Tevhid akidesi sizi Allah'a ulaştıran yolun üzerinde görmek isteyen Allah'ın bir açıklamasıdır. Bu akide bütün insanları Allah'a ulaştıracak olan bir birliğin kurulmasına istihdaf eder. Hedef aldığı şey bütün insanların Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olmasıdır. O Sırat-ı Müstakiym ki onları Allah'a ulaştırır. Öyleyse Allahû Teâla ile biz insanların arasındaki ilişkiye dikkatle bakalım. Bu ilişki mutlaka ruhumuzun Allah'a doğru yola çıkmasını gerektirir. Ve o noktaya ulaştığımız anda mutlaka tevhidin içindeyiz.
Ne zaman ruhumuz Allah'a doğru yola çıkar? Biz ne zaman mürşidimize ulaşırsak o gün ruhumuzun Allah'a doğru yola çıkması söz konusudur. İşte Nebe Suresi 38. âyet-i kerime bir tövbe merasiminden bahsediyor. Gökteki meleklerin saf saf indiği ve mürşidin sevap söylediği, halifenin de kişi olarak orada hazır bulunduğu bir merasim, tövbe merasimi. İşte bu merasimin sonundaki olayı da Nebe suresinin bir sonraki âyet-i kerimesi, 39. âyet-i kerimesi anlatıyor.
"Zalikel yevmül hakkı femen şae ittehaze ila Rabbihi meaba."
İşte O gün Hak günüdür, dileyen kişi kendisine Allah'a ulaştıran yolu yol ittihaz eder.
Allahû Teâla bir kelime daha kullanmış, "Meaba" sığınak, melce demek. Yani her kim bu Sırat-ı Müstakiym’e Allah'a ulaştıran yola ulaşırsa o kişi mutlaka Allah'a ulaşacaktır. Ve mutlaka Allah O'na sığınak olacaktır, melce olacaktır. İşte bir insanın Allah'a ulaştıran yola vasıl olduğu nokta mürşidine ulaştıktan sonraki noktadır. Allahû Teâla’nın irşad konusunda çok titiz davrandığını görüyoruz. Mutlaka herkesi Allah'a çağırıyor. Bundan 14 asır evvel bütün sahabe ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) insanları Allah'a çağırıyorlardı. İşte Yusuf Suresinin 108. âyet-i kerimesi:
Ben ve bana tâbî olanların, bizim hepimizin görerek Allah'a çağırdığı yol işte budur. Bu Sırat-ı Müstakiym’dir.
Allahû Teâla’nın indinde bir olgu var. İnsanların bir olgusu. Allah'a çağırmak ve ulaşamayanların da Allah'a ulaşmasını temin etmek. İşte çağımızda da gene asıl hedefimiz bu olmalıdır. Herkes herkesi Allah'a çağırmalıdır.

ALLAH'A ULAŞMAK

Allah'a çağırmak yani Allah'a ulaşmaya ve O'na teslim olmaya çağırmak. İşte Zümer suresi 54. âyet-i kerime:
"Ve eniybü ilâ rabbiküm ve eslimü lehü min kablü en ye'tiyekümül azabe."
Üzerinize azab gelmeden önce Allah'a dönün, Allah'a ulaşın ve O'na teslim olun.
Demek ki Allah'a dönüşümüz ve Allah'a teslim oluşumuz açık bir şekilde emrolunmakta. Zaten bu husus üzerimize 9 defa farz kılınmıştır. Öyleyse birliğin sembolü Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olmaktır. Sırat-ı Müstakiym bir yoldur dedik. Bir yol olduğuna göre bir gün bitecektir. Gerçekten öyledir. Seyr-i sulük bir gün tamamlanır ve 7 tane alemi geçer. Son alem varlıklar aleminin en üst noktası olan sidretül müntehadır. Bu kökleri yerde olmayan ağaç aşıldığı zaman (varlıklar aleminin en üst noktası aşıldığı zaman)ki sadece insan ruhu onu aşabilir, yokluğa geçer ve yoklukta Allah'ın zatına ulaşır. Allah yokluktadır. Allah'ın bir mekâna ihtiyacı yoktur. Allah zamandan da mekandan da münezzehtir. İşte insan ruhunun yoklukda Allah'a ulaşması söz konusudur. Allah'a kadar ulaştıran yol Sırat-ı Müstakiym’dir. 7 tane gök katını aşan yol ise Tarik-i Müstakiym adını alıyor. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor.
"Ve lekad halekna fevkaküm seb'a teraika."
Andolsun ki üzerinize 7 tane yol yarattık.
1. yol 1. tarik zemin kattan 1. gök katına kadar ulaşır. 2. tarik 1. gök katından 2. gök katına ulaşır. Ve 3. kata kadar ulaştıran 3. tarik, 4. kata kadar ulaştıran 4. tarik, 5., 6., 7. katlara kadar ulaştıran 5., 6. ve 7. tariklerdir. Buradan sonra 7. katın 7 tane alemini geçen ve Allah'a kadar ulaşan bir ilave ile birlikte bu yolun tamamı Sırat-ı Müstakiym adını alır. Öyleyse biz insanları Allahû Tealâ’ya ulaştıran bir yol var ve Allahû Tealâ hepimizi bu yolun üzerinde bulunmaya davet ediyor. Bu yol açık ve kesin bir yoldur. İnsan ruhunun yola çıktığı Allah'a ulaştığı yol.

ALLAH'IN SIRAT-I MÜSTAKİYMİ ve KEMÂLÂT

Peki ulaşma keyfiyeti tamamlandıktan sonra ne olacak. O zaman insanlar bu Sırat-ı Müstakiym’i bitirmiş olacaklar, ama yeni bir Sırat-ı Müstakiym üzerinde olacaklar. Allah'ın Sırat-ı Müstakiym’inin üzerinde. Nasıl bir Sırat-ı Müstakiym bu. Artık insanoğlu yükselmesini tamamlamıştır, ruhu vücudundan ayrılmış, 7 tane gök katını tırmanmış Allah'a kadar giden Sırat-ı Müstakiym’i bitirmiş ve Allah'a ulaşmıştır. Bu noktadan itibaren yeni bir Sırat-ı Müstakiym söz konusudur. Bu Allah'ın Sırat-ı Müstakiym’idir ki insanı yükseltmez. Artık insanın bir merhale kaydetmesi, irtifa kaydetmesi, yükselmesi söz konusu değildir. Bundan sonra kemal derecelerinde olgunlaşmak söz konusudur. Yani yücelmek söz konusudur. Kemalât söz konusudur. İşte yükselmekle, Allahû Tealâ'ya seyri sulük etmekle, kemalât sahibi olmak birbirinden farklı şeylerdir. Birincisi ruha göre fizik bir Sırat-ı Müstakiym üzerinde yükselmektir. Biliyorsunuz ki Sırat-ı Müstakiym emr alemini ifade eder. Ruhda emr aleminin varlıklarındandır. Ve Sırat-ı Müstakiym ruha göre fiziktir. İşte böylece bir yükselme ameliyesini tamamlayan insan ruhu yükselmesinin sonunda Allahû Tealâ'ya ulaşır. Böyle bir vasıl olma işlemi Allah'a ulaştıran Sırat-ı Müstakiym’in tamamen aşılması anlamına gelir. Peki kişi Allah'a ulaştıktan sonra Sırat-ı Müstakiym’den ayrılmış mıdır? Sırat-ı Müstakiym’i tamamlamıştır ve Allah'ın Sırat-ı Müstakiym’i (Sırat-ı Rabbikel Müstakiym=Senin Rabbinin Sırat-ı Müstakiym’i) üzerindedir artık. Bu Sırat-ı Müstakiym onu yükseltmez. Çünkü yükselecek olan Sırat-ı Müstakiym sona ermiştir. Daha yukarıda başka bir yol yok. Ama Allah'ın Sırat-ı Müstakiym’i fizik bir Sırat-ı Müstakiym değildir. Bir yükselmeyi ifade etmez, yücelmeyi ifade eden bir olgunlaştırma mekanizmasıdır, Kemalât mekanizmasıdır ki bu kemalâtı kişi ömrü boyunca hep yaşar. İnsanın kemal derecelerinde yücelmesi hiç bitmez. İşte bu kemalat kişiyi insanı Kâmil yapacaktır. Yani salihlerden biri olacaktır kişi ve bilindiği gibi insan ruhunun Allah'a ulaşması ile birlikte kişi evliya olur. Bu Sırat-ı Müstakiym’in bittiğini ifade eder.Velâyet-in 7 tane kademesi Fena. Beka, Zühd, Teslim, Ulül elbab, İhlas ve Salâh makamlarının hepsinde o kişi artık bilinen Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde değildir. Allah'ın Sırat-ı Müstakiym’i üzerindedir. İşte o Allahû Teala’nın Sırat-ı Müstakiym’i üzerinde olan bu kişi artık kemal derecelerinde olgunlaşmaktadır ve makamları birer birer geçecektir. Zikri de devamlı artacaktır ve daimi zikrin sahibi olacaktır. Öyleyse gene Sırat-ı Müstakiym’in üzerindedir. Hep Sırat-ı Müstakiym’in üzerindedir insanlar. İster Allah'a ulaştıran Sırat-ı Müstakiym olsun ister ondan sonraki kemal derecelerinde olgunlaştıran, kemalata erdiren Allah'ın Sırat-ı Müstakiym’i üzerinde olsun ama kişi hep Sırat-ı Müstakiym üzerinde olacaktır. Allah'ın emri de budur. Bütün insanların Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olmaları. İnsan mürşidine ulaşmadan ruhu Sırat-ı Müstakiym’e de ulaşamaz. Öyleyse Allahû Teala'nın bu farz emrini yerine getirebilmek için, Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde bulunabilmek için, tevhid akidesine tâbî olan bir insan olabilmek için, tevhidin alanına giren, muhtevasına giren bir kul olabilmek için mutlaka insanoğlunun mürşidine ulaşması gerekiyor.

FIRKALARA TÂBî OLMAK

Eğer insanoğlu hidayete ulaşamazsa Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olamaz. O zaman tevhidin şartlarını yerine getiremez. Onun dışında kalır yani fırkalardan birine tâbî olur. Fırkalardan Sırat-ı Müstakiym’in dışında birisine tâbî olmak neyi oluşturur? Eğer bir insan Sırat-ı Müstakiym’in dışındaki fırkalardan birine tâbî ise Kur'an-ı Kerimimiz onun kurtuluşunun söz konusu olmadığını söylüyor. İşte Sebe suresi 20. âyet-i kerime Allahû Teala buyuruyor ki:
"Ve lekad saddaka aleyhim ibliysü zannehü fettebe'ûhü illâ feriykan minelmü'miniyn." Sebe-20
"Şeytan kıyamet günü insanlara olan vaadini yerine getirdi. Müminleri oluşturan bir fırka hariç bütün fırkalar şeytana kul oldular."
Şeytana kul olmaksa insanı mutlaka cehenneme götüren bir olgu bilindiği gibi. Kaç fırka olduğu soruluyor Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e O'da 73 fırka diye cevap veriyor. Demek ki fırka sayısı 73. İşte bu 73 fırkadan acaba Allahû Teala’nın indinde kaç tanesi kurtulacak? Sadece bir tanesi. Müminleri oluşturan bir tek fırka. 73 fırkanın içinde demek ki vahdetin sahibi olan, birliğin sahibi olan bir tek fırka var, müminler. Öyleyse kimler bunlar? Biraz evvel söylediğimiz Enam suresinin 153. âyet-i kerimesinde Allahû Teala şöyle buyuruyor:
"Ve enne hâzâ sırâtıymüstekıy men fettebiûh, ve lâ tettebi'ûssübüle feteferreka biküm an sebiylih, zâliküm vassâküm bihî le'alleküm tettekuûn." En'am-153
İşte muhakkakki bu Sırat-ı Müstakiym’dir. Ona tâbî olun. (O yolun üzerinde bulunun) diğer yollara (fırkalara) tâbî olmayın ki onlar sizi Allah'ın yolundan (Sırat-ı Müstakiym’den) ayırırlar. İşte bu Allah'ın vasiyetidir (emridir) ki bununla (bu yolla) takva sahibi olasınız.
Öyleyse gene fırkalardan bahsediyor Allahû Teala. Yani ayrılıklardan birbirinden farklı yollardan... Her farklı yol, kim hangi yolda olursa olsun bir farklı yol söz konusuysa bunun Sırat-ı Müstakiym ile irtibatına dikkatle bakmak gerekir. Eğer insan A tarikatında değilde B tarikatindaysa, tasavvufun C kanadın da değilde F kanadındaysa netice değişmez. Bu kişi bulunduğu dergâhdan mutlaka Sırat-ı Müstakiym’e ulaşacağı cihetle hiçbir şekilde Sırat-ı Müstakiym’in dışında değildir.
Öyleyse bu kişi vahdet üzeredir. Ama eğer insanlar bu Allah'a ulaştıran sebillerin dışında herhangi bir fırkaya mensupsa o takdirde o kişinin Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olması mümkün değildir. Öyleyse o Sırat-ı Müstakiym’den sapmış bir kişidir. İşte o kişi vahdet üzere değildir. Öyleyse Allahû Teala’nın emrettiği şey bütün insanların Sırat-ı Müstakiym üzerinde olmasıysa bu asıldır. Vahdetin ise temeli Sırat-ı Müstakiym’in üzerinde olmaktır.
Öyleyse ne kadar çok tasavvuf camiası olursa olsun, ne kadar çok tarikat camiası olursa olsun bunların hepsi Sırat-ı Müstakiym’in üzerindedir. Ve Sırat-ı Müstakiym üzerinde olan bu insanlar da vahdet akidesinin gerçek sahipleridir. Çünkü onlar 14 asır evvel yaşanan İslâmı yaşıyorlar. Bilindiği gibi 14 asır evvel bütün sahabe Sırat-ı Müstakiym’e çağırıyorlardı.
"Kul hâzihî sebiyliy ed'û ilallahi alâ basıyretin ene ve menittebe'aniy." Yusuf-108
Habibim deki ben ve bana tabî olanların hepsinin, görerek Allah'a çağırdığımız yol işte bu yoldur (Sırat-ı Müstakiym’dir).
 

Serhan Eðeryýlmaz

New member
Katılım
1 May 2007
Mesajlar
385
Tepkime puanı
12
Puanları
0
Yaş
37
Nasıl bir islam'a çağıralım ? Biz ilk önce bildiğimiz ile amel ediyormuyuz ? İyiliği emredip kötülükten yasak ediyormuyuz ? Kısacası Kuran-ı Kerim ve Resulullah'ın yoluna uyuyormuyuz ?Bakın,dinimiz bu iki kaynaktan ibarettir,başka hiçbir şey yoktur dinimizde biz bu yüce bilgileri uygularsak ancak o zaman çağrımız kendimize de başkasına da hayırlı olur tesirli olur,yararlı olur.

Biz Resulullah'ın bize mirasının yolundan giderek en güzel çağrımızı yapmalıyız,biz önce kendimizi bu yola soktuktan sonra başkalarını bu yola davet etmeliyiz.

KUR'AN VE HADISE UYMAYA DAIR

52 - Imam Malik'e ulastigina gore, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) sunu soylemistir: "Size iki sey birakiyorum. Bunlara uydugunuz muddetce asla sapitmayacaksiniz: Allah'in Kitab'i ve Resulunun sunneti".
Muvatta, Kader 3, (2, 899).

53 - Yezid Ibnu Erkam (radiyallahu anh) anlatiyor: Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: " Size, uydugunuz takdirde benden sonra asla sapitmayacaginiz iki sey birakiyorum. Bunlardan biri digerinden daha buyuktur. Bu, Allah'in Kitabi'dir. Semadan arza uzatilmis bir ip durumundadir. (Digeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim'dir. Bu iki sey, cennette Kevser havuzunun basinda bana gelip (hakkinizda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrilmayacaklardir. Oyleyse bunlar hakkinda, ardimdan bana nasil bir halef olacaginizi siz dusunun"
Tirmizi, Menakib 77, (3790).

54 - Irbaz Ibnu Sariye (radiyallahu anh) dedi ki: "Bir gun Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bize namaz kildirdi. Sonra yuzunu cemaate cevirerek cok belig, cok manidar bir vaazda bulundu. Oyle ki dinleyenlerin gozleri yasla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri: "Ey Allah'in Resulu, sanki bu, bir veda konusmasidir, bize ne tavsiye ediyorsunuz?" dedi. "Size, buyurdu, Allah'a karsi takvada bulunmanizi, basinizda Habesli bir kole olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar gorecek. Oyle ise size sunnetimi ve hidayet uzere olan Hulefa-i Rasidin'in sunnetini hatirlatirim, bunlara uyun ve dort elle sarilin. Sonradan cikarilan seylere karsi da son derece dikkatli ve uyanik olun. Zira (sunnette bulunana zit olarak) her yeni cikarilan sey bir bid'attir, her bid'at de dalalettir, sapikliktir."
Tirmizi, Ilim 16, (2678); Ebu Davud, Sunne 6, (4607).

55 - Mikdam Ibnu Ma'dikerib (radiyallahu anh) anlatiyor: Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Haberiniz olsun, rahat koltugunda otururken kendisine benim bir hadisim ulastigi zaman kisinin: "Bizimle sizin aranizda Allah'in kitabi vardir. Onda nelere helal denmisse onlari helal biliriz. Nelere de haram denmisse onlari haram addederiz" diyecegi zaman yakindir. Bilin ki, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'in haram kildiklari da tipki Allah'in haram ettikleri gibidir"
Ebu Davud, Sunne, 6, (4604); Tirmizi, Ilm 60, (2666); Ibnu Mace, Mukaddime 2, (12).
Ebu Davud'un rivayetinin bas kisminda su ziyade vardir: "Haberiniz olsun, bana Kitap ve bir o kadar da (sunnet) verildi." Rivayetin gerisi yukaridaki manada devam eder.
Ebu Davud'un rivayetinin sonunda su ziyade de mevcuttur: "Haberiniz olsun (Kur'an'da zikri gecmiyen) ehli esegin eti de size helal degildir, vahsi hayvanlardan parcalayici disi (kopek disi) olanlar, keza muahedeli olanlarin yitikleri de haramdir. Ancak esya sahibi, ihtiyaci olmadigi icin, kasden terketmisse o mustesna. Bir kimse bir kavme ugradigi zaman, ona ikram etmek, o kavme vazife olur. Sayet ikram etmezlerse, o kimse, hak ettigi ikramin mislince onlari cezalandirir."
 
Üst Alt