Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

“Muvafakat sırriyle bütün enbiyanın ubudiyyetini..

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Haşir risalesi altıncı hakikatte “Muvafakat sırriyle bütün enbiyanın ubudiyyetini tazammum eder.” cümlesindeki muvafakat sırrı ne demektir?


Üstad hazretleri Şuaat isimli eserinde şöyle der:
"Dünyada bundan doğru ne haber olabilir ki; yüz binler enbiya yüz binler mu’cizat ile nübüvveti iddia etmişler. Mu’cizat ile isbat etmişler. Nokta-i nübüvvette müttefik, selef halefe mübeşşir, halef selefe musaddık, asl-ı dinde müttehiddirler. Öyle ise cemi-i enbiyanın cemi-i mu’cizatı Hazret-i Muhammed’in (a.s.m) bir mucizesi hükmündedir. Çünkü medar-ı nübüvvet ve enbiyaya nebi dedirten esaslar, Hazret-i Ahmed’de Aleyhisselam daha ekmel bulunur. Dünyada nebi varsa, O da nebidir."

Yani, peygamber efendimiz ilk defa nübüvvet iddiasında bulunan biri değildir. Daha önce de nice nebiler gelmiştir. Bu nebiler benzeri şeyler söylemişlerdir, dinin özünde hepsi birdirler. Daha önceki nebilere nebi dedirten esaslar (iman, ibadet, mucizeler, güzel ahlak vb) peygamber efendimizde ekmel tarzda bulunur. Felsefeciler genelde birbirlerini inkâr ederken nebiler birbirlerini tasdik ederler. Önce gelen sonra geleni müjdeler, sonra gelen önce geleni tasdik eder.

Hak dinlerin hepsinde, Allah’a, ahirete ve diğer rükünlere iman vardır. Yine bu dinlerin tümünün ortaya koyduğu kâmil insan modeli aynıdır. Hepsinde salih amel, hepsinde takva ve yine hepsine güzel ahlak mevcuttur.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.


Hepsi cansız olmada birleşen elementlerden ve atomlardan muhteşem bir kâinat inşa edilmiş bulunuyor. Bu âlemdeki küreler, unsurlar öyle mükemmel tanzim edilmişler ve öyle hassas yerleştirilmişler ki bunlardan meydana gelen kâinat fabrikasında bitkiler âlemi boy göstermiş.

İşte bu bitkiler âlemi şu kâinattan süzülmüş bir hülasadır. Daha sonra her bitki türünün kendine takılan özelliklerle yardımına koşacağı yeni bir gurup daha yaratılmış. Hayvanlar âlemi dediğimiz bu yeni misafirler, şuur ve his dünyasına sahipler. Bir hayvan; şuuruyla ve hissiyatıyla dostunu, düşmanını tanımakta, rızkını arayıp bulmaktadır. Ama bu canlıların hiçbiri, ne kendi bünyesinde, ne de kâinatın tümünde cereyan eden harika işleri düşünecek, tefekkür edecek bir kabiliyette değildir.

İnsanın yaratılmasıyla âlem, akıl sahibi bir varlığa kavuşmuş ve bu gibi ulvî vazifeler böylece sahibini bulmuştur. Buna göre, bitkiler âleminin kâinattan süzülmesi kâinatın bir meyvesi olmaları bakımındandır. Her ne kadar, bitkilerin maddeleri bu âlemdeki elementlerden yapılmış ise de onlardaki yarı canlılık özelliği, hiçbir elementte, hiçbir atomda yoktur. Bu bir terakkidir ve ‘süzülme’ olarak ifade edilmiştir. Bitkilerdeki yarı canlılığı ayrı bir âlem olarak düşünürsek, bundan şuurlu ve hisli bir varlığın süzülmesi de ayrı bir terakki basamağıdır. Son safhada, bu hayvanlar âleminden yeryüzünün halifesi olma kabiliyetine sahip bulunan harika bir mahluk süzülmüştür: İnsan.
İnsana, akıl ihsan edilmesi apayrı bir lütuftur ve insan bu yönüyle hayvanlar âlemini çok gerilerde bırakmıştır. İşte, ‘süzülme’ ifadesinde bu terakki mânâsı saklıdır. Bu süzülmeler daha sonra da devam etmiştir. Akıl sahipleri ayrı bir âlem, ayrı bir kâinat olarak düşünüldüğünde, bunlardan peygamberler süzülmüş, peygamberler de yine ayrı bir âlem kabul edildiğinde, bu nuranî âlemden de ahir zaman peygamberi (asm) süzülmüştür.

Konunun devamındaki, “Maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm), âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır.” (Lem’alar) cümlesinde de benzer bir teşbih yapılmış ve bütün âlemlerdeki hayat, bir beden gibi kabul edilerek bu bedenin hayatının ve ruhunun “hayat-ı Muhammediye” olduğu beyan edilmiştir. Yani “Allah Resulünün (asm.) hayatı, bu âlemin hayatının hayatıdır ve o hayat olmazsa bu âlemin de hayatı son bulur, yahut âlem cansız bir varlık gibi olur.” demektir.

“Ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.” ifadesinde, ruhla hayat arasıdaki ilgi ortaya konulmuştur: Ruh zattır, hayat onun sıfatıdır.

Öte yandan, hayat bir sadefe benzetilmiş, o sadefteki incinin ruh olduğu ifade edilmiştir. Kâinatın, hayatı netice vermesi gibi, bu hayat da ruhu netice vermiştir; ruhun değeri, diğer hayatlardan o kadar ileridir.
Onlar kap, ruh ise o kapta saklanan cevher makamındadır.
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Seni Allah (cc) selamı ile selamlıyorum! gecen hayırlı olsun! emeğin için teşekkür ederiz Seyfullah kardeşim.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Bize gösterdiğin nümûnelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster.” Sözler. Risale-i Nur'da çokça geçen, “Gölge ve Gölgenin gölgesi” kavramlarını açıklar mısınız?


Gölge, “asıldan haber veren, fakat aslın özelliklerini taşımayan, varlık mertebesi yönünden asla göre çok sönük kalan” manasında kullanılmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın varlığı “vacip”; yani olması zorunlu, olmaması ise imkansızdır. Bu varlık mertebesi ancak Allah’a mahsustur. Bütün mahlûkatın varlıkları ise “mümkin” sınıfına girer. Bir zamanlar yok idiler, İlâhî irade ile varlığı tattılar. Yine aynı irade ile hayatlarına son verilebilir ve yeniden varlık sahasından göç ederler.

İşte bu mümkinin varlık sıfatı, Cenâb-ı Hakk’ın vacib olan varlığına göre zayıf bir gölge gibidir.

“Umum kâinattaki umum kemâlât, bir Zât-ı Zülcelal’in kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işaratıdır. Belki hakikî kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve kemâl ve cemâl, zaîf bir gölgedir.” Sözler

Eşyanın varlığının gölge kadar zayıf olduğunu bilen bir insan, kalp âleminde ona gölge kadar kıymet verir. Bunlarla oyalanmaz, o gölgelerde esmasını tecelli ettiren Vacib-ül-Vücud’un marifetinde, muhabbetinde mertebeler kat etmeye çalışır.

İşarat (işaretler) kelimesi de gölge mânâsını ders vermekle birlikte, hayale ayrı pencereler de açar.

Haritada, üzerinde İstanbul yazılı bir nokta görürüz. Bu nokta ve bu isim İstanbul’a işaret ederler, ama onlar İstanbul değildirler. Onlarda İstanbul’un hakikî güzelliğini ve gerçek kemâlini görmek, hissetmek mümkün değildir.

Mahlukat için “esmâ-i İlahiyetin gölgelerinin gölgeleri” denilmekte ve “gölgenin gölgesi” için şöyle bir misâl de verilmektedir:

Güneşin aynadaki aksi, onun gölgesi makamındadır, yani ondan haber verir ve varlık mertebesi itibariyle onun varlığına nispetle gölge gibi zayıf kalır. O aynayı bir başka aynaya karşı tuttuğumuzda bu ikinci aynada birinci aynadaki “gölge güneş” tecelli eder. İşte bu ikinci tecellinin varlık derecesi ise “gölgenin gölgesi” kadardır.

Eşyanın, ilm-i İlahideki mahiyetleri “Esma-i İlahiyenin gölgeleri”, bunların yaratıldıktan sonraki halleri (hakikatleri) ise esma-i İlahiyenin gölgelerinin gölgeleridir.

Gölgenin varlığı, aslın varlığı yanında çok sönük kalır; derece itibariyle onun çok aşağılarında bulunur. Bir de o gölgenin gölgesini düşünelim, bu ikinci gölgenin varlığı ile birinci gölge arasındaki farklılık, asıl ile birinci gölge arasındaki fark kadardır. Yani bu ikinci gölge ilk gölgeye göre çok daha aşağı bir varlık mertebesine sahiptir.

Bir cismin aynadaki tecellisi onun bir bakıma gölgesidir. Yani onun varlığı ile “bu gölge varlık” arasında büyük farklılıklar vardır. Bir taşın aynadaki timsalinde sertlik bulamazsınız. O gölge, taşı temsil eder, taştan haber verir, ama taşın varlık mertebesinin yanında onun derecesi ancak bir gölge kadardır. Bu gölgenin karşısına bir ayna daha tutalım ve o gölge o ikinci aynada tecelli etsin. İşte bu ikinci gölge varlığa, “gölgenin gölgesi” denilir.

Vahdetü’l-Vücud meşrebinde, mahlûkat âlemi yaratılmadan, onların İlâhî ilimdeki taayyünlerine ayân-ı sabite adı verilir ve bu ilmî vücutlara, İlâhî isimlerin gölgeleri denilir. O ilmî varlık, şehadet âlemine getirildiğinde gölgenin gölgesi kadar bir varlık mertebesine sahip kılınır. Zira, eşya ayân-ı sabitenin gölgeleri, ayân-ı sabite de esma-i İlâhiyenin gölgeleridir.
 
Üst Alt