Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Mustazaflık

Caferi

Forum Þairi
Katılım
23 May 2007
Mesajlar
574
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Yaş
43
Konum
istanbul
Web sitesi
www.websitetasarim.com
MUSTAZAFLIK ÜZERİNE

Nisa Suresi:


97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne
yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf
bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Melekler de,
"Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"
derler. Işte onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir
varış yeridir!

98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz
olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir
yol bulamayanlar müstesnadır.

99- Işte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve
bağışlayıcıdır.

100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok
yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü
uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm
yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.


"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik,
diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi?
Onda hicret etseydiniz ya!' derler."

Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?" sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları

duruma ilişkindir. Bu soruya muhatap olan kimseler de dinsel açıdan

iyi bir duruma sahip olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi [yani,

dini yaşamamalarına sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi

durumlarını anlatmalarının] yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar.

Şöyle ki; onlar, güç sahibi müşriklerin egemen olduğu bir yerde dini
yaşama imkânını bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz
ve zayıf düşürüyor, güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin
öngördüğü şeriata ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik
hayatta yaşamalarına imkân vermiyorlardı.

Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin
şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.
Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin
egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada
bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler
dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka
yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda
mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece
içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu
terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi.
Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak
yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde
yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak
bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek suretiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü.
Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu
için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu,
kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.

"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"
cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi,
ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin
ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin
["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan
nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür.
Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere,
hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı
değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda
kınama amacına yöneliktir.

Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce
Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele
davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda
hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur."
ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.

Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret
etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani,
yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet
genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret
etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.

Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne
serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer
cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"

"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk
istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda
"zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda
[önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında musta-zaf olmadıklarına
işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını üzerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü
edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya
gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara
meydan vermeme amacına yöneliktir.

"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar"
ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel,
mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi
gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında
bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade
eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını
ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde
gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda
kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında
belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.

Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin
kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye
güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir
engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde
etme imkânına da sahip değiller."

Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle
görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını]
kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak
Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları
normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar.
Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence
ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden
kurtaracak her türlü çözüm yoludur.
*****
Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik,
insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten
ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur.



Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve
dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî
affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra
mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor,
zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından
onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları
engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir
çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.

Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini
bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı
için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu
hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin
bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık,
bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden
bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip
Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni
dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel
olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir
tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde
önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde
değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de
geçerlidir.

Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir;
[içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi
bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma
düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve
kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis
onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti
ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren
insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin
pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır.
Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin
mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu



anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah
her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin
kazandıgı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286)
Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde
değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de
onun gücü dâhilinde sayılmaz.

Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki
teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını]
belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek
için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına
ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda
kendi etkisi ve katkısı olmamalı.

Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli
dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve
dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden
kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi
günahkâr sayılır.

Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi
kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına
dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi
ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk
etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr,
taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir
ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan
eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak
bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin
iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük
unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey
yok demektir.

Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak
durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde
olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a
kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan,

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır."
ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başka
ları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya
azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir."
(Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir
mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha
önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında
hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması
onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan,
iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle
mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni
değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle]
onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe
yönelik bir işarettir.

Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın
onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici
ve bagışlayıcıdır." ifadesine yer verilmiş olması, onların, "varacakları
yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle,
yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat
edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından
dolayıdır.

"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve
genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin
kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er-
Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin
rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu=
başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır.
Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna
örnektir:

"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.
Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."



Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin
kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine
dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu
ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı",
"Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her
biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir.
Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa,
kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur."
"Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey
gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım
için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan
alınan alıntı burada sona erdi.]

Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim
Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle
O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu
amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman
Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa,
dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek,
onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla
oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama
imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur.
Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş degil
miy-di?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu
ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin],
"Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde
olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu
sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak
"birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle,
"hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda
bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise,
şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam
eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tahrik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve [moral destek
sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır.
"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah
ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini
öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten
kinayedir.

Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku
bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir.
[Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.]
Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı
olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup
ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır
ki, ardından gelip ona varmış olsun.]

Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için
gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada
güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde
kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini,
kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı
ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet
makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah
da çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül
ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası
olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.

Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında
bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak
bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin
konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor.
Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik
bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, Islâm toplumunun
güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma
içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din
sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor.



Bunlar içinde bir grup Islâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve
canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir
mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine
de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri,
derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.

Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah
yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir;
orası ne kötü bir varış yeridir!

Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş
bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış
yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen
ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır. Işte bunları, yüce
Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer
grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden
çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip yetişen kimselerdir. Ki bunların
ecri, mükâfatı Allah'a düşer.

İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye
hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap
yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin
içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O
dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Islâm yurduydu,
Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini
özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup
topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri
akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle
aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.

Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil
ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest
inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu
topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı
yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor,
dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı.



Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir.
Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını
egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği
bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini
öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin
verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark
etmez- oradan hicret etmekle yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler
değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı
ortadan kaybolmuştur. Insanların dini sadece kimliklerinde yazılır
olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. Islâm isimlendirmesinde
Islâmî öğretilere inanmak ve Islâmî hükümleri uygulamak
ilkesi esas alınmıyor.

Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; Islâm
ismini değil. Insanları, Islâm ruhunu taşıyan amellere teşvik
ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın
değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur:
"(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla
olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi
için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek
olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler
yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı
kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler,
Hıristi-yanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp
iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar
için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62)



----------------------------
el-Mizan Tefsirinin 5. cildinden faydalanılarak hazırlanmıştır
 
Üst Alt