CE_Neferi69
New member
MÜSPET MİLLİYETÇİLİK
Millet kavramının lügat manası gidilen yol demektir. Bu lügat manasından hareketle bu kavramın dini ve şeriat anlamı da söz konusudur. Zaten Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın birçok yerinde, millet kavramı din ve şeriat anlamındadır, dolayısıyla Müslümanlar “Millet-i İbrahim’ kapsamına girer. Hâsılı Millet sözcüğü Kur’an’da din anlamındadır, sonradan dini yönü göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Oysa Ulus bir inancı belirleyemez, sadece belli soydan gelenleri kapsayan bir sözcük görevi ifa edebilir. Şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan kullansalardı bu konuda problem çıkmazdı elbette ki.
Millet kavramı gerek iman, gerek şeriat, gerekse sosyolojik yönünden tarif ettiğimizde bu kavrama ayrı manalar verildiğini görürüz. Şöyle ki; tutulan, gidilen yol manasına gelen Millet’e imanı açıklama yapıldığında ‘din’i manada tarif edilmiş olunur. Şayet fıkhı yönünden ele alırsak “Şeriat”, toplum açısından incelenirse bugünkü manada kullanılan ‘millet’ tarifiyle karşılaşırız. O halde orta yol bulmak adına millet kavramını toplumun objektif adı, manevi cihetiyle de sübjektif adıdır diye tarif edilebilir. Hatta maşeri vicdanın ve toplumun ortak noktalarda buluştuğu yola da millet diyebiliriz. Ancak müşterek noktalar kritik edildiğinde müspet de olabilir, menfi de.
Millet kavramını sosyolojik manada sınıflandırmaya tabi tuttuğumuzda şu kategoriler ile karşı karşıya kalabiliriz: Kitle, grup, ümmet ve millet vs.
Dini açıdan milliyet kavramını incelediğimiz de ise Bediüzzaman’ın ifadelerini esas alıp, Millet-i İslami’ye ve Millet-i Küfriye diye tasnif edebiliriz pekâlâ.
Kutsal kitap gönderilmiş milletlere ehli millet(kitap ehli) denilir. Kitap ehlinin her biri ayrı ayrı zikredildiklerinde ise yine kendine özgü milletler topluluğu karşımıza çıkar, tıpkı İslamiyet, Nasraniyyet ve Yahudiyet tasnifinde olduğu gibi.
Fakat Ehli Kitabın dejenerasyona uğramasından sonra, Kur’an; Kitap ehlini yani ehli milleti, Millet-i İslamiye’ye çağırmakla kalmamış, onları Hanif olan Millet-i İbrahim şemsiyesinin altında cem olmaya davet etmektedir. Yani, dinimiz ümmet şuuru içinde birlikteliği ön görmektedir. Dilde, fikirde birliktelik olabileceği gibi, din gibi büyük bir daire etrafında bir olmak da pekâlâ mümkün. Zaten dilleri, renkleri ve yaşayış biçimleri farklı olan milletlerin Kâbe etrafında halka oluşturarak kardeşlik şuuru içerisinde tek yürek, tek kalp olması bu durumu teyit ediyor. Kuran-ı Kerim; “Dillerinizin ve renklerinizin ayrı olmasında hikmetler vardır” derken buraya işaret etmektedir. Demek ki; ümmet kavramı, imanı kökten(fıtri) gelmektedir. Şöyle ki; farklı meşrep ve kimlikte olan toplumların, grupların, fertlerin, hatta değişik ülkelerden gelen insanların Kâbe etrafında hep birlikte ‘Lebbeyk allahumme lebbeyk’ demesi bu durumu ispatlamaktadır. Hac, ibadeti aynı zamanda İslam âleminin ortak paydalarda buluşabileceğinin (Büyük birliğin) en kalıcı adresidir. Ferdi manada imam(lider) ne ise, büyük topluluklara nazaran da ümmet de odur. Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın Hucurat Süresin de; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra, da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık” buyurarak hem iç içe dairelerden oluştuğumuzu, hem tanışma esprisini, hem de sosyal dayanışma dediğimiz birçok alanda birlikte hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.
Her Toplumun kendi iç bünyesinde alt daireleri vardır. Bu durum çoğu kez dernek, kuruluş ve cemaatler olarak ortaya çıkar ve bunlar genellikle bir önderin etrafında teşekkül ederler. Nasıl ki askeri teşkilatlarda bölük, tabur, alay ve tugay gibi küçük alt birimden büyük birime doğru yapılanmalar var ise, beşeri planda da buna benzer büyük entegrasyonlar söz konusudur. Alt birimlerin varlığı sanıldığının aksine ayrıcalık değil, bilakis kendi aralarında münasebetlerin daha koordineli ve aralarındaki işlerin kolay kılınması açısından büyük birlikteliğe yol açmaya matuf birimlerdir. Milletin bünyesinde yer alan alt birimlerin bir arada olmaları birbirini inkâr manasında algılayamayız. Öyle mana vermeye kalkışırsak, yeryüzünde başka ırktan veya alt kimliğe sahip tek bir insan kalmayacak tarzda birbirimizi boğazlamamız gerekiyor. Bakın Bediüzzaman bu meseleyi nasıl izah ediyor, diyor ki: “- Şu ayet-i kerimenin (Hucurat Süresi) işaret ettiği tearuf ve teavün düsturunun beyanı için deriz ki:
Nasıl ki, bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki, her neferin muhtelif münasebeti ve münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta, o ordunun efratları, düstur-u teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri adanın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölüm bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslami’ye büyük bir ordudur; kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat bin bir adedince ciheti vahdetleri var:
Halik’ları bir, Rezzak’ları bir, vatanları bir-bir, bir bir, binler kadar bir, bir...
İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabail ve tavaife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, teasuf içindir, teavün içindir; tenakur için değil tehasum için değildir” (Mektubat-Said Nursi S.250–251))
Anlaşılan Bediüzzaman milliyet kavramını izah ederken; müspet milliyet ve menfi milliyet diye iki kategoride tanımlar. Batının içimize attığı truva atlarından biri de menfi milliyet tohumudur. Menfi milliyet kavramı bünyemizde yaptığı tahrifat sonucu Müslümanlar arasında birbirlerini düşman görme eğilimi doğmuştur. Kendi milletini üstün görüp, başkasını küçük görme diye de tarif edebileceğimiz menfi milliyet saplantısı, büyük entegrasyona gidilen yolda en büyük handikabımızdır maalesef. Üstelik ırkçılık cereyanı bu üstünlük duygusundan beslenmektedir. Bu ırkçılık cereyanına Kur’an-ı Muciz’ül Beyan hamiyet-i cahilliye, unsuriyet ve kavmiyet olarak ifadelendirmektedir. İçice olan insanlık daireleri, birbirlerini imha etmek için değil tabiî ki, bilakis organize daireler halinde büyük daire oluşturmak için vücuda getirilmişlerdir. İç içe daireleri yıkmaya yönelik her hareket unsuriyet perverliği doğurarak ırkçılığı körüklemektedir. Ki; Allah Resulü (s.a.v.); “İslamiyet asabiyet-i cahiliyesi kesip atmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur” beyan buyurmaktadır. Veda hutbesinde de üstünlüğün ancak ve ancak takva ile olabileceğine işaret edilerek milletlerin İlayı kelimetullah (Allah adını yüceltmek) için hizmette ve takvada yarışa teşvik etmektedir yüce peygamberimiz. Kısır çekişmeler, takva dışı birtakım suni şeyler için üstünlük taslamayı, kati suretle İslamiyet reddeder. Hâsılı milletin bağrında taşıdığı dairelerin var oluş gayeleri birbirini yok etmek için değil, tam aksine temel esas takvada yarıştır. Ebedi kardeşlik kavgayla mümkün değil zaten.
Emeviler, Emevi olmayanlara Mevali(azatlı köle) gözüyle baktıklarından dolayı ittihadı İslam’a sekte vurmuşlardır. Bu yanlış uygulamalara tepki gösteren Hz. Hasan (r.anh) İle Hz. Hüseyin (r.anh) Emevi kılıçlarına maruz kalarak şehit olmuşlardır. Emevi ırkçılığı her şeyin üstünde addedilerek İslami kardeşlik şuuru dışlanmıştır. İslami siyaset yerine menfi milliyet siyaseti izlenince Arap asabiyetçiliği İslami devlet anlayışının yerine galebe çalmıştır. Diğer kavimleri Mevali görmek onları rencide etmiş ve İslam adaleti yerine milliyet-i adalet ikame olmuştur. İşte Hz. Hüseyin (r.anh.) bu durumu bozulma olarak görmüş, böylece mücadelesini rabıta-i diniye (dine bağlılık) üzerine tanzim ederek şahadet şerbetini içmiştir bu yüzden. Menfi milliyet fikri her devirde çıban rolü üstlenmiş ve milletlerin helakine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devleti Aliye adeta kavimler haritasında müteşekkildi. Fransız ihtilalinden sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Irkçılık damarları kaynayan milletler Osmanlı’ya başkaldırarak birlikteliği baltalamış, derken beraber ağlayıp beraber gülen ve her alanda birlikte hareket etmek yerine terkedilmişlik duygusu baş tacı yapılmış ve ardından çöküş de kaçınılmaz vaziyet almıştır. Nitekim artık bu gidilen yolda pişman olup, geriye dönüşte söz konusu olamazdı. Çünkü sosyolojik bir gerçek vardı ortada: Bağımsız milletler veya Ulus devletler gerçeği diye. Öyle ki dünya yeni bir çağın eşiğine gelmişti. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecin meydana getirmişti.
Madem vahdet(birlik bilnci) şuuru yok, o halde yapılacak olan müspet milliyet şuurunu milletlerin hafızasına yerleştirmek olmalıdır. Her ferdin milletini sevmesini hoşgörüyle makul karşılayıp başka milletlere ateş püskürmeye ve kaba sözler sarf etmeye, düşman gözüyle bakmayı gerektirmeyeceğini cümle âleme ilan ederek dışımızdaki topluluklarla da işbirliği ve dayanışma içerisine girmek en akılcı yol olacaktır. Resulüllah (s.a.v.)’in, “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadis-i şerifini bu anlamda değerlendirmeliyiz. İslami bir şuurla insanın milliyetine mensubiyet duygusuyla sevmesi müspet milliyetçilik olup, şayet ırk şuuru ile milliyetine sevgi beslenilirse menfi milliyetçiliğin kapısı aralanmış olacaktır. İslam adına her şeyi sevmek güzel bir meziyet, bunda kuşkumuz yok. Yunus Emre bu anlamda ‘Yaratılanı sev, Yaradan da ötürü’ diyerek buna işaret etmektedir. Her şeyin başı Allah Rızası duygusudur. Rıza-ı Bari için hem insanı, hem ailemizi, hem akrabamızı, hem milletimizi, hem de bütün İslam Âlemi’ni seveceğiz. Rıza-ı Bari dışında sevme duyguları, insanı kuru cihangirlik davasına iteceği aşikâr. Niyetimizi ‘ilahi ente maksudu ve rıdaike matlubu (Ya Rab! Maksadım sen, amacım senin rızanı kazanmak)çerçevesine oturtarak ila’yı kelimetullah ülküsünü ülkü edinebiliriz pekâlâ.
Müspet milliyet duygusunun çerçevesini Said-i Nursu Hz.leri şöyle çizer: “Şu müspet fikri milliyet, İslamiyet’e hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli; Çünkü İslamiyet’in verdiği kardeşlik içinde uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir. (Mektubat, S.299 Sözler Yay.1981 İst) Bediüzzaman’ı Kürtçü ithamıyla küçük düşürmeye çalışan menfi milliyetçilerin feveranlarına rağmen, O farklı bir metotla Türk milletini överek hakkını şöyle teslim etmiştir: “İşte, ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri, bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kala yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz. (Mektubat, Sahife 299–300)
Evet, müspet milliyetin ruhunu İslamiyet oluşturur. Farklı milliyetlere mensup milletlere; ‘İnanıyorsanız kardeşsiniz” prensibinde birleştiren iksirin adıdır İslamiyet. Müslümanlar ayrı ayrı millet daireleri oluştursalar da İslamiyet çimentosuyla birbirlerine husumet duymamalı. Bir İslam Ülkesinde farklı milliyete sahip sayıca az Müslüman topluluklar çoğunlukta olan Müslüman milliyete eşittirler. Çünkü Müslüman Müslüman’a karşı azınlık addedilmez ve farklı muameleye tabi tutulamaz da. İslam’ın hâkim olduğu coğrafyada azınlık muamelesi sadece gayr-ı Müslimlere yapılır. Zimmîler bu ülkenin asıl vatandaşı olamaz, ama ırkı ne olursa olsun kelime-i şahadet getiren her Müslüman İslam ülkesinin aslı sahibidir. Bu yüzden Osmanlı asli unsurlara milleti hâkime demiştir. Soy sop faslı mevcut kimliklere üstünlük ve asliyet kazandırmıyor, asliyet ancak ve ancak Müslüman olmakla mümkün.
Hâsılı; gerçek milliyet şuuru veya milliyetçilik, İslamiyet dairesi içinde mecz olmuş ve İslamiyet’e hadim milliyet anlayışı esastır. Yani, İslami ölçülere ters düşmeyecek milliyet ve milliyetçilik şuuru kabulümüzdür.
ALPEREN GÜRBÜZER
Millet kavramının lügat manası gidilen yol demektir. Bu lügat manasından hareketle bu kavramın dini ve şeriat anlamı da söz konusudur. Zaten Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın birçok yerinde, millet kavramı din ve şeriat anlamındadır, dolayısıyla Müslümanlar “Millet-i İbrahim’ kapsamına girer. Hâsılı Millet sözcüğü Kur’an’da din anlamındadır, sonradan dini yönü göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Oysa Ulus bir inancı belirleyemez, sadece belli soydan gelenleri kapsayan bir sözcük görevi ifa edebilir. Şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan kullansalardı bu konuda problem çıkmazdı elbette ki.
Millet kavramı gerek iman, gerek şeriat, gerekse sosyolojik yönünden tarif ettiğimizde bu kavrama ayrı manalar verildiğini görürüz. Şöyle ki; tutulan, gidilen yol manasına gelen Millet’e imanı açıklama yapıldığında ‘din’i manada tarif edilmiş olunur. Şayet fıkhı yönünden ele alırsak “Şeriat”, toplum açısından incelenirse bugünkü manada kullanılan ‘millet’ tarifiyle karşılaşırız. O halde orta yol bulmak adına millet kavramını toplumun objektif adı, manevi cihetiyle de sübjektif adıdır diye tarif edilebilir. Hatta maşeri vicdanın ve toplumun ortak noktalarda buluştuğu yola da millet diyebiliriz. Ancak müşterek noktalar kritik edildiğinde müspet de olabilir, menfi de.
Millet kavramını sosyolojik manada sınıflandırmaya tabi tuttuğumuzda şu kategoriler ile karşı karşıya kalabiliriz: Kitle, grup, ümmet ve millet vs.
Dini açıdan milliyet kavramını incelediğimiz de ise Bediüzzaman’ın ifadelerini esas alıp, Millet-i İslami’ye ve Millet-i Küfriye diye tasnif edebiliriz pekâlâ.
Kutsal kitap gönderilmiş milletlere ehli millet(kitap ehli) denilir. Kitap ehlinin her biri ayrı ayrı zikredildiklerinde ise yine kendine özgü milletler topluluğu karşımıza çıkar, tıpkı İslamiyet, Nasraniyyet ve Yahudiyet tasnifinde olduğu gibi.
Fakat Ehli Kitabın dejenerasyona uğramasından sonra, Kur’an; Kitap ehlini yani ehli milleti, Millet-i İslamiye’ye çağırmakla kalmamış, onları Hanif olan Millet-i İbrahim şemsiyesinin altında cem olmaya davet etmektedir. Yani, dinimiz ümmet şuuru içinde birlikteliği ön görmektedir. Dilde, fikirde birliktelik olabileceği gibi, din gibi büyük bir daire etrafında bir olmak da pekâlâ mümkün. Zaten dilleri, renkleri ve yaşayış biçimleri farklı olan milletlerin Kâbe etrafında halka oluşturarak kardeşlik şuuru içerisinde tek yürek, tek kalp olması bu durumu teyit ediyor. Kuran-ı Kerim; “Dillerinizin ve renklerinizin ayrı olmasında hikmetler vardır” derken buraya işaret etmektedir. Demek ki; ümmet kavramı, imanı kökten(fıtri) gelmektedir. Şöyle ki; farklı meşrep ve kimlikte olan toplumların, grupların, fertlerin, hatta değişik ülkelerden gelen insanların Kâbe etrafında hep birlikte ‘Lebbeyk allahumme lebbeyk’ demesi bu durumu ispatlamaktadır. Hac, ibadeti aynı zamanda İslam âleminin ortak paydalarda buluşabileceğinin (Büyük birliğin) en kalıcı adresidir. Ferdi manada imam(lider) ne ise, büyük topluluklara nazaran da ümmet de odur. Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın Hucurat Süresin de; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra, da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık” buyurarak hem iç içe dairelerden oluştuğumuzu, hem tanışma esprisini, hem de sosyal dayanışma dediğimiz birçok alanda birlikte hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.
Her Toplumun kendi iç bünyesinde alt daireleri vardır. Bu durum çoğu kez dernek, kuruluş ve cemaatler olarak ortaya çıkar ve bunlar genellikle bir önderin etrafında teşekkül ederler. Nasıl ki askeri teşkilatlarda bölük, tabur, alay ve tugay gibi küçük alt birimden büyük birime doğru yapılanmalar var ise, beşeri planda da buna benzer büyük entegrasyonlar söz konusudur. Alt birimlerin varlığı sanıldığının aksine ayrıcalık değil, bilakis kendi aralarında münasebetlerin daha koordineli ve aralarındaki işlerin kolay kılınması açısından büyük birlikteliğe yol açmaya matuf birimlerdir. Milletin bünyesinde yer alan alt birimlerin bir arada olmaları birbirini inkâr manasında algılayamayız. Öyle mana vermeye kalkışırsak, yeryüzünde başka ırktan veya alt kimliğe sahip tek bir insan kalmayacak tarzda birbirimizi boğazlamamız gerekiyor. Bakın Bediüzzaman bu meseleyi nasıl izah ediyor, diyor ki: “- Şu ayet-i kerimenin (Hucurat Süresi) işaret ettiği tearuf ve teavün düsturunun beyanı için deriz ki:
Nasıl ki, bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki, her neferin muhtelif münasebeti ve münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta, o ordunun efratları, düstur-u teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri adanın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölüm bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslami’ye büyük bir ordudur; kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat bin bir adedince ciheti vahdetleri var:
Halik’ları bir, Rezzak’ları bir, vatanları bir-bir, bir bir, binler kadar bir, bir...
İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabail ve tavaife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, teasuf içindir, teavün içindir; tenakur için değil tehasum için değildir” (Mektubat-Said Nursi S.250–251))
Anlaşılan Bediüzzaman milliyet kavramını izah ederken; müspet milliyet ve menfi milliyet diye iki kategoride tanımlar. Batının içimize attığı truva atlarından biri de menfi milliyet tohumudur. Menfi milliyet kavramı bünyemizde yaptığı tahrifat sonucu Müslümanlar arasında birbirlerini düşman görme eğilimi doğmuştur. Kendi milletini üstün görüp, başkasını küçük görme diye de tarif edebileceğimiz menfi milliyet saplantısı, büyük entegrasyona gidilen yolda en büyük handikabımızdır maalesef. Üstelik ırkçılık cereyanı bu üstünlük duygusundan beslenmektedir. Bu ırkçılık cereyanına Kur’an-ı Muciz’ül Beyan hamiyet-i cahilliye, unsuriyet ve kavmiyet olarak ifadelendirmektedir. İçice olan insanlık daireleri, birbirlerini imha etmek için değil tabiî ki, bilakis organize daireler halinde büyük daire oluşturmak için vücuda getirilmişlerdir. İç içe daireleri yıkmaya yönelik her hareket unsuriyet perverliği doğurarak ırkçılığı körüklemektedir. Ki; Allah Resulü (s.a.v.); “İslamiyet asabiyet-i cahiliyesi kesip atmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur” beyan buyurmaktadır. Veda hutbesinde de üstünlüğün ancak ve ancak takva ile olabileceğine işaret edilerek milletlerin İlayı kelimetullah (Allah adını yüceltmek) için hizmette ve takvada yarışa teşvik etmektedir yüce peygamberimiz. Kısır çekişmeler, takva dışı birtakım suni şeyler için üstünlük taslamayı, kati suretle İslamiyet reddeder. Hâsılı milletin bağrında taşıdığı dairelerin var oluş gayeleri birbirini yok etmek için değil, tam aksine temel esas takvada yarıştır. Ebedi kardeşlik kavgayla mümkün değil zaten.
Emeviler, Emevi olmayanlara Mevali(azatlı köle) gözüyle baktıklarından dolayı ittihadı İslam’a sekte vurmuşlardır. Bu yanlış uygulamalara tepki gösteren Hz. Hasan (r.anh) İle Hz. Hüseyin (r.anh) Emevi kılıçlarına maruz kalarak şehit olmuşlardır. Emevi ırkçılığı her şeyin üstünde addedilerek İslami kardeşlik şuuru dışlanmıştır. İslami siyaset yerine menfi milliyet siyaseti izlenince Arap asabiyetçiliği İslami devlet anlayışının yerine galebe çalmıştır. Diğer kavimleri Mevali görmek onları rencide etmiş ve İslam adaleti yerine milliyet-i adalet ikame olmuştur. İşte Hz. Hüseyin (r.anh.) bu durumu bozulma olarak görmüş, böylece mücadelesini rabıta-i diniye (dine bağlılık) üzerine tanzim ederek şahadet şerbetini içmiştir bu yüzden. Menfi milliyet fikri her devirde çıban rolü üstlenmiş ve milletlerin helakine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devleti Aliye adeta kavimler haritasında müteşekkildi. Fransız ihtilalinden sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Irkçılık damarları kaynayan milletler Osmanlı’ya başkaldırarak birlikteliği baltalamış, derken beraber ağlayıp beraber gülen ve her alanda birlikte hareket etmek yerine terkedilmişlik duygusu baş tacı yapılmış ve ardından çöküş de kaçınılmaz vaziyet almıştır. Nitekim artık bu gidilen yolda pişman olup, geriye dönüşte söz konusu olamazdı. Çünkü sosyolojik bir gerçek vardı ortada: Bağımsız milletler veya Ulus devletler gerçeği diye. Öyle ki dünya yeni bir çağın eşiğine gelmişti. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecin meydana getirmişti.
Madem vahdet(birlik bilnci) şuuru yok, o halde yapılacak olan müspet milliyet şuurunu milletlerin hafızasına yerleştirmek olmalıdır. Her ferdin milletini sevmesini hoşgörüyle makul karşılayıp başka milletlere ateş püskürmeye ve kaba sözler sarf etmeye, düşman gözüyle bakmayı gerektirmeyeceğini cümle âleme ilan ederek dışımızdaki topluluklarla da işbirliği ve dayanışma içerisine girmek en akılcı yol olacaktır. Resulüllah (s.a.v.)’in, “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadis-i şerifini bu anlamda değerlendirmeliyiz. İslami bir şuurla insanın milliyetine mensubiyet duygusuyla sevmesi müspet milliyetçilik olup, şayet ırk şuuru ile milliyetine sevgi beslenilirse menfi milliyetçiliğin kapısı aralanmış olacaktır. İslam adına her şeyi sevmek güzel bir meziyet, bunda kuşkumuz yok. Yunus Emre bu anlamda ‘Yaratılanı sev, Yaradan da ötürü’ diyerek buna işaret etmektedir. Her şeyin başı Allah Rızası duygusudur. Rıza-ı Bari için hem insanı, hem ailemizi, hem akrabamızı, hem milletimizi, hem de bütün İslam Âlemi’ni seveceğiz. Rıza-ı Bari dışında sevme duyguları, insanı kuru cihangirlik davasına iteceği aşikâr. Niyetimizi ‘ilahi ente maksudu ve rıdaike matlubu (Ya Rab! Maksadım sen, amacım senin rızanı kazanmak)çerçevesine oturtarak ila’yı kelimetullah ülküsünü ülkü edinebiliriz pekâlâ.
Müspet milliyet duygusunun çerçevesini Said-i Nursu Hz.leri şöyle çizer: “Şu müspet fikri milliyet, İslamiyet’e hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli; Çünkü İslamiyet’in verdiği kardeşlik içinde uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir. (Mektubat, S.299 Sözler Yay.1981 İst) Bediüzzaman’ı Kürtçü ithamıyla küçük düşürmeye çalışan menfi milliyetçilerin feveranlarına rağmen, O farklı bir metotla Türk milletini överek hakkını şöyle teslim etmiştir: “İşte, ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri, bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kala yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz. (Mektubat, Sahife 299–300)
Evet, müspet milliyetin ruhunu İslamiyet oluşturur. Farklı milliyetlere mensup milletlere; ‘İnanıyorsanız kardeşsiniz” prensibinde birleştiren iksirin adıdır İslamiyet. Müslümanlar ayrı ayrı millet daireleri oluştursalar da İslamiyet çimentosuyla birbirlerine husumet duymamalı. Bir İslam Ülkesinde farklı milliyete sahip sayıca az Müslüman topluluklar çoğunlukta olan Müslüman milliyete eşittirler. Çünkü Müslüman Müslüman’a karşı azınlık addedilmez ve farklı muameleye tabi tutulamaz da. İslam’ın hâkim olduğu coğrafyada azınlık muamelesi sadece gayr-ı Müslimlere yapılır. Zimmîler bu ülkenin asıl vatandaşı olamaz, ama ırkı ne olursa olsun kelime-i şahadet getiren her Müslüman İslam ülkesinin aslı sahibidir. Bu yüzden Osmanlı asli unsurlara milleti hâkime demiştir. Soy sop faslı mevcut kimliklere üstünlük ve asliyet kazandırmıyor, asliyet ancak ve ancak Müslüman olmakla mümkün.
Hâsılı; gerçek milliyet şuuru veya milliyetçilik, İslamiyet dairesi içinde mecz olmuş ve İslamiyet’e hadim milliyet anlayışı esastır. Yani, İslami ölçülere ters düşmeyecek milliyet ve milliyetçilik şuuru kabulümüzdür.
ALPEREN GÜRBÜZER