1 Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan (kadın)ın sözünü işitti.1 Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. 2Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.
2 Sizden kadınlarına "zıhar"da bulunanlar3 (eşlerini annelerinin sırtına benzetenler bilsinler ki kadınları) onların anneleri değildir. Anneleri, yalnızca kendilerini doğuranlardır.4 Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söylemektedirler.5 Gerçekten Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.6
AÇIKLAMA
1. "Semia" ifadesi ile bilinen "işitmek" anlamı kastolunmuş değildir. Bu ifade "Allah o kadının duasını kabul etti" anlamında kullanılmıştır.
2. Genelde mütercimler bu ifadeyi, "Allah seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan o kadını işitiyordu." şeklinde tercüme ettikleri için, okuyucunun zihninde, o kadının Hz. Peygamber'le tartıştığı ve yanından ayrıldıktan belli bir süre sonra da Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy nazil olduğu gibi bir tasavvurun oluşmasına sebebiyet vermişlerdir. Yani ayette, sanki şöyle denilmek isteniyor: "Ben, bir kadının seninle tartıştığını, bana şikayette bulunduğunu ve aranızda neler konuşulduğunu işittim." Oysa bu olay ile ilgili rivayet edilen hadislerde, o kadının "zıhar" meselesine bir çözüm bulması ve ailesini dağılmaktan kurtarması konusunda Rasulullah (s.a) ile tartıştığı esnada, birden Rasulullah'da, vahiy alırken zuhur eden halin meydana geldiği ve vahyin o anda nazil olduğu bildirilmektedir. İşte biz de, bu yüzden ayeti şimdiki zaman kipi ile (hal sigası) tercümeyi tercih ettik: "Allah, seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan o kadını işitiyor."
Ayette zikri geçen kadın, Hazreç kabilesinden Havle binti Sa'lebe'dir. Kocası ise, Evs kabilesinin reisi Ubade bin Samit'in kardeşi Evs bin Samit el-Ensari'dir. Söz konusu "zıhar" olayını ilerde ayrıntılı bir şekilde ele alacağız. Ancak burada, Allah'ın bu kadın sahebenin şikayetini hemen kabul ettiğini ve ayetin onun hakkında nazil olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim bu kadın sahebinin, yine bu olay nedeniyle diğer sahabilerin nezdinde özel bir yeri vardı. Bu yüzden diğer sahabiler, bu kadın sahebeye oldukça izzet ve ikramda bulunuyorlardı. Örneğin İbn Ebi Hatim ve Beyhaki'nin rivayet ettiklerine göre Hz. Ömer, yanında başka bir sahabe ile bir yere giderken, yolda bir kadın ile karşılaşır. Kadın Hz. Ömer'i durdurmak ister, O da durur. Ve başını eğerek, uzun bir süre kadını dinler, son sözünü söyleyinceye kadar orada bekleyince, yanındaki sahebe Hz. Ömer'e "Ey müminlerin emiri! Sırf bu yaşlı kadının hatırı için Kureyş'in bunca ileri gelenlerini beklettiniz," der. Hz. Ömer buna karşılık şöyle bir cevap verir: "Biliyor musun bu kadın kimdir? Bu yaşlı kadın, şikayeti yedi semada işitilen Havle binti Sa'lebe'dir. Allah'a yemin ederim ki, şayet O beni tüm gece boyunca bekletecek olsaydı, namaz vakitleri müstesna, onun önünde beklerdim." Yine "İstiyab" adlı eserinde İbn Abdilberr, Katade'den bir rivayette bulunur: "Bu kadın (Havle binti Sa'lebe) yolda Hz. Ömer ile karşılaştığında, Hz. Ömer kendisine selam verir. O'da Hz. Ömer'in selamını alır ve şöyle der: "Ooo! Ömer sen misin? Seni bir zamanlar Ukaz panayırında görmüştüm. O zaman sana Umeyr diyorlardı ve elinde sopa çobanlık yapıyordun. Fakat çok geçmeden Ömer oldun. Şimdi ise müminlerin emirisin. Emirin idaresindeki halk hakkında Allah'tan kork. Unutma ki Allah'tan korkanlar için en uzaktakiler, en yakında olanlar gibidir. Ölümden korkan insan neyi kaybetmekten korkuyorsa, muhakkak onu kaybedecektir?" Bu sözler üzerine, Hz. Ömer'in yanında bulunan Carud Abdi, kadına, "Ey kadın! Sen müminlerin emirine küstahlık yaptın," diye çıkışınca, Hz. Ömer ona şöyle der: "Bırak onu konuşsun. Biliyor musun bu kadın kimdir? Bunun sözü yedi semada işitilmiştir. Ömer'e söylediği niçin işitilmesin?" (İmam Buhari, kendi tarih kitabında kısaca kaydetmiştir.)
3. Araplar arasındaki yaygın geleneğe göre, karı ve koca birbirleriyle münakaşa ettiklerinde öfke içindeki erkek hanımına, "Sen bana anamın sırtı gibisin" derdi. Böylelikle erkek hanımına, "Seninle cinsel ilişkide bulunmak, anamla cinsel ilişkide bulunmak gibidir" demiş oluyordu. Nitekim günümüzde de bazı cahil kimseler, hanımlarıyla münakaşa ederken, "Sen bana annem, kızkardeşim veya kızım gibisin" nevinden sözler sarfederek, güya eşlerinin hanımları olmaktan çıktığını ihsas etmektedirler. İşte bu davranışın adı zıhardır. Zıhar Arapça'da sırtlarına binilen binek hayvanlarına atfen kullanılır.
Bu yüzden Araplar hanımlarına, "Senin sırtına binmek, anamın sırtına binmek gibi bana haramdır" derlerdi. Dolayısıyla bu yemine, "zıhar" adı verilmiştir. Ayrıca bu söz cahiliye döneminde talak (boşanmak), hatta daha ileri bir anlamda kullanılıyordu. Yani bu sözü söyleyen erkek, karısının artık kendisine haram olduğunu ve ömür boyunca kendisiyle birleşemeyeceğini ilan etmiş oluyordu. Bu nedenden ötürü, her ne kadar talaktan sonra evlenmek mümkün idiyse de, zıhardan sonra yeniden evlenmek mümkün değildi.
4. Bu, zıhar hakkındaki ilk hükümdür. Şöyle denilmektedir: "Sen hanımını annen yerine koydun diye, o asla annen olamaz. Çünkü annen seni doğurmuştur ve sana ebediyyen haramdır. Dolayısıyla başka bir kadın -sen annene benzettin diye- nasıl olur da, sana aklen, ahlâken, kanunen annen gibi olabilir? Bu, hakikate aykırıdır" Bu şekilde bir tesbit yapılmakla, zıhar yapan kocanın, hanımıyla nikahının sona ermesi ve böylece o kadının kendisine annesi gibi haram sayılması şeklindeki düşünce ortadan kaldırılmıştır.
5. Yani, erkeğin hanımını annesine benzetmesi anlamsız bir davranıştır, hatta bunu düşünmek bile kişi için utanç vericidir. Söylemek ise daha çirkin daha kabadır. Şerefli ve asil bir insanın bu tür yalan ve gerçek dışı bir söz sarfetmesi mümkün değildir. Çünkü bir kimsenin "Benim hanımım artık bana annem gibidir." demesi yalanın ta kendisidir. Şayet bu kimse, bundan sonra hanımına annesi gibi hizmet edeceğini bildirirse, yalan bir iddiada bulunmuş olur; zira ona ne zamandan beri hanımını annesinin konumuna koyma gibi bir yetki verilmiştir? O bir kanun koyucu değildir ve bu hak Allah'a aittir. Sözgelimi insana, annesi, babaannesi, kayınvalidesi, sütannesi ve Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları ile evlenmek haram edilmiştir. Dolayısıyla hiç kimseye, haram olan bu kadınlar zümresine başkalarını dahil etme yetkisi verilmemiştir. Sonuç olarak, zıharın günah ve haram bir fiil olup, cezayı gerektirdiği şeklinde bir başka hüküm ortaya çıkıyor.
6. Yani, bu suç aslında ağır bir cezayı gerektirecek kadar çirkindir. Ancak Allah merhametli olduğundan, böyle bir yasa koymakla sizlerin aile hayatınızı mahvolmaktan kurtarmış ve bu suçun cezasını çok hafif olarak belirlemiştir. Öyle ki, bu suça karşılık olarak dayak, hapis vs. gibi cezalar vermek yerine, nefisleri ıslah edecek ve böylelikle topluma iyiliği yayacak bazı ibadetler koymuştur. Ancak burada bir noktanın vurgulanması gerekmektedir. Bu, İslâm'da verilen bu tür cezaların, yani günahların kefareti şeklindeki ibadetlerin, sadece ibadet ruhundan uzak cezalar veya sadece eziyetten yoksun ibadetler olmadığıdır. Bunun içinde, her iki unsur da mevcuttur. Yani günah işlemiş olan kişinin, işlediği günahı telafi edebilmesi için kendisine, hem eziyeti hem de iyilik ve ibadeti içeren bir ceza verilmektedir.
3 Kadınlarına "zıhar"da bulunanlar,7 sonra da söylediklerinden geri dönenlerin,8 birbirleriyle temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaları gerekir. İşte size bununla öğüt verilmektedir.9 Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır.10
AÇIKLAMA
7. Buradan itibaren zıharın kanunî hükmü beyan edilmeye başlanmıştır. Bu hükümleri yeterince anlayabilmek için, Hz. Peygamber (s.a) döneminde zıhar ile ilgili vakıalar hakkındaki kararlara bakmamız gerekir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği bu kararlar, sözkonusu ayetlere dayanmaktaydı.
İbn Abbas'ın beyanına göre, ilk zıhar vak'ası, karısı Havle'nin şikayeti üzerine hakkında bu ayetlerin nazil olduğu Evs bin Samit el-Ensari'nin zıhar vak'asıdır. Bu olayla ilgili nakillerde, çeşitli raviler arasında ayrıntılarda ihtilaflar olmasına rağmen, bu konunun esasını anlamamızı sağlayacak temel unsurlar tüm rivayetlerde aynıdır. Bu olay, özetle şöyle cereyan etmiştir: Evs bin Samit el-Ensarî, yaşlandığı zaman çevresindekilere çok çabuk öfkelenir olmuştur. Hatta bazı raviler, onda delilik gibi hallerin belirdiğini ifade eden, "Kâne behiy lememe" şeklinde kelimeler kullanmaktadırlar. Yani öyle ki, (bizim urducada da dediğimiz gibi) öfkeden deliye dönmüştür. Bu halleri dolayısıyla, İslâm'dan önce hanımına bir kez zıhar yapmıştır. Ancak söz konusu zıhar hadisesi, onun Müslüman olduktan sonra yaptığı ilk zıhar olayıdır. Bu olay üzerine, hanımı Hz. Peygamber'e (s.a.) gelir ve meseleyi kendisine arz ettikten sonra, Hz. Peygamber'den (s.a.), ailesinin dağılmaktan kurtulabilmesi için çözüm yolu bulmasını ister. Raviler, Hz. Peygamber'in (s.a.) cevabını birbirinden farklı olarak nakletmektedirler. Bazı ravilere göre, Hz. Peygamber (s.a) bu konuda kendisine bir emir gelmediğini söyler, bazılarına göre, artık kocasına haram olması gerektiğini, bazılarına göre ise, kesin olarak kocasına haram olduğunu ifade eder.
Hz. Havle, Hz. Peygamber'den (s.a.) bu şekilde bir cevap alınca, tekrar tekrar, aslında kocasının kendisine, "Seni boşuyorum" demediğini beyan etmiş ve kendisini, yaşlı kocasını ve çocuklarını mahvolmaktan kurtarmasını söylemiştir. Fakat Hz. Peygamber (s.a) yine de aynı cevapları verirken, aniden kendisinde, vahiy alırken zuhur eden haller vuku bulmuş ve ardından bu ayetler nazil olmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) -başka bir rivayete göre- kadına, kocasını çağırtarak, O'na bir köle azad etmesini söylemiştir. Evs bin Samit, bunu yapamayacağını bildirince, iki ay (aralıksız) oruç tutmasını söylemiş ve bu esnada Hz. Havle söze karışarak, kocasının üç gün yemediği takdirde gözlerinin kararmaya başladığı cevabını vermiştir. Hz. Peygamber, "O halde 60 fakiri doyursun", deyince yine Hz. Havle, "O'nun o kadar parası yok. Fakat siz yardım ederseniz, sizin yardımınızla bu iş yapılabilir." demiştir. Hz. Peygamber (s.a) de kendilerine 60 kişinin iki vakit yiyebileceği miktardaki malzemeyi vermiştir. Ancak bu miktar, çeşitli rivayetlere göre değişmektedir. Bazı rivayetlere göre, Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği miktar kadar, kocasının keffareti ödeyebilmesi için, Hz. Havlede vermiştir. (İbn Cerir, Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Ebi Hatim).
Zıhar ile ilgili ikinci vakıa, Seleme bin Sehhar Beyadi'nindir. Hz. Seleme, cinsel arzuları normalin üstünde olan güçlü bir kimse olduğu için, Ramazan ayı geldiğinde oruçluyken hanımına yaklaşır korkusuyla hanımını bir aylık bir müddet için zıhar yapmış, ancak yine de sabredemeyerek, bir gece hanımıyla münasebette bulunmuştur. Bu olaydan duyduğu pişmanlık nedeniyle, bu hususu Hz. Peygamber'e (s.a.) arzetmiş ve Hz. Peygamber (s.a) de kendisine bir köle azad etmesini emretmiştir. O'nun, hanımından başka kimsesi olmadığını söylemesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) kendisine "Ara vermeden iki ay oruç tut" demiştir. Hz. Seleme, "Ya Rasulallah, bu musibet zaten bu yüzden başıma geldi" deyince, Hz. Peygamber (s.a) bu sefer O'na 60 fakiri doyurmasını emretmiştir. Ancak Hz. Seleme yine, "Biz, geceleri aç yatacak kadar fakiriz" diye cevap verince, Hz. Peygamber (s.a) Beni Züreyk'den gelen zekattan kendisine 60 fakiri doyurabilecek ve biraz da kendisine kalacak kadar bir miktar vermiştir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud)
Bu konuda nakledilen üçüncü vak'ada isim zikredilmemiştir: Bir adam hanımına zıhar yapar ve keffaret vermeden önce hanımına yaklaşır. Daha sonra Rasulullah'a giderek bu mesele hakkında ne yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (s.a) ise keffaret verene kadar hanımından uzak kalmasını söyler. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei,İbn-i Mace)
Nakledilen dördüncü vakıa ise şöyledir: Bir şahıs hanımına, "Kızkardeşim" diyerek seslenirken, Hz. Peygamber (s.a) bunu duydu ve kızgınlıkla "Bu senin kızkardeşin midir?" dedi. Ancak zıhar cezası vermedi (Ebu Davud)
İleride gelecek olan zıhar ile ilgili ayetleri, ancak muteber hadis kitaplarından nakledilen bu vak'alar ışığında açıklamak mümkündür.
8. "Sonra sözlerinden dönenler" ifadesinde, lugavî ve ıstılahî anlam bakımından ihtilaf vardır.
Bu ifadenin bir anlamı, "bir kez zıhar yaptıktan sonra, sözlerinden dönenler" şeklinde olabilir. Nitekim Zahirîler, Bukeyr bin el-Eşcâ ve Yahya bin Ziyad el-Ferra bu görüştedirler. Ayrıca Ata bin Ebi Rebah'tan nakledilen bir görüş de bunu destekler. Bu kimselere göre bir kez zıhar yapan şahıs affedilir. Ancak tekrar bu suçu işlerse, kendisine keffaret gerekir. Fakat bu yorum, iki sebepten ötürü yanlıştır. Birincisi; Allah zıharı, bir yalan ve anlamsız bir davranış olarak nitelemiş ve karşılığında bir ceza tayin etmiştir. Dolayısıyla, biz, nasıl olur da, bu yalan ve anlamsız davranışın ilkinde affedileceğini, ikincisinde de ceza göreceğini söyleyebiliriz? Bu yorumun yanlış olmasının ikinci sebebi, zıhar yapanlardan hiç kimseye "Bu ilk midir, ikinci midir?" diye sorulmamış olmasıdır.
Mezkur ifadenin diğer bir anlamı "Cahiliye döneminde zıhar yapmaya alışmış kimseler, yine zıhar yaparlarsa onların cezaları şudur...." şeklindedir. Yani, zıhar kendi başına cezayı gerektirir bir suçtur. Zıhar yapan kimse mutlak surette ceza görecektir. Hatta zıhar yaptıktan sonra hanımına dokunmadan boşansa bile, söz konusu ceza kendisine verilecektir. Ya da hanımı vefat etse veya karısıyla arasında karı-koca ilişkisi kalmasa da zıhar yapan bu cezayı görmekten kurtulamaz. Fakihlerden Tavus, Mücahid, Şa'bi, Zührî, Süfyan-ı Sevri, ve Katade aynı görüştedirler. Onlara göre, zıhar yapan kimsenin hanımı vefat ettiğinde, kocası keffaret ödemeden karısının mirasından pay alamaz.
Üçüncü anlamı, zıhar yapanın "Ben söylediğimden vazgeçiyorum" demesi şeklindedir.
Dördüncü anlamı ise, zıhar yapanın kendisine haram kıldığı eşinin, yeniden helal olmasıdır. Yani, önce hanımını kendisine haram kılan kimse, sonra helal kılar. Fakihlerin çoğu, bu son iki anlamı tercih etmişlerdir.
9. Diğer bir ifadeyle bu emirler; İslâm toplumunun cahiliyeden kalma kötü alışkanlıklardan vazgeçmesi ve bu tür anlamsız davranışları terk etmesi konusunda Müslümanları terbiye etmek için nazil olmuştur. Yani, aralarında bir anlaşmazlık çıktığında eşler iyi insanlar gibi tartışsınlar ve ayrılmaları gerekiyorsa, talak yoluyla boşansınlar. Ancak tartışma esnasında erkeğin, hanımını, annesine veya kızkardeşine benzetmesi çok çirkin bir davranıştır.
10. Karısına zıhar yapan ve daha sonra hiçbir şey olmamış gibi ilişkisine devam eden kimse, bunu başkalarına söylemese dahi Allah'dan gizleyemez. Çünkü, Allah her şeyi bilendir.
4 Ancak buna (imkân) bulamayanlar (için de) birbirleriyle temas etmeden önce, kesintisiz iki ay oruç (yüklenmiştir); buna da güç yetiremeyenler altmış yoksulu doyursun.11 Bu (kolaylık), Allah'a O'nun Resulüne iman etmeniz dolayısıyladır.12 Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler içinse acı bir azab vardır.13
AÇIKLAMA
11. Zıhar hakkında Allah Teâlâ bu hükümleri inzal etmiştir. İslâm hukukçularının, bu ayetlerden ve Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulamasından hareketle ümmet için ortaya koydukları genel kaideler aşağıda zikredilmiştir.
a) Zıhar ile ilgili bu hüküm, Araplar'ın cahiliye döneminde zıhar yapıp, karı ve koca arasındaki ilişkiyi ebediyyen haram kılma şeklindeki geleneklerini ortadan kaldırmaktadır. Burada, bu hüküm ile, cahiliyyedeki örf, adet ve kanunlar yürürlükten kaldırılmış, zıharın cahiliyye döneminden kalma etkileri silinmiş ve hiç kimse için, hanımını annesine veya nikahı kendisine haram olan kimselere (muharremat) benzetmesinin caiz olmadığı anlatılmıştır. Çünkü İslâm nezdinde, bir kimsenin annesini veya nikahı kendisine haram olan kimseleri hanımına benzetmeyi düşünmesi ve bunu söylemek suretiyle hafife alması çirkin bir davranıştır. Bu noktada İslâm'ın tavrı üç temel esasa dayalıdır. Birincisi, zıhar ile nikah akdi fasit olmaz ve kadının, kocası ile olan diğer ilişkileri devam eder. İkincisi, zıhar yapan kocaya, hanımı (cinsi münasebet bakımından) geçici bir süre için haram olur. Üçüncüsü bu yasak, koca keffaretini ödeyene değin sürer ve ancak keffaret ödendikten sonra kalkar.
b) Zıharın geçerli olabilmesi için, kocanın akıl ve baliğ olup, sarhoş olmaması konusunda görüş birliği vardır. Çocuk ve delinin yaptığı zıhar kabul edilmez. Ancak şuurunu kaybeden kimsenin (örneğin uyuyan), bu kelimeleri söylemesi halinde, zıharın kabul edilip edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Bu ayrılıklar şu şekildedir:
1) Sekir (sarhoşluk, şuurun yerinde olmaması) halinde zıhar yapan kimseler ile ilgili olarak, dört mezhebin fakihlerinin çoğunluğu, "Müsekkerat (sarhoş edici madde) kullanan bir kimsenin yaptığı zıhar, tıpkı talak gibi kabul edilir. Çünkü bu duruma kendisi sebebiyet vermiştir. Ancak bir hastalık nedeniyle ilaç alıp şuurunu kaybetmişse, yahud şiddetli susuzluktan ötürü canını kurtarmak için şarap içmiş ve sarhoş olmuşsa, bu kimsenin yaptığı zıhar ve talak geçerli olmaz" demektedirler. Hanefiler, Şafiler ve Hanbeliler bu görüştedirler. Sahabilerin görüşü de genelde böyledir. Fakat, sadece Hz. Osman (nedeni ne olursa olsun), sarhoşluk halinde ne zıharın, ne de talakın geçerli olmayacağı görüşündedir. Yine Hanefi mezhebi imamlarından Tahavi ve Kerhi de bu görüşü tercih etmişlerdir. Hatta İmam Şafii'den bu görüşü doğrulayan bir rivayet de nakledilmektedir. Maliki mezhebinde ise, zıharın geçerli olabilmesi için, zıhar yapan kişi ne söylediğini bilmelidir. Şuurunu tamamen kaybetmişse, yaptığı zıhar kabul edilmez.
2) İmam-ı Ebu Hanife ve İmam-ı Malik'e göre zıhar yapan kimse, Müslüman olmalıdır. Zımmiler üzerine zıhar hükmü tatbik edilmez. Çünkü Kur'an'da geçen ifade, "İçinizden kadınlara zıhar yapanlar" şeklindedir. Yine Kur'an'da beyan edilen zıharın üç keffaret biçiminden biri oruç tutmaktır ve zımmilere oruç tutma cezası verilemez. İmam-ı Şafi ve İmam-ı Ahmed'e göre ise, zıharın hükmü Müslümanlar için de, zımmiler için de geçerlidir, ancak zımmilere oruç tutma cezası verilemez. Onlar ya bir köle azad ederler ya da 60 fakiri doyururlar. Bu iki biçimdeki ceza zımmilere verilebilir.
3) Erkekler gibi kadınlar da zıhar yapabilirler mi? Söz gelimi bir kadın kocasına, "Sen benim babam veya amcam gibisin" diyebilir mi? Dediği takdirde bu zıhar olarak kabul edilebilir mi? Dört mezhebe göre de bu, zıhar olarak kabul edilmez ve buna zıhar hükmü uygulanmaz. Çünük Kur'an'da açıkça bu hüküm, erkeğin hanımına zıhar yapması hakkındadır: "İçinizden kadınlarına zıhar yapanlar..." Görüldüğü gibi bu ayette zıhar yapma hakkı, talak (boşanma) hakkını elinde tutanlara yani erkeklere verilmiştir. İslâm hukukunda kadına, kocasını boşayabilme (talak) hakkı verilmediği için kocasını kendisine haram etme hakkı da verilmemiştir.
Aynı şekilde, Süfyan-ı Sevri, İshak bin Rahaveyh, Ebu Sevr ve Leys bin Sa'da'dan kadının bu davranışının çok anlamsız olduğu şeklinde rivayetler vardır. İmam Yusuf ise, kadının bu davranışının ve bu sözünün zıhar olmadığını, ancak bu tür sözler sarfeden kadınlara, yeminlerinden ötürü keffaret gerektiğini söyler. Çünkü bir kadının bu tür sözler sarfetmesi, kocasını kendisine haram kılma konusunda yemin etmesi anlamına gelir.
İbn Kudame, Ahmed bin Hanbel'in de aynı görüşte olduğunu nakleder. İmam Evzai: "Evlenmeden önce, kocası olacak kimse hakkında, "Bu benim babam gibidir" diyen kadının sözü zıhar olarak kabul edilir. Evlendikten sonra bu sözü söylerse, yemin olarak addedilir ve o takdirde yemin keffareti lazım gelir" demektedir. Bu görüşün aksine Hasan Basri, Zühri, İbrahim en-Nehai ve Hasan bin Ziyad Lului, bu sözün her halükarda zıhar olacağını ve zıhar keffaretini gerektirdiğini söylerler. Ancak kadının keffaret öncesi kocasının kendisine yaklaşmasına engel olma hakkı yoktur. İbrahim en-Nehai, bu görüşüne delil olarak şu olayı zikreder: Hz. Ebu Talha'nın kızı Aişe, Hz. Zübeyr'in oğlu Musab'dan evlenme teklifi aldığında, "O benim babamın sırtı gibidir" sözlerini sarfetmiş, ancak bir süre sonra O'nunla evlenmeye razı olmuştur. Medine'de çoğu sahabe olan alimlerden bu mesele hakkında fetva istendiğinde, onlar Aişe'ye zıhar keffareti gerektiği şeklinde bir fetva vermişlerdir. İbrahim en-Nehai bu rivayeti naklettikten sonra şöyle der: "Şayet Aişe, evlendikten sonra bu sözleri sarfetmiş olsaydı, O'na zihar keffareti lazım gelmezdi. Fakat O, evlenme veya evlenmeme hakkı olduğu bir zamanda, yani nikahdan önce bu sözleri sarfettiği için O'na keffaret lazım gelmiştir."
c) Akil ve baliğ bir kimse, şuuru yerindeyken zıhar yaptığında, onun kızgınlık, şaka, sevgi ve zıhar niyeti olmama vs. şeklindeki mazeretleri geçerli kabul edilmez. Ancak sarfettiği kelimelerin değişik anlamlara gelme ihtimalleri bulunuyorsa, o taktirde, o kişinin söylediği sözlerin zahirine bakılarak karar verilir. Nitekim, biz, ileride hangi kelimelerin zıhar olarak kabul edileceğini, hangi kelimelerin kabul edilmeyeceğini beyan edeceğiz.
d) Zıharın, ancak nikah altında bulunan kadın için geçerli olduğu hakkında görüş birliği vardır. Nikah altında bulunmayan kadınlara da zıhar yapılıp yapılmayacağı hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu konudaki değişik görüşleri aşağıya aldık.
Hanefilere göre; bir erkek, nikahı altında bulunmayan bir kadına "Seninle evlenirsem, sen bana annemin sırtı gibi ol" derse ve buna rağmen o kadınla evlenirse, ona zıhar keffareti lazım gelir. Hz. Ömer de aynı şekilde fetva vermiştir. Nitekim O'nun döneminde bir şahıs, bir kadına aynı şekilde zıhar yapıp, sonra kendisiyle evlenince, Hz. Ömer ona, zıhar keffareti vermesini emretmiştir.
Maliki ve Hanbeliler de aynı görüştedirler. Ayrıca bir kimsenin, tahsis (belirleme) olmadan, bir çok kadına zıhar yapması halinde o kadınlardan hangisiyle evlenirse evlensin, o kadına dokunmadan önce zıhar keffareti vermesi gerektiği söylenmektedir. Said bin Müseyyeb, Urve bin Zübeyr, Ata bin Ebi Rebah, Hasan Basri, İshak bin Rahaveyh bu görüştedirler.
Şafiiler ise; nikahdan önce zıharın bir anlam ifade etmediği görüşündedirler. İbn Abbas ve Katade de bu görüşü paylaşmaktadırlar.
e) Belirli bir süreye mahsusen zıhar yapılabilir mi? Hanefiler ve Şafiilere göre, belli bir süre için zıhar yapan kimse, o süre bitmeden önce hanımına yaklaşırsa keffaret vermesi gerekir. Ancak süre bittikten sonra zıhar ortadan kalkar. Bu hükmün delili, Ramazan ayı süresi için hanımına zıhar yapan Seleme bin Sehhar Beyadi vakıasıdır. Bu olay hakkında Hz. Peygamber, bu konuda süre tayin etmenin anlamsız olacağı şeklinde bir şey söylememiştir. Fakat bu görüşün aksine, İmam Malik ve İbn Ebi Leyla, zıharın süresi bulunmadığını ve süre tayin etmenin anlamsız olacağını, çünkü haramlık vuku bulduğunu ve süre sonunda bu haramlığın ortadan kalkmayacağını söylemişlerdir.
f) Zıhar, bir şarta bağlı olarak yapılırsa ve söz konusu şarta aykırı davranılırsa, keffaret gerekir. Söz gelimi, "Şayet eve gelirsem, bana annemin sırtı gibi ol" diyen bir kimsenin eve gelirse keffaret vermeden hanımına yaklaşması caiz değildir.
g) Hanımına birden fazla zıhar yapan koca, Hanefilere ve Şafiilere göre, bir defa veya birden fazla zıhar yapsa da zıhar ifadesini kullandığı kadar keffaret verir. Ancak bir kez zıhar yaptıktan sonra, sözünü tekid için tekrarlarsa dahi, yine bir kez zıhar yapmış olur. Bu görüşün aksine İmam Ahmed ve İmam Malik, "Zıhar kaç kez yapılırsa yapılsın, tekid veya tekrar olsa da, bir kez yapılmış sayılır" demektedirler. Nitekim Şa'bi, Tavus, Ata bin Ebi Rebah, Hasan Basri ve Evzai de aynı görüştedirler. Hz. Ali ise, "Koca, zıharı bir meclisde bir kaç kez yapsa da, bu bir zıhardır. Çeşitli meclislerde kaç kez zıhar yapılmışsa, o kadar keffaret gerekir" şeklinde fetva vermiştir. Katade ve Amr bin Dinar da bu görüşü paylaşmaktadırlar.
ğ) Erkek, iki veya daha fazla hanımına hitabederek, zıhar yaparsa, yani onlara "Sizler bana anamın sırtı gibisiniz" derse, hanımlarının her birinin kendisine helal olabilmesi için, ayrı ayrı keffaret vermesi gerekir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Urve bin Zübeyr, Tavus, Ata, Hasan Basri, İbrahim en-Nehaî, Süfyan Sevrî, İbn Sihab ve Zührî bu görüştedirler.
İmam Malik ve İmam Ahmed ise, hepsi için bir keffaretin yeterli olduğunu söylüyorlar. Nitekim Rebia, Evzaî, İshak bin Rahaveyh ve Ebu Sevr de aynı görüştedirler.
h) Bir kez zıhar keffareti veren bir kimsenin, yeniden zıhar yaptığında, keffaret vermeden karısının kendisine helal olmayacağı hususunda görüş birliği vardır.
ı) Keffaret vermeden önce erkek hanımına yaklaşırsa, bu dört mezhebe göre de bir günahtır ve tevbe gerektirir. Fakat keffaret lazım gelmez. Hz. Peygamber, bu şekilde davranan kimselere, tevbe etmelerini, keffaret vermeden önce hanımlarından uzak kalmalarını söylemiş ve ayrıca zıhar keffaretinden başka bir ceza vermemiştir. Kabise bin Züveyb, Said bin Cübeyr, Zührî ve Katade, bu davranışda bulunan bir kimsenin iki keffaret ödemesi görüşündedirler. İbrahim en-Nehaî ve Hasan Basri'ye göre ise, üç keffaret ödemesi gerekir. Kanaatimizce, söz konusu mesele hakkında Rasulullah'ın karar verdiğini bildiren yukarıdaki hadis, bu kimselere ulaşmamıştır.
i) Kadın kime benzetildiğinde zıharın vuku bulacağına dair fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Şa'bi, sadece anneye benzetildiğinde zıharın vuku bulacağını, Zahiriler ise, annenin sırtına benzetilmesi halinde zıhar suçunun gerçekleşmiş olacağını, bunun dışındakilerin ise zıhar olarak kabul edilemeyeceğini söylemektedirler. Ancak ümmetin diğer fakihleri, bu hususta onlara katılmamaktadırlar. Çünkü Kur'an zıharın günah, yalan ve anlamsız bir davranış olduğunu beyan eder. Bu tür bir nitelemeden bellidir ki, anne gibi, nikâhı haram olan diğer kadınlara benzetmek de haramdır, beyhudedir, yalandır. Dolayısıyla söz konusu hüküm, onlar için de geçerli olur.
Hanefilere göre, gerek nesep, gerek süt, gerekse evlilik nedeniyle ebedi haram olan tüm muharremat (nikâhı haram olan kadınlar) bu sınır içine girer. Ancak bazı şartlar dolayısıyla helâl olabilen, ama geçici haramlığı bulunan kadınlar (baldız, kadının halası vs.) zıhar kapsamına girmezler. Ebedi haram olan kadınlardan birinin, yine görülmesi haram olan bir uzvuna benzetme yapılırsa zıhar vuku bulur. Ama görülmesi helâl olan el, ayak, yüz, diş vs. gibi bir uzuv benzetildiği takdirde, bu zıhar olmaz. Sözgelimi, erkek hanımına "Senin el ve ayakların, annemin el ve ayakları gibidir" derse bu zıhar değildir. Şafiilere göre, bu hüküm nikâhı ebedî haram olan kadınlara (anne, kızkardeş vs.) mahsustur. Fakat bir dönem için nikâhının helâlliği söz konusu olmuş kadınlar buna (süt annesi, kayınvalide, baldız, gelin) dahil değildir.
Bunun dışında, nikâhı ebedi olarak haram olan kadınlardan birinin görülmesi haram olan bir uzvunu, kendi hanımına benzeten erkek zıhar yapmış olur. Ancak genel bir benzetme zıhar değildir. Belirli bir uzuv ise, ancak zıhar niyetiyle benzetilirse zıhar olarak kabul edilir. Sözgelimi, bir kimse hanımına "senin gözlerin tıpkı annemin gözlerine benziyor", veya "senin ellerin tıpkı annemin elleri gibi yumuşak", ya da "sen tıpkı annem gibi şefkatlisin", "senin sırtın, ellerin, başın anneminki gibi", şeklindeki sözleri zıhar niyeti ile sarfederse, zıhar vuku bulur. Aksi takdirde bu tür genel benzetmeleri iltifat amacıyla söylerse, bu zıhar olmaz.
Malikilere göre; bir kimsenin, nikahı kendisine haram olan bir kadını hanımına benzetmesi zıhardır. Erkeğin hanımına, "senin sırtın filan kadının sırtına benziyor" demesi bile zıhardır. Ayrıca Malikiler, erkeğin, nikâhı haram olan kadınlardan birinin uzvunu (bakılması helal bile olsa), hanımının uzvuna benzetmesini zıhar kabul ederler. Çünkü kişinin, annesinin herhangi bir uzvuna, hanımının uzvu gibi bakması haramdır.
Hanbelilere göre, nikâhı ebedi haram olan ile nikâhı bir zaman için helâl olmuş kadınlar (süt annesi, kayınvalide) zıhar kapsamına girer. Baldız ve nikâhı sonradan helâl olabilecek kadınlar ise, İmam Ahmed'in bir görüşüne göre, zıhar kapsamına girmekte, bir görüşüne göre ise girmemektedir. Yine Hanbeli mezhebine göre saç, tırnak, diş gibi sabit olmayan uzuvlar hariç, bir erkeğin, nikâhı kendisine ebedi haram olan kadınlardan birinin uzvunu hanımının uzvuna benzetmesi zıhardır.
j) Bir kimsenin hanımına "sen bana anamın sırtı gibisin" demesinin açıkça bir zıhar olduğu konusunda görüş birliği vardır. Çünkü Araplar zıhar yaparken, bu cümleyi sarfederlerdi ve Kur'an'daki hüküm bu cümlenin sarfedilmesi üzerine nazil olmuştur. Ancak fakihler arasında, hangi kelimelerin zıhar anlamına geleceği, hangi kelimelerin gelmeyeceği hususunda ihtilaf vardır. Hanefilere göre erkeğin, nikâhı kendisine ebedi olarak haram olan kadınlardan birinin, görülmesi haram olan bir uzvunu, hanımının bir uzvuna açıkça benzetmesi zıhardır. Sözgelimi, "Sen bana anamın (ya da nikâhı haram olan kadınlardan birinin) karnı veya baldırı gibisin" şeklindeki bir söz zıhardır. Bunun dışındaki kelimelerde ise ihtilâf etmişlerdir. Örnek olarak, bir kimse hanımına, "sen bana annemin sırtı gibi haramsın" derse, bu Ebu Hanife'ye göre açıkça zıhardır. İmam Muhammed ve İmam Ebu Yusuf'a göre ise, zıhar niyetiyle söylemişse zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talaktır. Bir erkeğin hanımına, "sen bana annem gibisin" demesi, Hanefilerin umumi fetvasına göre, zıhar niyetiyle söylenmişse zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talak-ı bain'dir. Bir niyet sözkonusu değilse, bu sadece anlamsız bir sözdür.
İmam Muhammed'e göre ise, kesinlikle zıhardır. Erkek, hanımını kızkardeşi, annesi veya kızı olarak çağırırsa, bu boş bir sözdür. Nitekim Hz. Peygamber, bu şekilde davranan birine kızgınlığını belli etmiş ama zıhar hükmü vermemiştir. Şayet bir kimse hanımına, "Sen bana annem gibi haramsın" derse, bu söz zıhar niyetiyle söylenmişse zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talak, hiç bir niyet söz konusu değilse yine zıhardır. Eğer, "sen benim annem gibisin" veya "anneme benziyorsun" denilirse, kişiye "ne demek istedin?" şeklinde niyeti sorulmalıdır. İltifat için söylenmişse ve zıhar niyeti yoksa, bu bir iltifat olarak kabul edilir. Zıhar niyetiyle söylenmişse, zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talak olarak kabul edilir. Hiç bir niyet belirtilmemişse, Ebu Hanife'ye göre anlamsız bir sözdür. İmam Ebu Yusuf'a göre bu bir zıhar değildir, ama yemin keffareti gerekir. İmam Muhammed'e göreyse zıhardır.
Şafii'lere göre, bir kimsenin, hanımına "Sen bana anamın sırtı gibisin" veya "senin bedenin anamın bedeni gibidir" şeklinde açıkça sarfettiği sözlerin dışındaki tüm sözleri niyetine bağlıdır.
Hanbeli'lere göre; bir kimsenin, hanımının bir uzvunu, nikâhı kendisine haram olan kadınlardan birinin uzvuna açıkça benzetmesi, zıhardır.
Malikilerin görüşü de yaklaşık bu şekildedir, ama ayrıntılarda farklı fetvalar vermişlerdir. Sözgelimi, bir kimse hanımına "sen benim annem gibisin" derse, Maliki'lere göre, bu söz zıhar niyetiyle söylenmişse zıhar, talak niyeti ile söylenmişse talak, bir şey sözkonusu değilse yine zıhardır. Bu, Hanbeli'lere göre ancak niyet ile zıhardır. Bir kimse hanımına "sen benim annemsin" derse, Maliki'lere göre bu zıhardır. Hanbeli'lere göre, bu söz münakaşa esnasında veya kızgınlıkla söylenmişse zıhar, ama iltifat amacıyla söylenmişse çirkin bir sözdür, zıhar değildir. Şayet bir kimse hanımına "Ben senden boşanıyorum ve sen bana annem gibisin" derse, Hanbeli'lere göre bu talaktır, zıhar değildir. Fakat "sen bana annem gibisin ve seni boşuyorum" derse, o zaman hem zıhar, hem de talak vuku bulur. Yine bir kimse hanımına "sen bana annemin sırtı gibi haramsın" derse, Hanefilere göre, niyet ne olursa olsun bu söz zıhardır.
Fakihlerin, lugavi ve ıstılahi tanımları konusunda ihtilaf ettikleri zıhar ile ilgili kelimelerin iyice bilinmesi gerekir. Çünkü Arap olmayan diğer toplumlar, Arapça kelimelerle zıhar yapmazlar. Ayrıca zıhar ile ilgili Arapça kelimelerin tam karşılığını, bu toplumların dillerinde bulmak da mümkün değildir. Dolayısıyla hangi kelimelerin (veya cümlelerin) zıhar kabul edilip edilmeyeceğine karar verebilmek için, fakihlerin açıklamaları doğrultusunda, bu tür sözler sarfeden kimselerin cinsel ilişkiyi mi kastettikleri, yoksa başka ihtimallerin mi sözkonusu olduğunu anlamamız mümkün olur.
Sözgelimi, tüm fakih ve müfessirler, hakkında hüküm verilen sözün "Ente aleyye kezahri ummî" (Sen, bana anamın sırtı gibisin) olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Herhalde yeryüzünde, hiçbir dilde özellikle Urduca'da bu sözler, zıhar anlamında kullanılmamaktadır. Ancak diğer dillerde de, Arapların yukarıda kastettikleri anlamda, yani "seninle cinsel ilişkide bulunmak, annemle cinsel ilişkide bulunmak gibidir" veya bazı eskilerin dediği şekilde "seninle mübaşeret edersem, annemle mübaşeret etmiş gibi olayım" biçiminde başka kelimeler kullanılmaktadır.
k) Kur'an'da keffareti gerektiren davranış, sadece zıhar değil, ayrıca zıhardan avdet etmedir. Yani bir kimse sadece zıhar yapmış ama avdet etmemişse keffaret gerekmez. Bu bağlamda, keffareti gerektiren avdetin niteliği sorulabilir. Bu husus hakkında fakihlerin görüşlerini aşağıya aldık.
Hanefi'lere göre, "avdet" ile kastedilen husus, cinsel ilişkiye niyet etmektir. Fakat bu, sadece bu konuda istek duyduğundan keffaretin gerektiği anlamına gelmez. Hatta bir kimse bu hususta niyet eder ama fiilen uygulamazsa keffaret lazım gelmez. Dolayısıyla bunun doğru anlamı, kişinin zıhar yapmış olması nedeniyle, haramlığı ortadan kaldırmak (hanımının tekrar helal olabilmesini sağlamak) için keffaret vermesi ve böylelikle haramlığın ortadan kalkmasıdır.
İmam Malik'ten bu konuda üç görüş nakledilmektedir. Maliki'lere göre, en meşhur ve en sahih görüş, yukarıda açıklandığı gibi Hanefi'lerin görüşüdür. İmam Malik zıhar yoluyla hanımı ile cinsel ilişkiyi haram eden kimsenin keffaret vererek, haramlığı ortadan kaldırması, avdettir demektedir. İbn Kudame, Ahmet bin Hanbel'in görüşünün de bu iki İmamın görüşüne yakın olduğunu nakletmektedir. Ona göre, zıhar yoluyla kendine hanımı ile cinsel ilişkiyi haram eden kimsenin keffaret vererek, hanımını kendisine helal kılması avdettir. Dolayısıyla zıhar yapan kimseye, hanımının helal olabilmesi için keffaret emredilmiştir. Tıpkı bir kimseye, bir kadının helal olabilmesi için nikah gerektiği gibi.
İmam Şafii'nin görüşü üçünden de farklıdır. Ona göre avdet, bir kimsenin zıhar yaptıktan sonra, hanımını hâlâ karısı olarak alıkoymasıdır. Çünkü karısına zıhar yapan kimse, hanımını kendisine haram kılmıştır. Dolayısıyla o kimse zıhar yaptığında hanımını boşamazsa ve boşama ile ilgili sözlere söyleyinceye kadar hanımını yanında alıkoyarsa, o kimsenin sözünden avdet etmiş olduğu anlaşılır ve ona keffaret gerekir.
Yani, kişi zıhar ve talakı bir defada vermemişse, sonradan talak verse bile, yine de ona zıhar keffareti lazım gelir. Hatta talak vermek için çok kısa bir tereddüt etse dahi kefaret şarttır.
1) Kur'an'da beyan edilen hükme göre, zıhar yapan kimse keffaret vermeden hanımına yaklaşamaz. Ayette geçen "dokunmak" ifadesi ile elle dokunmanın kastolunduğu hususunda dört mezhep de görüş birliği içindedir. Dolayısıyla zıhar yapan kimse için, keffaret vermeden önce, değil hanımı ile mübaşerette bulunmak, ona dokunması bile imkânsızdır. Şafii'lere göre, şehvetle dokunmak haramdır. Hanbeli'ler, ne şekilde olursa olsun, kocanın hanımından zevk almasının haram olduğu görüşündedirler. Maliki'lere göre ise, elleri ve yüzü müstesna, kadının bedenine bile bakmak caiz değildir.
m) Zıhar yapan kimse, Talak-ı Rici'den sonra hanımına döndüğü takdirde, yeniden keffaret vermedikçe ona dokunması mümkün değildir. Şayet Talak-ı Bain'den sonra yeniden hanımı ile evlenirse, yani üç talakla boşadıktan sonra hanımı başka biriyle evlenip ondan boşanmışsa ve daha sonra kendisiyle yeniden evlenirse, erkek keffaret vermeden önce hanımına dokunamaz. Çünkü o, hanımını annesine veya nikâhı haram olan kadınlara benzeterek üzerine haram kılmıştır. Bu haramlığın ortadan kaldırılabilmesi için keffaret gerektiği hususunda dört mezhepte görüş birliği içindedir.
n) Kadın, zıhar yapan kocasını kendisine dokunmasına izin vermemekle yükümlüdür. Çünkü kocası, zıhar yapmakla kadını kendi hakkından mahrum etmiştir. Dolayısıyla, erkek, keffaret vermekten kaçındığı takdirde, kadın mahkemeye başvurabilir ve mahkeme de erkeği, mevcut haramlığı ortadan kaldırması için keffaret vermeye mecbur eder. Erkek, keffareti vermediği takdirde, mahkeme kendisini dayak, hapis veya her ikisiyle de cezalandırır. Bu hususta dört mezhep ittifak halindedir. Ancak Hanefi mezhebinde, kadın için bundan başka bir çözüm yolu gösterilmez. Yani zıhar yapıldıktan sonra geçen süre boyunca, hakim kadını bu müşkül durumdan kurtaramazsa, kadın yine muallakta kalır. Çünkü zıhar nikâhı bozamaz. Sadece erkeğin hanımından yararlanma hakkı ortadan kalkar. Malikilere göre, erkek, hanımına eziyet maksadıyla zıhar yapar ve (keffaret vermeyerek) onu muallakta bırakırsa, hakkında "îyla" vuku bulur.
Yani erkek, kadını dört aydan fazla muallakta bırakamaz. (îyla'nın anlamı için bkz. Bakara: 245-247) Şafii'lere göre, zıhar yapan kimse için îyla'nın geçerli olabilmesi, kadının muallakta kalma süresinin 4 ayı geçmesi halinde söz konusu olur. Çünkü Şafii mezhebine göre keffaret, erkek zıhar yapmasına rağmen kadını hâlâ hanımı olarak alıkoyarsa vaciptir. Bu yüzden erkeğin uzun bir süre, kadını muallakta bırakması mümkün değildir.
o) Kur'an ve Sünnet'teki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, zıhar için verilmesi gerekli keffaretin ilk maddesi bir köle azad etmektir. Köle azad edemeyen kimse, arka arkaya iki ay oruç tutar. Şayet bunu yapmaktan aciz ise, 60 fakiri doyurur. Keffaretle yükümlü kişi, bu üçünü de yapacak güçten yoksun ise, bu şartlardan birini yerine getirebileceği uygun bir vakti beklemek zorundadır. Ancak bu durumda olan kişilere, keffareti verebilmeleri için yardım edildiği sünnetle sabittir. Nitekim Hz. Peygamber, bazı zaafları neticesinde bu tür durumlara düşüp, keffaret verme gücünden yoksun kimselere Beyt'ul-Mal'dan yardım etmiştir.
ö) Kur'an'da keffaretin ilk şartı olarak emredilen köle azad etmek, "rakabe" kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu kelime, cariye ya da köle karşılığında da kullanılır. Ayrıca bir yaş sınırı sözkonusu değildir. Hatta küçük bir çocuk da olabilir. Ancak fakihler arasında, azad edilecek köle ya da cariyenin mü'min veya kafir olup olmamasında görüş ayrılığı vardır. Hanefi'lere ve Zahiri'lere göre, azad edilecek köle veya cariyenin mümin ya da kafir olması farketmez. Çünkü Kur'an'da sadece "rakabe" kelimesi kullanılmıştır. Bu görüşün aksine, Şafii'ler ve Hanbeliler, müminlik şartını öne sürerler. Çünkü Kur'an'da bu tür emirlerde müminlik şartı aranmaktadır. Dolayısıyla kıyasla istidlal etmişlerdir.
p) Köle azad edilmediği takdirde haramlığın kaldırılabilmesi için Kur'an, keffaret ile yükümlü kişinin ardı ardına iki ay oruç tutması gerektiğini beyan eder. Allah'ın bu hükmü ile nasıl amel edileceği hususunda mezheplerin öne sürdüğü görüşleri aşağıya aldık.
aa) İki ay ile kameri ayların kastedildiği hususunda ittifak vardır. Şayet keffaretle yükümlü kişi, oruca hilalin birinci gününde başlarsa, iki ayı da tamamlaması gerekir. Fakat ayın ortasında bir gün başlarsa Hanefi'lere ve Hanbeli'lere göre 60 gün oruç tutmalıdır. Şafii'lere göre, birinci ve üçüncü aydaki günler 30 güne tekabül ediyorsa, aradaki 29 gün de, 30 gün de olabilir.
bb) Hanefi'lere ve Şafii'lere göre, oruca Ramazan ve Kurban Bayramı'na rastlamayacak şekilde başlanmalıdır. Çünkü Ramazan ve Kurban Bayramında oruç tutmak, keffaretteki teselsülü kaldırır. Dolayısıyla yeniden oruç tutmaya başlanılması gerekir, Hanbeli'lere göre, Ramazan ve Kurban Bayramlarında oruç tutmamakla keffaretin teselsülü bozulmaz.
cc) İki ay arasında herhangi bir özür dolayısıyla veya bir özür olmaksızın orucun bırakılması, Hanefi'lere ve Şafii'lere göre teselsülü bozar. Dolayısıyla oruç tutmaya yeniden başlanması gerekir. Muhammed el-Bakır, İbrahim En-Nehai, Said bin Cübeyr ve Süfyan es-Sevri bu görüştedirler. İmam Malik ve İmam Ahmed'e göre, hastalık ve sefer dolayısıyla oruç bırakılabilir. Ancak bir özür olmaksızın oruç bırakılırsa teselsül bozulur. Çünkü keffaret orucu, farz oruçtan daha "müekked" değildir. Nitekim farz orucun özür dolayısıyla bırakılmasının caiz olmaması için bir neden yoktur. İbn Abbas, Hasan Basri, Ata bin Ebi Rabah, Said bin Müseyyeb, Amr bin Dinar, Şâbi, Tavus, Mücahid, İshak bin Rahaveyh, Ebu Ubeyde ve Ebu Sevr de bu görüştedirler.
dd) Zıhar yaptığı hanımıyla bu iki ay arasında mübaşeret eden kimsenin orucundaki teselsülün bozulacağı ve oruca yeniden başlaması gerektiği hususunda tüm imamlar arasında görüş birliği vardır. Çünkü mükellef, iki ay ara vermeden oruç tutarken, hanımına dokunmamakla yükümlüdür.
r) Kur'an ve Sünnet'e göre, keffaretin üçüncü şıkkı, (yani 60 fakiri doyurmak) ancak birinci ve ikinci şıkları yerine getirmekten aciz olan kimseler için geçerlidir. Bu hususta fakihlerin görüşleri tafsilatlı olarak aşağıda verilmiştir.
aa) Oruç tutmaktan aciz olmak dört mezhebe göre de mükellefin çok yaşlı olması, hasta olması, hanımından iki ay uzak durduğunda, sabredemeyip ona yaklaşma korkusu taşıması demektir. Bu üç özür, Evs bin Samit el-Ensari ve Seleme bin Sehhar Beyadi olaylarını anlatan sahih hadislere göre belirlenmiştir. Ancak hastalık özrü hakkında fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefi'lere göre, hastalık özrünün geçerli olabilmesi için hastalığın ilerlemesi veya iyileşmesinin mümkün olmaması gibi şartlar mevcut bulunmaktadır. Ancak bu takdirde hastalık özür olarak kabul edilir. Şafii'lere göre mükellef, orucun meşakkati karşısında orucu iki ay arasında bırakmak zorunda kalacaksa eğer, bu özür olarak kabul edilir. Maliki'lere göre mükellef, ileride oruç tutabilecek bir duruma gelecekse beklemelidir.
Fakat ileride de oruç tutamıyacaksa ancak bu takdirde 60 fakiri doyurur. Hanbeli'lere göreyse, mükellef oruç tuttuğu takdirde, hastalığının artması söz konusu ise bu özür yeterlidir.
bb) Doyurulacak fakirler, geçim yükümlülüğü zıhar yapan kimseye ait bulunmayan kimseler olmalıdırlar.
cc) Hanefi'lere göre, Müslüman veya zımmi her iki gruptan fakirler de doyurulabilir. Ancak Müslümanlarla savaşan kafirler bu kapsamın dışındadırlar. Maliki'lere, Şafii'lere ve Hanbeli'lere göre ise, ancak Müslüman fakirler doyurulmalıdır.
dd) Doyurmak ile, iki vakit yemek yedirmenin kastolunduğu hususunda görüş birliği vardır. Ancak doyurmanın anlamında ihtilaf edilmiştir. Hanefi'lere göre iki vakit karın doyurmaya yetecek kadar buğday verilebilir veya yemek pişirilerek de dağıtılabilir. Yahut her ikisi de olabilir. Çünkü Kur'an'da "it'am" kelimesi kullanılmıştır ve "doyurmak" anlamındadır. Fakat Malikiler, Şafiiler, Hanbeliler yemeği pişirerek vermek yerine, yemek malzemesinin verilmesini şart koşmuşlardır. Yemek malzemesinin, bölge halkının normal yemek malzemesine uygun olması ve tüm fakirlere aynı oranda dağıtılması hususunda görüş birliği vardır.
ee) Hanefi'lere göre, bir fakirin 60 gün boyunca doyurulması mümkündür. Ancak bir kimseye 60 yemek malzemesinin bir defada verilmesi caiz değildir. Diğer üç mezhebe göreyse, bir fakirin 60 gün boyunca doyurulması da caiz değildir. Onlara göre, 60 fakirin doyurulması gerekir. Ayrıca dört mezhep nezdinde, bir vakit 60 fakir, diğer bir vakitte başka 60 fakirin doyurulması caiz değildir.
ff) Mükellefin 30 gün oruç tutup, 30 fakiri doyurması, dört mezhebe göre de caiz değildir. Mükellef oruç tutacaksa iki ay ara vermeden oruç tutmalı, fakir doyuracaksa, 60 fakir doyurmalıdır.
gg) Kur'an'da doyurma keffareti hakkında fakirler doyurulmadan önce karı ve kocanının birbirlerine dokunmamaları gerektiği ifade edilmemiştir. fakat ayetin siyak ve sibakından bu kuralın, üçüncü şık içinde geçerli olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla dört mezhepte, 60 fakiri doyurmak şeklindeki keffaret ödenmeden, erkeğin hanımına dokunmasına cevaz vermemişlerdir. Ancak bir tek fark, Hanbeli'lere göre, bu şekilde davranan mükellefin yeniden yemek verme zorunluluğunda olmasıdır. Fakat Hanefiler bu hususta daha mutedil bir yol takip ederler. Çünkü bu üçüncü şıkta, açıkça fakirleri doyurmadan mükellefin hanımına dokunması yasak edilmemiştir.
Burada zikrettiğimiz fıkhî hükümler şu kitaplardan alınmıştır.
Hanefi fıkhı: Hidaye, Feth'ul-Kadir, Beda'us-Senai, Allame Cessas'ın Ahkam'ul-Kur'an adlı eseri.
Şafii fıkhı: Nevevi'nin El-Minhac adlı eseri, El-Muğni Şerhi, Tefsir'ul-Kebir.
Maliki fıkhı: Haşiyet'ul-Dusuki, El-Şer'il-Kebir, Bidayet'ul Müctehid ve Nihayet'ul Muktesid, İbn'ul-Arabi'nin Ahkam'ul-Kur'an adlı eseri, Hanbeli fıkhı: İbn Kudâme'nin El-Muğni adlı eseri. Zahiri fıkhı: İbn Hazm'ın El-Muhalla adlı eseri.
12. "İnanmak" ifadesi, ihlaslı müminler gibi davranmak anlamında kullanılmıştır. Çünkü bu ayet ile kafir ve müşriklere değil, Müslümanlara hitap edilmektedir. Onlara, söz konusu bu emirlerin, kendilerine Allah'a ve Rasulüne inandıkları için verildiği beyan edilmiştir. Bu ayetten açıkça anlaşıldığı üzere, bir konuda Allah'tan bir emir vahyolunmuşken hâlâ cahiliyye örf ve adetlerini devam ettirmek, iman olgusuna ters düşmektedir. Çünkü bir müminin Allah ve Rasulü'nün bildirdiği bir kanuna uymayı terkederek, başka bir şeye, yani hevasının ya da bir başkasının uydurduğu kanuna tabi olması imanla çelişir.
13. Burada zikredilen "kafirler" ifadesi, Allah ve Rasulü'nü açıkça reddedenler için kullanılmamıştır. Burada kastolunan, Allah Rasulü'ne inandığını iddia edip, kafirler gibi yaşayanlardır. Diğer bir ifadeyle, bu şekilde ancak kafirler davranırlar. Yani, Allah'tan bir emir gelmiş olmasına rağmen, cahili örf ve adetlere uymakta devam ederler. Oysa gerçek mü'minler bu şekilde bir tavır takınmazlar. Aynı hususa Hac farzları bildirilirken değinilmiştir. "Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." (Ali İmran: 97) Bu iki ayette de "küfür", Allah ve Rasulü'nü açıkça reddetmek karşılığında kullanılmamıştır. Bu iki ayette de, Allah'ın koyduğu sınırlara iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, bu sınırlara bağlı kalmayan kimselere atıf vardır. Sözgelimi bir kimse zıhar yapar, ama keffaret vermemesine rağmen hanımıyla normal ilişkisine devam eder veya cahiliye dönemindeki gibi zıhar yaptıktan sonra hanımını boşamış kabul eder ya da imkanı olduğu halde Hac farizasını yerine getirmez. Fakat bu fiiller, failin İslâm hakiminin (kadı) mürted, kafir ilan etmesine veya İslâm toplumunun bu kimseyi dışlamasına neden olacak fiiller değildir. Ancak bu kimseler elbette Allah indinde mümin sayılmayacaklardır. Çünkü bu kimseler, Allah'ın emirlerini ve sözlerini reddetmiş ve O'nun koyduğu sınırlara hiç aldırmamış, helal-haram gözetmeden yaşamışlardır.