Hey Allahım! Bu ne ilm? Bu ne mantık? Evet, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” böyle yaparlardı. Çünki hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde yetişip, mezheb imâmlarından da üstün oldular. (Eshâbımın hepsi gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisini taklîd ederseniz, hidâyete kavuşursunuz!) hadîs-i şerîfi ile medh ve senâ olundular. Hepsi murâd-ı ilâhîyi anlardı. Kitâbda ve Sünnetde açık bildirilmemiş olan mes’ele için de, âyetden veyâ hadîsden delîl arayıp, bulup ictihâd ederek, hükmünü çıkarırlardı. Birbirlerini taklîd etmeleri lâzım ve câiz değildi. Mezheb imâmlarımız da, Eshâb-ı kirâmın yapdıklarını yapdılar. Onlar gibi delîl arayıp buldular. Bundan hükm çıkardılar. Böylece, amelde mezheblere ayrıldılar. Bu sûretle, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” emrini yapmış oldular. Çünki, Resûlullah, (Eshâbıma tâbi’ olunuz) buyurmuşdu. Tâbi’înden yeni îmâna gelenler, Eshâb-ı kirâmdan delîl istemedikleri için, bizim gibi câhillerin de, mezheb imâmlarından delîl istememiz lâzım değildir. Biz, Allahü teâlânın emrlerini, mezheb imâmlarının kitâblarından okuyup öğreniyoruz. Bu kitâblar, Kur’ân-ı kerîmin açıklamalarıdır. Câhil bir köy çobanını, Eshâba benzeterek, her zemân şehre gelip, âyet ve hadîs aramasını ve bunlara kendinin ma’nâ vererek ictihâd yapmasını taleb eden bu şaşkın din adamına bakınız! Mezheb imâmına ve mezhebin kitâblarını okuyup öğrenmiş olan köy hocasına uymak kolaylığı dururken, adamcağızın başına ne işler açmakdadır!
30 — Dinde reformcu, binlerce islâm âlimini küçümsiyerek, sözlerine şöyle devâm ederek: (Üsûl âlimlerinin, taklîdin lâzım olduğunu, (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetinden çıkarmaları netîcesiz ve sakat bir muhâkeme ve istidlâldir. Çünki, âyetin inmesine sebeb olan hâdise ve muhâtablar için taklîd câiz olmıyor ki, âyet herkese taklîd emr etsin. Bu âyet ile, Allahü teâlâ, arab müşriklerine, Peygamberler melek mi idi, insan mı idi, Ehl-i kitâba sormalarını emr ediyor. Bunu sormak, delîlsiz olarak, başkasının re’y ve ictihâdı ile amel etmek değildir ki, bu taklîdcilik olsun. Bundan başka, bu mes’ele i’tikâdî bir mes’eledir. Burada taklîdin câiz olmadığını siz de kabûl ediyorsunuz. Kıyâmet gününde, kâfirlerin reîslerinin, kendilerine tâbi’ olanlardan kaçacaklarını Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Bu haber, kendilerine tâbi’ olunmak Allah tarafından emr edilmemiş kişilere tâbi’ olanların ma’zûr tutulmıyacağına alâmet değil midir? Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak Kur’ândan yüz çevirdiği için, başımıza felâketler geldi. Taklîd etdikleri imâmlar, kıyâmet gününde kendilerinden kaçacaklardır. Çünki, büyük imâmlar ve müctehidler taklîdciliği men’ etdiler. Siz, Allah ve Peygamber sözünü değil, insanların sözünü delîl olarak kabûl etmeğe alışmışsınız) diyor.
Reşîd Rızâ, dinde reformcu olarak bunları yazdıkdan sonra, okuyucularını aldatmak için, vâiz efendinin dinde reformcunun sözlerini beğendiğini, dinde reformcuları câhil sanmakla yanılmış olduğunu ve dinde reformcunun böyle çok bilgili olduğunu görmekle onu takdîr etdiğini de yazıyor.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeden, her çeşid ameli ve ibâdeti yaparken, bir müctehidi taklîd etmek lâzım olduğunu anladı. Eshâb-ı kirâm da, Resûlullahdan öğrenerek, Tâbi’înden yeni îmâna gelenlere, yalnız ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğretdiler. Delîllerini de aramalarını emr etmediler. Delîlsiz olarak taklîd etmelerini kâfî gördüler. Her işlerinde Eshâb-ı kirâmın izinde giden mezheb imâmlarımız, burada da onlara uydular. Reşîd Rızânın, (İmâmlar taklîdciliği men’ etdiler) demesi, Eshâb-ı kirâmın yolunu terk etdiler demekdir. Evet, Eshâb-ı kirâm da, imâmlarımız da delîl ararlar, başkalarının ictihâdlarına uymazlardı. Çünki, kendileri müctehid idi. Fekat, müctehid olmıyanların, amellerde müctehidi taklîd etmelerini hiç men’ etmediler. Reformcunun, bu âyetde kâfirlere, taklîd etmeleri emr olunmuyor demesi, işi mugalataya boğmakdır. İslâm âlimleri, kâfirlere taklîd etmeleri emr olunuyor demiyorlar ki, dinde reformcunun bu sözlerine hak verilsin. Allahü teâlâ, bilmiyenlerin, bilenlere sormasını emr ediyor. İslâm âlimleri de “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânlar yapacakları işi nasıl yapacaklarını bilenlerden sormalıdır diyorlar ve bu sözlerini bu âyet-i kerîmeden çıkarıyorlar. Mes’ele bu kadardır. Amellerde taklîd etmek, delîl araşdırmak diye bir şey yokdur. Amellerde taklîdi, i’tikâdda taklîd ile karışdırarak, dinde reformcu, kendisini haklı çıkarmak çabasındadır. Yapılacak bir işde delîlsiz olarak bir âlimi taklîd etmek ayrı bir mes’eledir. Bu ayrı mes’ele de, birinci mes’eleden kendiliğinden ortaya çıkmakdadır. Yapılması veyâ terk edilmesi lâzım olan bir işi bilene sorup, ondan öğrendiği gibi yapmak, onu taklîd etmek demekdir. Hâlbuki îmân etmekde taklîd böyle değildir. İ’tikâd edilecek şeyleri sorup öğrendikden sonra, hemen îmân hâsıl olmuyor ki, buna taklîd denilsin. Öğrendikden sonra, düşünmek, beğenmek ve kabûl etmek, ondan sonra îmân etmek hâsıl oluyor. İslâmın istediği îmân budur. Öğrendikden sonra, düşünmeden, beğenmeden, iz’ânsız olan îmân, taklîd ile îmân olur. Delîlsiz olur. Kâfirlerin, analarını babalarını görerek kâfir olmaları böyledir. İslâmın istediği îmân, insanın iz’ân ile, delîl ile, kendi kararı ile olan îmândır. Kâfirlerin küfrü, kendilerinden hâsıl olmayıp, analarından babalarından alınmakdadır. Onlardan kendilerine mal olmakdadır. Görülüyor ki, îmânda taklîdin yeri yokdur. Îmânda taklîd câiz olmadığı için, taklîd olunanlar, kendilerini bu bakımdan taklîd edenlerden kıyâmetde kaçacaklardır. İbâdetlerde taklîd, Allahü teâlânın emri ile hâsıl olduğu için, öğretenler de, öğrenenler de, Cennete kavuşacaklardır.
Dinde reformcunun, (Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak, Kur’ândan yüz çevirdiler) demesi, çok aşağı, çok iğrenç bir davranışdır. Müslimânları kâfir yapmakdır. Açık bir nassa dayanmıyarak veyâ şübheli bir nassın te’vîli olmıyarak yalan ve iftirâ yolu ile, bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlar, din imâmlarının kendilerini taklîd etmiyorlar. Onlardan murâd-ı ilâhîyi ve murâd-ı peygamberîyi öğrenerek, Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrlerine sarılıyorlar. Müctehidler, ara yerde bir vesîle, bir vâsıtadır. Mâide sûresi, 35.ci âyetinde meâlen, (Benim rızâma kavuşmak için vesîle arayınız!) buyuruldu. Müslimânlar, Allahü teâlânın bu emrine uyarak, amelde mezheb imâmlarını vesîle yapıyorlar. Mezheb imâmlarına tâbi’ olmak, onları taklîd etmek demek, onların kendi emrlerini yapmak demek değildir. Onların Kitâbdan ve Sünnetden bildirdikleri (Ahkâm-ı islâmiyye) bilgilerine tâbi’ olmakdır.
Dört mezheb arasında ihtilâflı olan mes’eleler, nasıl terk olunabilir? Buna imkân yokdur. İhtilâf olunan şeylerden biri, elbette Allahü teâlânın emridir. Meselâ kan akınca, Hanefîde abdest bozulur, Şâfi’îde bozulmaz. Elbette bunun birisi Allahü teâlânın murâdıdır. İkisinden birini her zemân yapmalı. Allahü teâlânın murâdı budur demelidir. Murâd olanı, istenileni yapmış olan isâbet etmiş, kazanmışdır. Murâdı anlıyamamış olan müctehide de sevâb verileceğini, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” haber vermişdir. Resûlullah efendimizin zemânında böyle ictihâdlı mes’eleler çokdu. İsâbet etmiyen müctehidin de sevâb kazanacağını bildiren çeşidli hadîs-i şerîfler vardır. Yalnız burada mühim olan şey, yanlış olana da sevâb verilmesi, amelleredir ve müctehidlere mahsûsdur. Nahl sûresindeki, yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeye göre, müctehidleri taklîd edenler de, bu sevâba kavuşur. Amelde müctehidi taklîd etmiyen dinde bid’at sâhibi mezhebsizler, bu sevâba kavuşamaz. Allahü teâlânın emrini yapmamış olurlar. Cehenneme giderler. (Bid’at sâhibinin hiçbir ibâdeti kabûl olunmaz) hadîs-i şerîfi, bu sözümüzün vesîkasıdır.
(Usûl-i fıkh) ilmi âlimlerinden bir kısmı buyurdu ki, (Müctehidi amelde taklîd etmek için, onun bilgisine güvenmek ve inanmak lâzımdır. Nahl sûresi, 43.cü âyetinde meâlen, (Bilenlerden sorunuz) buyuruldu ki, bunu gösteriyor). Reşîd Rızâ (Bir mes’elede, bir müctehidi taklîd ederek, başka mes’elede zarûretsiz başka müctehidi taklîd eden kimse, birinci müctehide inanmamış, güvenmemiş olur. Birinci mes’eledeki taklîdi de mu’teber olmaz. Her ikisine de güveniyorum, inanıyorum derse, bu sözüne değer verilmez) diyor. Çok yerde olduğu gibi, burada da Reşîd Rızânın hâli ve fi’li, sözünü tekzîb etmekdedir. Şâir de böyle söyliyor:
Âyînesi işidir kişinin, lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
Bu konuyu, kitâbımızın kırkikinci maddesinde, (Mîzân-ül-kübrâ)dan terceme ederek, dahâ geniş açıklıyacağız.
31 — Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlî hazretlerinin Bâtıniyye mezhebinden bir sapıkla konuşmasını yazıyor. Bir yerinde, İmâmın, (Nasîhat vereceğim kimsenin hiçbir fırkaya bağlı bulunmaması, ihtilâflı konulara dalmaması lâzımdır. İbâdetlerde, ittifâk olunan mes’eleler üzerinde dur! İhtilâflı mes’elelerle uğraşma! İhtilâflı mes’elelerde ihtiyâtlı olanı yap! Farz olduğunu söylemiyenler, müstehab olduğunu söylemişlerdir. İhtiyâtı yapmak güç olduğu zemânlarda kendin ictihâd et! Ya’nî, dahâ üstün gördüğün müctehidin sözünü yap! Hangi âlimin üstün ve görüşünde isâbetli olduğuna kanâ’at getirirsen, onu taklîd et! Eğer o zât re’y ve ictihâdında, vardığı sonuç ve hükmde isâbet etmiş ise, onun için iki karşılık, iki sevâb vardır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, şöyle buyurmuşdur: Bir kimse ictihâd edip de isâbet ederse, iki ecr, hatâ ederse bir ecr kazanır. Cenâb-ı Hak da, işi ictihâda ehl olanlara havâle edip, onlara bırakıyor. Nisâ sûresinin ****enüçüncü âyetinde, (Onlardan netice çıkarmağa kâdir olanlar onu bilirler) buyurdu. Hazret-i Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, ehl olanların ictihâdlarından memnûn ve râzı olduğunu, Mu’âz hadîsi ile, açıklamışdır. Mu’âz bin Cebelin, Kitâbda ve Sünnetde bulamazsam, re’yimle düşünür, ictihâd ederim demesi, hazret-i Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâdı emr etmesi ve buna izn vermesinden önce olmuşdur. Hem müctehidler, hem onları taklîd edenler ma’zûr sayılır. Bunların bir kısmı Allahın murâdına isâbet etmiş, bir kısmı da, iki ecrden birine isâbet edenlere ortak olmuşdur. Birbirine karşı inâd ve te’assub göstermezler. Çünki, hangisinin isâbet etdiği ma’lûm değildir. Sâdece herbiri kendisinin isâbet etdiğini zan etmekdedir. Herkesin re’y ve kıyâs ile ahkâm çıkarmasının bâtıl olduğunu kabûl ediyorum. Eğer körü körüne taklîd etdiğin bâtınîliği bırakırsan, sana Kur’ân-ı kerîmdeki ilmleri öğretebilirim. Öğrenmek için, beni mi tercîh edersin, yoksa, bâtınî olan yoldaşlarını mı?) dediğini bildiriyor. Bunları işiten vâiz efendinin (demek ki, imâm-ı Gazâlî, taklîdi kabûl hattâ bütün avâm üzerine gerekli kılıyor) dediğini ilâve ediyor. İmâm-ı Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, dinde reformcunun kaleminden çıkan sözleri, kendisinin Ehl-i sünnet âlimlerinin ve dört mezheb imâmlarımızın sözbirliği ile bildirdiklerine katıldığını açıkça göstermekdedir. Ehl-i sünnetin bu yüce imâmının “rahmetullahi teâlâ aleyh“ yukarıdaki yazısını açıklamağa lüzûm yokdur. Bizim maksadımız da, İmâm hazretlerinin bu bildirdiklerini din kardeşlerimize anlatmakdır. İmâm-ı Gazâlînin bu sözleri, dinde reformcunun iddi’âlarını kökünden çürütüyor. Taklîdin meşru’ olduğunu bildiriyor.
32 — Dinde reformcu, dokuzuncu konuşmasında şöyle yazıyor: (Ben müslimânların tutuldukları hastalığın sebeb ve mikrobu olan ihtilâf karanlıklarından nasıl sıyrılıp çıkacakları hakkındaki düşüncemi bundan önce bildirmişdim. Benim görüşüm, büyük islâm âlimi olan İmâm-ı Gazâlînin görüşüne uygundur. İmâm-ı Gazâlî, yalnız Kur’ân-ı kerîmde bulunan şeylere îmân etmeleri, bir de müslimânların öteden beri üzerinde birleşdikleri şeyleri yapmaları kâfîdir, diyor. İslâmiyyete zarar veren şey, müslimânların fırka fırka ayrılarak, her fırkanın yalnız kendi tercîh etdiği imâmı ve ona tâbi’ olan âlimleri taklîd etmesi ve başka müctehid imâmları taklîd edenlere karşı te’assub göstermesidir. Bu fırkalaşma, Kitâbı ve Sünneti terk etmeğe kadar varır. Ben, bu nev’ mes’elelerde, biraz dahâ kolaylık gösterdim. Mükellefi, nefsinin arzûsuna uymamak ve elinden geldiği kadar ihtiyâta riâyet etmek şartı ile, istediği görüşü almakda serbest bırakdım. İmâm-ı Gazâlî ise, bu mes’elelerin kökden terkini câiz görmekle berâber, amel etmek istiyenlerin hareket sâhasını daraltıyor. Onları bir nev’ ictihâde mecbûr bırakıyor).
Dinde reformcunun en büyük hatâsı, müslimânların i’tikâdda fırkalara ayrılması ile, Ehl-i sünnetin dört mezhebe ayrılmasını birbiri ile karışdırmasıdır. Dört mezhebi de bid’at fırkaları gibi kötülemekde, müslimânları, Kitâbın ve Sünnetin dışına çıkacak kadar lekelemekdedir. İ’tikâdda ayrılmış olan yetmişiki fırkanın hepsi, elbette mezhebsizdir, sapıkdır. Hepsinin Cehenneme gidecekleri, hadîs-i şerîf ile bildirilmişdir. Fekat, hadîs-i şerîf ile övülen ve Resûlullaha itâ’at etdikleri için, Allahü teâlânın muhabbetine, rızâsına kavuşmuş olan, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırması, bölücülükden başka ne olabilir? Din adamı olarak ortaya çıkan böyle zındıkların, münâfıkların, kitâblı ve kitâbsız kâfirlerden dahâ zararlı ve dahâ kötü olduklarını dînimiz bildiriyor. Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlî hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” bir önceki maddede bildirilen sözlerini değişdirerek, kendi görüşüne çevirmekden sıkılmamışdır. Kendisini, imâm-ı Gazâlî hazretleri gibi, âlim ve müctehid görerek, islâmiyyete yön vermeğe kalkışmakdadır. Bu şaşkın hareketinin, kötülediği yetmişiki fırkadan da, dahâ kötü olduğunu anlıyamamakdadır.
33 — Dinde reformcu, mezheb imâmlarının sözbirliğine de karşı geliyor, diyor ki, (Telfîkin bâtıl olduğu hükmünde icmâ’ bulunduğu iddi’âsını kabûl etmek mümkin değildir. Bu konuda farklı görüşler vardır. Kendi mezhebinin imâmlarından hiçbirinin söylemediği bu sözü (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi nasıl söyliyebilir ki, kendi mezhebi, üç imâmın ictihâdlarından telfîk edilmişdir. Hanefîlerin telfîki kabûl etmediklerinin doğru olmadığını ibni Hümâmdan da anlıyoruz. Telfîk, ya’nî, birkaç mezhebi cem’ etmek sûreti ile verilmiş fetvâlar da oldukça çokdur. Bunların en meşhûr olanlarından birisi, “menkûl malını kendine vakf etmek” olup, imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin ictihâdlarını telfîk ederek câiz görülmüşdür. İbni Âbidînin, bir mezheb içindeki imâmların ictihâdlarını birleşdirmek telfîk olmaz demesi, aklı başında olan bir kimsenin söyliyemiyeceği bir keyfî hükmdür. Mukallid bile olsa, hiçbir kimse, birbirine aykırı iki görüşü aynı zemânda kabûl etmez. Fıkh kitâblarını yazanların kendilerinden söyliyemiyeceklerini, ben de kabûl ediyorum. Çünki, mukallid olanın ilmi yokdur ki, kendinden söylesin. Onun yapacağı şey, başkasının söylediğini nakl etmekdir. Nitekim bunu da allâme Kâsımdan, o da (Tevfîkul-hükkâm)dan nakl etmişdir. Birisi, mes’ele üzerinde ihtilâf edildiğini, çeşidli görüşlerin mevcûd olduğunu bilmediğinden, “icmâ’ vardır” sözünü söyleyiveriyor. Diğerleri de, bunu nakl ediyor. Hakkın her zemân ekseriyyet ile berâber olacağını sanmak doğru değildir. Yûsüf sûresindeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (Sen ne kadar yürekden istersen iste, yine de insanların çoğu inanmazlar) buyuruldu) diyor.
Dinde reformcu, bu yazısında hem cehâletini, hem de Ehl-i sünnet düşmanlığını açıkça ortaya koyuyor. Hanefî mezhebi, üç imâmın ictihâdlarından telfîk edilmişdir sözü, onun üsûl-i fıkhdan hiç haberi olmadığını i’lân ediyor. Kısa görüşü ile, vesîka sanarak ileri sürdüğü delîllerin, maksadla hiç alâkası yokdur. Kısaca deriz ki, hanefî mezhebinin üsûl ve kavâ’idini, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” kurmuşdur. İmâm-ı Ebû Yûsüf (vefâtı 182 [m. 798]), imâm-ı Muhammed (vefâtı 189 [m. 804]), İmâm-ı a’zamın talebeleridir. Yüzlerle talebesi gibi, bunları da, senelerce yetişdirmiş, ictihâd derecesine ulaşdırmışdır. Bu iki müctehid ve arkadaşları, birçok müctehidler, hocalarından öğrendiklerini, yine hocalarının bildirdiği üsûllerle ve kâidelerle ölçerek karşılarına çıkan yeni hâdiselere farklı fetvâlar vermişlerdir. Hanefî mezhebinde bu iki İmâmın fetvâları birleşdirilmemişdir ki, telfîk olsun. Hanefî mezhebinde İmâm-ı a’zamın sözü ile amel olunur. İmâm-ı a’zamın ictihâdı bulunmadığı mes’elelerde, imâm-ı Ebû Yûsüfün ictihâdı ile amel olunur. Bu da bilinmiyorsa, imâm-ı Muhammedin fetvâsı ile amel olunur. Bu sırayı ancak zarûrî hâllerde değişdirmek veyâ ikisini birleşdirmek câiz olur. Meselâ, aldığı kirâlar, çoluğunun, çocuğunun ihtiyâçlarını ve borçlarını karşılamıyan kimse, imâm-ı Muhammede göre fakîrdir. Şeyhayn indinde zengin sayılır. Böyle kimse fıtra vermez ise ve kurban kesmezse, imâm-ı Muhammede göre günâhdan kurtulur. Fıtra verir ve kurban keserse, Şeyhayne göre vâcib sevâbına kavuşur. Üzerine vâcib olmıyan ibâdeti yapan, yalnız nâfile ibâdet sevâbı kazanır. Vâcib sevâbı kazanamaz. Vâcibin sevâbı bundan katkat dahâ fazladır. Görülüyor ki, ictihâdların ayrı olması, müslimânlara rahmet olmakdadır. Bir mezheb içinde bulunan imâmların ictihâdlarını birleşdirmeğe telfîk denmez. Telfîkin câiz olduğunu göstermez. Dört mezhebden birkaçını karışdırmağa telfîk denir. Hanefîlerin telfîki kabûl etmediklerinin doğru olmadığını ibni Hümâmdan anlaması da, yalandır. Çünki, ibni Hümâm, (vefâtı 861 [m. 1457]), (Tahrîr) kitâbında diyor ki, (Bir işi bir mezhebe göre yaparken, başka bir mezhebi de taklîd etmesi, iki mezhebde de bâtıl olacak birşey yapmamak şartı ile câiz olur. Abdest alırken, Şâfi’î mezhebini taklîd ederek, uzvlarını ovmıyan kimse, kadına eli değince, Mâlikî mezhebine göre abdest bozulmadı diyerek, nemâz kılsa, bu nemâzı bâtıl olur. Çünki, abdesti, her iki mezhebe göre sahîh değildir.) İbni Hümâmın bu yazısını (Hulâsat-üt-tahkîk) kitâbı vesîka olarak bildirerek, mezhebleri telfîk etmenin câiz olmadığını bununla isbât etmekdedir. Din adamı olarak ortaya çıkan dinde reformcu, müslimânları aldatmak için, ibni Hümâmın sözlerini değişdirmekde, bu yüce imâma karşı çirkin iftirâ yapmakdadır. Bundan başka telfîkin kabûl edilmediğini, hem de bunda icmâ’ olduğunu bildiren, ibni Hümâmın talebesi olan Şeyh Kâsımdır. Şeyh Kâsım, hocası ibni Hümâmdan öğrendiği bu icmâ’ı, (Et-tashîh) adındaki kitâbında yazmakdadır. Bu kitâb, (Kudûrî)nin şerhidir.
Hanefî mezhebinde olan müftînin imâm-ı Ebû Yûsüfün veyâ imâm-ı Muhammed Şeybânînin ictihâdına göre fetvâ vermesinin, hanefî mezhebinin hilâfına olmıyacağını (Dürer) kitâbı da haber vermekdedir. Çünki her iki imâm da, İmâm-ı a’zama uymıyan ictihâdlarının hepsinin ondan işitdikleri bir rivâyet olduğunu söylemişlerdir. Bundan dolayı imâm-ı Tarsûsînin (Nef-ul-vesâil) kitâbında ve allâme İbn-ül-Şelbînin fetvâlarında bulunan işkâlin ortadan kalkmış olduğunu ibni Âbidîn, (Vakf-ül-menkûl) hâşiyesinde yazmakda ve (İnsanın kendine birşey vakf etmesi, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz olup, imâm-ı Muhammede göre câiz değildir. Nakl olunabilen şeyin vakfı, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz değil, imâm-ı Muhammede göre câizdir. Bu imâmların ikisi de, nakl olunabilen birşeyi kendine vakf etmenin câiz olacağını söylememişlerdir. Her iki imâmın ictihâdları birleşdirilerek, bunun da câiz olmasına fetvâ verilmişdir. Tarsûsînin (Münyet-ül-müftî) kitâbında, hükm-i müleffak câizdir diyerek yazdığı mes’ele, işte budur. Yoksa, başka mezhebleri birbiri ile karışdırmak, sözbirliği ile câiz değildir. (El-Ukûd-üd-dürriyye fî tenkîh-il Hâmidiyye) kitâbının birinci cildi yüzdokuzuncu sahîfesinde bunu bütünü ile açıkladım) demekdedir. Para vakfına da, imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Züferin ictihâdlarının birleşdirilmesi ile câiz denilmesi, başka mezhebler arasında yapılan hükm-i müleffak câiz olacağını göstermez. Çünki, bu her iki imâm da, Hanefî mezhebindedirler. Dinde reformcu, fıkh kitâblarındaki bu açık yazıları tersine çevirerek, hem gençleri aldatmağa, hem de (Dürr-ül-muhtâr) ve (İbni Âbidîn) gibi en kıymetli fıkh kitâblarını lekelemeğe, Ehl-i sünneti içden yıkmağa çalışmakdadır. Bu alçak siyâseti, Reşîd Rızânın bir din adamı değil, din adamı şeklinde görünen bir (Zındık) olduğunu açık olarak ortaya koymakdadır.
Fıkh âlimleri, ahkâm-ı islâmiyyeyi, kendi görüşlerine, kendi akllarına göre söylemeyip, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gelen haberleri nakl etdikleri için dinde reformcu, bu âlimlere câhil damgası basacak kadar alçalmakdadır. Hâlbuki, bu haberleri ve tatbîk yerlerini bilmiyen, kendileri uydurup söyliyen bu dinde reformcular câhildir. Hem de kara câhildirler. Cehl-i mürekkeblerinden dolayı kendilerini birşey bilir sanıyorlar. Yalan, bozuk sözlerini ilm olarak yaymakdan hayâ etmiyorlar. (El-hayâ-ü minel-îmân) hadîs-i şerîfi (Müslim)de yazılıdır. Din düşmanlarında hayâ olmadığını bu hadîs-i şerîf de göstermekdedir. Fıkh âlimleri, icmâ’ ile bildirilmiş olan ve ihtilâflı olan mes’eleleri bildirdiler. Bu ilmi bilenler, bunları birbirlerinden ayırır. Câhil dinde reformcular, fıkh âlimlerini kendileri gibi sanıyorlar. (El-kelâm-ü sıfat-ül mütekellim) sözü bunların içyüzlerini ortaya çıkarmakdadır. Bu söz, (Bir kimsenin sözü, bu kimsenin nasıl olduğunu anlatır) demekdir.
Fıkh âlimleri, icmâ’ vardır sözünü, bilmeden söyliyorlarmış. Bu yüce islâm dîni, asrlardan beri bu câhiller elinde oyuncak olmuş da, bu zındıklar şimdi, dîni rayına oturtacaklarmış. Sözbirliğini inkâr edenin kâfir olacağını kendi de söylemişdi. İcmâ’ı, İslâm âlimleri bilememiş, bulamamış ise, kendisi nerden bulacak? Buna şaşmağa hiç lüzûm yok. (El-câhilü cesûrün). Uydurup uydurup söyliyecek. Onun için, bundan kolay ne var ki. Bu kitâbı gibi, yalanlarla, iftirâlarla dolu yüzlerce kitâb yazmak, onun için, işden bile değildir. Her sözü hikmet ile dolu olan Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kıyâmete yakın, ortaya çıkan din adamları, eşek leşinden dahâ çok kokmuş olacaklardır) hadîs-i şerîfi ile haber verdiği kokmuşları aramağa lüzûm kalmamışdır. Onlar kendilerini teşhîr ediyorlar. Zehrli, pis kokuları Mısrdan bütün dünyâya yayılıyor. Allahü teâlâ, genç din adamlarımızı ve hepimizi bu öldürücü hastalık mikroplarının bulaşmasından ve bu türedilerin şerrinden muhâfaza buyursun! Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunu gösteren ve Onun vârisleri oldukları bildirilmiş olan, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin doğru yolundan bizleri ayırmasın! Bu mubârek Allah adamları, fıkh ve ilmihâl kitâblarını yazmamış olsalardı, bu türedi din câhillerinin pençelerine düşerek, yaldızlı sözlerine aldanarak, helâk olurduk. Küfrden, bid’atden bizleri koruyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin mubârek rûhlarına bizlerden binlerce selâm ve düâlar olsun! Hak her zemân ekseriyyetde olmaz diyerek, (Ümmetim dalâlet üzerine ictimâ’ etmez) hadîs-i şerîfini inkâr etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” emr etdiği için, icmâ’a ve cumhûra sarılmışlardır. Buhârî sonunda, (Fiten) kısmındaki hadîs-i şerîfde, (Cemâ’atden bir karış ayrılan ve o hâlde ölen, câhiliyye ölümü ile ölür) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetini açıklamakdadır. Yine Buhârîde, dahâ sonraki bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile âmil olan âlimleri kaldırır. Câhiller kalır. Dinden süâl edenlere, kendi aklları ile cevâb verip insanları doğru yoldan ayırırlar) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, âlimlerden nakl etmeğe taklîdcilik diyerek, Ehl-i sünneti kötüliyen, kendi kısa akl ve boş kafaları ile dîni içerden yıkan dinde reformcuların zararlarını bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîf, (Buhârî)nin başında dahâ uzun yazılıdır. Yine (Buhârî)de, ilm kısmındaki hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet alâmetlerinden biri, ilm yok olacak, din câhilleri çoğalacak, içki içenler ve zinâ edenler artacak) buyuruldu. Dinde reformcuların, Ehl-i sünneti yok edip, din adamı olarak ortaya çıkmaları, bu hadîs-i şerîfin, gaybdan haber veren mu’cizelerden olduğunu göstermekdedir. İmâm-ı Muhammed bin İsmâ’îl Buhârî, 194 [m. 809] da tevellüd, 256 [m. 869] da Semerkandda vefât etmişdir.
34 — Dinde reformcu diyor ki, (Taklîd ictihâdın netîcesidir. Bunun olmadığı yerde, o da olmaz. Bütün ittifâklı mes’eleleri bitirenlerin, ihtilâflı ibâdetleri yapması lâzım değildir. Hepsini terk etmeleri câizdir. Bilmediği bir kimseyi taklîd etmek, şu’ûrlu ve basîretli olur mu? Fetvâ almak, taklîd olmayıp, nakl ve rivâyet kabîlindendir. Re’yini almak ve ictihâdını benimsemek için, müctehidler arasında aranılan üstünlük, Halîfeler ile diğer Sahâbeler arasında, bahs mevzû’u olan üstünlük gibi değildir. Ya’nî, Allahü teâlâ katındaki üstünlük değildir. Ölçü, bilgi, araşdırma ve görüş kuvvetidir. Dahâ sonra gelen, dahâ üstün olabilir. İmâmlar içinde en kuvvetli olanı, imâm-ı Şâfi’îdir. Delîlini bulamadığım zemân, delîlini üstün gördüğüm mezhebe uyarım. Ya’nî, hem müctehid, hem de mukallid olurum. Yalnız taklîdci olmakdan kurtulurum. Şimdiki müslimânlar, ne mezheb biliyor, ne de îmân. Çoğunun din bilgisi, Allah birdir ve gökdedir. Peygamber, semâya çıkarak Allahı gördü).
Reşîd Rızânın bu yazıları da, kendi görüşlerinin ifâdesidir. İslâm âlimi olmadığı için, hattâ, önceki yazıları, hangi yolun yolcusu olduğunu açıkladığı için, onun, bu derme çatma yazılarına cevâb vermeğe değmez. Fekat, (Sinek küçük ise de, mi’deyi bulandırır) ata sözü gereğince, gençleri bunun şerrinden korumak için, birkaç kelime yazmak uygun olacakdır.
İctihâd olmıyan yerde taklîd olmaz sözü, doğru değildir. Çünki, Nisâ sûresi, 58.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Resûlüme itâ’at ediniz) buyuruldu. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, bu emre uyarak, Resûlullahın her dediğini yapdılar. Kendilerini ölümlere atdılar. Hiçbiri delîl, sened aramadılar. Resûlullahı kaydsız şartsız taklîd etdiler. Bu emrler Vahy ile idi. İctihâd karışık değildi. İctihâd yapılan işlerde ise, Eshâb-ı kirâm da ictihâd yapıp, ictihâdlarını Resûlullaha söylerlerdi. İctihâdları, ba’zan Resûlullahın ictihâdına uymazdı. Böyle olduğu zemânlarda, Vahy gelerek, hangi ictihâdın doğru olduğu belli olurdu. Ba’zan Eshâbın ictihâdına uygun Vahy gelirdi. Resûlullahın vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm ictihâd edilecek mevzû’larda birbirlerine uymadılar. Müctehidin, başka müctehidi taklîd etmesinin câiz olmadığı, bundan anlaşıldı. Bir mukallidin bütün mes’elelerde bir müctehidi taklîd etmesi lâzımdır. Mukallid, binlerce mes’ele içinde, ittifâklı ve ihtilâflı olanları arayıp bulup öğrenmeğe mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne bunu emr ederdi. Müslimânları buna mecbûr tutmak, ümmet-i Muhammede güçlük çıkarmak olur. Dînimiz, güçlük çıkarmayınız, kolaylaşdırınız buyuruyor.