Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

mehdi gelmeden önce

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Uhud daðý

New member
Katılım
2 Tem 2007
Mesajlar
796
Tepkime puanı
39
Puanları
0
Yaş
40
Mehdî gelmeden önce


Ebedî hayatların tehlikeye düştüğü, en dehşetli fitnelerin yaşandığı âhirzamanda yazılmış bir Kur'ân tefsiri vardır: Risale-i Nur… Sergilediği hizmet ve faaliyetlerle ehl-i îmanın gönlüne su serpen, 6000 sayfayı geçen, 130 parçadan meydana gelen, 200 kadar önemli meseleye özellikle neşter atıp çözüme kavuşturan bu seçkin külliyatın, âhirzamanın dehşetli hadiselerine karşı ilgisiz kalması, yorum ve tedbirler getirmemesi elbette düşünülemez.

Daha yüzyılın başlarındayken Osmanlının en büyük dinî kurulu olan Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiyede vazife gören Bediüzzaman'dan, âhirzamanla ilgili hadislerin izahı istenmiş, o da kimsenin içinden çıkamadığı bu hadisleri son derece makûl bir tarzda tevil ve izah etmişti.

Bu izahlara baktığımızda, İslâm Deccalı olan Süfyanın dehşetli fitnesinin Müslümanlar arasında görüleceğini öğreniyoruz. Aldatmakla iş gören Süfyan,(1) ehl-i nifakın başına geçip nifak perdesi altında işlerini yürütür, şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tahribine çalışır.(2) Ehl-i îman, onu, şanlı, kahraman bir milletin mağlubiyeti esnasında istidraçlı, şanlı, bahtı açık ve kurnaz bir kumandan olarak gördüğü için, gizli ve dehşetli mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla alkışlar, başına kor, kötülüklerini örtmek ister.(3)

Oysa masum insanları parçalayan bir canavar hoş görülemeyeceği gibi, saçtığı dinsizlik tohumlarıyla binlerce insanı îmansız ederek ebedî hayatlarını mahveden Süfyan hoşgörülemez. Ona gösterilebilecek en küçük bir hoşgörü, sevgi, taraftarlık dahi zulme ortak olmak demektir, masumlara karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. Deccalı bunca tahribatına rağmen ehl-i îmanın gözünde masum gösterecek ve öyle yorumlanabilecek davranışların tevili mümkün olmadığı gibi Deccalın gölgesinde de salim bir hizmet yapılamaz.

Şu var ki Süfyan, insanları sonsuza dek kandıramayacak, gün gelip foyası bütün bütün meydana çıkacak, gerek Müslümanların ve gerekse ordunun maddî ve mânevî desteğini kaybedecektir. Çünkü, “Kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin, ruhundaki nur-u îman ve Kur'ân ışığıyla hakikat-i hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı,” “kahraman ordunun dizginini onun elinden kurtaracağı”(4) rivayetlerden anlaşılmaktadır.

Yine rivayetlerden anlaşıldığına göre Âl-i Beyt-i Nebevîden Muhammed Mehdî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan münafıkâne cereyanı öldürüp dağıtacak,(5) tahribatçı, bid'atkâr rejimini tamir edip Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecektir.


Mehdî beklentisi


Üç devir yaşayan, Risale-i Nurları telif etmeden çok önce Hürriyetin başlarında Osmanlı üzerinde oynanan oyunları, Osmanlının günden güne çökmekte olduğunu, inananların büyük bir ümitsizliğe düştüğünü fark edip bu gidişe dur diyebilmek için bir yandan canhıraş bir gayret içerisine giren Bediüzzaman, bir yandan da onları, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye tesellî etmeye çalışıyordu.

Bediüzzaman bu ümitle hem dehşetli hadiselere karşı dayanıyor, hem de ehl-i îmanın îmanlarını takviye etmek için müjdeler veriyordu. Ne var ki tevil ve tabir etmeksizin bu nurun geniş dairede, siyaset âleminde çıkacağını tasavvur ediyordu.

Sonradan Bediüzzaman, bu nur ve ışığın Risale-i Nur olarak tecellî ettiğini söyler.(6) Bunu bir yazısında dile getirirken de, ihtar-ı gaybî olarak kat'î bir kanaat tarzında kalbine gelen mânâyı şöyle anlatır: “Ciddî bir alaka ile senin eskidenberi tekrar ettiğin ‘Işık var, Bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri sizin hakkınızda, belki îman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli Risale-i Nur'dur.”(7)

Bozulma daha çağın başlarındayken kendini gösterdi. Avrupa'yı körü körüne taklid, ilmini, fennini alma yerine sefahetine duyulan özenti, Müslümanın kimliğinden çok şeyler alıp götürdü. İnançsızlık rüzgarları esmeye, küfür tohumları ekilmeye, ahlâksızlık meyveleri toplanmaya başladı. İslâmî, insanî ve ahlakî değerlerde büyük bir yozlaşma oldu. Bu durum, çağın ikinci yarısında ise tarihte benzerine rastlanmayacak derecede büyük bir hız kazandı. Mânevî tahribat arttıkça arttı. Fen ve felsefe inançsızlığa âlet edilmeye, maddecilik ve tabiatçılık tâûnu dört bir yana yayılmaya başladı. Din harap, îman türap oldu. Dine, dindarlara hücum edilmeye, din bir afyon telakkì edilip saldırılmaya başlandı. Bin yıldır İslâmın aleyhinde birikegelen şüpheler bir anda kusuldu. Mukaddesat namına ne varsa bütününe, sistemli ve münafıkâne bir tarzda savaş açıldı. Sosyal hayattaki çözülme, dikenli meyveleri yıllar sonra görülecek derecede hızlandı. İnançlar kayboldu, ahlâk bozuldu, güven duygusu öldü.

Ve insanlık bir mehdî ve müceddidi dört gözle bekler oldu.

Öyle ki Bediüzzaman, Şark vilayetlerine yaptığı ve Meşrûtiyeti anlattığı seyahatlarında, kendisine, “Bazı adam sizin dediğiniz gibi demiyor. Belki, ‘Mehdî gelmek lâzımdır’ der. Zira dünya şeyhûhet (yaşlılık) itibariyle müşevveşedir (karışıktır), İslâmiyet ağrazın (maksatlı kimselerin) teneffüsü ile mütezelliledir (sarsılmaktadır)” sorusuna şu cevabı vermişti:
Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu (hazırlandı); zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücutpezîr olur (boy gösterir). Rahmet-i İlâhî şe'nindendir ki, şu milletin sefaleti nihayetpezîr olsun (son bulsun).”(8)

Bu sözlerini Bediüzzaman yüzyılın ilk çeyreğinde söylemişti. Ama ikinci çeyreğinde eski günleri arattıracak gelişmeler olmuş, Deccalâne hadiseler sahnelenmiş; İslâma, Kur'ân'a savaş açılmış, İslâm adına ne varsa yok edilmeye çalışılmıştı. Dolayısıyla Mehdî önceki dönemlere nisbetle daha çok beklenir olmuştu.

Bediüzzaman, başka bir yerde bu ihtiyacı şöyle dile getirecekti:


Evet, bu zaman; hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukùk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gâyet ehemmiyetli birer müceddit ister.” (9)​


Her çağ nasıl ki bozulan dünyayı düzeltmek, Sünnet-i Seniyyeyi yeniden yerleştirmek için bir nevi mehdîler bulmuş ve bunların herbiri Mehdî Âl-i Resûlün diyanet, siyaset, cihad sahalarındaki vazifelerinden sadece bir tanesini yapmışlar. Hayatın bütün yönlerinin fesada uğradığı bir zamanda ise elbette îman, diyanet, hukuk, siyaset, saltanat, cihad sahalarını içine alacak derecede geniş bir ihya hareketi gerekecektir.

Âhirzamanın böylesine en büyük fesadı zamanında, bütün bunların üstesinden ancak, “en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât–ı nurânî” (10) gelebilir.

Hususî, cüz'î, yalnız şahsî hizmetlerle veya mağlûbâne perde altında, bid'alara musamaha sûretinde ve teviller ile bir nevi tahrifat içinde tam hizmet yapılamadığı(11) gibi Deccal ve Süfyanın tahribatları da tamir edilemez.

Tahribatın, hayatın dört biryanını kuşattığı, îman binasının temeline dinamit konulduğu, îmanların olduğu kadar sosyal hayatın da alabora edildiği, hak ve hürriyetlerin ayaklar altına alındığı, siyasetin de bundan payına düşeni aldığı bir dönemde Mehdîden başka ne beklenebilirdi?

Evet, hayatın her yönü tecdid, yani yenilenme istiyordu. Tamiratı çok yönlü yapmak gerekiyordu.

Tecdide, tamire ise elbet bir yerlerden başlanacaktı. Önem derecesine göre bir sıralama yapılmalıydı.

Bediüzzaman da öyle yaptı. “Fakat en ehemmiyetlisi, hakàik-ı îmaniyeyi (îman hakikatlerini) muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür” diyordu. Şeriat ve hayat-ı içtimâiye ve siyasiye dâireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kaldığını söylüyor ve hadis-i şeriflerde dini yenilemeye fazlasıyla önem verilmesinden maksadın îmânî hakikatlerdeki tecdid olduğunu belirtiyordu.(12)

Evet, eksik, şüphe ve tereddütler içerisinde kıvranan, sağlam ve tahkikî îmanı elde edememiş bir kimseden toplum hayatının huzuru için gerekli olan sevgi, saygı, dayanışma, yardımlaşma, fedakârlık, dürüstlük, çalışkanlık gibi güzel hasletler gerektiği gibi beklenemezdi. Hele bir kalbe inançsızlık yerleşti mi o kalbin sahibi canavarlaşır, insanî değerlerden kopar, zulüm, anarşi, çıkarcılık, kaba kuvvet, istibdat gibi acı ve dikenli meyveler vermeye başlardı.

O halde ilk yapılacak iş küfür bataklığında boğulmakta olan insanları kurtarmak, îmanları kuvvetlendirmek olmalıydı.


Îman hizmetinin önemi


Îman nasıl İslâmın temeli ise îmana hizmet de herşeye önceliği olan bir hizmettir. Çünkü îman dünya ve âhiret saadetinin temel taşıdır.

Îmansızlık ise en büyük felâkettir. Sadece dünyayı Cehenneme çevirmekle kalmaz, âhirette de Cehennem meyvelerini verir.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ömrü boyunca bu hizmeti esas edinmiş, ümmetinin dikkatlerini bu noktaya çekmişti. Konuyla ilgili birçok hadislerinden biri şöyledir: “Senin vasıtanla bir kimsenin îmana kavuşması, senin için sahralar dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.”(13)

Dün din ve îman birçok kanallarla korunmaktaydı. İslâma sembol ve işaret olan şeâirler her vesileyle canlı tutuluyordu. Âhirzaman fitneleri henüz bütünüyle ortaya çıkmamıştı.

Çağımız ise dinin dayanaklarının yıkıldığı, şeâirin tahribe maruz kaldığı, âhirzaman fitnelerinin bir bir su yüzüne çıktığı dehşetli günlere sahne oldu.

Taklidî îmanın istinad kalelerinin sarsıldığı bir dönemde, inananlar cemaat halinde yapılmakta olan bunca hücuma ancak tahkikî bir îmanla dayanabilirlerdi.

Geçmiş asırlarda toplumda İslâmî bir hava vardı. İnsanlar genelde inanır, inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışırlardı. Ama günümüzde birçok insan okudukları fen ve felsefe sebebiyle ya materyalizme, ya da tabiatçılığa kaymış, huzurunu yitirmekle kalmamış, toplumun huzurunun da kàtili olmuştur.

Böyle bir anda îman hizmetinin ne derece önem kazandığı tartışma götürmez.
Hatta öylesine önem kazanır ki, onunla meşgûliyet bunun dışında herşeyi, bilhassa câzip görülen siyaseti dahi terk etmeyi gerektirir. Çünkü Bediüzzaman'ın belirttiği gibi günümüzde herşeyi kendi hesabına alan fevkalâde hâkim cereyanlar var. Harekâtı o cereyanlara kaptırmamak için siyasetten feragat etmek gerekir. “Tâ ki îman hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin…” (14)

Başka bir yerde de Bediüzzaman, îman hizmetinin önemini anlatırken, siyasetle bir karşılaştırmasını yaparak şu ifadeleri kullanıyor:


Madem bu zamanda, herşeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil (geçici ve değişken) siyaset daireleri ebedî, daimî, sâbit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz.”(15)​


Hatta îman hizmetinin sonucu olan, herkeste özellikle halkta, özellikle siyasîlerde, özellikle bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece daha geniş görünen İslâmın hâkimiyeti bile gerçekte bu îman hizmeti derecesine çıkamamaktadır. (16)

Hattâ bu hizmet Bediüzzaman'ın gözünde, sadece siyaseti, siyasetle veya daha başka sûretlerde ulaşılabilecek maddî, daha da öte birçoklarının gâye-i hayat edindiği mânevî makamları dahi terk etmeyi gerektirecek derecede önemlidir. Onun içindir ki Bediüzzaman, lâyık olduğu ve lâyık görüldüğü halde en yüksek mânevî makamları dahi kabullenmemiş, “Hizmetkârlığı makàmâta (mânevî makamlara) tercih ederim” demiş, “Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini fedâ eder; öyle de ehl-i îmanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi fedâ etmeye, Risale-i Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim” demiş, îmanları kurtarma, koruma ve güçlendirmeyi kendine program, meslek, gâye-i hareket ve hedef edinmişti.

Öyle ki Bediüzzaman, hakikat-ı ihlâsın, kendisini şan ü şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere, vesile olabilen şeylerden menettiğini, hâlis bir hadim olarak hakikat-ı ihlas ile, herşeyin üstünde îman hakikatlerini on adama ders vermenin, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli gördüğünü de belirtir. Ona göre, ihlasla îman hakikatlerini ders verme büyük bir kutup olup da binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetlidir. Bu hususu da şöyle açıklar:


Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, ‘Husûsî makamından ve hususî hissiyatından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlup olarak dağılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makàmâtlara tercih ediyorum.” (17)​


Evet, Bediüzzaman'ın omuzladığı bu hizmet tahkîkî îmanı kalblere nakşederek biçare insanları ölümün îdam-ı ebedîsinden kurtarmayı, milleti de her türlü anarşilikten muhafaza etmeyi hedefliyordu. (18)

Bu îman hizmetiyle aynı zamanda Hıristiyanlığı mağlup edip anarşiliği yetiştiren Kuzeyde çıkan dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına set çekilecekti. Risale-i Nur bu konuda bir sedd-i Zülkarneyn vazifesi görmekteydi. (19) Çünkü bu cereyan siyaset ve diplomatlıkla önlenemezdi. (20)

Öte yandan bu hizmet, en zor şartlarda, hem de büyük imkânsızlıklar içerisinde yürütülmekteydi. Ama bir çırpıda hayret edilecek derecede îman hakikatlerinin işlendiği altıyüz bin nüsha kitap çocuklara, çobanlara varıncaya kadar nice gönüllü tarafından yazılarak ortaya çıkıvermişti.

Daha da bu hizmet, Sedd-i Zülkarneyn'i yıkıp dünyayı fesada veren Ye'cüc ve Me'cüc gibi İslâmın seddini sarsmaya çalışan Ye'cüc ve Me'cücden daha müthiş ahlâk ve hayatta meydana gelen karanlıklı anarşilik ve zulümlü dinsizliğin fesad ve ifsadına, tahribatına karşı güçlü bir set teşkil ediyordu. (21)

Olağanüstü denilebilecek derecede bir başarıydı bu.

Bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adamın yirmi günde yapamadığı, bir adamın tahribatına karşı yirmi adamın çalışma zorunda olduğu düşünülürse, binlerce tahribatçının karşısına kale gibi dikilen, harika tesirleri görülen bu hizmet, eğer karşısına denk bir kuvvetle çıkılabilseydi mu'cizevârî muvaffakiyet ve fütûhat görülürdü.

Ne var ki, efkâr-ı âmmede, hayata düşkün insanların nazarında îmandaki tecdidden çok, görünüşte geniş ve hâkimiyet noktasında câzibedâr olan sosyal hayat ve siyaset daha ziyade ehemmiyetli görünüyor, halk bu açıdan bakıp mânâ veriyorlardı.(22)

Her ne kadar efkâr-ı âmmede sosyal hayat ve siyaset cazip görünse de önceliği îmandaki yenilenme alacaktı. Îman hizmetinin bir sonucu olan şeriatın icrâ ve tatbiki, ittihad-ı İslam gibi önemli hizmetler pek parlak, çok geniş dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan umûmun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünse de bu îman, yani ehl-i îmanı dalâletten kurtarma ve tahkiki îmana ulaştırma hizmeti bunlardan üç dört derece daha kıymetliydi. (23)

İşte Risale-i Nur, hizmetini bu noktada yoğunlaştırmış, ağırlığını bütün bütün buna vermişti.
Onun için de Bediüzzaman bir şükran-ı nimet olarak Risale-i Nur ve şahs-ı mânevîsinin tecdid vazifesini yaptığını belirtecek ve şöyle diyecekti:


Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatine ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakàik-i îmaniye muhafazasında (îman hakikatlerini korumada) tecdid vazifesini yaptırmış.” (24)​


Böyle davranmaya, yani tecdide ağırlık vermeye âhirzamanla ilgili hadislerde yer alan şahısların çıktığını görmesi itmişti Bediüzzaman'ı. İngilizlere karşı verdiği mücadele ve onlarla ilgili yazdığı Hutuvât-ı Sitte isimli eseri sebebiyle ödüllendirilmek için Ankara'ya çağrıldığı zaman, bunları görmüş, kendisine yabana atılmayacak büyük makamlar vaadedildiği halde kabul etmemiş; dünyayı, siyaseti, hayat-ı içtimâiyeyi terk edip yalnız îmanı kurtarma hizmetine kendisini vakf etmişti. (25)

Evet o, hadislerin haber verdiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının İslâm ve insanlık âleminde zuhur ettiğini görmüş ve yine gelen rivayetlerden, onlara siyasetle değil, ancak mânevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'ân'ın nurlarıyla mukabele edilebileceğini öğrenmiş ve bu tavsiyeye uyarak, kendisine vaadedilen onca makam ve mevkileri tekmeleyip Ankara'yı terk etmişti. Hattâ ayrılmaması için istasyona kadar gelen mebusların ricalarına da uymamış, Van'a gidip Erek Dağı eteğinde Zernabad suyu başında ömrünü geçirmeye karar vermişti. (26)
 

Uhud daðý

New member
Katılım
2 Tem 2007
Mesajlar
796
Tepkime puanı
39
Puanları
0
Yaş
40
Hz. Mehdînin üç vazifesi


Bediüzzaman ve Risale-i Nur denilince, helâket ve felâketlerle dolu, îmanların ve İslâmî hayatın tehlikeye düştüğü asrımızda, beşeriyeti bu girdaptan kurtarmak için cansiperâne mücadele veren bir İslâm kahramanı ve onun kaleme aldığı müstesnâ bir külliyat hatıra gelir.

Günümüzde şüphesiz îman ve Kur'ân'a ihlas ve sadakatle hizmet eden birçok cemaat vardır. Ancak bu konuda Bediüzzaman ve Risale-i Nurların yerinin önemi ve büyüklüğü tartışma götürmez. Ehemmiyeti üzerinde bir parça durduğumuz bu kutsî hizmet için varlığını ortaya koyan, onun için yaşayan, bu uğurda ölümü dahi göze alan Bediüzzaman'ın, bir ihsan-ı İlâhî olarak değerlendirdiği Risale-i Nur Külliyatı sayesinde îmanlarını kurtaran yüzbinlerce, hatta milyonlarca insan, Bediüzzaman'ın îmandaki tecdidi başarıyla yaptığının birer delilidir.

İşte Bediüzzaman'ın üstlendiği bu muazzam hizmet sebebiyle eserleriyle îmanlarını kurtaran nice insan ona büyük bir muhabbet ve hürmetle bağlanmış, yüzyüze olduğu gibi mektuplarıyla da bu duygularını ifade etmeye çalışmışlardır.

Bediüzzaman, birçoğunun içlerinde sakladığı, birkısmının da dile getirme ihtiyacı hissettiği bu duygu ve düşüncelerini öğrendiğinde meselenin açıklığa kavuşturulması gerektiğini görmüştü. “Nur'un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakird”inin, çok kişi namına sorduğu, “Nur'un halis ve ehemmiyetli bir kısım şâkirdleri, pek musırrane olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binâen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise tezattır, her halde hallini istiyoruz” şeklindeki soruya bir mektupla cevap vermişti.

Bediüzzaman, bu mektubunda, o has Nurcuların ellerinde bir hakikat bulunduğunu ifade edip iki cihette tabir ve tevil gerektiğini söylüyordu.

Mehd-i Âl-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin îman, hayat ve şeriat olmak üzere üç devresi bulunmaktaydı. Çabuk Kıyamet kopmaz, beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacaktı.

Bediüzzaman îman, hayat ve şeriat olarak sıraladığı bu üç vazifeden birincisi ve en önemlisinin îmanları muhafaza etme ve kurtarma olduğunu söylüyordu. Çünkü fen ve felsefenin tasallutu, maddecilik ve tabiatçılık taûnunun yaygınlaşmasıyla îmanlar tehlikeye düşmüştü.

Bu vazife o kadar önemliydi ki, hem dünyayı, hem herşeyi terk etmeyi, hem de çok zaman tetkikatla meşguliyeti gerektiriyordu. Onun için de bu vazifeyi bütünüyle bizzat Hz. Mehdî'nin yapmasına ne vakit ve ne de o günkü durum müsaade ederdi. Hz. Mehdî, bu vazifeyi ihlas, sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan birkısım talebelerle yapacaktı. Bediüzzaman, bu talebelerin her ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli olduklarını belirtir.

İkinci vazifesi hilafet-i Muhammediye ünvanı ile şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Hz. Mehdî, bunu, İslâm âleminin birliğini dayanak noktası yapıp gerçekleştirecek, insanlığı maddî ve mânevî tehlikelerden ve gadab-ı İlâhîden kurtaracaktı. Bunun için ise milyonlarca ferd lâzımdı.

Üçüncü vazifesi de ehl-i îmanın mânevî yardımları, ulemâ ve evliyanın, bilhassa kuvvetli ve sayıca çok ve milyonları aşan seyyidler cemaatinin iştirakiyle zamanın inkılablarıyla zedelenen Kur'ân ahkâmını ve Şeriat-i Muhammediye kànunlarını yeniden tesis etmesiydi. Hz. Mehdî bu noktada Îsevî ruhanîleriyle de ittifak edip İslâma hizmete çalışacaktı.
Bediüzzaman, Hz. Mehdî'nin hizmet seyrini böylece hatırlattıktan sonra şu ifadeleri kullanıyor:


Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkiki yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur Şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakkì ediyorlar. O şahs-ı mânevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîde bir nevi mümessili olan bîçâre tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.” (27)​


İfadeler gâyet açık değil mi? Başka bir yerde yer alan şu ifadeler de bu minvalde: “Hem bu üç vezâifi (îman, hayat, şeriat) birden bir şahısta yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kàbil görülmüyor. Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nûraniyesini temsil eden Hz. Mehdî'de ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtimâ edebilir.” (28)

Yoruma açık ifadeler mi, net gerçekler mi?

Yukardaki ifadeler bize birkaç gerçeği birden hatırlatıyor:

Birincisi: Hz. Mehdî'nin îman, hayat ve şeriat olmak üzere üç önemli görevi vardır.

İkincisi: Bu vazifeler zamana bağlı olduğu için hepsini birden yapmasına Hz. Mehdî'nin ne zamanı yetmekte, ne de hali elvermektedir. Çünkü Mehdî'nin her halinin harika olması beklenmemelidir. Bu gerçeğe risalelerde de temas edilir. Îman, hayat ve şeriat vazifelerinin üçünü birden bu zamanda uygulamanın, bütün dünyanın vaziyetini değiştirmeyi gerektirdiği, beşeriyette carî olan âdetullaha uygun düşmediği için en büyük meseleyi esas yapacağı belirtilir. (29)

O halde bu üç vazife Hz. Mehdîye ait olduğuna, onun da hepsini birden fiilen yapmasına şartlar da, ömrü de yetmediğine göre geride kalan ikinci ve üçüncü vazifeleri kim yapacaktır?

Şahs-ı mânevîsi. Evet, onun başlattığı, temelini attığı bu hizmetleri şahs-ı mânevîsi sürdürecektir.

Üçüncüsü: Birinci vazife olan îman hizmetinin diğer vazifelere önceliği vardır. Bu olmadan diğerleri olmaz. Diğerleri birincisine binâ edilecek ve onun kaçınılmaz sonucu olacaktır.

Dördüncüsü: İkinci ve üçüncü vazifeler ehl-i îmanın da desteğiyle gerçekleşecektir.

Beşincisi: Bediüzzaman, bu şahs-ı mânevînin bir temsilcisidir.

Bunlar bahsi geçen mektuptan anlaşılan son derece açık ve net hakikatlerdir. Risale-i Nur'un başka yerlerinde zikredilen ifadeler de bu gerçeği teyid etmektedir.

Yalnız mektupta birinci vazife, yani îman hizmeti anlatılırken yer verilen bir kısım ifadeler var ki dikkatle bakılmadığında kafa karıştırabilmekte, yanlış anlaşılabilmekte, hatta bazılarını mehdî bekler hale getirmektedir. Şimdi bu ifadelere birlikte bakalım:


“… Hz. Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü, hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile bu vazifeyi tam yapmış olacak.”​


Meseleye, Bektaşinin namaz kılmayışına gösterdiği mazeret cinsinden bir anlayışla yaklaşılırsa, elbette yukardaki ifadelerden başka mânâlar da çıkarılabilir.

Fakat öncelikle mektubun, hatta Risale-i Nur'daki aynı konuların bütünlüğü, tamamlayıcılığı çerçevesinde bakılmalıdır ki, sağlıklı sonuç alınabilsin.

Îman, hayat ve şeriat vazifelerini Hz. Mehdî ve şahs-ı mânevîsinin yapacağı açık.

Birinci vazife olan îman hizmetini, büyüklüğü ve önemi sebebiyle bütünüyle yapmaya Hz. Mehdî'nin ömrünün de, halinin de elvermeyeceği de kesin.

Hayat ve şeriat vazifelerini onun şahs-ı mânevîsinin riyasetinde seyyidler ve ehl-i îman cemaatleri yapacağı konusunda ise hiçbir tereddüt yok.

Birinci vazifeyi Risale-i Nur'un îfa ettiği de açık açık belirtiliyor.

O zaman, nerde kaldı k,i yeni bir mehdî beklenilsin ve yukardaki ifadelerden farklı mânâlar çıkarılsın. Şu var ki burada imtihan sırrı gereği biraz perdeli gidilmiş.

Mehdî ile şahs-ı mânevîsi öylesine özdeşleşmiş ki, âdetâ bunları biribirisiz düşünemeyiz. Nitekim burada da Mehdî ile şahs-ı mânevîsi birbirlerinin yerine kullanılmış, zaman zaman “şahs-ı mânevî,” zaman zaman da onun “temsilcisi” nazara verilmiş. Konuya bir bütün olarak bakıp cümleleri dikkatle okumadığımızda elbet yanlış mânâlar çıkarılabilecektir.

Şimdi yukardaki cümleleri bu çerçevede açıklamalarla anlamaya çalışalım:


“… Hz. Mehdî'nin, o vazifesini (îman hizmetini) bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü, (ikinci vazifesi olan) hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. (Birincisine vakti yetmezse ikincisine hiç yetmez. Bu ikinci vazifeyi şahs-ı mânevîsi yürütecektir.) Herhalde o vazifeyi ondan evvel (yani ikinci vazifeyi gerçekleştiren şahs-ı mânevîden önce) bir taife (temsilcisi) bir cihette görecek. O zât (yani ikinci ve üçüncü vazifeleri yürütecek şahs-ı mânevî), o taifenin (temsilcinin) uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile bu vazifeyi tam yapmış olacak.”​


Daha açık bir ifadeyle, “Hz. Mehdî'nin üç vazifesinden birincisini bütünüyle yapmaya ne vakti ve ne de durumu elvermemektedir. Nerde kaldı ki şeâiri ihya olan hilafet-i Muhammediye vazifesini yapmaya vakti ve hali müsaade etsin. Bu ikinci vazifeden önce program mahiyetinde bir kısım eserler olmalı. İkinci ve üçüncü devreleri gerçekleştirecek olan şahs-ı mânevî de bu eserleri program yapmalı, Tâ ki bu devrelerde de devam edecek olan îman hizmeti bütünüyle yapılabilsin.

Burada zikri geçen hazır program Risale-i Nur, o programla hareket edecek olan da şahs-ı mânevîdir.

Hayat-i Harranî, Marûf-u Kerhî ve Abdülkadir Geylânî gibi Hay ismine mazhar olup tasarruflarını, vefatlarından sonra da hayatlarındaki gibi sürdüren bu üç evliyaya, en dehşetli bir çağda çetin bir görev üstlenen Hz. Mehdî'nin de dahil olması akıldan uzak değil. Hz. Mehdî, her ne kadar maddeten olmasa da mânen, ruhen tasarrufunu devam ettirecek, şahs-ı mânevînin temsilciliğini ve o şahs-ı mânevîye olan desteğini sürdürecek, duâ edecek, programın uygulanmasında yardımcı olacaktır.

Kanaatimize göre onun ruhaniyeti, o şahs-ı mânevî içerisinde vefatından sonra da temsilciliğini sürdürecektir. Programı da onun mânevî öncülüğünde şahs-ı mânevîsi uygulayacaktır. Görünürde o şahs-ı mânevînin önünde temsilci denebilecek başka birileri bulunsa bile—kaldı ki bunu meşvereti esas alan bir şûrâ gerçekleştirebilir—programı hazırlayan Hz. Mehdî'ye tâbi olmaktan öte birşey yapamayacaktır. Program uygulayıcısının hazırlayıcıdan daha büyük olması düşünülemez. Tâbi olan ne kadar büyük de olsa metbûunu, yani tâbi olduğu kimseyi geçemez. Geniş fütûhâtı gerçekleştiren Hz. Ömer'in Resûl-ü Ekremi aşamadığı, aşamayacağı gibi.

Kaldı ki, Risale-i Nur'un hizmet prensipleri içerisinde şahsa değil, şahs-ı mânevîye ağırlık verilir. Nazara verilen ferd değil, şahs-ı mânevîdir. Fazilet, başarı, üstünlük şahs-ı mânevînindir. Külliyatta yer alan ifadelerde bu gerçeği açıkça görebiliriz. Burda geçen Risale-i Nurları program yapacak zattan da maksadın yine şahıs değil, şahs-ı mânevî olduğu Risale-i Nur'un esprisine en uygun yaklaşım tarzı olsa gerek. Nitekim şu hatırada da bunun teyid edildiğini görüyoruz. Hatıra 1930'lu yıllara ait. Bir Nur Talebesi rüyasında önemli hizmetler veren sarıklı bir genç görür. Hz. Üstad, rüyanın yorumunu yaparken, bu gencin Hulusi'yle omuz omuza verecek, belki de onu geçecek ve kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir kimse olduğundan bahseder. (30)

Hz. Üstad, rüyanın üzerinden yirmi küsür sene geçtikten sonra, Isparta'daki—bugün müze olarak kullanılan—dersanede Tahirî, Zübeyr, Sungur, Bayram, Ceylan ve diğer birkısım talebelerinin bulunduğu bir sohbette, onlara, “Sarıklı genç hanginiz?” diye sorar. Talebeleri sessizliği tercih ettiklerinde de, “Hiçbiriniz o sarıklı genç değilsiniz. Ancak o, hepinizden meydana gelen şahs-ı mânevînin tâ kendisidir” (31) şeklinde bir açıklama yapar.

Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de İmam-ı Ali, Gavs-ı Azam ve Osman-ı Halidî gibi zâtların âhirzamanda gelecek zâtın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görüp işaret ettikleri, bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hadimine verip, o hâdimine mültefitâne baktıkları kaydedilir. Burada da Bediüzzaman, sonra gelecek o mübarek zâtın Risale-i Nur'u program yapacağını belirtmektedir ki, bunun da yine şahs-ı mânevî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü mektubun devamında, “bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şakirdlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar” diyerek o şahs-ı mânevînin yapacağı üç vazifeden birincisini, yine şahs-ı mânevîyle birlikte yapacağı anlaşılmaktadır. (32)


Asıl olan ihlasla hizmet


Bediüzzaman, kendisine Mehdîlik isnadıyla yazı yazan bir talebesinin mektubuna verdiği cevapta şöyle demekteydi:

Âhir fıkrasında ‘Muhbir-i Sadık'ın haber verdiği mânevî fütûhât yapmak, zulümatı dağıtmak zaman ve zemini hemen hemen gelmiş’ diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ve temennî ediyoruz” diyor, böyle şeylerle uğraşma yerine asıl olan vazifeye dikkatleri çekiyor, “Fakat biz Risale-i Nur şâkirdleri ise; vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi Onun vazifesine binâ etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktanberi sükùt-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeğe sevk eden dehşetli esbab altında Risaletü'n-Nur'un şimdiye kadar fütûhâtı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerinin kırılması ve yüzbinler bîçârelerin îmanlarını kurtarması ve herbiri yüze mukabil binler hakiki mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadıkın (a.s.m.) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukûât ispat etmiş ve ediyor ve inşaallah daha edecek.

Hadiselerin tasdik ve vukûâtın ispat ettiği, Muhbir-i Sadık'ın, yani Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) âhirzamanla ilgili olarak verdiği haber Hz. Mehdî'nin gelişinden başka ne olabilir?

Bu ifadelerden sonra Bediüzzaman, Risale-i Nur, “Öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet, Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz” cümlesine yer vermekte ve şu ifadeleri kullanmaktadır:

Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Mehdî ve şâkirdleri, Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz.” (33)

Bu ifadeler de yukarıda olduğu gibi Hz. Mehdî ve cemaatinin daha önce belirttiğimiz üç vazifesini göz önüne getirdiğimizde Hz. Mehdî'nin ilerde geleceği değil, birinci ve en önemli vazifesini yaptığını göstermektedir. Onun attığı tohumlar hayat ve şeriat devrelerinde şahs-ı mânevînin, seyyidler cemaati ve ehl-i îmanın gayretleriyle sümbüllenecek, dal budak salacak, meyvelerini verecek, o da bütün bu gelişmeleri kabrinden sevinçle seyredecektir.
Demek oluyor ki, birkısım zâtları bekler durumda olmak, Risale-i Nur'un ruhuna ters düşer. Çünkü Risale-i Nur'da şahıs değil, şahs-ı mânevî ön plandadır. Şahıslar o şahs-ı mânevîye adabte olabildikleri ölçüde değer kazanırlar.

Peki, neden şahs-ı mânevî? Niçin Bediüzzaman özellikle bunun üzerinde durmaktadır?


Niçin şahs-ı mânevî


Sizi bütün duâlarında, ‘Bizi kurtar! Bize merhamet et! Bizi koru!’ gibi bütün mütekellim-i maalgayr sigalarında bilâistisnâ dahil edip, kesretli cesetler ve birtek ruh hükmünde şirket-i mâneviyemizin düsturlarıyla çalışan ve sizin sıkıntınız ile sizden ziyade alakadar olan ve şahs-ı mânevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen kardeşiniz Said Nursî.” (34)

Bediüzzaman böyle diyor; şahs-ı mânevîden himmet, meded, sebat, metanet ve şefaat beklediğini söylüyor.

Bediüzzaman, şahs-ı mânevîye bu kadar önem verdiği halde, biz, zaman zaman, herşeyi şahıslardan beklercesine, “Hz. Mehdî mâdem âhirzamanda gelecek görevli bir zât ise bütün bu görevleri bizzat kendisinin yapması gerekmez miydi?” gibisinden sorulara muhatap olabiliyoruz.

Hz. Mehdî, gerek bu üç vazifeyi ve gerekse hadislerde anlatılmakta olan diğer önemli vazifeleri tek başına değil, temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsiyle birlikte yapacaktır.

Önce şahs-ı mânevî ne demek, onu anlamaya çalışalım.

Şahs-ı mânevî, şahıslardan meydana gelen bir toplum, cemaat, cemiyet veya şirketin aralarında kurdukları mânevî ortaklığa verilen bir isimdir. Aynı inanç, duygu ve düşünceleri paylaşan, birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanan, büyük bir dayanışma içerisinde olan kimselerin meydana getirdikleri mânevî ve tüzel kişidir. O, bir fert ve kişi olarak görülmez, ama kenetlenmiş kişilerden meydana gelen güçlü bir toplum ve cemiyet, âdetâ tek bir ruh ve tek bir vücut haline gelmiş sağlam cemaat olarak kendini gösterir.

Her asırda dine, îmana hizmet, İslâmı yenilemek, güçlendirmek için mücedditler, mürşidler, bir nevi mehdîler gelmiştir. İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, Beyazid-i Bistamî, Gavs-ı Âzam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî gibi büyük ve harika zatlar, önemli hizmetler vermiş, hem kendi çağlarını, hem de sonraki çağları hizmet, irşad ve eserleriyle aydınlatmışlardır. Zamanları ferdiyet zamanı olduğu için o ferîd ve kutsî dahîler fazlasıyla kifayet etmişler, bozulmuş âlemi ıslaha çalışmışlardır.

Bugün ise şartlar tamamen değişmiş, küfür ve dalâlet komite ve cemaatleri, şahs-ı mânevî halinde İslâma hücuma geçmiş, toplumun her kesimi ve hayatın her yönü bu yıkım ve dejenerosyondan payına düşeni almıştır.

Onun içindir ki Bediüzzaman, bir çok mektubunda ısrarla cemaat ve şahs-ı mânevînin önemi üzerinde durmaktadır. Üzerine basa basa, zamanın, cemaat ve şahs-ı mânevî zamanı olduğunu belirtmekte, büyük ve bakì hakikatlerin fânî, âciz ve sükùt edebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğini,(35) cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevînin daha metin, dinin hükümlerini uygulamada daha muktedir, istikàmetle giden bir şahs-ı mânevînin ise daha ziyade parlak ve kâmil olacağını,(36) uhuvvet ve samimi tesanüde dayalı bir cemaatin şahs-ı mânevîsinin çok kerametler gösterebileceğini, bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebileceğini, inayetlere mazhar olacağını (37) söylemekte, “Şahıs ne kadar dahî, hatta yüz dahî derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağluptur” (38) demektedir. Bu önemli hakikati İhlas Risalesinde formülleştirmeyi de ihmal etmemiştir:

“Ehl-i dalâlet ve haksızlık—tesanüd sebebiyle—cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli olan ferdî mukàvemetin mağlup düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.”

Aynı yerde şu önemli noktaya da işaret eder: “Hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur'ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” (39)

Dinsizliğin tarihte emsali görülmedik bir tarzda bir şahs-ı mânevî teşekkül ettirip hücuma geçtiği bir zamanda şahs-ı mânevîye dayanılmazsa nasıl mukabele edilebilir?

Deccalizm ve Süfyanizmin şahs-ı mânevî halinde yürüttüğü dehşetli faaliyetlerin karşısına hiçbir şeye âlet, tâbî ve basamak olmayan, hiçbir garaz ve maksatça kirletilemeyen, mânevî, makbul, zararsız nuranî makam ve uhrevî rütbeleri dahi hedef edinmeyen, sadece ve sadece rıza-yı İlahîyi ve âhireti hedef alan, hiçbir şüphe ve felsefeyle mağlup edilmeyen Kur'ân'ın bu asra bakan bir mânevî mucizesi olan Risale-i Nur ve şahs-ı mânevîsi, elbetteki ehl-i îmanla omuz omuza verip karşısına bir kale gibi dikilecek, hücumları fedakârâne göğüsleyecek ve bertaraf edecektir.


Mehdînin müjdelenmesi


Lidersiz, başkan veya başbakansız hükumet düşünülemeyeceği gibi kutupsuz da mânevî bir dünya düşünülemez.

Mânevî hükümetin başkanına kutup adı verilir. Kutbu'l-aktap, gavs veya gavs-ı âzam diye de anılır.

Her memleketin bir kutbu olabileceği gibi çoğunlukla Hicaz'da hepsinin de başkanı durumunda olan bir kutb-u âzam bulunur.

Kutb-u azam veya gavs-ı âzam kutbiyet, gavsiyet ve ferdiyet makamlarını da üzerinde bulundurur.

Aktab-ı Erbaa adıyla şöhret bulmuş dört kutup vardır ki bunlar Abdülkadir Geylanî, Ahmed-i Rifaî, Ahmed-i Bedevî, İbrahim-i Desukî'dir. Bazan dördüncüsünün yerine Ebû'-Hasen-i Şâzelî zikredilir.

Kutb-u âzamla birlikte iki imam daha bulunur. Bunlardan soldaki mülk, sağdaki de melekût âlemini yönetir. Bu iki imam kutb-u âzamdan tamamen bağımsız ve kutb-u âzamın tasarrufu dışındadırlar, onu tanımaya mecbur değildirler.

Kutuplar hakikat-ı Muhammediyenin temsilcisi olarak görev yaparlar. Ona vâris olur, vazifesini yürütmeye çalışırlar.

Dünya ayakta durdukça kutuplar da, imamlar da vazife başında olacaklardır.

İşte Bediüzzaman, gizlenmeye lâyık, büyük bir sır olarak gördüğü bu konuyla ilgili bir gerçeği anlatırken, eskiden Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini sözkonusu olan iki imamdan biri zannettiğini, fakat gerçekte onun ferdiyet makamında bulunduğunu anladığını söyler ve şöyle der:


Ben eskiden Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, gavs-ı âzamda kutbiyet ve gavsiyetle beraber ferdiyet dahi bulunduğundan, âhirzamanda şâkirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.” (40)​


Bu derece büyük bir makamda bulunan Risale-i Nur'un; çağlara damgasını vurmuş, yerdeyken Arş-ı Âzamı seyredebilen Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Rabbanî gibi büyük kutupların ilgisini çekmemesi düşünülemez.

Abdülkadir Geylânî'nin asırlar ötesinden bakıp Bediüzzaman'ın çekeceği sıkıntıları görüp ona, “Korkma, şüphesiz sen inayet gözüyle korunmaktasın,” “Zamanın Abdülkadir'i, yani gavs-ı âzamı ol” diye hitap ettiğini görüyoruz. (41)

İmam-ı Rabbanî, büyük zatlardan naklen, mütekelliminden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelip, bütün îman ve İslâm hakikatlerini ap açık bir sûrette izah ve ispat edeceğini bildiriyor. Burada bir not düşen Bediüzzaman, “Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risale-i Nur'dur. Belki ehl-i keşif Risale-i Nur'u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri suretinde—keşiflerinde—müşahede etmişler; ‘bir adam’ demişler” (42) diyor.

Birinci Şuâ'da, Kur'ân'ın Risale-i Nur'a ve asrımıza bakan âyetlerine yer verilirken yirmisekizinci âyete cifir hesabıyla bakılıp Hz. Mehdî'nin asrımızda geleceğine işaret edilerek şöyle denilir:


… Eğer şeddeli ‘mim’ler dahi şeddeli ‘lam’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz ****en dört eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeğe niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un doksan üç muharebe-i meş'ûmesiyle (uğursuz savaşıyla) âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâiliü'n-Nur Şâkirdleri yerinde Mevlânâ Halid'in (k.s.) şâkirdleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli ‘lam’lar ve ‘mim’ ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulumatı dağıtacak zâtlar ise, Hazreti Mehdî'nin şâkirdleri olabilir.” (43)​


Mevlânâ Halid geçen asrın müceddidi olduğuna göre bir asır sonra gelecek yirminci yüzyılın karanlıklarını dağıtacak müceddid, âhirzamanın büyük Mehdîsinden başka kim olabilir? Mevlânâ Halid'in Divan'ında yer alan duâsında geçen şu ifadeler de anlamlı değil mi? "İmam-ı Rabbanînin her iki gözü mesabesinde olan 'Said' ile 'Urvetü'l-Vüskà Masum' hürmetine..." (44)

İslâmiyet ve Kur'ân için kullanılan sağlam kulp, tutunulacak kopmaz ip anlamına gelen Urvetü'l-Vüskà, Kur'ân'ın bu asra bakan bir tefsiri olan Risale-i Nur için de kullanılmaktadır.

Evliyalardan bir kısmının, keşiflerinde Hz. Mehdî'nin ne zaman geleceğini açıkça belirttiğini de görmekteyiz. Emirdağ Lâhikası'nda eski evliyanın bir kısmının gaybî kerametlerinde Risale-i Nur'u âhirzamanın hidayet edicisi (Mehdîsi) olarak keşfettikleri kaydedilir. (45)

Bediüzzaman'ın kontrolünden geçip Barla Lâhikası'nda yer alan bir mektubunda talebesi Küçük Ali; İmam-ı Ali (r.a.), Şah-ı Geylânî (r.a.) ve umum müçtehidlerin Risale-i Nur'u haber verdiklerini, her asırda gelen müceddid ve velilerin keşfiyatlarında “Doğudan bir nur çıkacak, birisi gelecek” diye Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini müjdelediklerini; onun önem ve kıymetini, emr-i Peygamberî (a.s.m.) ile ümmet-i Muhammed'in (a.s.m.) duâlarında âhirzaman fitnesi ve Deccalın şerrinden Allah'a sığınmaları, Deccalın maddî ve mânevî tahribatını Risale-i Nur'un tamir etmesinin gösterdiğini söylemekte ve kendi hükmünü de açıkça şöyle ortaya koymaktadır:

Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risale-i Nur imiş.” (46)

Asırlardır beklenilen zât Mehdîden başka kimdir acaba?

Mevlanâ Hasenü'l-Adevî, İmam-ı Şârânî'nin Kitabü'l-Yevakıtü'l-Cevahir'inde yer verilen bir keşfe göre, "Mehdî-i âhirzaman, 1255 (Rûmî) senesinin Şaban ayının 15. gecesi dünyaya gelecektir," demektedir. Bunu Şeyh Hasan-ı Irakî'den nakletmekte, şeyhleri Ali Havasî Hazretlerinin de buna muvafakat ettiğini bildirmektedir. (47)

Hacı Zihni Efendi bu keşfi naklettiği sayfanın kenarına düştüğü Haşiyede 1294 H. tarihini kaydetmiştir ki, bu tarih Bediüzzaman'ın doğum tarihidir.

Bir hadiste Hz. Mehdî'nin Hicaz tarafından çıkıp genç yaştayken Şam şehrinin minberine çıkacağı, hutbe okuyacağı nakledilmiştir. (48) Bediüzzaman'ın ise menbaı Hicaz olan Ehl-i Beytten geldiği, Şam Emevî camiinde yüze yakın âlimin bulunduğu bir cemaate, sonradan Hutbe-i Şâmiye adıyla neşrettiği meşhur hutbesini okuduğu bilinmektedir.

Mektûbât'ta yer alan şu rüyay-ı sadıka da konuya ışık tutacak ehemmiyettedir. Burada denilmektedir ki:


“Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde bir vâkıa-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş bir infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Anne korkma! Cenab-ı Hakkın emridir; o Rahîmdir, Hakîmdir.’ Birden o hâlette iken, baktım ki mühim bir Zât, bana âmirâne diyor ki: ‘İ'caz-ı Kur'ân'ı beyan et.’

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'inin şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (49)​


Başka bir yerde de, bir vesileyle şu hakikati mecburen ifade etmek zorunda kaldığını söyler Bediüzzaman:


“Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz.” (50)​


Bu satırlar Bediüzzaman'ın mânen görevli olduğunu açıkça göstermiyor mu? En zor şartlarda kaleme aldığı, dinsizliğin temellerini çökerten 130 parçayı bulan eserleri, milyonların îmanının kurtulması ve kuvvetlenmesi yolunda yaptığı hizmetleriyle Bediüzzaman bu vazifeye hakkıyla lâyık olduğunu ispatlamıyor mu?

Ne var ki, bazıları tarafından Bediüzzaman'ın Kürt olduğu söylenilerek seyyid olamayacağı ifade ediliyor. “Âhirzamanda gelecek zât, Âl-i Beytten olacağına göre Bediüzzaman Kürt olduğu halde nasıl o beklenilen zât olabilir?” deniliyor. Bu konu üzerinde de ayrıca durmamız gerekiyor.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Yazının sonlarını okudum sadece..yalız son kesimlerinde yanlış anlamıyorsam Ustad hazretlerinie mehdilik yakıştırması yapılmaktadır..

Eger yanlış anladıysam özür dilerim..

Lakin ustad kendi agzıylada mehdi olmadıgını ve mehdinin daha sonra geleceğini bildirmiştir...
 

ruhlara

Mesajlari Onaylanacak
Katılım
16 Kas 2006
Mesajlar
120
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
bir cümle söyleyecem
sakalsız mehdiliğe hocalığa layıkmıdır
 

ekreme

New member
Katılım
28 Kas 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
51
Kardeşler bu tür uzun yazıları parçalara bölerek kısım kısım yayınlamanızı salık veririm.:)
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Mehdi ile ilgili bazı noktalar iyi bilinirse, bu konuda gelen rivayetler ve yapılan yorumlar daha iyi anlaşılır diye düşünüyoruz. Şöyle ki:

-Mehdi meselesi akideye dahil değildir. Yani, bazı ehl-i iman Mehdiyi inkar etse dinden çıkmış olmaz, onun feyzinden mahrum kalır, hizmetinden istifade edememiş olur.

-Mehdiyi şahıs olarak belirlemek zordur. Hemen her hizip, kendi üstadını veya şeyhini mehdi görme temayülündedir.

-Mehdi olmak ayrı, kendini mehdi zannetmek ayrıdır. Nitekim zaman zaman bazı meczuplar çıkmakta ve kendilerini mehdi veya İsa olarak takdim etmektedirler. Halbuki, mehdi kendisinin mehdiliğine değil, İslama davet eder. Bir peygamber "ben Allahın elçisiyim, bana tabi olun" der. Ama mehdi, "ben mehdiyim, bana uyun, yoksa küfre düşersiniz" diyemez.

-Her asır, ehl-i imanı ümitsizlikten kurtaracak bir mehdi manasına muhtaçtır. Yani, mehdi manasından her asrın bir çeşit hissesi vardır.

-Bediüzzaman Said Nursi, mehdi konusunda çok kıymetli bilgiler verir. Bunların en mühimlerinden biri şudur:

Bu zaman şahıs zamanı değildir. Eski zamanda bazı harika şahıslar çıkmışlar, kıymettar hizmetlere vesile olmuşlar. Ama bu zamanda küfür şahs-ı manevi olarak hücum etmektedir. Bu hücuma karşı en büyük ferdi mukavemet başarısız kalmaya mahkumdur. Onun için bu külli hücuma mukabil bir şahs-ı manevi çıkarmak gerekir.

-Bediüzzaman Said Nursi, mehdiyetin üç merhalesinden söz eder:
1-İman
2-Hayat
3-Şeriat

Risale-i Nur, temelde iman hizmeti görmekle beraber, diğer iki merhalenin de öncülüğünü yaptığını söyleyebiliriz. Hz. Peygamber (asm) İslam davasının temelinde yer almış, sonraki İslami hizmetlerin de temelini atmıştır. Benzeri bir durumun mehdiyette olmasına bir engel söz konusu değildir. Yani, iman hizmeti diğer iki hizmet alanını etkileyecektir. Bununla beraber, hayatın geniş dairelerinde hizmet edilirken sıra dışı bazı harika fertlerin eliyle bu hizmetlerin ifa edilmesi medar-ı bahs olabilir. "Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır." Bu kutsi hizmetlerin icrasında elbette bir kısım maneviyat erleri istihdam edilecektir. "Her ormanın kendine göre aslanları olduğu gibi, her meydanın da ona münasip erleri vardır."

-"Mehdi kimdir? Ne zaman gelecektir?" gibi sorular, bazen insanı asıl vazifelerinden alıkoyabilmektedir. Bunun yerine doğrudan aktif hizmetle meşguliyet tercih edilmelidir. Hele hele mehdiyet konusunu tartışma alanına sokmaktan kaçınılmalıdır. Nakledildiğine göre, Said Nursi sürgünde iken saf gönüllü bir zat "efendim, üzülmeyin. Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek" der. Said Nursi, şu anlamlı mukabelede bulunur: "Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun!"

Doç. Dr. Şadi Eren

MEHDİ, Arapça’da “hdy” kökünden gelen bir kelimedir. Mehdi, doğru yola sâlik olan, tarîk-i müstakim’de bulunan, hidayete mazhar, hidayete eren ve hidayete vesile olan gibi mânâlara gelir. Mehdi, hususi olarak kendisine Allah tarafından yol gösterilen bir kimsedir. (1)

Büyük Mehdi ahir zamanda gelecektir, Müslümanları uyandırıp, dinlerini takviye edecek, imanlarını tecdidde bulunacaktır. Ayrıca daha önce gelecek diğer mehdilerden de söz edilir.

Kuran’da açıkca Mehdi ve özelliklerinden söz edilmez. Hadislere göre Mehdi, Peygamberimizin Âlinden, Yani Ehl-i Beytten olacaktır. Ebu Davut ve Hakim’in sahih olarak rivayet ettikleri bir hadise göre o, Peygamberimizin ıtretinden, yani Hz. Fatıma neslinden olacaktır. (2)

Hz. Ali’den bize ulaşan bir başka Hadise göre, bir gün o, oğlu Hz. Hasan’a bakmış ve: “Nebi Sallah Aleyhi Vesellem’in isimlendirdiği gibi, mutlaka benim bu oğlum Seyyiddir (Beyefendi, Halim Selim, zarif ve centilmendir.) Yakında onun soyundan, Nebinizin (s.a.v.) adıyla adlandırılan bir adam çıkacak, ahlâkında ona (Hz. Peygambere) benzeyecek, ama yaratılışında (beden ve cisim özelliklerinde) ona benzemeyecektir” buyurmuştur. (3)

Mehdi, Sünnet-i Seniyyeye ittibaında, fiillerinde ve hareketlerinde Nebi Sallallahu Aleyhi Veselleme benzeyecektir. Ama cismen, bedenen ve sureten, yani maddi vasıflarıyla Hz. Peygambere benzemeyebilir.

Büyük Alim Taftazani’nin (Mesud b. Ömer) Şehru’l- Makâsıd adlı usûlu’d-din’e ait meşhur eserinde; Mehdi ile ilgili konunun başında şöyle der: “Fatımutü’z-Zehra Radıyallahu anhuma’nın oğulları içinden, cevr ve zulümle doldurulduğu gibi; dünyayı adalet ve iyilikle dolduracak bir imamın (liderin, büyüğün, mehdinin) çıkması konusunda ahadis-i sahîha (sahih Hadisler) varid olmuşlar.” (4)

Mehdinin çıktığı dönemde, önceki devirlere ve çağlara göre; dünyada büyük bir bolluk ve zenginlik olacaktır. Peygamber Efendimiz; Sahih-i Müslim’den bize ulaşan uzunca bir hadisin sonunda şöyle buyurmuştu: “Ümmetimin sonunda malı çok olarak verip saymayan bir (büyük) halife olacaktır...” (5)

Tüm bu hadislerden Mehdinin bir kısım özellikleri ortaya çıkar. et- Tâc’da belirtildiği gibi; Mehdi ile ilgili hadisleri, büyük hadisçilerden Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mâce, Tabarâni, Ebu ya’la, Bezzâz, İmam Ahmed b. Hanbel, el- Hakîm tahric etmişlerdir. İbn-i Haldun ve bazıları; Mehdi konulu hadislerin “tümünün” zayıf olduğunu söyleseler de kanaatlerinde yanılmışlardır. Mehdi ile ilgili sahih hadisler vardır. Ancak: “ Lâ mehdî illâ îs’bnü Meryem= Hiçbir mehdi yok , ancak İsa b. Meryem vardır” hadisi, Beyhaki, el- Hakîm ve diğerlerinin belirttiği gibi zayıftır.

Mehdilik konusunda sahih hadisler olmakla birlikte; bunların hepsi âhâddır. Zaten sahih hadislerin çoğu âhâddır. Sahih âhâd hadisler, ancak “zan / kanaat”, yani kesinliği yüzde yüz olmayan bir delil özelliği taşırlar. Zan, Zann-ı galibi ve kanaat; yüzde yüz kesinlik ifade etmeyen durumdur. Fakat bu kanaat, yüzde elli üzerinde bir ağırlığa sahiptir. Bu yüzde elli birden yüzde doksan dokuza kadar bir oranı içine alır. İlim ise kesinlik ifade eder ve yüzde yüz katilik demektir. Şüphe iki tarafın eşitliğini anlatır.

Bir konudaki kanaat, yani -teknik terimi ile- zan kesinlik ifade etmese de; ağırlık ifade eder. Bu durum görmezlikten gelinemez. Her konunun sübutu için kesin delil de istenilmez.

Meselâ tüm müctehidlerin içtihatları, ancak birer zandır; yani kati değildir. Yani bunlar, Yüzde yüz kesin olmayan kanaatlerdir. Fakat içtihadla amel edilmektedir. Bir fikre davette de “Zann-ı kabul-i cumhur” ilk şarttır. Yüzde yüz kesinliği olmamakla birlikte; bize bir konuda kanaat veren her şey zandır.

Bu noktadan mehdilik konusunu, mehdileri veya Büyük Mehdiyi bir çırpıda inkâr edivermek; hadis bilimi açısından temelsiz ve tutarsızdır. Hem “Mehdi yoktur” veya “mehdilik yoktur” gibi bir sahih hadis yoktur.

Sonuç olarak yukarıdaki hadisler bize bu konuda bir kanaat verdikleri gibi, Mehdinin bazı özelliklerini de anlatırlar. Fakat Mehdi ve Deccal konusu, hadislerin müteşabihâtı içine girdiği için; bu konuyu tüm incelikleriyle anlamak kolay değildir. Bu konuda çağına göre tutarlı ve yerinde te’vil ve tefsirlere ihtiyaç vardır. Ayrıca her asır mehdi mânâsından nasiblenmesi lazım olduğundan anlatım açık değildir.

Kaynaklar:
1. ŞEMSEDDİN SAMİ, Kâmus-ı Türki, I-II, İkdam Matbaası, İstanbul, 1316, II, 1436; HEYET; Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, İstanbul, 1985, s. 607 (Mehdi kelimesi)
2. MANSUR ALİ NASİF, et-Tacu’l- Cami‘u lil- Usûl, I-V, Metebetu Pamûk, İstanbul, 1961, V, 363, (Kitabu’l- Fiten, bâb, 7)
3. Tâc V, 363
4. TAFTAZANİ, Mesud b. Ömer, Şerhu’l-Makâsıd, I-V, Tahkik, ta’lik Abdurrahman Amire, Âlemu’l- Kütüb, Beyrut, 1989, V, 312; krş, et-Tâc, V, 343, (Kitabu’l- Fiten, bâb, 7)
5. Tâc, V, 342, (Kitabu’l- Fiten, bâb, 7)
Doç. Dr. Murat Sarıcık


Mehdi’nin alametlerini Resulullah efendimiz bildirmiştir. İbni Haceri Mekkinin Alamet-ül-Mehdi kitabında ve Süyutinin Cüzün minel ehadis velasaril varidetil varideti fi alametil mehdi kitabında bunlardan ikiyüze yakın alamet yazılıdır. El-fütuhat-ülİslamiyye, ikinci cüz, ikiyüzdoksanyedinci sayfasında diyor ki, Beklenilen Mehdi, Hz. Fatıma’nın soyundan olacaktır. Mekke’de zuhur edecektir



tam ilmihalde ise soyl demektedir
Hz. Mehdi geldiğinde, hak mezheplerin hükmü unutulmuş olacak, bid'at mezhepleri ortalığı kaplayacak, ortada hak bir mezhep kalmayacaktır. Yani mezheplerin doğru bilgileri kalmayacak, sadece isimleri kalıp, din düşmanları veya sapıklar tarafından bu isimler suistimal edilecektir
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Ayrıca yine benim kendi edindiğim bilgilerde de..Hz. mehdi ve deccal birbirlerinin zamanına denk gelecektir...
deccal yanlış hatılamıyorsam...Suriye şam kesimlerindeyken oldurulecek ..ve Bu buyuk alemetler tecelli ettikten sonra kıyametin kopması için yecuc ve mecuc kavimleri tecelli edecektir..

Arada bilediğim bazı hususlarda var lakin her konu her yerde herkese anlatılmaz..

selam ve dua ile
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt