Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Mânevî Terbiyede Metod

Huzur_islamda

New member
Katılım
18 Ocak 2008
Mesajlar
123
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Rasulullah'a(sav) asiklar diyarindan..
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, tasavvufta kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye hususunda dikkat ettiği incelikleri şöyle beyan buyurmuşlardır:
"- Bizler mürîdi gerekli olduğu tarzda, yâni onun içinde bulunduğu hâle göre terbiye ederiz. Îcâbında cezbe, îcâbında sülûk yolunu tercih ederiz. Biliriz ki, sohbetimize gelenlerin bazılarının gönüllerinde muhabbet tohumu vardır, bazılarında yoktur veya dünyevî ve nefsânî alâkalardan dolayı çürümüştür. İşte bizim vazîfemiz, bu fânî alâkaları temizlemek ve gönle muhabbet tohumu ekmek, ekilmiş olanları da hakîkat zemzemiyle sulayıp yeşerterek mârifetullâh güneşiyle bir ihlâs fidanı hâline getirmektir.
Zikir telkînine gelince, o, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonraki netice, yâni çakmak taşını çakıp da aşk çırasını tutuşturmak işi, mürîde kalmıştır."

Nasıl ki, bedene âit hastalıklar muhtelif ve onların tedâvî yolları da birbirinden farklı ise, rûha ve gönle âit hastalıklar da böyledir. Bu bakımdan firâset ve basîret sahibi Allâh dostları, mânevî terbiyede muhâtablarının durumlarına göre teşhis ve tedâvî yolunu tercih ederler. Kimine İbrâhim bin Edhem'de görüldüğü gibi:
"Tacı ve tahtını terket!" tavsiyesinde bulunurlarken, kimine de Fâtih Sultan Mehmed Han'da olduğu gibi:
"Eğer bu vazifeyi bırakırsan ve senden daha liyâkatlisi de gelmezse, vebâle girersin!" îkâzında bulunarak, irşad ve teveccühlerini onların bulundukları makâmda devam ettirirler.
Kimini su ile, kimini ateşle imtihân ederler. Dolayısıyla nasıl ki, bedenî bir hastalıkla muzdarip kimsenin şifaya kavuşması için tabîbe teslîmiyeti ve verdiği reçeteyi tatbik etmesi zarurî ise, kalbî hastalıklarda da durum aynıdır; hattâ daha hassastır. Zîrâ beden tedâvîsindeki ihmâl, sadece bu dünyaya yönelik bir zarara uğratır; ancak gönül tedâvîsindeki ihmâl ise, ebedî bir hayatı hüsrân eyler...
 

samanyolu

New member
Katılım
19 Mar 2007
Mesajlar
2,063
Tepkime puanı
2,696
Puanları
0
Yaş
49
Konum
istanbul
Ramazan-ı Şerîf'te va'z u nasîhat için Erzurum'un bir köyüne davet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri'ni alıp köye getirmek üzere, ücret karşılığında bu işleri yapan gayr-ı müslim bir hizmetçi ile bir at gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın Kudüs'e giderken kölesiyle beraber nöbetleşe deveye binmesi hususundaki ahlâk-ı hamîdesini tatbik etti. Gayr-ı müslim hizmetçi buna her ne kadar:
"- Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!" diye itiraz etti ise de, Hazret:
"- Evlâdım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişe ediyorsun, ben ise Allâh huzurunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!.." buyurup ata binme işini sıraya koydu.
Hikmet-i ilâhî tam köye girecekleri esnâda, aynen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın misâlinde olduğu gibi sıra hizmetçiye geldi. Köylülerden korkan adamcağız, hakkından ferâgat ettiğini belirterek, ata Hazret'in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri:
"- Sıra senindir!" dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi.
Halk bu hâli görünce, hemen hizmetçinin etrafını sardı ve:
"- Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, şu ak sakallı ihtiyar üstadı yürütmektesin ha! Bu mu senin sadâkatin! Biz böyle mi tenbih ettik sana!.." şeklinde muhtelif ifâdelerle azarlamaya başladı.
Durum bu minvâldeyken, İbrahim Hakkı Hazretleri'nin meseleyi îzâh etmesi üzerine azardan vazgeçtiler. Bu esnâda köylülerden biri, müslüman olmayan hizmetçiye seslendi:
"- Be adam! Bu kadar fazileti gördün ve yaşadın! Bâri müslüman ol!" dedi.
Hizmetçi, birkaç dakikalık sükûttan sonra oradakilere şu ibretli cümleyi söyledi:
"- Eğer sizin dîninize davet ediyorsanız, aslâ! Ama şu mübârek zâtın dînine dâvet ediyorsanız, o dîne daha yoldayken îmân ettim bile!.."
Engin gönüllü bir Hak dostu tarafından sergilenen bu misâl, bir hidâyet ve rahmet üslûbu ortaya koymaktadır. İnsana, daha ziyade onun özüne bakarak davranmak, bir mânâda yaratılana, Yaratan'ın nazarıyla bakabilmektir. Bunun için sâlih gönüller, insana Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzündeki "halîfe"si olma şerefi bahşedilmiş olduğunun ve ona âyetteki ifâdesiyle Rabbin: "Kendi ruhundan (kudretinden bir sır) üflemiş"1 bulunduğunun şuurundadırlar. Onlar, günahlarla ne kadar kirlenmiş olursa olsun, kulun özündeki mükemmelliğe bakarak ona sırtlarını dönmezler. İnsandan kolay kolay ümîd kesmez, ayrıca onun da ümidini yitirmemesini sağlarlar. Bu, gerçekten inkâr olunamayacak aklî ve hissî bir sebeptir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de bize en çok "Rahmân ve Rahîm" esmâsını telkîn etmiş ve hatta merhameti bütün mahlûkâta şâmil mânâsına gelen "er-Rahmân" ism-i şerîfini taşıyan bir sûre inzal buyurarak ilk âyetini de "er-Rahmân" diye başlatmıştır.
Bu bakımdan insana bu gönül penceresinden, yâni hidâyet ve rahmet üslûbu nokta-i nazarından yaklaşmak, ilâhî rızâya en muvâfık ve netice bakımından da son derece bereketli ve insanda meknûz olan ulvî güzellikleri yeşertici bir husûsiyet ihtivâ eder. Çünkü bu üslûp, hem tatbik edene, hem tatbik edilene, yâni her iki tarafa da ayrı bir letâfet, olgunluk, muhabbet ve Hakk'a rağbet hasletleri kazandırıcı bir vasıftadır. Bu üslûp, Yûnusları Yûnus, Mevlânâları Mevlânâ yapan bir iksîr ve mânen ölmekte olan nice hasta rûhlara da bir âb-ı hayât gibidir.
alıntıdır.
 

Huzur_islamda

New member
Katılım
18 Ocak 2008
Mesajlar
123
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Rasulullah'a(sav) asiklar diyarindan..
Nakşibendi büyükleri, Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin öğrettiği hem zâhir hem de bâtıni edeplere sımsıkı sarılmışlardır.

Seyri sülük esnasındaki sohbet, vird, hatme ve diğer zikirler zâhirî edepler içine girer.

Kalbin gaflet ve kötülüklerden temizlenmesi, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun ilahi huzura yükselecek hâle getirilmesi de bâtınî edepler içine girer.

Edeb, her şeyi gereğince ve yerince yapmaktır. Bunun yolu da, bütün fikir ve fiillerde edeb abidesi, peygamberlerin imamı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize uymaktır. Bütün Allah dostları, Hak yolunda ne elde etmiş iseler, Efendimizin edebine uyarak elde etmişlerdir.

Büyük veli Seriy es-Sakati: (k.s):

“Edeb, aklın tercümanıdır.”8 demiştir. Demek ki herkes edebi kadar akıllı, aklı kadar şerefli, şerefi kadar kıymetlidir.

Edebine göre yapılmayan şeyler ne kadar çok olursa olsun fayda sağlamaz. insan bir işin usulüne göre gitmez ise o işte ömrünü verse hayırlı bir sonuç alamaz.

Allah’ın yeryüzündeki şahidi ve hâlifesi olan ariflere hürmet kalpteki takvadan ileri gelir. Onlara karşı edebi koruyamayan kimsenin tasavvuf yolunda hiç bir nasibi olmaz.9

Arifler: “önce usul, sonra vusul” demişlerdir. Yani, maksadına ulaşmak isteyen kimse, önce o işin usulüne göre yola çıkarsa, hedefine varır, yoksa yolda kalır.

Büyük alim Abdullah b. Mubarek (r.a) ne güzel söylemiş:

“Bizler daha çok ilme değil, daha fazla edebe muhtacız.”10

Hak yoluna giren talip için ana sermaye edeptir. Edebi olmayanın Allah yolunda elde edeceği hiç bir şeyi yoktur.



Edeb, kalbte, sözde ve fiilde olur

Kalbin edebi, niyette ihlas ve samimiyettir. Bunların sonucu, Allah için sevmek, Allah için vermek, Allah için yermek ve Allah için menetmektir. Bu hâl, imanın en yüksek zirvesidir ve kâmil insan olmanın alametidir. O, Allahu Tealanın sevdiği kullarına bir hediyesidir. Büyükler, bu ahlakın ihsan mertebesi olduğunu ve onun vücuda ancak zati zikir sayesinde yerleşeceğini belirtiyorlar. Zati zikir; her yerde, her işte, her hâlde kalb, ruh, sır ve diğer latifelerle Allahu Teala’yı zikretmekten ibarettir.

Gavs-ı Bilvanisî Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (k.s) zikir ve edep hakkındaki bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:

“Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. şah-ı Hazne (k.s): “gaflet kadar hiçbir kötü hâl yoktur” derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe sarılsın. şöyle ki, Rabbim her an her yerde beni görüyor diye düşünsün ve o konuda nefsini zorlasın. Açık ve gizli edeplere uymakla insanın kalbi uyanır. Böylece gaflet yok olur.”11

Sözün edebi, makama uygun söylenmesidir. Her makam, ayrı bir tarz ve tavır ister. Her söz yerinde, zamanında, gereği kadar söylenirse değerli ve geçerlidir. Söz, hacet kadar sarf edilmelidir. Sözde yalan ve yapmacık olmamalıdır. Söz sahibinin sözü ile özü, içi ile dışı aynı olmalıdır. Mürşide ve müminlere karşı samimiyet ancak böyle mümkün olur.

Fiilin/işin edebi, makama uygun davranmaktır. Her şahsın, her makamın, her ibadet ve taatın kendine has edebi vardır. Bütün edepler, sünnet-i seniyyede öğretilmiştir. Edep, Hakka ve halka karşı nasıl davranacağını bilmektir. Kısaca güzel ahlaktır. Bu edepleri, tek tek öğrenmeli ve güç nisbetinde yapmalıdır.

ilim edeple güzel olur. Hak yolcusu ancak edeple yol alır. Zikir, edeple fayda verir. ibadet edeple yapılırsa Allah’a yükselir. Tövbe, edeple kabul edilir. Bunun için Allah dostları talebelerinden her işte edep ister, edep bekler. Tasavvuf yolunda, bütün menzil ve makamlarda insanın önüne tek levha çıkar:



“Edep Yâ Hû!”
 
Üst Alt