Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kur’ân’ın Kerâmeti ve Büyüleyici Atmosferi

muhammet

New member
Katılım
22 Şub 2007
Mesajlar
830
Tepkime puanı
14
Puanları
0
Yaş
49
Kur’ân-ı Kerîm, her şeyden evvel bir vahy mahsûlüdür. Bu itibarla da bir nûr, bir hidâyet, bir hikmet, bir zikir, bir öğüt ve bir rahmet kitabıdır. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'i insanları karanlıklardan nûra ve cehâletten ma'rifete çıkarsın, zulüm- den adâlete ve başıbozukluktan intizâma erdirsin, nebâtî ve hayvânî hayattan insanî ve İslâmî şuûra yükseltsin, araların- daki ihtilâfı gidersin, onları neticesi helâk olan eğri yollardan sakındırsın ve neticesi her iki cihânın saâdeti olan sırât-ı müstakîme hidâyet etsin diye indirmiştir.
Evet, Kur'ân-ı Kerim, bir hidâyet rehberidir. Saâdet Asrında, yani Peygamberlik devri ile Râşid Halîfeler devrinde, yaklaşık olarak yarım asırda hayatın her sahasında tatbik edilmiş olan, bu tatbikin neticesinde o asrı her yönüyle "Saâdet Asrı" olma derecesine yükselten ve o zamandan günümüze kadar bazı kesintilere maruz kalsa bile; hayata düstur olarak kabul edildiği zamanlarda insanlar için gerçek bir huzur ve kalıcı bir emniyet te'min etmiş olan bir hidâyet rehberidir.
Hem Kur'ân-ı Kerîm, insanları sırât-ı müstakime götüren son derece kerâmetli, büyüleyici ve etkileyici bir hidâyet kaynağıdır. Sırat-ı müstakîm ise, Peygamberlerin, sıddîklerin, şehidlerin ve sâlihlerin gittikleri gayet geniş ve alabildiğine düz olan bir caddedir ki, bu geniş cadde İslâm dinidir. Bu caddede yürüyen kimseler hiçbir zaman Allah'ın gazap ve lanetine ma'ruz kalmaz, fazl ve rahmetinden de mahrûm olmazlar. Onlar, daima hidâyet üzere bulunurlar. Buna göre insanları sırât-ı müstakîme ve sırât-ı müstakîmi en geniş mânâsıyla ve parlak beyanlarıyla açıklayan Kur'ân-ı Kerîm'e çağıran bir kimse, gerçek hidâyeti bulmuş ve kurtulmuş demektir.
* * *
Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, peygamber- liğinin on birinci yılında hac mevsiminde Medîneli altı kişi ve bir yıl sonra yine hac mevsiminde Medineli on iki kişi ile, Mekke yakınlarında bulunan ve Akabe denen küçük ve dar bir vadide bir gece vakti gizlice buluşup görüştüler. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne’den gelen o bahtiyârlara Kur’ân okudu ve onlara bazı hakîkatlerden bahsetti.
Medîneli bahtiyarlar, Kur’an-ı Kerîm’in Selsebîl’inden ve Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’in Havz-u Kevserinden kana kana ve doyasıya içince, birden bütün susuzlukları gitti ve artık dünyaya ait her şey kendilerine yavan gelmeye ve tat vermemeye başladı.
Bu Medîneliler, Akabe’de Kuranı dinledikçe, okunan âyetler karşısında etkilendiklerini, içlerinin aydınlandığını, kalplerinin rahata ve ruhlarının feraha kavuştuğunu iyiden iyiye hissettiler. Sonunda biat edip İslâm’a girdiler ve Medine’de gerek kendilerine gerekse başkalarına İslâm’ı anlatacak bir muallim isteğinde bulundular. Bunun üzerine Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de Medine’ye ilk muallim ve ilk mürşid olarak Hz. Mus’ab’ı gönderdi.
Hz. Mus’ab (r.a.) Medîne’ye geldiğinde Es’ad bin Zürâre’nin evine misafir oldu. Ve artık bundan sonra gerek Es’ad bin Zürâre gerekse mübarek saâdethâneleri nice güzel şeylere sahne ve nice şereflere mazhar olacaktı. Hem Es’ad bin Zürâre’nin delâletiyle ve Hz. Mus’ab’ın talim ve irşadıyla nice insanlar İslâm’a dehâlet edecek ve geleceğin nice îmân ve sadâkat kahramanları, yiğit oğlu yiğitler ve erkek oğlu erkekler yetişecekti.
Hz. Es’ad’ın evi, Müslümanlar için Medîne’de ilk tebliğ ve irşâd müessesesi, ilk talim ve terbiye mektebi ve ilk ilim ve fikir merkezi idi. Burada Medîneli Müslümanlar toplanıyor ve Hz. Mus’ab onlara sabah akşam, gece gündüz demeden Kur’ân öğretiyor ve İslâm’ı anlatıyordu.
Bir defasında Hz. Mus’ab, başta Es’ad bin Zürâre olmak üzere bazı Müslümanlarla birlikte bir kuyunun başında oturup sohbet ettikleri bir sırada, henüz Müslüman olmayan Üseyd bin Hudayr ile Sa’d bin Muâz, onlardan ciddi bir şekil- de rahatsızlık duydular. Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr’a,
“Git de gençlerimizi yoldan çıkarmak için gelen şu iki adamı defet ve bir daha buraya gelmemelerini söyle. Biliyorsun ki, Es’ad bin Zürâre benim teyzemin oğludur. Eğer öyle olmasaydı, bu işi sana bırakmaz, gider kendim halleder-dim.” dedi.
Bunun üzerine Üseyd, hiddetle yerinden kalktı ve mızrağını alıp o tarafa doğru gitti.
Es’ad bin Zürâre, Üseyd’in kendilerine doğru değişik bir hava ile geldiğini görünce, Hz. Mus’ab’a şöyle küçük bir hatırlatmada bulundu:
“Bu gelen kavmin büyüğüdür. Buraya geldiğinde ona îmânı telkin et.”
Üseyd onların yanına varır varmaz, “Sizin burada ne işiniz var? Buraya gelip, yeni din diyor, İslâm diyor ve gençlerimizi baştan çıkarıyorsunuz. Eğer canınızı seviyorsanız ve yaşamayı düşünüyorsanız, burayı derhal terk edin!” şeklinde tehditler savurmaya başladı.
Hz. Mus’ab (r.a.), yaradılıştan gayet halim, selim ve çok yumuşak huylu bir kimse idi. Bu yüzden de Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem tarafından özel seçilmiş ve özel yetiştirilmişti ve şimdi de Yüce İslâm Dâvâsı’nın temsilcisi ve tebliğcisi olarak Medîne’ye gönderilmişti. Hâl böyle olunca elbette ki muhâtaplarına farklı davranacak ve aynı sertlikte mukâbelede bulunmayacaktı. Bu yüzden duydukları ve gördükleri karşısında heyecanlanıp hiddete kapılmamıştı. Üseyd’in bağırışlarını ve yanlış anlamalarını anlayışla karşılamıştı. Her şeyden önce onu efendilik ve nezâketle etkileyip irşadına vesile olmak istiyordu.
Nitekim Hz. Mus’ab (r.a.), kendilerine bağırıp çağıran ve bir kısım tehditler savuran Üseyd’e dönerek tebessüm ve samimiyet dolu bir edâ ile şöyle dedi:
“Sen hele bir otur. Bizi başkalarından değil de, bizi bizden öğrenmeye çalış. Sana İslâm Dîni hakkında biraz bilgi verelim. Hem buraya niçin geldiğimizi bir anlatalım. Anlattık- larımız vicdanına sükûnet, ruhuna rahatlık, gönlüne ferahlık verirse ve aklınla da uygun görürsen kabul edersin. Uygun görmezsen o zaman dilediğini söyler ve bildiğini yaparsın.”
Beklediği sert karşılık yerine hiç de beklemediği yumu- şaklığı ve nezaketi gören Üseyd, bu yumuşaklık karşısında hayli sakinleşmişti. Ne de olsa akıllıydı ve nasipliydi. Artık daha fazla üstelemedi ve Hz. Mus’ab’a dönerek “Doğrusu sen çok insaflı konuşuyorsun.” dedi; mızrağını yere atarak oturdu ve onu dinlemeye başladı.
Hz. Mus’ab (r.a.), ona Kur’ân’dan bazı âyetler okudu ve İslâmiyet hakkında bilgi verdi.
Üseyd, birden Kur’ân’ın büyüleyici atmosferine girdi, okunan âyetlerin etkisinde kaldı, âyetleri huşû içerisinde dinlemeye başladı ve sonunda kendini tutamayarak duygula- rını şu şekilde dile getirdi:
“Bütün okunanlar ve anlatılanlar gerçekten ne güzel şeyler imiş. Bu İslâm dini benim ruhumla ve karakterimle doğrusu çok bağdaşık çıktı ve içim ona ciddi bir şekilde ısındı. Doğrusu ben bu dini çok sevdim ve ben de artık sizden biri olmak istiyorum. Bana söyler misiniz; benim bu dine girmem için ne yapmam gerekiyor?”
Hz. Mus’ab (r.a.) ona öncelikle yıkanması, arkasından da kelime-i şehâdeti söyleyerek İslâm’ı kabul ettiğini ilân etmesi gerektiğini söyledi ve ona kelime-i şehâdeti öğretti. Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr en küçük bir tereddüt göstermeksizin bütün samimiyetiyle ve içtenlikle kelime-i şehâdeti getirdi ve Müslüman oldu.
Bir müddet sonra oradan ayrılıp, kendisini oraya gönderen ve dönmesini merakla bekleyen Sa’d bin Muâz’ın yanına gitti. Olup bitenleri ve görüp duyduklarını ona anlattı ve derken onun da Müslüman olmasına vesile oldu. Daha sonra ise, Hak dostu ve Peygamber âşığı olan bu iki güzel insan ve ender kahraman sayesinde kabilelerinden pek çok kimse îmân ederek İslâmiyet’le müşerref oldular.
Samimi bir edâ ve tatlı bir sadâ ile Kur’ân’ı okumak, Melekleri ve nûrânî ruhları cezbeden pek güzel bir ameldir. Hatta sırf hayır için yaratılmış olan meleklerin Kur’ân dinlemek için semâdan inmesine sebep olacak derecede kuvvetli bir ibâdettir. İşte örneği:
Üseyd bin Hudayr (r.a.)’ın sesi çok güzeldi. Bu güzel sesini Kur’an okumada kullanır, sesini Kur’ân’la ve Kur’ân’ı da sesiyle süsler ve bundan derin bir haz alırdı. Öyle ki, Kur’ân okumaya başladığı zaman bambaşka âlemlere girerdi.
Nitekim, bir gece hurma sergisinde beklerken Bakara Sûresini okumaya başladı. Yanında bağlı bulunan atı birden ürküp şahlanmaya başlayınca, Hz. Üseyd okumayı kesti. At da sakinleşti.
Tekrar okumaya başlayınca, at yine ürküp şahlandı. Hz. Üseyd yine sustu. At da sakinleşti. Hz. Üseyd üçüncü defa okumaya başlayınca, atın yine şahlandığını gördü ve artık okumaktan vazgeçti.
Kalktı ve atının yanına gitti. Başını kaldırıp da gök yüzüne baktığında, gördükleri karşısında hayretler içerisinde kaldı. Çünkü başının üzerinde gölgeye benzeyen sis içinde kandiller gibi birçok parıltılar gördü. Daha sonra ise bu gölge tabakası, içindeki ışık manzumesiyle birlikte semaya çekilip gitti ve artık görünmez oldu.
Hz. Üseyd, sabah olur olmaz beklemeden Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in yanına geldi ve o gece başından geçenleri anlatmaya başladı:
“Yâ Rasûlallah! Dün gece yarısı, hurma sergisinde ben Kur’ân okurken, âniden atım durduğu yerde ürkmeye ve şahlanmaya başladı.”
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, ona “Oku Ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu.
Hz. Üseyd, “Ben okumaya devam ettim, Ama at yine ürkmeye ve şahlanmaya başladı” dedi.
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, ona “Oku Ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu.
Hz. Üseyd, “Ben okumaya devam ettim. Ama at yine şahlandı.” dedi.
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem yine ona, “Oku Ey Hudayr’ın oğlu!” buyurdu.
Hz. Üseyd, sözlerine devam ederek dedi ki:
“Yâ Rasûlallah! Ben artık okumaktan vazgeçmek zorunda kaldım. Çünkü oğlum Yahya, ata yakın bir yerde bulunuyordu. Atın çocuğu çiğnemesinden korktum. O sırada başımı göğe doğru kaldırarak baktığımda bulut gölgesi gibi beyaz bir gölge içinde kandillere benzeyen yıldızların parlamakta olduğunu gördüm. Sonra bu beyaz gölge içindeki parlaklık manzumesi çekilip gitti ve ondan sonra artık onu göremedim.”
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, “Sen onun ne olduğunu biliyor musun?” diye sorunca, Hz. Üseyd bilmedi- ğini söyledi. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, meâlen şöyle buyurdular:
“Ey Üseyd! Onlar meleklerdi. Kur’ân’a ve senin Kur’ân okuyan o güzel sesine gelmişlerdi. Onlar Kur’an’ı ve senin o tatlı sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin sabaha kadar seni dinlerlerdi. Öyle ki insanlar kendilerini seyrederler ve onlar da insanlardan gizlenmezlerdi.” (Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân,15)
Hz. Üseyd hakikat ilminden bazı şeyler öğrenebilmek için bazen geç saatlere kadar Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte sohbet ederdi. Kafasına takılan bir meseleyi öğrenmeden rahat duramazdı.
Bir gün yine Hz. Abbâd ile birlikte Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in sohbetinde bulunmuşlardı. Onun huzurundan ayrıldıklarında vakit ilerlemiş ve hava iyice kararmıştı. O derece ki önlerini göremiyorlardı. Yüce Kur’ân’ın ve kudsî sohbetin bereketi ve feyzi olarak ellerin-deki bastonları birden ışık vermeye ve yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra da ışık ikiye ayrıldı ve her biri kendi bastonunun aydınlığında yürüyerek evlerine gittiler. (Buhârî, Menâkıb, 28)
Hz. Üseyd bütün ömrünü ya Kur’ân okuyarak, ya okunan Kur’ân’ı dinleyerek, ya Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in sohbetlerinde bulunarak veya öğrendiği hakikatleri başkalarına anlatarak ve başkalarının hidâyet ve istikâmet- lerine vesile olarak geçirmek ve Allah’ın huzuruna bu amel- lerle çıkmak istiyordu. Çünkü kendisinin İslâm ile tanışması, hidâyete ermesi ve istikameti bulması bunlarla olmuştu.
Hâsılı, Bedîuzzaman Hazretlerinin dediği gibi, Kur’ân-ı Kerîm kalplere kût ve gıdâ, akıllara kuvvet ve gınâ, ruhlara mâ ve ziyâ, nefislere devâ ve şifâ olduğundan, asla usandır-maz ve usandırmaması Kur’ân’ın en belirgin özelliklerin-dendir.
 
Üst Alt