Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kur'ani Yöntemin Yapısı

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Mekkî Kuran, yani Kuranın Mekke'de inen bölümü, Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) on üç senede indi, sürekli tek bir davadan bahsediyordu. Değişmeyen bir tek davadan...
Ancak bunu sunuş biçimi neredeyse hiç yinelenmiyordu. Bu Kur'anî üslup, onu sanki ilk kez sunuyormuş gibi, her sunuşunda yeni bir biçimle sundu.
Bu yeni din ilk önce, en büyük ve temel dava olan "akide" konusunu ele alıyordu. Akideyi ana temellerine, "uluhiyyet" ve "ubudiyyet" (kulluk) temellerine ve bunların arasındaki ilişkiye dayandırıyordu.
Bu gerçekle insana hitap ediyordu. İnsan olan insana...
O zamanın ve bütün zamanların Arap insanıyla bütün insanlar nasıl eşitse; her dönemin Arap insanıyla bütün zamanların Arap insanı aynı şekilde eşittir.
Çünkü bu, insanın değişmeyen sorunudur. Bu evrende bulunmasının, sonunun nereye varacağı sorunudur. Evrenin, canlıların bu evreni ve bu canlıları yaratanla ilgisini açıklayan bir sorundur. Bu değişmeyen bir sorundur. Çünkü bu, varoluşun, insanın sorunudur.
Mekkî Kur'an insana, kendi varlığının ve çevresindekilerin varlığının gizemini açıklıyordu. Ona şöyle diyordu:
O kimdir?
Nereden geldi?
Niçin geldi?
Nereye gidiyor?
Onu yoktan var eden kimdir?
Onu kim götürecek?
Sonu ne olacak?
Devamla diyordu ki; Hissetiği, ancak bir türlü göremediği gayb alemi nedir ?
Sırlarla dolu bu alemi kim yarattı?
Bunu kim yönetiyor?
Kim döndürüyor?
Bunu yenileyen, değiştiren kimdir?
Ona şunları da diyordu:
İnsan, bu evrenin yaratıcısıyla, bu evrenle nasıl bir ilişkide bulunacak?
Şunu da açıklıyordu:
Kullar, kullarla nasıl ilişkilerde bulunacak?
İnsan varlığını ilgilendiren büyük sorun işte buydu. Gelecekte de yine bu olacaktır.
Bu büyük davanın yerleşmesi tam onüç yıl aldı. Arkasında insan hayatının kendisine bağlı olduğu şart ve ilkelerden başka bir şey bulunmayan bir dava.
Allah-u teala tarafından bu husus, yeterince açıklanıncaya, bu dini hakim kılmalarını takdir ettiği ve bunun yaşandığı pratik hayat düzenini kurmayı üstlenen insanlardan seçkin bir grubun kalplerinde bu anlayış, köklü bir şekilde yerleşinceye kadar Mekkî Kur'an, bu temel davaya, hayat sistemiyle ilgili hiçbir şeyi ilave etmedi.
Allah-u teala'nın dinine, bu dinin pratik olarak yaşanacağı bir sisteme davette bulunanlar; Mekkî Kur'an'ın, bu inancın kökleşmesi için onüç yıl üzerinde durma hadisesini, hayatı düzenleyen ayrıntılara, müslümanların inanıp benimsediği, toplumları hukukî olarak düzenleyen yasalara hiç girmemesini uzun uzun düşünmelidirler.
Risaletin başlangıcından itibaren akide davasının bu şekilde oluşması; Allah Rasûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğde attığı ilk adımın insanları "Lâ ilâhe İllallah" a davet oluşu, onları hak olan Rablerini tanımaya, başkasına değil, yalnızca O'na ibadet etmeye çağırması hep Allah-u teala'nın hikmeti gereğidir.
İşin gerçeği, aciz insan aklının sandığı gibi, Arapların kalbine ulaşmanın en kolay yolu bu değildi. Onlar dillerindeki "ilah" kelimesinin "Lâ ilâhe İllallah'ın" (Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur'un) ne anlama geldiğini, uluhiyyetin yüce bir egemenliği / hakimiyeti ifade ettiğini gayet iyi biliyorlardı.
Uluhiyyetin birliği ve bunun yalnızca Allah-u teala'ya tahsis edilmesinin anlamı; kahinlerin, kabile şeyhlerinin, başkanların ve idarecilerin gücünün, egemenliğinin sonu olduğunu ve egemenlik / hakimiyet yetkisinin tümüyle Allah-u teala'ya verilmesi demek olduğunu da biliyorlardı.
Böylece onların vicdan ve gönüllere, dini hayata, günlük yaşantıya, paraya, yargıya, ruh ve bedenlere olan egemenlikleri / hakimiyetleri sona erecekti.
Biliyorlardı bunu. "Lâ ilâhe İllallah" ın yeryüzündeki egemenliğini gasbeden ve bu gasp sonucu oluşan yaşam biçimine karşı gelişen bir kıyamın, Allah-u teala'nın izin vermediği fakat, kendilerinin uydurdukları bir şeriatle hükmeden yöneticilere karşı bir başkaldırı olduğunun farkındaydılar. Kendilerini çok iyi bildikleri için "Lâ ilâhe İllallah" çağrısının gerçek anlamını gayet iyi kavrıyorlardı.
Araplar, bu davetin, kendi yaşam biçimleri, başkanlıkları ve egemenlikleri / hakimiyetleriiçin neyi ifade ettiğinden habersiz değildiler. Bundan dolayı bu daveti, bu devrimi o derece sert karşıladılar. Herkesin bildiği gibi ona savaş açtılar.
Tebliğin başlangıç noktası niçin buydu?
Allah-u teala niye bütün bu zorlukların, sıkıntıların olmasını takdir etmişti?
En bereketli, en zengin topraklar, Allah Rasûlü bu dinle gönderildiği sıralarda Arapların değil başka ulusların elindeydi.
Kuzey'deki bütün Suriye toprakları Bizanslıların hükmü altındaydı. Buraları Bizanslıların tayin ettiği Arap valiler yönetiyordu. Güneydeki bütün Yemen toprakları ise, İranlıların hükmü altındaydı. Buraları da İranlılar adına Arap valiler yönetiyordu. Arapların elinde sadece Hicaz, Tihame, Necid ve bunların çevresinde, oraya buraya serpilmiş bazı verimli vahaların dışında tamamen verimsiz kupkuru çöller vardı.
Denilebilir ki; nübüvvetten onbeş sene önce, Hacer-i Esved'in konulmasında hakem tayin ettikleri hükmüne razı oldukları, nesep olarak Kureyş'in en saygını, Haşimoğullarının önde gelenlerinden, doğru sözlü ve güvenilir bir kişi olarak Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), iç çekişmelerin yiyip bitirdiği, iç çatışmaların bölüp parçaladığı Arap kabilelerini birleştirebilir, sömürgeci imparatorlukların, -kuzeyde Bizans, güneyde, İran- işgal ettikleri toprakları kurtarmak amacıyla ulusal bir kıvılcım yaratabilir, Arap ve Arapçılığın bayraktarlığını yapabilir, yarım adanın her köşesinde ulusal bir birlik kurabilirdi.
Yine denilebilir ki; Allah Rasûlü böyle bir çağrıda bulunsaydı, on üç sene boyunca yarımadadaki egemen güçlerin baskısıyla karşılaşmaz, üstelik Arapların hepsi bu çağrıyı kabul ederdi.
Şu da denilebilir: Araplar önce Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) davetini kabul ederler, onu kendi yönetimlerine getirirler, o da dizginleri ele alır, her türlü üstünlüğe sahip olurdu. Bütün bunları, getirdiği tevhid akidesini kökleştirmede kullanabilirdi. Kendi beşerî gücünü kabul ettirdikten sonra, Rablerinin gücüne boyun eğdirip O'na ibadet etmelerini sağlayabilirdi.
Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Allah-u teala elçisini böyle bir yöne yöneltmedi. Açık ve net bir şekilde "Lâ ilâhe İllallah" ı haykırmasını, O'nun ve bu daveti kabul eden beraberindeki küçük topluluğun büyük zorluklarla karşılaşmasını diledi.
Niçin?
Şüphesiz Allah-u teala elçisine ve beraberindeki mü'minlere zor bir şey yüklemek istemezdi. Çıkar yolun bunlar olmadığını Allah-u teala biliyordu:
Bizans tağutunun, İran tağutunun elinden kurtulup Arap tağutunun eline sarılmak, yeryüzünü kurtarmanın yolu değildir. Tağutun hepsi tağuttur.
Yeryüzü Allah-u teala'nındır. Ve O'na ait olması gerekir.
Yeryüzünün Allah-u teala'ya ait olması; ancak orada "La ilahe illallah" bayrağının dalgalanmasıyla gerçekleşir.
Şu yeryüzündeki insanların kurtuluş yolu, Bizans tağutundan, İran tağutundan kurtulup Arap tağutuna boyun eğmek değildir. Tağutun hepsi tağuttur.
Şüphesiz insanlar sadece Allah-u teala'nın kullarıdır. "La ilahe illallah" bayrağı dalgalanmadıkça; onlar Allah-u teala'ya kul olamazlar. Dilinin neyi ifade ettiğini bilen Arabın kavradığı "La ilahe illallah" şudur:
Egemenlik / hakimiyet ancak Allah-u teala'nındır. Allah-u teala'nın gönderdiğinden başka hiç bir şeriat, kanun yoktur. Kimsenin kimseye egemenliği / hakimiyeti yoktur. Çünkü bütün egemenlik / hakimiyet O'na aittir.
İslâm'ın insanlar için istediği milliyet; Arab'ın Bizanslının, İranlı'nın ve diğer ulus ve renklerin Allah-u teala'nın bayrağı altında eşit bir konuma geldikleri inanç / akide milliyetidir.
İşte çıkış yolu da budur.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Allah Râsulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu dinle gönderildiği zaman, Arap toplumu servet ve adaletin dağılımı açısından bir toplumun bulunabileceği en kötü durumdaydı. Küçük bir azınlık paraya ve ticaret yapma imkanına sahipti. Faizle iş yapıyorlardı. Ticaret ve paraları arttıkça artıyordu. Büyük çoğunluğun ise sıkıntı ve açlıktan başka bir şeyi yoktu.

Denilebilir ki; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) toplumculuk bayrağı açabilir, soylulara karşı savaş başlatabilirdi. Hayat tarzının değişeceği, zenginlerin mallarının fakirlere verilmesini amaçlayan bir davette bulunabilirdi.

Yine denilebilir ki; eğer o gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir davette bulunsaydı bu taktirde Arap toplumu ikiye bölünürdü. Bir yandan para, şeref ve şöhretin azdırdıklarına karşı çıkan ve yeni dine katılmış olan ezici çoğunluk, öte yanda servetleriyle baş başa kalan küçük bir azınlık...

Böylece o zaman az bir insanın kabul ettiği "La ilahe illallah" ın karşısına bütün toplum tek saf halinde çıkamazdı.

Şu da denilebilir:

Şüphesiz, çoğunluk onun davetini kabul eder, o da yönetimi üstlenir, böylece azınlıkla çoğunluğu mağlup ederdi. Rabbinin kendisiyle gönderdiği tevhid inancını kökleştirip, beşerî gücüyle insanları kendisine boyun eğdirdikten sonra, onları Rablerine ibadet ettirme imkanını elde edebilirdi.

Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Yüce Allah böyle bir şeyi istemedi. Allah Teâlâ çıkar yolun bu olmadığını biliyordu. Toplumda sosyal adaletin kapsayıcı itikadî bir anlayıştan, bütün yönetimi O'na tahsis eden; adaletin dağılımında Allah-u teala'nın takdir ettiğini hoşnutlukla, itaat ederek kabul eden bir anlayıştan doğması gerekiyordu. Böylece hem onu alanın, hem de verenin kalbinde, Allah-u teala'nın koyduğu sistemin uygulandığı, yürürlükte olduğu duygusu yerleşecek insanlar, dünya ve ahiretin hayrına, güzelliğine ulaşmayı umacaktı. Ancak böyle olursa; kalbler ne hırs, ne de kıskançlıkla dolacaktır. Bütün işler silahla, sopayla, dövmekle sövmekle yürümez. "La ilahe illallah" tan başka fikrin hakim olduğu toplumlarda olduğu gibi bütün ruhlar, bütün kalbler fesada uğrayıp bozulmazlar.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderildiğinde, Arap yarımadısında ahlaki durum çeşitli açılardan en aşağı seviyedeydi. Bununla birlikte toplumda bedevilere ait bazı faziletler de vardı.

Toplumda zulüm oldukça yaygındı. Zuheyr b. Ebi Selma bu durumu şöyle dile getirir:

"Kim silahıyla kendi bölgesini savunmazsa yıkılır, Ve zulmetmeyen kimse zulüm görür"

Bir arap atasözü şöyledir:

"Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et"

İçki ve kumar toplumun geleneği, hatta övünç kaynağı idi. Bütün cahiliyye şiiri bu durumu anlatır.

Eski-yeni her cahili toplumda olduğu gibi bu toplumda da çeşitli şekillerde bulunan bir ahlaksızlık vardı. Hz. Âişe rivayet ediyor:

"Cahiliyye devrinde dört türlü evlenme vardı.

Birisi bu gün hala yapılan evlenme şekli:

Bir adam diğerinin velayeti altında bulunan bir kadına ya da kızına evlilik teklifinde bulunurdu. Mihrini verir, sonra da onunla evlenirdi.

Başka bir evlenme türü ise; kadın hayızdan kurtulunca, adam karısına, falana git ondan döl al, derdi. Kocası onu terk eder, ilişkide bulunduğu adamdan hamile kalıp kalmadığı belli oluncaya kadar karısına kesinlikle dokunmazdı. Hamile kaldığı belli olduğunda, isterse dokunurdu. Bunu soylu bir çocuk sahibi olmak için yaparlardı. Buna "döl alma" adı verilirdi.

Başka bir evlenme şekli de şuydu:

On kişiden az bir grup erkek bir kadının yanına girer ve hepsi ilişkide bulunurdu. Kadın hamile kalıp doğum yapar ve aradan günler geçtikten sonra onlara haber gönderirdi. Hiç bir erkek bundan çekilemez, hepsi onun yanına giderdi. Onlara; "Ne yaptığınızı biliyorsunuz. İşte doğurdum. E falan, çocuk senin" der ve sevdiği adamın ismini söylerdi. Çocuğu ona verir, adam da reddedemezdi.

Dördüncü evlenme şekli ise şöyleydi:

Bir çok erkek toplanıp kadının yanına girerlerdi. Kadın da bunlardan çekinmezdi. Bunlar fahişeydi. Kapılarına işaret olsun diye bayrak asarlardı. Kim onları isterse yanlarına girerdi. Hamile kalıp doğum yaptığında kadının yanına gelirlerdi. Çocuk içlerinden hangisine benziyorsa çocuğu ona verirlerdi. O da bunu kabul ederdi. Ve onun oğlu olarak çağrılırdı. Adam da bundan çekinmezdi." (Buhari, Kitabun-Nikah)

Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), ahlakı ön plana alan, toplumu güzelleştirmeyi, nefisleri arındırmayı hedefleyen bir ıslahat davetinde bulunabilirdi, denebilir.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi devirlerinde varolan bütün pislikten rahatsız olan, ıslah ve reform davetçileri ve onların çağrılarına icabet etmekten mutluluk duyan insanlar bulabilirdi, denebilir.

Şu da düşünülür:

Eğer Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu yapsaydı, salih bir insan topluluğu bu davete icabet ederdi. Sonra, o bunları düzeltir, ruhlarını arındırırdı. Böylece İslâm akidesine inanmaya, onu yüklenmeye daha yakın bir duruma gelirlerdi. Böyle olunca da, "La ilahe illallah" çağrısı, daha işin başında büyük bir muhalefetle karşılaşmazdı.

Ancak Allah-u teala, bunun çıkar yol olmadığını biliyordu. Ahlakın, ancak ölçüler koyan, değerler belirleyen bir akide temeli üzerine oturması gerektiğini biliyordu. Aynı akide, bu ölçü ve değerlerin kendisine dayandığı gücü ve yaptırım merkezi ile, bu gücü elinde tutan ve bunlara uyanlara verilecek mükafatı ve isyan edenlere karşı uygulanacak ceza şeklini belirler. Bu akide kökleşmeden, bu güç oluşmaksızın mevcut bütün değerler ve bunların üzerine kurulan bütün ahlak sistemi köksüz, dayanıksız, yaptırımsız yapay bir şey olur.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Çetin bir uğraştan sonra, akide ve akideden kaynaklanan güç yerleştiğinde; insanlar Rablerini tanıdığında, yalnızca O'na ibadet ettiğinde, "La ilahe illallah" kalplerde kökleştiğinde, Allah-u teala bu akide ve ona inananlarla, yukarıda yapılan önerilerin hepsini gerçekleştirir. Arabın egemenliği değil, Allah-u teala'nın egemenliği gerçekleşsin diye yeryüzü Bizanslı ve İranlı'lardan temizlenir. Yeryüzü ister Bizanslı, ister İranlı, isterse Arap olsun, bütün tağutlardan temizlenir.

Toplum, her türlü toplumsal zulümden kurtulur, İslâmi düzeni kurar. Allah-u teala'nın adaletiyle yönetir, O'nun ölçüsüyle ölçer, tek olan Allah-u teala'nın adıyla sosyal adalet bayrağını göndere çeker ve buna İslâm bayrağı adını verir. Ona başka bir ismi uygun görmez. Üzerine de "La ilahe illallah" yazar.

Nefis ve ahlak temizlenir, kalp ve ruh arınır. İstisnaî durumlar dışında had ve tazir uygulamaya gerek kalmaz. Çünkü denetim artık gönüllerdedir. Elde edilecek şey yalnızca Allah-u teala'nın rızası ve vereceği ödüldür. Denetim ve cezanın yerini Allah-u teala'nın gazabından korkma ve sakınma almıştır.

İnsanlık, sistem olarak, ahlak olarak, bütün bir hayat olarak, tarih içinde ancak İslâm'ın gölgesinde yüksek bir zirveye ulaşmıştır.

Artık her şey tamamlandı. Çünkü bu dini, bir devlet sistemi, bir hukuk, bir hüküm olarak hakim kılanlar, onu önce kendi gönüllerinde, hayatlarında bir akide, bir ahlak, bir ibadet, bir davranış olarak hakim kılmışlardı. Bu dinin egemenliği / hakimiyeti kurulurken onlara yalnızca bir tek şey vaad ediliyordu. Ve bu vaad, bir galibiyeti, bir gücü ve bu dinin kendi elleriyle zafere ulaşacağını içermiyordu. O vaatte bu dünyaya ait hiç bir şey yoktu. Sadece cennetti vaadedilen, yalnızca cennet...

Kesintisiz cihadın sonucu olarak zorlu imtihana davetteki sürekliliğin, karşılığı olarak, her zaman ve her yerde zalim yöneticilerin rahatsız olduğu,"La ilahe illallah" tan dolayı gördükleri zulme karşı kendilerine vaad edilen yalnızca buydu:

Cennet...

Allah onları imtihan ettiğinde sabrettiler. Nefislerinin arzularından sıyrıldılar. Davetin başarısı onların eliyle ve dinin egemenliği / hakimiyeti onların çabasıyla sağlanmış olsa bile, Allah onların hiç bir ödül beklemediklerini bildiğinden, öte yandan nefislerinde de bir canlanma ve ulus üstünlüğü, aşiret ve kabile üstünlüğü kalmayınca, bütün bunlar gerçekleşince, bu büyük emanetin koruyucusu oldular:

Kalp ve vicdanlarda, davranış ve hareketlerde, can ve mallarda, yaşam biçiminde, her durumda egemenliği / hakimiyeti yalnızca Allah-u teala'ya veren akidenin koruyucuları...

Kendilerine verilen yetkiyi kullanırken aşiretlerine, uluslarına, milletlerine iltimasta bulunmazlar. Allah-u teala'nın şeriatını hakim kılıp uygulamak, Allah-u teala'nın adaletini gerçekleştirmek için kendilerine verilen güç ve yetkinin koruyucuları...

Onların elindeki bu yetki Allah-u teala'ya, O'nun şeriat ve dinine aitir. Çünkü, yetkinin O'ndan geldiğini ve Onu Allah-u teala'nın verdiğini bilirler.

Bu mübarek yöntemin bu derece başarılı olması, davetin ancak böyle bir girişle başlaması ve onun "La ilahe illallah" bayrağını tek başına kaldırıp diğerlerine sırt çevirmesi ve yine onun görünüşte bu sarp ve zorlu, gerçekte ise kutsal ve kolay yola girmesindendir.

Eğer bu davet,

- ulusal bir davet,

- toplumcu bir davet,

- ahlak eksenli bir davet olsaydı:

"La ilahe illallah" şiarından başka bir şiarı kendine şiar edinseydi, bu yöntem / metod Allah-u teala'ya ait olan bir yöntem / metod olmazdı.


Mekkî Kur'an'ın yapmaya çalıştığı şey; gönül ve zihinlerde "La ilahe illallah"ı yerleştirmek, diğer kestirme yolları değil de, görünüşteki zorluğuna rağmen bu yolu seçmesi ve bunda ısrar etmesidir.

Kur'an'ın, üzerine kurulduğu sistemin ayrıntılarına, ilişkileri düzenleyen hükümlere girmeksizin yalnızca itikat / akide sorununu ele alışını, İslâm davetçileri bilinçli bir şekilde çok iyi düşünmeleri gerekir.

Bunu, şüphesiz bu dinin yapısı gerektirmiştir. Yalnızca "uluhiyet" ilkesine dayanan dinin...

Dinin bütün düzenleme ve yasamaları bu temelden doğar. Bu dalları sık ve göğe uzanmış, büyük bir alanı gölgeleyen, toprağın derinliklerinde, geniş bir alanda, dışarıdaki büyüklüğü ve uzunluğuyla doğru orantılı olarak kökleri olan kocaman bir ağaç gibidir. İşte din bunun gibidir. Onun sistemi hayatın bütününü ele alır. Küçük büyük, insanların işlerini üstlenir, düzenler. İnsan hayatını, hem dünyasını, hem ahiretini, hem görünen alemi, hem görünmeyen alemi, hem dış maddî ilişkiler dünyasını, hem iç, gizemli dünyayı, niyetleri tümüyle düzenler. O büyük, dehşetengiz, geniş, derin, her şeyi kapsayan bir kurumdur. Öyleyse bu büyüklükte, bu genişlikte, bu derinlikte, bu yaygınlıkta kökleri olması zorunludur.

Bu durum, bu dinin sırrının ve yapısının bir kesitidir. Kendi yapılanma ve genişleme yöntemini belirler. Akideyi, sistemin kurulmasını, sağlamlaşmasını, kapsayıcı olmasını nefsin bütününde yer etmesini, sağlıklı gelişmenin bir şartı, emaneti yüklenmenin bir gereği, gökyüzüne uzanan ağacın görünüşüyle, toprağın derinliklerindeki köklerinin gizemi arasında bir ahenk kabul eder.

"La ilahe illallah" akidesi, insanın derinliklerine yerleşince, onunla birlikte "La ilahe illallah" ın pratik boyut kazandığı sistem de yerleşir. Kendisine ayrıntı ve hukuki kararlar sunulmadan önyargısız bu düzene teslim olan, akidenin yerleştiği, nefislerin hoşnut olduğu tek düzenin bu düzen olduğu ortaya çıkar.

Önyargısız, pazarlıksız teslimiyet imanın gereğidir.
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Allah razı olsun değerli kardeşim.Fiemanillah
 
Üst Alt