sinang
New member
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Mekkî Kuran, yani Kuranın Mekke'de inen bölümü, Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) on üç senede indi, sürekli tek bir davadan bahsediyordu. Değişmeyen bir tek davadan...
Ancak bunu sunuş biçimi neredeyse hiç yinelenmiyordu. Bu Kur'anî üslup, onu sanki ilk kez sunuyormuş gibi, her sunuşunda yeni bir biçimle sundu.
Bu yeni din ilk önce, en büyük ve temel dava olan "akide" konusunu ele alıyordu. Akideyi ana temellerine, "uluhiyyet" ve "ubudiyyet" (kulluk) temellerine ve bunların arasındaki ilişkiye dayandırıyordu.
Bu gerçekle insana hitap ediyordu. İnsan olan insana...
O zamanın ve bütün zamanların Arap insanıyla bütün insanlar nasıl eşitse; her dönemin Arap insanıyla bütün zamanların Arap insanı aynı şekilde eşittir.
Çünkü bu, insanın değişmeyen sorunudur. Bu evrende bulunmasının, sonunun nereye varacağı sorunudur. Evrenin, canlıların bu evreni ve bu canlıları yaratanla ilgisini açıklayan bir sorundur. Bu değişmeyen bir sorundur. Çünkü bu, varoluşun, insanın sorunudur.
Mekkî Kur'an insana, kendi varlığının ve çevresindekilerin varlığının gizemini açıklıyordu. Ona şöyle diyordu:
O kimdir?
Nereden geldi?
Niçin geldi?
Nereye gidiyor?
Onu yoktan var eden kimdir?
Onu kim götürecek?
Sonu ne olacak?
Devamla diyordu ki; Hissetiği, ancak bir türlü göremediği gayb alemi nedir ?
Sırlarla dolu bu alemi kim yarattı?
Bunu kim yönetiyor?
Kim döndürüyor?
Bunu yenileyen, değiştiren kimdir?
Ona şunları da diyordu:
İnsan, bu evrenin yaratıcısıyla, bu evrenle nasıl bir ilişkide bulunacak?
Şunu da açıklıyordu:
Kullar, kullarla nasıl ilişkilerde bulunacak?
İnsan varlığını ilgilendiren büyük sorun işte buydu. Gelecekte de yine bu olacaktır.
Bu büyük davanın yerleşmesi tam onüç yıl aldı. Arkasında insan hayatının kendisine bağlı olduğu şart ve ilkelerden başka bir şey bulunmayan bir dava.
Allah-u teala tarafından bu husus, yeterince açıklanıncaya, bu dini hakim kılmalarını takdir ettiği ve bunun yaşandığı pratik hayat düzenini kurmayı üstlenen insanlardan seçkin bir grubun kalplerinde bu anlayış, köklü bir şekilde yerleşinceye kadar Mekkî Kur'an, bu temel davaya, hayat sistemiyle ilgili hiçbir şeyi ilave etmedi.
Allah-u teala'nın dinine, bu dinin pratik olarak yaşanacağı bir sisteme davette bulunanlar; Mekkî Kur'an'ın, bu inancın kökleşmesi için onüç yıl üzerinde durma hadisesini, hayatı düzenleyen ayrıntılara, müslümanların inanıp benimsediği, toplumları hukukî olarak düzenleyen yasalara hiç girmemesini uzun uzun düşünmelidirler.
Risaletin başlangıcından itibaren akide davasının bu şekilde oluşması; Allah Rasûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğde attığı ilk adımın insanları "Lâ ilâhe İllallah" a davet oluşu, onları hak olan Rablerini tanımaya, başkasına değil, yalnızca O'na ibadet etmeye çağırması hep Allah-u teala'nın hikmeti gereğidir.
İşin gerçeği, aciz insan aklının sandığı gibi, Arapların kalbine ulaşmanın en kolay yolu bu değildi. Onlar dillerindeki "ilah" kelimesinin "Lâ ilâhe İllallah'ın" (Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur'un) ne anlama geldiğini, uluhiyyetin yüce bir egemenliği / hakimiyeti ifade ettiğini gayet iyi biliyorlardı.
Uluhiyyetin birliği ve bunun yalnızca Allah-u teala'ya tahsis edilmesinin anlamı; kahinlerin, kabile şeyhlerinin, başkanların ve idarecilerin gücünün, egemenliğinin sonu olduğunu ve egemenlik / hakimiyet yetkisinin tümüyle Allah-u teala'ya verilmesi demek olduğunu da biliyorlardı.
Böylece onların vicdan ve gönüllere, dini hayata, günlük yaşantıya, paraya, yargıya, ruh ve bedenlere olan egemenlikleri / hakimiyetleri sona erecekti.
Biliyorlardı bunu. "Lâ ilâhe İllallah" ın yeryüzündeki egemenliğini gasbeden ve bu gasp sonucu oluşan yaşam biçimine karşı gelişen bir kıyamın, Allah-u teala'nın izin vermediği fakat, kendilerinin uydurdukları bir şeriatle hükmeden yöneticilere karşı bir başkaldırı olduğunun farkındaydılar. Kendilerini çok iyi bildikleri için "Lâ ilâhe İllallah" çağrısının gerçek anlamını gayet iyi kavrıyorlardı.
Araplar, bu davetin, kendi yaşam biçimleri, başkanlıkları ve egemenlikleri / hakimiyetleriiçin neyi ifade ettiğinden habersiz değildiler. Bundan dolayı bu daveti, bu devrimi o derece sert karşıladılar. Herkesin bildiği gibi ona savaş açtılar.
Tebliğin başlangıç noktası niçin buydu?
Allah-u teala niye bütün bu zorlukların, sıkıntıların olmasını takdir etmişti?
En bereketli, en zengin topraklar, Allah Rasûlü bu dinle gönderildiği sıralarda Arapların değil başka ulusların elindeydi.
Kuzey'deki bütün Suriye toprakları Bizanslıların hükmü altındaydı. Buraları Bizanslıların tayin ettiği Arap valiler yönetiyordu. Güneydeki bütün Yemen toprakları ise, İranlıların hükmü altındaydı. Buraları da İranlılar adına Arap valiler yönetiyordu. Arapların elinde sadece Hicaz, Tihame, Necid ve bunların çevresinde, oraya buraya serpilmiş bazı verimli vahaların dışında tamamen verimsiz kupkuru çöller vardı.
Denilebilir ki; nübüvvetten onbeş sene önce, Hacer-i Esved'in konulmasında hakem tayin ettikleri hükmüne razı oldukları, nesep olarak Kureyş'in en saygını, Haşimoğullarının önde gelenlerinden, doğru sözlü ve güvenilir bir kişi olarak Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), iç çekişmelerin yiyip bitirdiği, iç çatışmaların bölüp parçaladığı Arap kabilelerini birleştirebilir, sömürgeci imparatorlukların, -kuzeyde Bizans, güneyde, İran- işgal ettikleri toprakları kurtarmak amacıyla ulusal bir kıvılcım yaratabilir, Arap ve Arapçılığın bayraktarlığını yapabilir, yarım adanın her köşesinde ulusal bir birlik kurabilirdi.
Yine denilebilir ki; Allah Rasûlü böyle bir çağrıda bulunsaydı, on üç sene boyunca yarımadadaki egemen güçlerin baskısıyla karşılaşmaz, üstelik Arapların hepsi bu çağrıyı kabul ederdi.
Şu da denilebilir: Araplar önce Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) davetini kabul ederler, onu kendi yönetimlerine getirirler, o da dizginleri ele alır, her türlü üstünlüğe sahip olurdu. Bütün bunları, getirdiği tevhid akidesini kökleştirmede kullanabilirdi. Kendi beşerî gücünü kabul ettirdikten sonra, Rablerinin gücüne boyun eğdirip O'na ibadet etmelerini sağlayabilirdi.
Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Allah-u teala elçisini böyle bir yöne yöneltmedi. Açık ve net bir şekilde "Lâ ilâhe İllallah" ı haykırmasını, O'nun ve bu daveti kabul eden beraberindeki küçük topluluğun büyük zorluklarla karşılaşmasını diledi.
Niçin?
Şüphesiz Allah-u teala elçisine ve beraberindeki mü'minlere zor bir şey yüklemek istemezdi. Çıkar yolun bunlar olmadığını Allah-u teala biliyordu:
Bizans tağutunun, İran tağutunun elinden kurtulup Arap tağutunun eline sarılmak, yeryüzünü kurtarmanın yolu değildir. Tağutun hepsi tağuttur.
Yeryüzü Allah-u teala'nındır. Ve O'na ait olması gerekir.
Yeryüzünün Allah-u teala'ya ait olması; ancak orada "La ilahe illallah" bayrağının dalgalanmasıyla gerçekleşir.
Şu yeryüzündeki insanların kurtuluş yolu, Bizans tağutundan, İran tağutundan kurtulup Arap tağutuna boyun eğmek değildir. Tağutun hepsi tağuttur.
Şüphesiz insanlar sadece Allah-u teala'nın kullarıdır. "La ilahe illallah" bayrağı dalgalanmadıkça; onlar Allah-u teala'ya kul olamazlar. Dilinin neyi ifade ettiğini bilen Arabın kavradığı "La ilahe illallah" şudur:
Egemenlik / hakimiyet ancak Allah-u teala'nındır. Allah-u teala'nın gönderdiğinden başka hiç bir şeriat, kanun yoktur. Kimsenin kimseye egemenliği / hakimiyeti yoktur. Çünkü bütün egemenlik / hakimiyet O'na aittir.
İslâm'ın insanlar için istediği milliyet; Arab'ın Bizanslının, İranlı'nın ve diğer ulus ve renklerin Allah-u teala'nın bayrağı altında eşit bir konuma geldikleri inanç / akide milliyetidir.
İşte çıkış yolu da budur.
Mekkî Kuran, yani Kuranın Mekke'de inen bölümü, Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) on üç senede indi, sürekli tek bir davadan bahsediyordu. Değişmeyen bir tek davadan...
Ancak bunu sunuş biçimi neredeyse hiç yinelenmiyordu. Bu Kur'anî üslup, onu sanki ilk kez sunuyormuş gibi, her sunuşunda yeni bir biçimle sundu.
Bu yeni din ilk önce, en büyük ve temel dava olan "akide" konusunu ele alıyordu. Akideyi ana temellerine, "uluhiyyet" ve "ubudiyyet" (kulluk) temellerine ve bunların arasındaki ilişkiye dayandırıyordu.
Bu gerçekle insana hitap ediyordu. İnsan olan insana...
O zamanın ve bütün zamanların Arap insanıyla bütün insanlar nasıl eşitse; her dönemin Arap insanıyla bütün zamanların Arap insanı aynı şekilde eşittir.
Çünkü bu, insanın değişmeyen sorunudur. Bu evrende bulunmasının, sonunun nereye varacağı sorunudur. Evrenin, canlıların bu evreni ve bu canlıları yaratanla ilgisini açıklayan bir sorundur. Bu değişmeyen bir sorundur. Çünkü bu, varoluşun, insanın sorunudur.
Mekkî Kur'an insana, kendi varlığının ve çevresindekilerin varlığının gizemini açıklıyordu. Ona şöyle diyordu:
O kimdir?
Nereden geldi?
Niçin geldi?
Nereye gidiyor?
Onu yoktan var eden kimdir?
Onu kim götürecek?
Sonu ne olacak?
Devamla diyordu ki; Hissetiği, ancak bir türlü göremediği gayb alemi nedir ?
Sırlarla dolu bu alemi kim yarattı?
Bunu kim yönetiyor?
Kim döndürüyor?
Bunu yenileyen, değiştiren kimdir?
Ona şunları da diyordu:
İnsan, bu evrenin yaratıcısıyla, bu evrenle nasıl bir ilişkide bulunacak?
Şunu da açıklıyordu:
Kullar, kullarla nasıl ilişkilerde bulunacak?
İnsan varlığını ilgilendiren büyük sorun işte buydu. Gelecekte de yine bu olacaktır.
Bu büyük davanın yerleşmesi tam onüç yıl aldı. Arkasında insan hayatının kendisine bağlı olduğu şart ve ilkelerden başka bir şey bulunmayan bir dava.
Allah-u teala tarafından bu husus, yeterince açıklanıncaya, bu dini hakim kılmalarını takdir ettiği ve bunun yaşandığı pratik hayat düzenini kurmayı üstlenen insanlardan seçkin bir grubun kalplerinde bu anlayış, köklü bir şekilde yerleşinceye kadar Mekkî Kur'an, bu temel davaya, hayat sistemiyle ilgili hiçbir şeyi ilave etmedi.
Allah-u teala'nın dinine, bu dinin pratik olarak yaşanacağı bir sisteme davette bulunanlar; Mekkî Kur'an'ın, bu inancın kökleşmesi için onüç yıl üzerinde durma hadisesini, hayatı düzenleyen ayrıntılara, müslümanların inanıp benimsediği, toplumları hukukî olarak düzenleyen yasalara hiç girmemesini uzun uzun düşünmelidirler.
Risaletin başlangıcından itibaren akide davasının bu şekilde oluşması; Allah Rasûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğde attığı ilk adımın insanları "Lâ ilâhe İllallah" a davet oluşu, onları hak olan Rablerini tanımaya, başkasına değil, yalnızca O'na ibadet etmeye çağırması hep Allah-u teala'nın hikmeti gereğidir.
İşin gerçeği, aciz insan aklının sandığı gibi, Arapların kalbine ulaşmanın en kolay yolu bu değildi. Onlar dillerindeki "ilah" kelimesinin "Lâ ilâhe İllallah'ın" (Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur'un) ne anlama geldiğini, uluhiyyetin yüce bir egemenliği / hakimiyeti ifade ettiğini gayet iyi biliyorlardı.
Uluhiyyetin birliği ve bunun yalnızca Allah-u teala'ya tahsis edilmesinin anlamı; kahinlerin, kabile şeyhlerinin, başkanların ve idarecilerin gücünün, egemenliğinin sonu olduğunu ve egemenlik / hakimiyet yetkisinin tümüyle Allah-u teala'ya verilmesi demek olduğunu da biliyorlardı.
Böylece onların vicdan ve gönüllere, dini hayata, günlük yaşantıya, paraya, yargıya, ruh ve bedenlere olan egemenlikleri / hakimiyetleri sona erecekti.
Biliyorlardı bunu. "Lâ ilâhe İllallah" ın yeryüzündeki egemenliğini gasbeden ve bu gasp sonucu oluşan yaşam biçimine karşı gelişen bir kıyamın, Allah-u teala'nın izin vermediği fakat, kendilerinin uydurdukları bir şeriatle hükmeden yöneticilere karşı bir başkaldırı olduğunun farkındaydılar. Kendilerini çok iyi bildikleri için "Lâ ilâhe İllallah" çağrısının gerçek anlamını gayet iyi kavrıyorlardı.
Araplar, bu davetin, kendi yaşam biçimleri, başkanlıkları ve egemenlikleri / hakimiyetleriiçin neyi ifade ettiğinden habersiz değildiler. Bundan dolayı bu daveti, bu devrimi o derece sert karşıladılar. Herkesin bildiği gibi ona savaş açtılar.
Tebliğin başlangıç noktası niçin buydu?
Allah-u teala niye bütün bu zorlukların, sıkıntıların olmasını takdir etmişti?
En bereketli, en zengin topraklar, Allah Rasûlü bu dinle gönderildiği sıralarda Arapların değil başka ulusların elindeydi.
Kuzey'deki bütün Suriye toprakları Bizanslıların hükmü altındaydı. Buraları Bizanslıların tayin ettiği Arap valiler yönetiyordu. Güneydeki bütün Yemen toprakları ise, İranlıların hükmü altındaydı. Buraları da İranlılar adına Arap valiler yönetiyordu. Arapların elinde sadece Hicaz, Tihame, Necid ve bunların çevresinde, oraya buraya serpilmiş bazı verimli vahaların dışında tamamen verimsiz kupkuru çöller vardı.
Denilebilir ki; nübüvvetten onbeş sene önce, Hacer-i Esved'in konulmasında hakem tayin ettikleri hükmüne razı oldukları, nesep olarak Kureyş'in en saygını, Haşimoğullarının önde gelenlerinden, doğru sözlü ve güvenilir bir kişi olarak Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), iç çekişmelerin yiyip bitirdiği, iç çatışmaların bölüp parçaladığı Arap kabilelerini birleştirebilir, sömürgeci imparatorlukların, -kuzeyde Bizans, güneyde, İran- işgal ettikleri toprakları kurtarmak amacıyla ulusal bir kıvılcım yaratabilir, Arap ve Arapçılığın bayraktarlığını yapabilir, yarım adanın her köşesinde ulusal bir birlik kurabilirdi.
Yine denilebilir ki; Allah Rasûlü böyle bir çağrıda bulunsaydı, on üç sene boyunca yarımadadaki egemen güçlerin baskısıyla karşılaşmaz, üstelik Arapların hepsi bu çağrıyı kabul ederdi.
Şu da denilebilir: Araplar önce Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) davetini kabul ederler, onu kendi yönetimlerine getirirler, o da dizginleri ele alır, her türlü üstünlüğe sahip olurdu. Bütün bunları, getirdiği tevhid akidesini kökleştirmede kullanabilirdi. Kendi beşerî gücünü kabul ettirdikten sonra, Rablerinin gücüne boyun eğdirip O'na ibadet etmelerini sağlayabilirdi.
Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Allah-u teala elçisini böyle bir yöne yöneltmedi. Açık ve net bir şekilde "Lâ ilâhe İllallah" ı haykırmasını, O'nun ve bu daveti kabul eden beraberindeki küçük topluluğun büyük zorluklarla karşılaşmasını diledi.
Niçin?
Şüphesiz Allah-u teala elçisine ve beraberindeki mü'minlere zor bir şey yüklemek istemezdi. Çıkar yolun bunlar olmadığını Allah-u teala biliyordu:
Bizans tağutunun, İran tağutunun elinden kurtulup Arap tağutunun eline sarılmak, yeryüzünü kurtarmanın yolu değildir. Tağutun hepsi tağuttur.
Yeryüzü Allah-u teala'nındır. Ve O'na ait olması gerekir.
Yeryüzünün Allah-u teala'ya ait olması; ancak orada "La ilahe illallah" bayrağının dalgalanmasıyla gerçekleşir.
Şu yeryüzündeki insanların kurtuluş yolu, Bizans tağutundan, İran tağutundan kurtulup Arap tağutuna boyun eğmek değildir. Tağutun hepsi tağuttur.
Şüphesiz insanlar sadece Allah-u teala'nın kullarıdır. "La ilahe illallah" bayrağı dalgalanmadıkça; onlar Allah-u teala'ya kul olamazlar. Dilinin neyi ifade ettiğini bilen Arabın kavradığı "La ilahe illallah" şudur:
Egemenlik / hakimiyet ancak Allah-u teala'nındır. Allah-u teala'nın gönderdiğinden başka hiç bir şeriat, kanun yoktur. Kimsenin kimseye egemenliği / hakimiyeti yoktur. Çünkü bütün egemenlik / hakimiyet O'na aittir.
İslâm'ın insanlar için istediği milliyet; Arab'ın Bizanslının, İranlı'nın ve diğer ulus ve renklerin Allah-u teala'nın bayrağı altında eşit bir konuma geldikleri inanç / akide milliyetidir.
İşte çıkış yolu da budur.