Bid'at mezhepleri, Ehl-i Sünnet alimlerinin tutarlı ve dirayetli delilleri karşısında tutunamamış, çoğunluğu yok olup gitmiştir. Fakat, kitaplara geçen ve nesilden nesile devam eden görüşlerinin yok olup gittiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu gün dahi, taassup ve katılıkta haricîleri aratmayan kafa yapısıyla her yerde karşılaşmak mümkündür.
Geçmişte ortaya çıkan bozuk itikadî mezheplerin hemen tamamı Kur'an'a dayandıklarını iddia ediyorlar ve ileri sürdükleri görüşleri destekler gibi görünen her ayeti muhaliflerine karşı bir koz olarak kullanıyorlardı.
İlk asırda meydana çıkan Mu'tezile, Cebriyye ve Haricîlik gibi zahirperest mezhepler, ayetleri tefsir ederlerken Hz. Peygamber s.a.v.'in konuyla ilgili yorumlarını dikkate almıyorlardı. Sadece ayetin zahirine sarılıyorlardı. Hz. Ali r.a. başta olmak üzere, henüz aralarında bulunan Sahabe-i Kiram'ın büyüklerinin dahi görüşlerine aldırış etmiyorlardı. Arap dili ve edebiyatını iyi bilen alim ve müçtehitlerin görüşlerine itibar eden de yoktu. O yüzden Allah'ın ayetlerini diledikleri şekilde tevil ve tefsir edebiliyorlardı. Böylece her bid'at ve dalâlet sahibi, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini Kur'an-ı Kerim'den çıkardığını söylüyordu. Nihayet günümüzde olduğu gibi, İslâm dinini içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdi.
Haricî zihniyet
Mesela Haricîler, bu ümmetin kutup yıldızları mesabesinde olan kimseleri kâfir ilan ediyorlardı. Bunların kâfir olarak ilan ettikleri arasında -hâşâ- Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr r.a. efendilerimiz gibi büyük sahabilerden başka, müminlerin annesi Hz. Aişe r.a. da vardı. Hz. Ali r.a.'ı şehit eden bir Haricî militanıydı. Onlar, kendileri gibi düşünmeyenleri, büyük ve küçük günah işleyenleri, devlete karşı isyan ettiklerinde kendilerine iştirak etmeyenleri de kâfir sayıyor, bunları acımasızca öldürmekten çekinmiyorlardı. Hatta kendilerine katılmayan şahısların evdeki kadın ve çocuklarının kanlarını akıtmayı dahi mübah görüyorlardı.
İşte bunlar da Kur'an'a göre hareket ettiklerini söylüyor, yaptıkları vahşet ve fecaate güya ayetlerle delil getiriyorlardı.
Dünya ve ahiretin huzur ve saadet kaynağı olan Kur'an'dan böyle bir vahşeti çıkarabilmek gerçekten büyük marifet ister, ama insanın basireti kör, vicdanı çirkef, kalbi de cîfe haline gelirse bunu yapabilir.
Kur'an ve Sünnet'i kişisel din ve dünya görüşü için bir malzeme kabul edenlerin, Ashab-ı Kiram'a sevgi beslemeyenlerin, Ehl-i Sünnet yolundaki alimlerin sözünü dinlemeyenlerin ve Allah dostlarına muhabbet duymayanların akıbeti işte budur. Geçmişte de günümüzde de bu tiplerin katılık, sertlik ve taassuptan kurtulabilmeleri, akl-ı selim ile düşünebilmeleri, vicdanlarının duyarlı olabilmesi, tevbe edip bağnazlıktan dönmedikçe katiyyen mümkün değildir.
Şaşılacak görüşler
Peygamber ve Allah dostlarını aracı yaparak Hakk'a iltica eden velileri, tasavvuf erbabını, müminleri, müşrik ve kâfir ilan eden zihniyetle; Haricî, Mu'tezilî zihniyet arasında ne fark vardır? Hâşâ Hz. Ali'ye kâfir diyenle, Allah'tan başka hakiki fail ve irade tanımayan, Kur'an ve Sünnet'in en küçük edeplerine dahi riayet eden bir veliye kâfir diyen zihniyet aynı değil midir? İslâm'a göre, mümin olduğuna dair en küçük belirti taşıyanları dahi mümin saymak esas iken; geçmişten günümüze kadar gelen yüzbinlerce has veliyi ve milyonlarca mümini kâfir ilan etmek hangi insafa, hangi kitaba sığar? Cenab-ı Hakk :
“Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, ‘sen mümin değilsin' demeyin.” (Nisa, 94) buyurmuyor mu? Allahu Tealâ'ya ulaşmak için bir peygamber ya da Hak dostunu vesile edinen mümine kâfir demekle, bu asra kadar gelen yüzmilyonlarca mümine de kâfir demiş olunmaz mı? O zaman geriye kaç tane müslüman kalır? Buharî ve Müslim'de geçen sahih bir hadis-i şerifte: “Mümin kardeşine kâfir diyen bir kimse, karşıdaki öyle değilse küfür (kâfirlik) kendisine döner” diye ikaz edilmiyor mu?
Şu halde aklı ve vicdanı tefessüh etmemiş hangi mümin, kendisini ateşten gayet emin görüp, zebanilerin yerine geçerek müslümanları cehenneme doldurma cüretini gösterebilir? Dar düşünceler… Dar görüşler…
Manası çarpıtılan ayet
Söz buraya gelmişken velileri inkâr edenlerin ayet-i kerimelere verdikleri çarpık manalardan bir örnek verelim:
Haricîler ortadan kalktıktan sonra onların izinden giden Vahhabîler , Haricîliği günümüze taşımışlardır. Onca ayet ve hadislere rağmen tevessül manasındaki şefaati inkâr ettikleri için, Mutezile mezhebini de aratmamışlardır. Şirkle ilgili ayetlerin manasını tamamen çarpıtarak Lat, Hubel, Uzza gibi putlarla; yeryüzünde tevhidin direkleri olan mürşid-i kâmilleri aynı kefeye koymuşlar; Allah'a ortak koşan müşriklerle, gece gündüz Rabbini tesbih ve tenzih eden müminleri bir tutmuşlardır. Bütün sûfileri putperest saydıkları için de, kanlarını dökmeyi helal ve meşru bir eylem olarak görmektedirler.
Hz. Ömer r.a.' ın oğlu Hz. Abdullah'ın Haricîler hakkında buyurduğu gibi, “gerçekte onlar müşrikler hakkında nazil olan ayetleri müslümanlar için kullanmışlardır” (Buharî). Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur : “Onlar iman ehlini öldürür, küfredenleri ve putlara tapanları bırakırlar.” (Buharî, Müslim)
Bu taifenin inkârlarına delil olarak en çok ileri sürdükleri ayetlerden biri de Allahu Tealâ'nın şu mealdeki mübarek kelâmıdır:
“Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nu bırakıp da putlardan dostlar (veliler) edinenler: ‘Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler.” (Zümer, 3)
Yukarıdaki mana, tefsirlerin hemen tamamının üzerinde ittifak ettiği bir manadır. Diyanet Vakfı'nın çıkardığı mealde de böyle yazmaktadır. Fakat onlar ayette putlar için kullanılan “veli: dost” kelimesinin “Allah dostları” olarak bilinen “veliler” şeklinde anlaşılması için özel bir gayret sarf ederek şöyle mana vermişlerdir:
“İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler: ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz' derler.”
Bu manayı verdikten sonra işi daha da ileri götürmüşlerdir. Velileri seven ve onlarla Hakk'a tevessül edip şefaatlerini uman müminleri mürşidlerine ibadet ediyor gibi göstererek, onları ayette anılan müşriklere benzetmeye çalışmışlardır. Böylece Allah'a ortak koşulan cansız putlara secde edenlerle, Cenab-ı Hakk'a secde edenleri bir tutmuşlardır.
Ayetlerden cevaplar
Onların sakat anlayışını daha başından reddeden bir çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Her biri kâmil birer mümin olan velilerin yoluna uymamızı, onları dost edinmemizi emreden ayetlerden bazıları şunlardır:
“Bana yönelen kimsenin (kâmil müminin) yoluna uy.” (Lokman, 15)
“Sizin veliniz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren, rükû eden müminlerdir.” (Maide, 55)
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin.” (Âl-i İmran, 28)
“Ey inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119)
Evet; Allahu Tealâ başta veliler olmak üzere bilumum kâmil müminlerle dost olmamızı emrediyor. Demek ki ayette zikredilen “Allah'tan başka veliler”den kasıt, müminler değildir. Putlar ve şirk koşulan diğer varlıklardır. Zaten ayet-i kerime de putperest müşrikler hakkında nazil olmuştur.
Mekkeli müşrikler, kendi elleriyle yaptıkları putlara ibadet ediyorlardı. Hatta peynir ve helva gibi yiyeceklerden yaptıkları putlara tapıyor, acıkınca da bunları yiyorlardı. Gerçi fıtratları gereği; yerleri, gökleri, kendilerini yaratan, öldüren, dirilten, rızık veren bir Allah'a inanıyorlardı. (Bakınız: Lokman, 25; Yunus, 31; Zuhruf, 9, 87) Fakat inandıkları bu yüce varlığa ortak koşmaktan da geri durmuyorlardı. Ayet-i kerimede belirtildiği üzere, Peygamber s.a.v. Efendimiz'i suçlayarak: “İşte tutmuş, bunca ilâhı tek bir ilâh yapmış. Bu gerçekten şaşılacak bir şey, çok tuhaf!” (Sa'd, 5) diyorlardı. Atalarından beri şirke alışmış olan cahiliye kafası, bunca insanın, çeşitli emel ve duygularını yalnız tek bir mabudun tatmin edebileceğini düşünemiyor, her şeyin hükümranlığının O'nun elinde (Yasin, 83) olduğunu anlayamıyor ve tevhide şaşıyorlardı. Ancak sorulduğu zaman bu müşrikâne hareketlerini doğru göstermek için, putlarla ilgili olarak “biz onlara ibadet etmeyiz. Sadece bizi Allah'a yaklaştırmaları için onlara ibadet ediyoruz” diyorlardı. İşte bu ayet-i kerimeyle Cenab-ı Hak, onların cahilce mazeretlerini yüzlerine vurarak ahirette hükmünü vereceğini beyan etmektedir.
Hıristiyanların İsa Aleyhisselam'ı, yahudilerin de Üzeyr Aleyhisselam'ı Allah'a ortak koşmaları da bu kabildendir. Bunlar, Hakk'ın dışında herhangi bir varlıkta güç ve kudret vehmettikleri için müşrik olmuşlardır. Yani İsa ve Üzeyr Aleyhisselam'da Allah'ın yarattığı bir kudret yerine, müstakil bir kudret vehmetmişlerdir.
Sûfiler, Ehl-i Sünnet itikadına sahiptir
Sûfiler, (fenâ fi'l-ef'âl, fenâ fi's-sıfat ve fenâ fi'z-zât mertebelerinde) Hakk'ın fiil, sıfat ve zatından başka bir şey müşahede etmezler. Ayrıca O'nun dışında herhangi bir mahlukta kudret tevehhüm edilmesine, Allah'tan başka hakiki bir fail kabul edilmesine şiddetle karşı çıkarlar. “Yardım etti, yedirdi, içirdi, oturdu, kalktı” gibi sözler de mecazidir. Gerçekte yardım eden, yediren, içiren, oturtan, kaldıran Allah'tan başka bir varlık yoktur. Ne bir peygamber, ne bir veli, ne de herhangi bir yaratık Allah'ın irade ve kudreti olmadan yerinden kımıldayamaz.
“De ki: Allah, her şeyi yaratandır. O, birdir. Her şeye üstün ve kahredicidir” (Ra'd, 16).
Şu halde salih amelinden dolayı kendisiyle tevessül edilen kâmil zatın fiilleri de Allah'a aittir. Ancak Allah dilediği zaman onlar için zor olan bir iş de yoktur. Tıpkı Hz . Peygamber s.a.v.'in Ay'ı iki parça etme mucizesi ve kuru bir ağacın yeşerip Hz. Meryem'e hurma vermesi, kerameti gibi. (Meryem, 24-25)
Kur'an ve hadislerde anlatılan çeşitli mucizeler, kerametler uydurma olmadığı gibi, diğer zaman ve mekânlarda yaşayan, milyonlarca insanın müşahede ettiği velilerin kerametleri de uydurma değildir.
Kâmil zatlarla tevessül
“Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın” (Maide, 35) ayetinde geçen tevessül, yakınlaşmak ve yakın olmaya yarayacak şeyleri aramaktır. Mesela herhangi bir isteği olan kişinin, “ ya Rabbî şu sıkıntımın giderilmesi için filan amelimi vesile ederek senden istiyorum” ya da “filan zatın hatırına senden istiyorum” demesi gibi. Hadis-i şeriflerde bunun çok örneği vardır. Ancak biz yerimizin darlığı sebebiyle bunlardan iki örnek vereceğiz. (Geniş bilgi için “Rabıta ve Tevessül” adlı esere bakınız.)
Hz. Peygamber s.a.v. gözlerinin açılmasını isteyen âmâ bir zata şu tavsiyede bulunur: “Güzel bir abdest al, sonra iki rekat namaz kıl, akabinde de şöyle dua et: Ya Rabbi ben senden istiyorum, rahmet peygamberi ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed, şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Allah'a yöneldim. Ya Rabbi, O'nu benim hakkımda şefaatçi kıl.”
Osman b. Huneyf r.a. diyor ki: “Bu zat gitti, biz daha Rasulullah s.a.v.'in huzurundan ayrılmamıştık, tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuştu. (Tirmizî, İbn Mace, Ahmed bin Hanbel)
Hz. Ömer r.a.' ın hilafeti esnasında bir ara şiddetli bir kuraklık olmuştu. Efendimiz s.a.v.'in amcası Hz . Abbas r.a.'ı yanına alan Hz. Ömer, onu vesile kılarak şöyle dedi: “ Allahım, bizler daha önce peygamberimizi vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et.” Bunun üzerine yağmur yağdı. (Buharî)
Görüldüğü gibi mübarek zatlarla tevessül edenlerin başında Hz . Peygamber s.a.v. ve Sahabe-i Kiram'ın büyükleri gelmektedir. Ayrıca diğer peygamberler, Tabiîn ve alimlerin yaptığı tevessül örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bu delillere rağmen müminlere kâfir diyen dalâlet ehlinin hidayeti için dua etmekten başka çare yoktur.
Yukarıda örneği görüldüğü gibi, yüzlerce bid'at sahibi ve dalâlet ehli, sapık bilgilerini, bozuk işlerini, Kur'an ve hadisten çıkardıklarını söylemektedirler. Biz de kendimizi müçtehit yerine koyup bu iki kaynaktan hüküm çıkarmaya kalktığımızda -Allah korusun- aynı duruma düşebiliriz. Öyleyse Kur'an ve Sünnet'e uygun itikat etmek için, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin 157. mektubunda ısrarla üzerinde durduğu gibi, Ehl-i Sünnet alimlerinin anladıklarına uymak lazımdır.
Zira bizim anladığımız şeyler, Ehl-i Sünnet alimlerinin anladıklarına uymuyorsa hiçbir kıymeti yoktur.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de tasavvufî kavramlara şiddetle karşı çıkan Vahhabîler, gayet sert, katı ve sivri bir tutumla Allah'ın ayetlerini kendi düşünceleri doğrultusunda yorumlamışlardır. Yorumlarından elde ettikleri son derece yanlış şablonu Allah dostlarına ve müminlerin büyük çoğunluğuna tatbik etmişler, böylece onları müşrik saymakta sakınca görmemişlerdir.
Vahhabîlerin Kur'an ayetlerini kendilerine göre yorumlamalarının en çarpıcı örneklerinden biri, mübarek zatlar vesilesiyle Allah'tan yardım dileyenleri, onlardan himmet isteyenleri, -hâşâ- Allah'ı devre dışı bırakıp da O'nun dostlarından yardım istiyor gibi değerlendirmeleridir.
Bu değerlendirmeyi yaparken, Fâtiha Suresi'nde geçen “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki mübarek ayeti de kafalarındaki şablona göre yorumlayarak, müminlere karşı sürekli bir balyoz gibi kullanmışlar ve kullanmaya da devam etmektedirler.
Devam >>>
Geçmişte ortaya çıkan bozuk itikadî mezheplerin hemen tamamı Kur'an'a dayandıklarını iddia ediyorlar ve ileri sürdükleri görüşleri destekler gibi görünen her ayeti muhaliflerine karşı bir koz olarak kullanıyorlardı.
İlk asırda meydana çıkan Mu'tezile, Cebriyye ve Haricîlik gibi zahirperest mezhepler, ayetleri tefsir ederlerken Hz. Peygamber s.a.v.'in konuyla ilgili yorumlarını dikkate almıyorlardı. Sadece ayetin zahirine sarılıyorlardı. Hz. Ali r.a. başta olmak üzere, henüz aralarında bulunan Sahabe-i Kiram'ın büyüklerinin dahi görüşlerine aldırış etmiyorlardı. Arap dili ve edebiyatını iyi bilen alim ve müçtehitlerin görüşlerine itibar eden de yoktu. O yüzden Allah'ın ayetlerini diledikleri şekilde tevil ve tefsir edebiliyorlardı. Böylece her bid'at ve dalâlet sahibi, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini Kur'an-ı Kerim'den çıkardığını söylüyordu. Nihayet günümüzde olduğu gibi, İslâm dinini içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdi.
Haricî zihniyet
Mesela Haricîler, bu ümmetin kutup yıldızları mesabesinde olan kimseleri kâfir ilan ediyorlardı. Bunların kâfir olarak ilan ettikleri arasında -hâşâ- Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr r.a. efendilerimiz gibi büyük sahabilerden başka, müminlerin annesi Hz. Aişe r.a. da vardı. Hz. Ali r.a.'ı şehit eden bir Haricî militanıydı. Onlar, kendileri gibi düşünmeyenleri, büyük ve küçük günah işleyenleri, devlete karşı isyan ettiklerinde kendilerine iştirak etmeyenleri de kâfir sayıyor, bunları acımasızca öldürmekten çekinmiyorlardı. Hatta kendilerine katılmayan şahısların evdeki kadın ve çocuklarının kanlarını akıtmayı dahi mübah görüyorlardı.
İşte bunlar da Kur'an'a göre hareket ettiklerini söylüyor, yaptıkları vahşet ve fecaate güya ayetlerle delil getiriyorlardı.
Dünya ve ahiretin huzur ve saadet kaynağı olan Kur'an'dan böyle bir vahşeti çıkarabilmek gerçekten büyük marifet ister, ama insanın basireti kör, vicdanı çirkef, kalbi de cîfe haline gelirse bunu yapabilir.
Kur'an ve Sünnet'i kişisel din ve dünya görüşü için bir malzeme kabul edenlerin, Ashab-ı Kiram'a sevgi beslemeyenlerin, Ehl-i Sünnet yolundaki alimlerin sözünü dinlemeyenlerin ve Allah dostlarına muhabbet duymayanların akıbeti işte budur. Geçmişte de günümüzde de bu tiplerin katılık, sertlik ve taassuptan kurtulabilmeleri, akl-ı selim ile düşünebilmeleri, vicdanlarının duyarlı olabilmesi, tevbe edip bağnazlıktan dönmedikçe katiyyen mümkün değildir.
Şaşılacak görüşler
Peygamber ve Allah dostlarını aracı yaparak Hakk'a iltica eden velileri, tasavvuf erbabını, müminleri, müşrik ve kâfir ilan eden zihniyetle; Haricî, Mu'tezilî zihniyet arasında ne fark vardır? Hâşâ Hz. Ali'ye kâfir diyenle, Allah'tan başka hakiki fail ve irade tanımayan, Kur'an ve Sünnet'in en küçük edeplerine dahi riayet eden bir veliye kâfir diyen zihniyet aynı değil midir? İslâm'a göre, mümin olduğuna dair en küçük belirti taşıyanları dahi mümin saymak esas iken; geçmişten günümüze kadar gelen yüzbinlerce has veliyi ve milyonlarca mümini kâfir ilan etmek hangi insafa, hangi kitaba sığar? Cenab-ı Hakk :
“Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, ‘sen mümin değilsin' demeyin.” (Nisa, 94) buyurmuyor mu? Allahu Tealâ'ya ulaşmak için bir peygamber ya da Hak dostunu vesile edinen mümine kâfir demekle, bu asra kadar gelen yüzmilyonlarca mümine de kâfir demiş olunmaz mı? O zaman geriye kaç tane müslüman kalır? Buharî ve Müslim'de geçen sahih bir hadis-i şerifte: “Mümin kardeşine kâfir diyen bir kimse, karşıdaki öyle değilse küfür (kâfirlik) kendisine döner” diye ikaz edilmiyor mu?
Şu halde aklı ve vicdanı tefessüh etmemiş hangi mümin, kendisini ateşten gayet emin görüp, zebanilerin yerine geçerek müslümanları cehenneme doldurma cüretini gösterebilir? Dar düşünceler… Dar görüşler…
Manası çarpıtılan ayet
Söz buraya gelmişken velileri inkâr edenlerin ayet-i kerimelere verdikleri çarpık manalardan bir örnek verelim:
Haricîler ortadan kalktıktan sonra onların izinden giden Vahhabîler , Haricîliği günümüze taşımışlardır. Onca ayet ve hadislere rağmen tevessül manasındaki şefaati inkâr ettikleri için, Mutezile mezhebini de aratmamışlardır. Şirkle ilgili ayetlerin manasını tamamen çarpıtarak Lat, Hubel, Uzza gibi putlarla; yeryüzünde tevhidin direkleri olan mürşid-i kâmilleri aynı kefeye koymuşlar; Allah'a ortak koşan müşriklerle, gece gündüz Rabbini tesbih ve tenzih eden müminleri bir tutmuşlardır. Bütün sûfileri putperest saydıkları için de, kanlarını dökmeyi helal ve meşru bir eylem olarak görmektedirler.
Hz. Ömer r.a.' ın oğlu Hz. Abdullah'ın Haricîler hakkında buyurduğu gibi, “gerçekte onlar müşrikler hakkında nazil olan ayetleri müslümanlar için kullanmışlardır” (Buharî). Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur : “Onlar iman ehlini öldürür, küfredenleri ve putlara tapanları bırakırlar.” (Buharî, Müslim)
Bu taifenin inkârlarına delil olarak en çok ileri sürdükleri ayetlerden biri de Allahu Tealâ'nın şu mealdeki mübarek kelâmıdır:
“Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nu bırakıp da putlardan dostlar (veliler) edinenler: ‘Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler.” (Zümer, 3)
Yukarıdaki mana, tefsirlerin hemen tamamının üzerinde ittifak ettiği bir manadır. Diyanet Vakfı'nın çıkardığı mealde de böyle yazmaktadır. Fakat onlar ayette putlar için kullanılan “veli: dost” kelimesinin “Allah dostları” olarak bilinen “veliler” şeklinde anlaşılması için özel bir gayret sarf ederek şöyle mana vermişlerdir:
“İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler: ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz' derler.”
Bu manayı verdikten sonra işi daha da ileri götürmüşlerdir. Velileri seven ve onlarla Hakk'a tevessül edip şefaatlerini uman müminleri mürşidlerine ibadet ediyor gibi göstererek, onları ayette anılan müşriklere benzetmeye çalışmışlardır. Böylece Allah'a ortak koşulan cansız putlara secde edenlerle, Cenab-ı Hakk'a secde edenleri bir tutmuşlardır.
Ayetlerden cevaplar
Onların sakat anlayışını daha başından reddeden bir çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Her biri kâmil birer mümin olan velilerin yoluna uymamızı, onları dost edinmemizi emreden ayetlerden bazıları şunlardır:
“Bana yönelen kimsenin (kâmil müminin) yoluna uy.” (Lokman, 15)
“Sizin veliniz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren, rükû eden müminlerdir.” (Maide, 55)
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin.” (Âl-i İmran, 28)
“Ey inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119)
Evet; Allahu Tealâ başta veliler olmak üzere bilumum kâmil müminlerle dost olmamızı emrediyor. Demek ki ayette zikredilen “Allah'tan başka veliler”den kasıt, müminler değildir. Putlar ve şirk koşulan diğer varlıklardır. Zaten ayet-i kerime de putperest müşrikler hakkında nazil olmuştur.
Mekkeli müşrikler, kendi elleriyle yaptıkları putlara ibadet ediyorlardı. Hatta peynir ve helva gibi yiyeceklerden yaptıkları putlara tapıyor, acıkınca da bunları yiyorlardı. Gerçi fıtratları gereği; yerleri, gökleri, kendilerini yaratan, öldüren, dirilten, rızık veren bir Allah'a inanıyorlardı. (Bakınız: Lokman, 25; Yunus, 31; Zuhruf, 9, 87) Fakat inandıkları bu yüce varlığa ortak koşmaktan da geri durmuyorlardı. Ayet-i kerimede belirtildiği üzere, Peygamber s.a.v. Efendimiz'i suçlayarak: “İşte tutmuş, bunca ilâhı tek bir ilâh yapmış. Bu gerçekten şaşılacak bir şey, çok tuhaf!” (Sa'd, 5) diyorlardı. Atalarından beri şirke alışmış olan cahiliye kafası, bunca insanın, çeşitli emel ve duygularını yalnız tek bir mabudun tatmin edebileceğini düşünemiyor, her şeyin hükümranlığının O'nun elinde (Yasin, 83) olduğunu anlayamıyor ve tevhide şaşıyorlardı. Ancak sorulduğu zaman bu müşrikâne hareketlerini doğru göstermek için, putlarla ilgili olarak “biz onlara ibadet etmeyiz. Sadece bizi Allah'a yaklaştırmaları için onlara ibadet ediyoruz” diyorlardı. İşte bu ayet-i kerimeyle Cenab-ı Hak, onların cahilce mazeretlerini yüzlerine vurarak ahirette hükmünü vereceğini beyan etmektedir.
Hıristiyanların İsa Aleyhisselam'ı, yahudilerin de Üzeyr Aleyhisselam'ı Allah'a ortak koşmaları da bu kabildendir. Bunlar, Hakk'ın dışında herhangi bir varlıkta güç ve kudret vehmettikleri için müşrik olmuşlardır. Yani İsa ve Üzeyr Aleyhisselam'da Allah'ın yarattığı bir kudret yerine, müstakil bir kudret vehmetmişlerdir.
Sûfiler, Ehl-i Sünnet itikadına sahiptir
Sûfiler, (fenâ fi'l-ef'âl, fenâ fi's-sıfat ve fenâ fi'z-zât mertebelerinde) Hakk'ın fiil, sıfat ve zatından başka bir şey müşahede etmezler. Ayrıca O'nun dışında herhangi bir mahlukta kudret tevehhüm edilmesine, Allah'tan başka hakiki bir fail kabul edilmesine şiddetle karşı çıkarlar. “Yardım etti, yedirdi, içirdi, oturdu, kalktı” gibi sözler de mecazidir. Gerçekte yardım eden, yediren, içiren, oturtan, kaldıran Allah'tan başka bir varlık yoktur. Ne bir peygamber, ne bir veli, ne de herhangi bir yaratık Allah'ın irade ve kudreti olmadan yerinden kımıldayamaz.
“De ki: Allah, her şeyi yaratandır. O, birdir. Her şeye üstün ve kahredicidir” (Ra'd, 16).
Şu halde salih amelinden dolayı kendisiyle tevessül edilen kâmil zatın fiilleri de Allah'a aittir. Ancak Allah dilediği zaman onlar için zor olan bir iş de yoktur. Tıpkı Hz . Peygamber s.a.v.'in Ay'ı iki parça etme mucizesi ve kuru bir ağacın yeşerip Hz. Meryem'e hurma vermesi, kerameti gibi. (Meryem, 24-25)
Kur'an ve hadislerde anlatılan çeşitli mucizeler, kerametler uydurma olmadığı gibi, diğer zaman ve mekânlarda yaşayan, milyonlarca insanın müşahede ettiği velilerin kerametleri de uydurma değildir.
Kâmil zatlarla tevessül
“Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın” (Maide, 35) ayetinde geçen tevessül, yakınlaşmak ve yakın olmaya yarayacak şeyleri aramaktır. Mesela herhangi bir isteği olan kişinin, “ ya Rabbî şu sıkıntımın giderilmesi için filan amelimi vesile ederek senden istiyorum” ya da “filan zatın hatırına senden istiyorum” demesi gibi. Hadis-i şeriflerde bunun çok örneği vardır. Ancak biz yerimizin darlığı sebebiyle bunlardan iki örnek vereceğiz. (Geniş bilgi için “Rabıta ve Tevessül” adlı esere bakınız.)
Hz. Peygamber s.a.v. gözlerinin açılmasını isteyen âmâ bir zata şu tavsiyede bulunur: “Güzel bir abdest al, sonra iki rekat namaz kıl, akabinde de şöyle dua et: Ya Rabbi ben senden istiyorum, rahmet peygamberi ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed, şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Allah'a yöneldim. Ya Rabbi, O'nu benim hakkımda şefaatçi kıl.”
Osman b. Huneyf r.a. diyor ki: “Bu zat gitti, biz daha Rasulullah s.a.v.'in huzurundan ayrılmamıştık, tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuştu. (Tirmizî, İbn Mace, Ahmed bin Hanbel)
Hz. Ömer r.a.' ın hilafeti esnasında bir ara şiddetli bir kuraklık olmuştu. Efendimiz s.a.v.'in amcası Hz . Abbas r.a.'ı yanına alan Hz. Ömer, onu vesile kılarak şöyle dedi: “ Allahım, bizler daha önce peygamberimizi vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et.” Bunun üzerine yağmur yağdı. (Buharî)
Görüldüğü gibi mübarek zatlarla tevessül edenlerin başında Hz . Peygamber s.a.v. ve Sahabe-i Kiram'ın büyükleri gelmektedir. Ayrıca diğer peygamberler, Tabiîn ve alimlerin yaptığı tevessül örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bu delillere rağmen müminlere kâfir diyen dalâlet ehlinin hidayeti için dua etmekten başka çare yoktur.
Yukarıda örneği görüldüğü gibi, yüzlerce bid'at sahibi ve dalâlet ehli, sapık bilgilerini, bozuk işlerini, Kur'an ve hadisten çıkardıklarını söylemektedirler. Biz de kendimizi müçtehit yerine koyup bu iki kaynaktan hüküm çıkarmaya kalktığımızda -Allah korusun- aynı duruma düşebiliriz. Öyleyse Kur'an ve Sünnet'e uygun itikat etmek için, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin 157. mektubunda ısrarla üzerinde durduğu gibi, Ehl-i Sünnet alimlerinin anladıklarına uymak lazımdır.
Zira bizim anladığımız şeyler, Ehl-i Sünnet alimlerinin anladıklarına uymuyorsa hiçbir kıymeti yoktur.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de tasavvufî kavramlara şiddetle karşı çıkan Vahhabîler, gayet sert, katı ve sivri bir tutumla Allah'ın ayetlerini kendi düşünceleri doğrultusunda yorumlamışlardır. Yorumlarından elde ettikleri son derece yanlış şablonu Allah dostlarına ve müminlerin büyük çoğunluğuna tatbik etmişler, böylece onları müşrik saymakta sakınca görmemişlerdir.
Vahhabîlerin Kur'an ayetlerini kendilerine göre yorumlamalarının en çarpıcı örneklerinden biri, mübarek zatlar vesilesiyle Allah'tan yardım dileyenleri, onlardan himmet isteyenleri, -hâşâ- Allah'ı devre dışı bırakıp da O'nun dostlarından yardım istiyor gibi değerlendirmeleridir.
Bu değerlendirmeyi yaparken, Fâtiha Suresi'nde geçen “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki mübarek ayeti de kafalarındaki şablona göre yorumlayarak, müminlere karşı sürekli bir balyoz gibi kullanmışlar ve kullanmaya da devam etmektedirler.
Devam >>>