Kuran-ı Kerim, hangi renk ve ırktan olursa olsun tüm insanları bütün çirkinliklerden arındırmak ve doğru yola hidayet etmek için Kadir-i Zül-Celâl tarafından en son elçisine gönderilen en son ilâhî kitaptır. Bunda hiçbir Müslümanın kuşkusu söz konusu olamaz. Bu nedenle Kuran-ı Kerim nüzul vakti olan Asr-ı Saadetten kıyamete kadar insanoğlunun ihtiyaç duyduğu tüm itikadî, hukukî, kanunî ve ahlakî ihtiyaçlarına cevap verecek bütün materyalleri kendinde barındırmaktadır. Kuran; Allahın ilmini içeren, [1] Allahın kelamı,[2] ağır sözü, [3] hak vahyi[4] ve aziz kitabıdır.[5] Zaman zaman, hazarda veya seferde, gece veya gündüz, camide veya evde, çarşıda veya savaş meydanında, bir sorunun cevabında veya bir gelişme üzerine; insanları bilgilendirmek, onlara yol göstermek, onları aydınlatmak, müjdelemek, uyarmak ve gönüllerde olan hastalıklara şifa vermek için inmiştir. Ne buyurmuşsa haktır hakikattir. Ne önünden, ne de arkasından hiçbir batıl ona bulaşamaz. [6] Geçmişte ve gelecekte hiçbir ekol, hiçbir düşünce ve ilim onun gerçeklerini iptal edemez, onun yanlışını çıkaramaz. Onun ihtiva ettiği sözlerin diğer sözlere üstünlüğü Allahın yaratıklarına olan üstünlüğü gibidir. [7]
Onun, müşfik ve uzman bir doktorun çeşitli hastalıklara tutulmuş bir hastaya verdiği reçete gibi, hem geçici ilaçları vardır, hem de daimi dermanları. O, Allahın rahmet sofrasıdır. [8] O sofra başında oturan hiç kimse eli boş kalkmaz. Bununla birlikte Yaratanın emriyle onun aslı lehv-i mahfuzda[9] ve kitab-ı meknunda[10]korunmuş ve saygın sahifelerde yüce ve temiz kılınmıştır [11] ki, hakikatleri ve ilim cevherleri ehil olmayandan uzak kalsın. Çünkü Ona temizlerden başkası dokunamaz. [12] Onun bir zahiri vardır, bir de batını. [13] Onun batının da bir batını vardır. [14] Yüce Yaratıcı onun bir kısım ayetlerini muhkem kılarken, bir kısmını da müteşabih kılmıştır ki, kalplerinde eğrilik olanlar denenip tanınsın ve onda tevil arayanlar bilsinler ki, Onun tevilini ancak Allah ve ilimde kök salmış kişiler bilebilir. [15] Bu ilâhî kitapla azıcık aşinalığı olan herkes, onun ilâhî hüküm ve esasları açıklarken, kendine özgü bir yöntem izlediğini ve birtakım değişmez prensiplere dayandığını bilmektedir.
Kimse, Kuran-ı Kerimin dinî esas ve hükümleri açıklarken onları genel çerçevesiyle belirtmekle yetindiğini, ilgili teferruatın beyanını ise Hz. Resulullah (s.a.a)a havale ettiğini inkar edemez.
Örneğin, Kuran-ı Kerimde namaza, oruca, zekata, hacca, cihada, emr-i bil-marufa, humusa vs. gibi birçok şeye emredilmiş, ama bunlarla ilgili detaylı açıklamalar Allah Resulü'ne havale edilmiştir.
Keza, Kuran-ı Kerimde birçok yasaklardan bahsedilmiş, ama onlarla ilgili teferruatın, özellikle de hukuksal ve cezaî yönlerinin açıklanması Allah Resulü tarafından yapılmıştır.
Yine Kuran-ı Kerimde devlet ve millet ilişkisinden, toplumsal yaşamın gereği olan hukukî ve ekonomik sistemden söz edilmiş, bunlarla ilgili detaylar yine Allah Resulünün sünnetine bırakılmıştır.
Aynı şekilde, Kuran-ı Kerimde kalu bela, berzah ve mead gibi birçok itikadî mevzular ana hatlarıyla vurgulanmış, bunlarla ilgili detaylı bilgiler Allah Resulü tarafından verilmiştir.
Bütün bu konularda Allah Resulünün beyanı olmaksızın, Müslümanların İslâm dininin neye emrettiğini, neden sakındırdığını ve neye itikat etmeleri gerektiğini buyurduğunu anlamları imkansızdır.
Bizzat Kuran-ı Kerimin kendisi, Kuran ayetlerinin açıklamasını yapmayı Allah Resulünün başta gelen görevlerinden saymıştır.
Allah Teala buyurmuştur ki: Sana da, insanlara indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünürler. [16]
Yine Allah Teala Resulünün Kuran ayetlerini tilavet etmekle birlikte insanları tezkiye ettiğini, onlara hikmeti ve bilmediklerini öğrettiğini beyan ederek buyurmuştur ki: Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitab'ı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir peygamber gönderdik. [17] Sonra Allah Teala Aziz Elçisinin bütün konuşmalarının ilâhî menşeli olup vahiy olduğunu, onun kendi yanından bir şey söylemediğini garanti altına alarak buyurmuştur ki: Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de yanlış yaptı. O, heva ve hevesine uyarak konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. [18]
Yine buyurmuştur ki: Eğer o, bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık. [19]
Buna göre Allah Resulü, sözüyle, eylemiyle ve taşıdığı bütün özellikleriyle ümmet için kamil bir örnek durumundadır. Ümmetin her konuda onu baz alması ve onun bütün açıklamalarına ve icraatına canı gönülden inanıp itaat etmesi gerekmektedir.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah Resulünde güzel bir örnek vardır. [20]
Yine buyurmuştur: Elçi size neyi emrederse tutun ve sizi neden sakındırırsa sakının. [21]
Yine buyurmuştur: Ey iman edenler, Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı za*man icabet edin... [22]
Yine buyurmuştur: De ki: Eğer gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla*sın. Allah affeden ve merhamet edendir. [23]
Yine buyurmuştur: De ki: Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber, kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlu*sunuz. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz, Peygambere düşen, sa*dece apaçık tebliğdir. [24]
Bu açıklamalardan Allaahın kitabı bize yeter veya Açıkça Allahın kitabında olmayan bir konuyu kabul etmem sloganı ile yola çıkıp da Allah Resulünün, Kuran-ı Kerimde geçen genel mevzulara dair olan tefsir niteliğindeki sünnetini görmezlikten gelmenin, bizzat Kuranın kendisiyle çelişmekle birlikte, İslâmın ruhuna da aykırı olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.
O hâlde itikadî konular da dahil olmak üzere İslâmî mevzuların tamamında Resulullahın sünnetini dikkate almak zorundayız. Nitekim Allah Resulü de, ümmetinde bu gibi iddialarda bulunacak olanların var olacağını önceden görmüş ve onların yanlış yolda olduklarını ortaya koyarak şöyle buyurmuştur: Biliniz ki, kuşkusuz bana Kuran ve yanında onunla aynı olan bir şey verilmiştir. Uyanık olun ki, karnına düşkün olan biri gelecek ve makamına oturduğunda: Bizimle sizin aranızda yüce Allahın kitabı vardır; onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram biliriz diyecektir. Biliniz ki, Allah Resulünün haram kıldığı, Allahın haram kıldığı gibidir. [25]
Yine buyurmuştur: Yakındır ki, sizden birisi, makamına oturup arkasına yaslanmış iken, benden bir hadis ona nakledildiğinde, beni yalanlamaya kalkışıp da: Bizimle sizin aranızda Allahın kitabı vardır. Onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram sayarız der. Bilin ki, Resulullahın da haram kıldığı Allahın haram kıldığı gibidir. [26]
Allah Resulünün, sünnetinin yazılıp kaydedilmesi ve sonraki nesillere ulaştırılmasına dair olan teşvik ve emirleri de sünnetin İslâmî mevzuların ikinci temeli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bakınız, Allah Resulü (s.a.a), Kureyşin: Bu da bir beşerdir, bizim gibi öfkelenir, bizim gibi duygusallığa kapılır ve birileri hakkında öfke ve rıza içerisinde bir şeyler söyler, ondan duyduğun her şeyi yazıp kaydetme uyarısı üzerine sözlerini yazmaktan vazgeçen Abdullah bin Amire, yemin ederek ağzından haktan gayri bir sözün çıkmadığını ve çıkamayacağını belirterek, kendisinden duyduğu her şeyi yazmasını emrediyor. [27]
Yine, kendisinden duyduğu hadisleri ezberlemediğinden şikâyet eden ashabının eline işaret ederek duyduğunu unutmaması için onları yazmasını emrediyor. [28]
Keza, kendisinden dinledikleri hadisleri yazma müsaadesi isteyen ashabına yazma emri vererek onların hadis yazmalarına izin veriyor. [29]
Sonra da: Allah, benim sözlerimi dinleyip, onları koruyarak duymayanlara ulaştıran kulu mutlu kılsın. Birçok fıkıh taşıyan var ki, kendinden daha bilgilisine onu ulaştırır. [30] ve: Hazır olan sözümü hazır olmayana da ulaştırsın ki, şayet kendinden daha bilgilisine ulaştırabilir. [31]buyurarak ümmete sünnete de sarılmaları gerektiği mesajını veriyor.
Sonuç: Kuran-ı Kerimin ayetlerinin tefsirinde Allah Resulünün sünneti esas teşkil etmektedir. Mutlaka Kuran-ı Kerimde ana hatlarıyla yer alan mevzularda Allah Resulünün açıklayıcı sünnetine başvurmalı ve bu gibi ayetleri Allah Resulünün sünnetinin ışığında tefsir etmeliyiz. Zaten İslâm ümmeti de böyle yapmış ve Allah Resulünün hayatı döneminde Kuran ayetlerini tefsir etmekte ona müracaat etmiştir.
Peki, Allah Resulünden sonraki dönemlerde Kuranı tefsir etmekte öncelik hakkı olan başka kimseler var mıdır? Yoksa Allah Resulünden sonra Kuran-ı tefsir etmekte bütün müminler eşit seviyede olup hepsi aynı mevkiye mi sahiptirler?
Bu hususta da yine Kuran-ı Kerimin kendisi ve Allah Resulünden gayrisi, bize yol gösterici ve aydınlatıcı olamaz.
Kuran-ı Kerime müracaat ettiğimizde, bize bilmediğimiz mevzular ve Kuranın tefsirinde müracaat edebileceğimiz merci olarak ilimde kök salmış ve zikir ehlini gösterdiğini görüyoruz. Allah Resulüne müracaat ettiğimizde de Allah Resulünün zikir ehline ve ilimde kök salmışlara adres olarak ümmeti içerisinden Ehl-i Beytini gösterdiğine şahit oluyoruz.
Evet, Hz. Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmete merci olarak Kuranla birlikte Ehl-i Beytini göstermiş ve buyurmuştur ki: Benden sonra aranızda iki değerli ve ağır emanet bırakıyorum; biri Allahın kitabı, diğeri de benim soyum olan Ehl-i Beytim! Bu ikisine sarılırsanız asla sapmazsınız. Bu ikisi Havuz (Havz-u Kevser) başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar. [32]
Yine buyurmuştur: Benim Ehl-i Beytim sizin aranızda Nuhun gemisine benzer; kim o gemiye bindiyse kurtuldu, kim de geri durduysa boğulup helâk oldu. [33]
Yine buyurmuştur: Onlardan (Ehl-i Beytimden) öne geçmeyin ki, helâk olursunuz; geri de kalmayın yine helâk olursunuz. Ve onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler. [34]
Yine buyurmuştur: Benim Ehl-i Beytim İsrailoğullarının Hıtta kapısına benzer kim o kapıdan girdiyse bağışlandı. [35]
Yine buyurmuştur: Yıldızlar yer halkının boğulmaktan kurtulma vesilesidir; benim Ehl-i Beytim de ümmetime ihtilâftan kurtulma vesilesidir. Eğer Araptan bir kabile onlara karşı çıkarsa, ihtilâfa düşer ve Şeytanın taraftarı olurlar. [36]
Yine buyurmuştur: Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabbimin diktiği Adn cennetinde oturmayı arzuluyorsa, benden sonra Aliyi ve onu sevenleri sevmeli ve benden sonra Ehl-i Beytime iktida etmelidir. Çünkü onlar benim balçığımdan yaratılmışlar, benim anlayış ve ilmimi almışlardır. Yazıklar olsun ümmetimden onların fazlını inkar edenlere, onlar hakkında benim akrabalık bağımı kesenlere! Allah onlara şefaatimi ulaştırmasın. [37]
Yine buyurmuştur: Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabbimin bana vadettiği Huld cennetine girmeyi arzuluyorsa, benden sonra Aliyi, ondan sonra da zürreyitini sevmelidir. Çünkü onlar, sizi hidayet kapısından çıkarmaz ve sapıklık kapısına da sokmazlar. [38]
Yine buyurmuştur: Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabbimin bana vadettiği cennete girmeyi arzuluyorsa, Ali bin Ebu Talibi sevmelidir. Çünkü o sizi hidayetten çıkarmaz ve sapıklığa da sokmaz. [39]
Yine buyurmuştur: Havuz başında bana dönünceye kadar Ali Kuranla, Kuran da Ali iledir. [40]
Yine buyurmuştur: Ali hak iledir, hak da Ali ile. Hak Ali ekseninde döner. [41]
Yine Hz. Aliye hitaben buyurmuştur: Benden sonra ümmetime ihtilâf ettikleri hususları açıklayacak olan, sensin. [42]
Yine buyurmuştur: Ben Alidenim, Ali de benden; bana ait bir hususu, yalnızca ben ya da Ali ulaştırabilir. [43]
Yine buyurmuştur: Bana iman edip beni tasdik edeni Ali bin Ebu Talibin velâyetini kabul etmeye tavsiye ediyorum. Kim, onun velâyetini kabul ederse, benim velâyetimi kabul eder; kim de benim velâyetimi kabul ederse, Allahın velâyetini kabul eder. Kim, onu severse, beni sever, kim de beni severse, Allahı sever. Kim, ona buğz ederse, bana buğz eder, kim de bana buğz ederse, Allah Azze ve Celleye buğz eder. [44]
Yine buyurmuştur: Allahım, kim bana iman eder ve beni tasdik ederse, Ali bin Ebu Talibin velâyetini kabul etmelidir. Çünkü onun velâyeti benim velâyetimdir; benim velâyetim ise, Allahın velâyetidir. [45]
Yine buyurmuştur: Ey insanlar, fazilet, şeref ve menzilet Allah Resulünün ve zürriyetinin velâyetini kabul etmektedir. Öyleyse, batıl yollar sizi kapıp almasın. [46]
Yine buyurmuştur: Ümmetimin her nesli içerisinde Ehl-i Beytimden adil bir grup vardır ki, sapıkların bu dinde yaptıkları tahriflerine, batıl yolda gidenlerin uydurma yollarına ve cahillerin tevillerine karşı koyarlar. Bilin ki, imamlarınız, sizin Allaha olan elçilerinizdir. Öyleyse Allaha kimi elçi gönderdiğinize bakınız. [47] Yine buyurmuştur: Benim Ehl-i Beytimi, bedende baş, başta da gözler yerine koyun. Baş ancak gözlerle yolunu bulur. [48] ve...
Sonuç itibariyle İslâmî akidelerin tümünü bütün ayrıntılarıyla Kuran-ı Kerimde aramak doğru değildir. İster itikadî bir mevzu olsun, ister gayri itikadî, eğer İslâmî bir mevzu ana hatlarıyla Kuranda yer alır ve Allah Resulünün sünnetinde ve keza Kuran-ı tefsir etmeye yetkili olduğu ispatlanan Ehl-i Beyt İmamlarının beyanlarında detayları açıklanırsa, bütün Müslümanların o mevzua iman edip teslim olmaları gerekmektedir.
İşte Kuran-ı Kerimin birçok ayetinde ana çerçevesiyle beyan edilmiş bulunan Mehdilik akidesi, yani Hz. Mehdiye iman olayı da bu İslâmî mevzulardan biridir. O hâlde hiçbir kimsenin; Ben bu mevzuu bütün detaylarıyla Kuranda bulmuyorum, dolaysıyla da ona inanmam demesi doğru olamaz, hatta böyle bir şey söyleyen bir kimse, bizzat Kuranı Kerim ile çelişir ve onu reddetmiş sayılır.
Nitekim, Ehl-i Sünnetin önde gelen alimlerinden olan Muhammed bin Hazm el-Endülüsî (H. 456/M. 1064) el-İhkam Li Usulil-Ahkam kitabında bu mevzua işaretle şöyle demiştir: Eğer bir kimse; Kuranda bulduğumuz dışında başka bir dinî gerçeği kabul etmeyiz sözüne bağlı kalırsa, bütün ümmetin icmaı ile kâfir sayılır. [49]
Bu noktaları göz önünde bulundurarak şimdi Hz. Mehdi ve ashabıyla ilgili bazı ayetleri, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamlarından gelen tefsirleriyle birlikte zikrediyoruz:
1- Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâmı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen Odur. [50]
Bu tabir, Saf suresinin 9. ayetinde de aynen tekrarlanırken az bir farkla da Fetih suresinin 28. ayetinde yer almıştır. Fetih suresinin 28. ayeti şöyledir: Peygamberini hidayet ve hak din ile, bütün dinlere galip kılmak için gönderen Odur. Şahit olarak Allah yeter.
Görüldüğü üzere naklettiğimiz her üç ayette de Allah Teala İslâmdan ibaret olan dininin diğer dinlere karşı üstünlük ve zafer kazanacağını vadetmektedir.
Şimdi soru şudur: Acaba li yuzhirehu tabiriyle ifade edilen bu üstünlük ve zafer nasıl bir üstünlük ve zafer olacaktır? Acaba bu sadece fikir ve düşünce alanında olan bir üstünlük ve zafer mi olacak? Yoksa fiziksel olarak da üstünlük ve zafer sağlanacaktır? Her iki takdirde de bu nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer mi olacak, yoksa cihanşümul bir üstünlük ve zafer mi sağlanacaktır? Bunu anlamak için, bu ayetleri kendilerinden önceki ve sonraki ayetlerin ışığında değerlendirmekle birlikte, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamlarından bu ayetlerin tefsiri ile ilgili gelen açıklamaları da göz önünde bulundurmamızın gerektiği açıktır.
Ne ilginçtir ki, hem Tevbe suresinde, hem de Saf suresinde bu ayetlerden bir önceki ayette, benzer tabirlerle, ilâhî dini kabullenmeyen güçlerin ağızlarıyla Allahın dininden ibaret olan nurunu söndürmeye çalıştıkları kaydedilmiş, sonra da Allah Tealanın onlara rağmen dinini bütün dinlere galip kılacağı belirtilerek onların bu çabalarının havanda su dövmekten öteye gitmeyeceği vurgulanmıştır.
Allah Teala Tevbe suresinin 32. ayetinde şöyle buyurmuştur:Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Oysa kâfirler hoşlanmasa da, Allah nu*runu mutlaka tamamlamak ister.
Saf suresinin 8. ayetinde de şöyle buyurmuştur: Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler hoşlanmasa dahi, Allah nurunu, tamamlayacaktır.
Fetih suresinin 27. ayetinde ise, Allah Teala Resulüne Mekkenin fethine dair göstermiş olduğu rüyanın sadık bir rüya olduğunu ve bunun mutlaka gerçekleşeceğini, ancak Müslümanların bilmediği bir hikmetten dolayı onun bir süre ertelendiğini belirtmektedir.
Allah Teala mezkur ayette şöyle buyuruyor: Andolsun ki Allah, Peygamberine gerçek olarak doğru bir rüya gösterdi. Allah dilerse, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediği*nizi bildi de, sizin için bundan başka, yakın zamanda bir zafer karar verdi.
Açıktır ki, her üç ayetten önce olan ayetleri mülâhaza ettiğimizde bu ayetlerde sözü edilen zaferin, fikir ve düşünce alanından öte bir zafer ve üstünlük olduğu anlaşılmaktadır. Zira kendilerinden önceki ayetlerde fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferden bahsedildiği açıktır. Tevbe ve Saf suresinde din düşmanlarının Allahın dininden ibaret olan nurunu söndürme çabalarından bahsetmektedir. Bu söndürme çabası düşünce ve fikir alanında zafer ve üstünlük kazanmadan öte, onu kökten yok etme hareketidir. O hâlde buna mukabil kazanılan zafer ve üstünlük de düşünce alanındaki bir üstünlük ve zafer değil, onları kökten silip yok eden tam anlamda bir üstünlük ve zafer olur. Fetih suresinde de durum aynıdır. Orada Allah Teala Resulü ve ona tâbi olan müminlerin hiçbir korkuları olmaksızın emniyet içerisinde bir fetih gerçekleştireceklerini vurgulamaktadır. Bunun fikir ve düşünceden öte bir fetih olduğu ortadadır. O hâlde, ister maksat nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer olsun, ister cihanşümul, bu ayetlerden sonra gelen ayette vadedilen üstünlük ve zafer fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferdir. Bu ise, karşıt dinlerin tamamen yok olup gideceği anlamına gelen bir üstünlük ve zaferden gayrisi olamaz.
Kaldı ki, zuhur kelimesinin lügatteki anlamı da fikir ötesi bir galibiyettir. Arap lügatinin en meşhur kaynaklarından biri olan el-Kamus kitabında şöyle geçer: Zahere bihi ve aleyhi ona galip geldi anlamını ifade eder. Keza, Kuranî terimlerin anlamını beyan eden Müfredat-ı Ragıb kitabında da: Zahere aleyhi, ona galip oldu, demektir. der.
>>>>>>>>>>>>>
Onun, müşfik ve uzman bir doktorun çeşitli hastalıklara tutulmuş bir hastaya verdiği reçete gibi, hem geçici ilaçları vardır, hem de daimi dermanları. O, Allahın rahmet sofrasıdır. [8] O sofra başında oturan hiç kimse eli boş kalkmaz. Bununla birlikte Yaratanın emriyle onun aslı lehv-i mahfuzda[9] ve kitab-ı meknunda[10]korunmuş ve saygın sahifelerde yüce ve temiz kılınmıştır [11] ki, hakikatleri ve ilim cevherleri ehil olmayandan uzak kalsın. Çünkü Ona temizlerden başkası dokunamaz. [12] Onun bir zahiri vardır, bir de batını. [13] Onun batının da bir batını vardır. [14] Yüce Yaratıcı onun bir kısım ayetlerini muhkem kılarken, bir kısmını da müteşabih kılmıştır ki, kalplerinde eğrilik olanlar denenip tanınsın ve onda tevil arayanlar bilsinler ki, Onun tevilini ancak Allah ve ilimde kök salmış kişiler bilebilir. [15] Bu ilâhî kitapla azıcık aşinalığı olan herkes, onun ilâhî hüküm ve esasları açıklarken, kendine özgü bir yöntem izlediğini ve birtakım değişmez prensiplere dayandığını bilmektedir.
Kimse, Kuran-ı Kerimin dinî esas ve hükümleri açıklarken onları genel çerçevesiyle belirtmekle yetindiğini, ilgili teferruatın beyanını ise Hz. Resulullah (s.a.a)a havale ettiğini inkar edemez.
Örneğin, Kuran-ı Kerimde namaza, oruca, zekata, hacca, cihada, emr-i bil-marufa, humusa vs. gibi birçok şeye emredilmiş, ama bunlarla ilgili detaylı açıklamalar Allah Resulü'ne havale edilmiştir.
Keza, Kuran-ı Kerimde birçok yasaklardan bahsedilmiş, ama onlarla ilgili teferruatın, özellikle de hukuksal ve cezaî yönlerinin açıklanması Allah Resulü tarafından yapılmıştır.
Yine Kuran-ı Kerimde devlet ve millet ilişkisinden, toplumsal yaşamın gereği olan hukukî ve ekonomik sistemden söz edilmiş, bunlarla ilgili detaylar yine Allah Resulünün sünnetine bırakılmıştır.
Aynı şekilde, Kuran-ı Kerimde kalu bela, berzah ve mead gibi birçok itikadî mevzular ana hatlarıyla vurgulanmış, bunlarla ilgili detaylı bilgiler Allah Resulü tarafından verilmiştir.
Bütün bu konularda Allah Resulünün beyanı olmaksızın, Müslümanların İslâm dininin neye emrettiğini, neden sakındırdığını ve neye itikat etmeleri gerektiğini buyurduğunu anlamları imkansızdır.
Bizzat Kuran-ı Kerimin kendisi, Kuran ayetlerinin açıklamasını yapmayı Allah Resulünün başta gelen görevlerinden saymıştır.
Allah Teala buyurmuştur ki: Sana da, insanlara indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünürler. [16]
Yine Allah Teala Resulünün Kuran ayetlerini tilavet etmekle birlikte insanları tezkiye ettiğini, onlara hikmeti ve bilmediklerini öğrettiğini beyan ederek buyurmuştur ki: Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitab'ı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir peygamber gönderdik. [17] Sonra Allah Teala Aziz Elçisinin bütün konuşmalarının ilâhî menşeli olup vahiy olduğunu, onun kendi yanından bir şey söylemediğini garanti altına alarak buyurmuştur ki: Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de yanlış yaptı. O, heva ve hevesine uyarak konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. [18]
Yine buyurmuştur ki: Eğer o, bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık. [19]
Buna göre Allah Resulü, sözüyle, eylemiyle ve taşıdığı bütün özellikleriyle ümmet için kamil bir örnek durumundadır. Ümmetin her konuda onu baz alması ve onun bütün açıklamalarına ve icraatına canı gönülden inanıp itaat etmesi gerekmektedir.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah Resulünde güzel bir örnek vardır. [20]
Yine buyurmuştur: Elçi size neyi emrederse tutun ve sizi neden sakındırırsa sakının. [21]
Yine buyurmuştur: Ey iman edenler, Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı za*man icabet edin... [22]
Yine buyurmuştur: De ki: Eğer gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla*sın. Allah affeden ve merhamet edendir. [23]
Yine buyurmuştur: De ki: Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber, kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlu*sunuz. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz, Peygambere düşen, sa*dece apaçık tebliğdir. [24]
Bu açıklamalardan Allaahın kitabı bize yeter veya Açıkça Allahın kitabında olmayan bir konuyu kabul etmem sloganı ile yola çıkıp da Allah Resulünün, Kuran-ı Kerimde geçen genel mevzulara dair olan tefsir niteliğindeki sünnetini görmezlikten gelmenin, bizzat Kuranın kendisiyle çelişmekle birlikte, İslâmın ruhuna da aykırı olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.
O hâlde itikadî konular da dahil olmak üzere İslâmî mevzuların tamamında Resulullahın sünnetini dikkate almak zorundayız. Nitekim Allah Resulü de, ümmetinde bu gibi iddialarda bulunacak olanların var olacağını önceden görmüş ve onların yanlış yolda olduklarını ortaya koyarak şöyle buyurmuştur: Biliniz ki, kuşkusuz bana Kuran ve yanında onunla aynı olan bir şey verilmiştir. Uyanık olun ki, karnına düşkün olan biri gelecek ve makamına oturduğunda: Bizimle sizin aranızda yüce Allahın kitabı vardır; onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram biliriz diyecektir. Biliniz ki, Allah Resulünün haram kıldığı, Allahın haram kıldığı gibidir. [25]
Yine buyurmuştur: Yakındır ki, sizden birisi, makamına oturup arkasına yaslanmış iken, benden bir hadis ona nakledildiğinde, beni yalanlamaya kalkışıp da: Bizimle sizin aranızda Allahın kitabı vardır. Onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram sayarız der. Bilin ki, Resulullahın da haram kıldığı Allahın haram kıldığı gibidir. [26]
Allah Resulünün, sünnetinin yazılıp kaydedilmesi ve sonraki nesillere ulaştırılmasına dair olan teşvik ve emirleri de sünnetin İslâmî mevzuların ikinci temeli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bakınız, Allah Resulü (s.a.a), Kureyşin: Bu da bir beşerdir, bizim gibi öfkelenir, bizim gibi duygusallığa kapılır ve birileri hakkında öfke ve rıza içerisinde bir şeyler söyler, ondan duyduğun her şeyi yazıp kaydetme uyarısı üzerine sözlerini yazmaktan vazgeçen Abdullah bin Amire, yemin ederek ağzından haktan gayri bir sözün çıkmadığını ve çıkamayacağını belirterek, kendisinden duyduğu her şeyi yazmasını emrediyor. [27]
Yine, kendisinden duyduğu hadisleri ezberlemediğinden şikâyet eden ashabının eline işaret ederek duyduğunu unutmaması için onları yazmasını emrediyor. [28]
Keza, kendisinden dinledikleri hadisleri yazma müsaadesi isteyen ashabına yazma emri vererek onların hadis yazmalarına izin veriyor. [29]
Sonra da: Allah, benim sözlerimi dinleyip, onları koruyarak duymayanlara ulaştıran kulu mutlu kılsın. Birçok fıkıh taşıyan var ki, kendinden daha bilgilisine onu ulaştırır. [30] ve: Hazır olan sözümü hazır olmayana da ulaştırsın ki, şayet kendinden daha bilgilisine ulaştırabilir. [31]buyurarak ümmete sünnete de sarılmaları gerektiği mesajını veriyor.
Sonuç: Kuran-ı Kerimin ayetlerinin tefsirinde Allah Resulünün sünneti esas teşkil etmektedir. Mutlaka Kuran-ı Kerimde ana hatlarıyla yer alan mevzularda Allah Resulünün açıklayıcı sünnetine başvurmalı ve bu gibi ayetleri Allah Resulünün sünnetinin ışığında tefsir etmeliyiz. Zaten İslâm ümmeti de böyle yapmış ve Allah Resulünün hayatı döneminde Kuran ayetlerini tefsir etmekte ona müracaat etmiştir.
Peki, Allah Resulünden sonraki dönemlerde Kuranı tefsir etmekte öncelik hakkı olan başka kimseler var mıdır? Yoksa Allah Resulünden sonra Kuran-ı tefsir etmekte bütün müminler eşit seviyede olup hepsi aynı mevkiye mi sahiptirler?
Bu hususta da yine Kuran-ı Kerimin kendisi ve Allah Resulünden gayrisi, bize yol gösterici ve aydınlatıcı olamaz.
Kuran-ı Kerime müracaat ettiğimizde, bize bilmediğimiz mevzular ve Kuranın tefsirinde müracaat edebileceğimiz merci olarak ilimde kök salmış ve zikir ehlini gösterdiğini görüyoruz. Allah Resulüne müracaat ettiğimizde de Allah Resulünün zikir ehline ve ilimde kök salmışlara adres olarak ümmeti içerisinden Ehl-i Beytini gösterdiğine şahit oluyoruz.
Evet, Hz. Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmete merci olarak Kuranla birlikte Ehl-i Beytini göstermiş ve buyurmuştur ki: Benden sonra aranızda iki değerli ve ağır emanet bırakıyorum; biri Allahın kitabı, diğeri de benim soyum olan Ehl-i Beytim! Bu ikisine sarılırsanız asla sapmazsınız. Bu ikisi Havuz (Havz-u Kevser) başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar. [32]
Yine buyurmuştur: Benim Ehl-i Beytim sizin aranızda Nuhun gemisine benzer; kim o gemiye bindiyse kurtuldu, kim de geri durduysa boğulup helâk oldu. [33]
Yine buyurmuştur: Onlardan (Ehl-i Beytimden) öne geçmeyin ki, helâk olursunuz; geri de kalmayın yine helâk olursunuz. Ve onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler. [34]
Yine buyurmuştur: Benim Ehl-i Beytim İsrailoğullarının Hıtta kapısına benzer kim o kapıdan girdiyse bağışlandı. [35]
Yine buyurmuştur: Yıldızlar yer halkının boğulmaktan kurtulma vesilesidir; benim Ehl-i Beytim de ümmetime ihtilâftan kurtulma vesilesidir. Eğer Araptan bir kabile onlara karşı çıkarsa, ihtilâfa düşer ve Şeytanın taraftarı olurlar. [36]
Yine buyurmuştur: Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabbimin diktiği Adn cennetinde oturmayı arzuluyorsa, benden sonra Aliyi ve onu sevenleri sevmeli ve benden sonra Ehl-i Beytime iktida etmelidir. Çünkü onlar benim balçığımdan yaratılmışlar, benim anlayış ve ilmimi almışlardır. Yazıklar olsun ümmetimden onların fazlını inkar edenlere, onlar hakkında benim akrabalık bağımı kesenlere! Allah onlara şefaatimi ulaştırmasın. [37]
Yine buyurmuştur: Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabbimin bana vadettiği Huld cennetine girmeyi arzuluyorsa, benden sonra Aliyi, ondan sonra da zürreyitini sevmelidir. Çünkü onlar, sizi hidayet kapısından çıkarmaz ve sapıklık kapısına da sokmazlar. [38]
Yine buyurmuştur: Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabbimin bana vadettiği cennete girmeyi arzuluyorsa, Ali bin Ebu Talibi sevmelidir. Çünkü o sizi hidayetten çıkarmaz ve sapıklığa da sokmaz. [39]
Yine buyurmuştur: Havuz başında bana dönünceye kadar Ali Kuranla, Kuran da Ali iledir. [40]
Yine buyurmuştur: Ali hak iledir, hak da Ali ile. Hak Ali ekseninde döner. [41]
Yine Hz. Aliye hitaben buyurmuştur: Benden sonra ümmetime ihtilâf ettikleri hususları açıklayacak olan, sensin. [42]
Yine buyurmuştur: Ben Alidenim, Ali de benden; bana ait bir hususu, yalnızca ben ya da Ali ulaştırabilir. [43]
Yine buyurmuştur: Bana iman edip beni tasdik edeni Ali bin Ebu Talibin velâyetini kabul etmeye tavsiye ediyorum. Kim, onun velâyetini kabul ederse, benim velâyetimi kabul eder; kim de benim velâyetimi kabul ederse, Allahın velâyetini kabul eder. Kim, onu severse, beni sever, kim de beni severse, Allahı sever. Kim, ona buğz ederse, bana buğz eder, kim de bana buğz ederse, Allah Azze ve Celleye buğz eder. [44]
Yine buyurmuştur: Allahım, kim bana iman eder ve beni tasdik ederse, Ali bin Ebu Talibin velâyetini kabul etmelidir. Çünkü onun velâyeti benim velâyetimdir; benim velâyetim ise, Allahın velâyetidir. [45]
Yine buyurmuştur: Ey insanlar, fazilet, şeref ve menzilet Allah Resulünün ve zürriyetinin velâyetini kabul etmektedir. Öyleyse, batıl yollar sizi kapıp almasın. [46]
Yine buyurmuştur: Ümmetimin her nesli içerisinde Ehl-i Beytimden adil bir grup vardır ki, sapıkların bu dinde yaptıkları tahriflerine, batıl yolda gidenlerin uydurma yollarına ve cahillerin tevillerine karşı koyarlar. Bilin ki, imamlarınız, sizin Allaha olan elçilerinizdir. Öyleyse Allaha kimi elçi gönderdiğinize bakınız. [47] Yine buyurmuştur: Benim Ehl-i Beytimi, bedende baş, başta da gözler yerine koyun. Baş ancak gözlerle yolunu bulur. [48] ve...
Sonuç itibariyle İslâmî akidelerin tümünü bütün ayrıntılarıyla Kuran-ı Kerimde aramak doğru değildir. İster itikadî bir mevzu olsun, ister gayri itikadî, eğer İslâmî bir mevzu ana hatlarıyla Kuranda yer alır ve Allah Resulünün sünnetinde ve keza Kuran-ı tefsir etmeye yetkili olduğu ispatlanan Ehl-i Beyt İmamlarının beyanlarında detayları açıklanırsa, bütün Müslümanların o mevzua iman edip teslim olmaları gerekmektedir.
İşte Kuran-ı Kerimin birçok ayetinde ana çerçevesiyle beyan edilmiş bulunan Mehdilik akidesi, yani Hz. Mehdiye iman olayı da bu İslâmî mevzulardan biridir. O hâlde hiçbir kimsenin; Ben bu mevzuu bütün detaylarıyla Kuranda bulmuyorum, dolaysıyla da ona inanmam demesi doğru olamaz, hatta böyle bir şey söyleyen bir kimse, bizzat Kuranı Kerim ile çelişir ve onu reddetmiş sayılır.
Nitekim, Ehl-i Sünnetin önde gelen alimlerinden olan Muhammed bin Hazm el-Endülüsî (H. 456/M. 1064) el-İhkam Li Usulil-Ahkam kitabında bu mevzua işaretle şöyle demiştir: Eğer bir kimse; Kuranda bulduğumuz dışında başka bir dinî gerçeği kabul etmeyiz sözüne bağlı kalırsa, bütün ümmetin icmaı ile kâfir sayılır. [49]
Bu noktaları göz önünde bulundurarak şimdi Hz. Mehdi ve ashabıyla ilgili bazı ayetleri, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamlarından gelen tefsirleriyle birlikte zikrediyoruz:
1- Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâmı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen Odur. [50]
Bu tabir, Saf suresinin 9. ayetinde de aynen tekrarlanırken az bir farkla da Fetih suresinin 28. ayetinde yer almıştır. Fetih suresinin 28. ayeti şöyledir: Peygamberini hidayet ve hak din ile, bütün dinlere galip kılmak için gönderen Odur. Şahit olarak Allah yeter.
Görüldüğü üzere naklettiğimiz her üç ayette de Allah Teala İslâmdan ibaret olan dininin diğer dinlere karşı üstünlük ve zafer kazanacağını vadetmektedir.
Şimdi soru şudur: Acaba li yuzhirehu tabiriyle ifade edilen bu üstünlük ve zafer nasıl bir üstünlük ve zafer olacaktır? Acaba bu sadece fikir ve düşünce alanında olan bir üstünlük ve zafer mi olacak? Yoksa fiziksel olarak da üstünlük ve zafer sağlanacaktır? Her iki takdirde de bu nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer mi olacak, yoksa cihanşümul bir üstünlük ve zafer mi sağlanacaktır? Bunu anlamak için, bu ayetleri kendilerinden önceki ve sonraki ayetlerin ışığında değerlendirmekle birlikte, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamlarından bu ayetlerin tefsiri ile ilgili gelen açıklamaları da göz önünde bulundurmamızın gerektiği açıktır.
Ne ilginçtir ki, hem Tevbe suresinde, hem de Saf suresinde bu ayetlerden bir önceki ayette, benzer tabirlerle, ilâhî dini kabullenmeyen güçlerin ağızlarıyla Allahın dininden ibaret olan nurunu söndürmeye çalıştıkları kaydedilmiş, sonra da Allah Tealanın onlara rağmen dinini bütün dinlere galip kılacağı belirtilerek onların bu çabalarının havanda su dövmekten öteye gitmeyeceği vurgulanmıştır.
Allah Teala Tevbe suresinin 32. ayetinde şöyle buyurmuştur:Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Oysa kâfirler hoşlanmasa da, Allah nu*runu mutlaka tamamlamak ister.
Saf suresinin 8. ayetinde de şöyle buyurmuştur: Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler hoşlanmasa dahi, Allah nurunu, tamamlayacaktır.
Fetih suresinin 27. ayetinde ise, Allah Teala Resulüne Mekkenin fethine dair göstermiş olduğu rüyanın sadık bir rüya olduğunu ve bunun mutlaka gerçekleşeceğini, ancak Müslümanların bilmediği bir hikmetten dolayı onun bir süre ertelendiğini belirtmektedir.
Allah Teala mezkur ayette şöyle buyuruyor: Andolsun ki Allah, Peygamberine gerçek olarak doğru bir rüya gösterdi. Allah dilerse, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediği*nizi bildi de, sizin için bundan başka, yakın zamanda bir zafer karar verdi.
Açıktır ki, her üç ayetten önce olan ayetleri mülâhaza ettiğimizde bu ayetlerde sözü edilen zaferin, fikir ve düşünce alanından öte bir zafer ve üstünlük olduğu anlaşılmaktadır. Zira kendilerinden önceki ayetlerde fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferden bahsedildiği açıktır. Tevbe ve Saf suresinde din düşmanlarının Allahın dininden ibaret olan nurunu söndürme çabalarından bahsetmektedir. Bu söndürme çabası düşünce ve fikir alanında zafer ve üstünlük kazanmadan öte, onu kökten yok etme hareketidir. O hâlde buna mukabil kazanılan zafer ve üstünlük de düşünce alanındaki bir üstünlük ve zafer değil, onları kökten silip yok eden tam anlamda bir üstünlük ve zafer olur. Fetih suresinde de durum aynıdır. Orada Allah Teala Resulü ve ona tâbi olan müminlerin hiçbir korkuları olmaksızın emniyet içerisinde bir fetih gerçekleştireceklerini vurgulamaktadır. Bunun fikir ve düşünceden öte bir fetih olduğu ortadadır. O hâlde, ister maksat nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer olsun, ister cihanşümul, bu ayetlerden sonra gelen ayette vadedilen üstünlük ve zafer fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferdir. Bu ise, karşıt dinlerin tamamen yok olup gideceği anlamına gelen bir üstünlük ve zaferden gayrisi olamaz.
Kaldı ki, zuhur kelimesinin lügatteki anlamı da fikir ötesi bir galibiyettir. Arap lügatinin en meşhur kaynaklarından biri olan el-Kamus kitabında şöyle geçer: Zahere bihi ve aleyhi ona galip geldi anlamını ifade eder. Keza, Kuranî terimlerin anlamını beyan eden Müfredat-ı Ragıb kitabında da: Zahere aleyhi, ona galip oldu, demektir. der.
>>>>>>>>>>>>>