Sadaka Kutusu
Sadaka Kutusu
Sadaka Kutusu
"Hazine sandığına benzeyen kutu var ya!” diyordu küçük kardeşim. Bakkaldan dönerken, avucunun içinde sıkı sıkıya sakladığı bozukluğun nereye gideceğini anlatıyordu arkadaşına. Şamil şaşkındı.
Az önce, Mustafa Ahmed’in bakkaldan para üstünü alır almaz, paranın bir kısmını sağ cebine koyup bir kısmını da sol elinde tutmasına anlam verememişti. Aklına masallardan çıkmış hazine sandıkları geldi. Şaşkınlığına bir de heyecan eklendi. “Nerde ki o kutu?”
Mustafa Ahmed, evin dış kapısının önünde, ayakkabılığın üzerinde durup bize her vakit tebessüm eden kutudan söz ediyordu. Bakmayın hazine sandığı dediğine, şimdiye kadar içinden ne bir pırlanta çıktı, ne bir elmas, ne de para. Bize bir şey vermiyordu hazine sandığı. Aksine bizden alıyordu; harçlıklarımızı eksiltiyordu. Düşünsenize, kırk tane çiklet alabilecek paramız varsa, en az bir çikletlik miktarını “hazine sandığı”na koyuyorduk.
Ne zaman harçlığımız kırka bölünebilir miktara ulaşmışsa, kırkta birini, bazen bir tane demir yüz binliği ya da kâğıt bir milyonu usulca ve mutlu bir şekilde koyuyorduk o kutuya. Hele de bozuk paraları koyarken çıkardığı o şıkırtılı ses, nedense ikimizi de mutlu ediyordu. Paramız eksiliyordu ama içimizde tarif edemediğimiz bir şeyler de artıyordu. Sanki verdikçe zenginleşiyor gibiydik. Harçlığımız eksildikçe çoğalıyor gibiydi.
Neden mi? Babam ve annem, bu kutunun altında bir kapı olduğuna ve bu kapının bazı evlere açıldığına inandırmıştı bizi. Kutunun altında, paraların akıp uçuştuğu yerde, kitaplarını alamamış bir çocuk, elbisesi eskimiş bir adam, çikolata bekleyen bir kardeşimiz bekliyordu. Parayı oraya koyarken, çocukların yüzlerindeki sevinci görüyor gibi oluyorduk, bizim yüzümüzde de onlarınki gibi gülücükler beliriyordu.
“Biz ona sadaka kutusu diyoruz” dedi Mustafa Ahmed bildik bir tavırla. Elindeki bozuk parayı daha da sıkıca sardı. Hazine sandığına benzeyen “sadaka kutusu”na koyduğumuz paraların bizden eksildiğini düşünmüyorduk. Tam tersine, oraya koyduğumuz her şeyin bize katıldığını, bizi tamamladığını, mutluluğumuzu çoğalttığını hissediyorduk. “Sadaka diye verdiklerimiz bize kalır” diyordu babam. Bir keresinde Kur’ân’ın ikinci sayfasındaki “zekat ayeti”ni açıklamıştı. “Zekat, Allah’ın verdiğinden vermek demektir” demişti. “İyi ama, zaten her şeyi bize Allah vermiyor mu?” diye sormuştu Mustafa Ahmed safça. İyi ki de sormuştu. Babamın o gece bu soruya verdiği cevap ömür boyu kulağıma küpe oldu. Demişti ki: “Zekat elimizde olanları elimize Allah’ın verdiğini hatırlamak içindir. Dediğin gibi, zaten bize her şeyi O veriyor. Ama biz çok unutkan olduğumuz için, bir süre sonra, elimizdekilerin verildiğini de unutuyoruz. Sanıyoruz ki onların gerçek sahibi biziz. Böylece şımarıyoruz, gururlanıyoruz. İşte tam böyle düşünmeye alışmışken, Rabb’imiz bize “Size verdiklerimden ihtiyaç sahiplerine verin!” der. Böylece, hem ihtiyaç sahiplerini hatırlamamızı ister, hem elimizdekileri bize O’nun verdiğini hatırlamamızı ister. Aslında, çokları sadece muhtaç olanları hatırlamakla işimizin bittiğini sanır. Oysa, muhtaç olanlara Allah’ın emri üzerine verdiğimize göre, en başta O’nun sahiplendiklerimiz üzerinde yetkisi olduğunu da hatırlamamız gerekir.”
Şaşkın bakışlarım yüzünden iyi anlamadığımı düşünmüş olacak ki, şöyle basit bir hesap yaptı bizim için: “Zekat, sahip olduklarının kırkta birini yoksula vermen demektir. Diyelim ki, kırkta birini yoksul birine verdin. Geriye ne kalır?” Hemen cevap verdim: “Otuz dokuz!” “Peki şimdi düşün bakalım, geri kalan 39’u sana mı kaldı?” “Elbette!” dedim, “bana kalır!” Gözlüklerini aşağıya doğru kaydırdı. Gözlerimin içine baktı. “İşte,” dedi, ‘bana kalır!’ demen çok önemli.” ‘Kalır’ sözcüğünü özellikle vurguluyordu. “Sana kalanı bilmen, sana verildiğini hatırlaman demektir. Çünkü, dileseydi Rabb’in malının kırkta kırkını da yoksula vermeni emredebilirdi. Ama sadece bir kısmını vermeni istedi. Böylece, geri kalanı sana bıraktı. Sen de ‘bana kaldı’ diyerek, geri kalan kısmının O’nun tarafından verildiğini hatırlayıp onaylarsın!”
Sonra kendi yazdığı kitabın bir sayfasını açıp bana gösterdi. Zamanında arkadaşlarıyla yaptıkları bir Kur’ân sohbetinden çıkarmışlar bu sonucu. Kitabın son sayfalarından birinde şöyle yazıyordu: “Zekat, malın kırkta birini merzuka vermek, kırkta kırkını da Rezzak’a vermektir.” “Ha,” dedi, “galiba merzuk ve Rezzak sözcüklerini bilmiyorsun. Rezzak, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir; “rızık veren” anlamına gelir; ekmek, su, hava, güneş, ışık rızık olduğu gibi, annenden gördüğün şefkat, babandan aldığın nasihat de rızıktır. Yani bizi doyuran her şey bize rızıktır. Merzuk ise bu rızıklarla doyurulan kişidir. İşte, biz de Rezzak’ımızın bize rızık olarak verdiğini, bir yoksula, yani O’nun doyurmak dilediği bir ‘merzuk’a veririz. Aslında, merzuk’a verişimiz, her şeyi Rezzak’a verişimiz anlamına gelir. Bu yüzden, zekat verirken, malımızın bir kısmını eksiltmekle kalmıyoruz. Malımızın bize verildiğini hatırlayarak, hepsini boş yere harcamaktan, şükürsüz biçimde tüketmekten ve kendimizi şımartmaktan korunuyoruz.”
Eve vardığımızda küçük kardeşimin gözleri “sadaka kutusu”na dikildi. Babamın anlattıklarından şimdilik habersizdi ama elindeki bozuk paranın kutuya düşme şıkırtısını duyar duymaz yüzünde tarif edilmez bir tebessüm belirdi.
“Sadaka kutusu” biraz daha “hazine sandığı”na benzedi
SENAI DEMIRCI
tekrar başlık acmıyım dedim israf olmasın