Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kibir Kalb hastalıklarının onikincisi

  • Konbuyu başlatan beyaz_ýþýk
  • Başlangıç tarihi
B

beyaz_ýþýk

Guest
Kalb hastalıklarının onikincisi (Kibr)dir. Kibr, kendisini başkasından üstün görmekdir. Kendini ondan üstün görmekle, kalbi râhat eder. (Ucb) da kendini ondan üstün bilmekdir. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibâdetlerini beğenir. Kibr; kötü huydur. Harâmdır. Hâlıkını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Çok din adamı, bu kötü hastalığa yakalanmışdır. Hadîs-i şerîfde, (Kalbinde zerre kadar kibr bulunan kimse Cennete girmez) buyuruldu. Kibrin aksine (Tevâdu’) denir. Tevâdu’ kendini başkaları ile bir görmekdir. Başkalarından dahâ üstün ve dahâ aşağı görmemekdir. Tevâdu’, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerîfde, (Tevâdu’ edene müjdeler olsun) buyuruldu. Tevadû’ sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Mâlını halâldan kazanıp çok hediyye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır. Fakîrlere merhamet eder. Hadîs-i şerîfde, (Tevâdu’ eden, halâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır) ve (Allah için tevâdu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyuruldu. Tekebbür edene, ya’nî kibr sâhibi olana karşı tekebbür etmek câizdir. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sâhibidir.

Kibr sâhibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevâbdır. Kibr sâhibine karşı tevâdu’ eden kimse, kendisine zulm etmiş olur. Bid’at sâhiblerine ve zenginlere karşı da tekebbür etmek câizdir. Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletden uyandırmak içindir. Harbde düşmâna karşı tekebbür etmek sevâbdır. Bu tekebbüre (Huyelâ) denir. Sadaka verirken, neş’e ve sevinç ile karışık tekebbür etmek lâzımdır. Sadaka verenin tekebbür etmesi, fakîre karşı değildir. Verdiği mâlı küçültmekdir. Mâla kıymet vermediğini gösterir. Hadîs-i şerîfde, (Veren el, alandan yüksekdir) buyuruldu. Riyâ, gösteriş yapanlara karşı da tekebbür etmek câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevâdu’ göstermek iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması, ya’nî aşırı olmaması lâzımdır. Aşırı olan tevâdu’a (Temelluk) denir. Temelluk, ancak üstâda ve âlime karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. Hadîs-i şerîfde, (Temelluk, müslimân ahlâkından değildir) buyuruldu. Şi’r:
Mu’allim ile tabîbe
temelluk etmek lâzımdır.
Biri bâtın, biri zâhir,
tedâvîsine hâdimdir.

Kibr çeşidlerinin en kötüsü Allahü teâlâya karşı kibrli olmakdır. Nemrûd böyle idi. Tanrı olduğunu i’lân etdi. Allahü teâlânın nasîhat vermek için gönderdiği Peygamberi “aleyhissalâtü vesselâm” ateşe atdı. Fir’avn da böyle ahmaklardan biri idi. Mısırda ülûhiyyetini i’lân etdi. Ben sizin güçlü tanrınızım dedi. Allahü teâlâ, nasîhat vermek için, Mûsâ aleyhisselâmı gönderdi. Buna inanmadı. Allahü teâlâ, onu Süveyş denizinde boğdu. Bunlar gibi, bu dünyânın yaratıcısına inanmayanlara (Dehrî), ateist denir. [Her asrda böyle ahmaklar gelmişdir. Mao gibi, Stalin gibi zâlimler, milyonlarca insanı öldürerek ve işkence yaparak ve din, islâm adamlarını ve kitâblarını yok ederek, milletlerini sindirmişler, korkutmuşlardır. Her istediklerini zorla yapdırarak şımarmışlardır. İlâha, ma’bûda mahsûs üstünlüklere mâlik olduklarını sanmışlar ve söylemişlerdir. İslâm kitâblarının yurdlarına sokulmasını, okunmasını yasak etmişler, dinden, Allahü teâlâdan bahs edenleri öldürmüşlerdir. Allahü teâlânın kahrından, gadabından kurtulamayıp yok olmuşlar. Târîhde geçen bütün zâlimler gibi, la’net ve nefret ile anılmışlardır. İhtilâl ve hîle yolu ile, ba’zı arab memleketlerinin başına geçen, zehrli propagandalarla beyinleri yıkanmış, zâlimler, diktatörler de, o ateistleri taklîd ediyor, islâm düşmanlığı yapıyorlar. Târîh kitâblarında okudukları zâlimlerin feci’ âkıbetlerinden ibret almıyorlar. Dünyâda, âhıretde başlarına gelecek olan azâbları, felâketleri hiç düşünmiyorlar.]

Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” karşı da tekebbür edenler çok işitildi. Allahın gönderdiği Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” bu mudur? dediler. Bu Kur’ân, Mekke şehrinin ileri gelenlerine indirilseydi iyi olurdu dediler. Târîh boyunca, islâmın büyüklerine karşı da, böyle tekebbür edenler, alay edenler, hiç eksik olmadı. Bu tekebbürler, âciz, za’îf, elinden birşey gelmeyen, hattâ kendinden ve bedeninin yapısından haberi olmıyan kulun, kendi mâlikine, sâhibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş idi. Vaktiyle iblîs de, böyle tekebbür etdi. Meleklere, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emr olununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan dahâ üstünüm. Beni ateşden, onu çamurdan yaratdın diyerek, Rabbine karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce, onu sudan ve toprakdan üstün sandı. Hâlbuki üstünlük, kendini üstün görmekde değil, tevâdu’ göstermekdedir. Cennetde toprak vardır ve misk gibi kokacakdır. Cennetde ateş yokdur. Ateş, Cehennemde azâb vâsıtasıdır. Ateş, harâb etmeğe, toprak, binâ yapmağa yarar. Mahlûklar toprak üstünde yaşamakdadır. Hazîneler, defîneler toprakda bulunur. Kâ’be toprakdan yapılmışdır. Ateşin ışığı gecelere son verir, gündüzü getirir ise de, toprakdan çiçekler, meyveler hâsıl olmakdadır. Kâinâtın, varlıkların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın yeri toprakdır.

Hadîs-i şerîflerde, (Allahü teâlâ buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûsdur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam) ve (Kalbinde zerre kadar kibr olan Cennete girmeyecekdir) buyurdukda, güzel elbise giymeği ve temiz na’lın kullanmağı seven kimse, böyle midir? denildi. Cevâbında, (Allahü teâlâ cemîldir. Cemâl sâhiblerini sever) buyurdu. [Çirkin, iğrenç olmamak için, çirkinlikle meşhûr olmamak için yapılan temizliğe, güzelliğe, cemâl sâhibi olmak denir. İhtiyâc eşyâsını, hoş ve sevimli görünecek şeklde kullanmak, cemâl olur. Süslenmek, güzel görünerek, başkasına üstünlük sağlamak için, bedeninde, elbisesinde, eşyâsında yapılan değişikliklere zînet denir. Bedenini, sıhhatini, şerefini, değerini korumak için ihtiyâc olunandan fazla şeylerdir. Erkeklerin her yerde, kadınların ise, yabancı erkeklerin yanında, zînet eşyâsı kullanmaları câiz değildir.] Allahü teâlânın her işi güzeldir. Ahlâkı güzel olanları sever. Bu hadîs-i şerîf, kibr sâhiblerinin, diğer günâh işliyenler gibi, azâbsız hemen Cennete giremiyeceklerini bildirmekdedir. Cennete girmeyenlerin gidecekleri yer Cehennemdir. Çünki, âhıretde bu ikisinden başka gidecek yer yokdur. Zerre kadar îmânı olan, Cehennemde sonsuz kalmayacak, Cennete gidecekdir. Büyük günâh işleyip de tevbe etmeyen, şefâ’ate, afva kavuşmayan mü’min, Cehennemde, günâhlarının karşılığı olan azâbları çekdikden sonra, çıkarılacak, Cennete sokulacakdır. Cennete giren, Cennetden hiç çıkmayacakdır.
Hadîs-i şerîfde, (Kibri ve hıyâneti ve kul borcu olmayan mü’min, hesâbsız Cennete girecekdir) ve (Kul hakkı, mü’minin aybı, kusûrudur) buyuruldu. Nafaka için ödünç almak ve mâlı olunca, hemen ödemek lâzımdır. Yukardaki hadîs-i şerîfde, ihtiyâc olmadan alınan ve malı olunca ödenmeyen ve harâm yollarla alınan borc ve zevcesine olan mehr borcu ve din bilgisi öğretmek borcu bildirilmekdedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât edeceği zemân, (Yâ Alî! Filân yehûdîye borcum vardır. Onu öde!) buyurdu. Yehûdîden ödünç arpa almışdı. Ödenmesi için vasıyyet buyurdu. Yehûdî âlimlerinin büyüklerinden iken, Resûlullah ile “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kerre konuşmakla, hak Peygamber olduğunu anlayarak îmâna gelen Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ anh”, sırtında odun demeti taşıyordu. Bunu görenler, o kadar çok mâlın, paran var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun dediklerinde, nefsimi kibrden kurtarmak için dedi. Zenginin, hammâl ücreti vermemek için, mâlını kendi götürmesi, tezellüldür, aşağılıkdır. Sünnete uymak ve nefsini kırmak için götürmesi iyidir ve sevâbdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmıyacak, hepsine çok acı azâb yapacakdır: Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen hükûmet reîsi ve kibrli olan fakîr) buyuruldu.
Ömer “radıyallahü anh”, Şâma gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrâh “radıyallahü teâlâ anh”, emrinde olanlarla birlikde karşıladı. Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Çünki, kölesi ile nevbet ile biniyorlardı. O sâat, binme sırası köleye gelmişdi. Kendisi yuları tutdu, su kenârından geçerken mestlerini çıkardı. Ayaklarını suya sokdu. Şâm ordusunun kumandanı olan Ebû Ubeyde “radıyallahü teâlâ anh”, yâ halîfe! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şâmlılar, bilhâssa rûmlar, müslimânların halîfesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yapdığını beğenmiyecekler deyince, yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır. İşitenler insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekde ve süslü elbise giymekde sanacaklar. Şerefin, müslimân olmakda ve ibâdet yapmakda olduğunu anlamıyacaklar. Biz aşağı, bayağı insanlardık. [Acem şâhlarının elinde esîr idik.] Allahü teâlâ müslimân yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetden, bu şerefden başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder. Herşeyden aşağı eder buyurdu. İzzet, islâmdadır. İslâmın ahkâmına uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, se’âdeti başka şeylerde arayan zelîl olur dedi. İslâmın emrlerinden biri tevâdu’dur. Tevâdu’ gösteren azîz olur. Yükselir. Tekebbür eden zelîl olur.

Bir hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, dünyâdaki kibr sâhibleri küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabrden çıkarılacakdır. Karınca gibi, fekat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şiddetli olan Bolis çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmakdan me’yûs oldukları için Bolis denilmişdir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennemdekilerin irinleri verilecekdir) buyuruldu. Medîne vâlîsi olan Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh”, odun demeti taşıyordu. Muhammed bin Ziyâd “rahime-hullahü teâlâ”, bunu tanıyarak, yanındakilere, yol verin, emîr geliyor dedi. Gençler vâlînin böyle tevâdu’una hayret etdiler. Hadîs-i şerîfde, (Önceki ümmetlerde kibr sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yutdu) ve (Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibrsizlik alâmetidir) buyuruldu.
Kibrin başlıca yedi sebebi vardır: İlm, ya’nî din bilgileri, ibâdet, neseb, cemâl, kuvvet, mâl, mevkı’. Bu sıfatlar câhillerde bulununca kibre sebeb olurlar.
İlm kibre sebeb olduğu gibi, kibrin ilâcı da ilmdir. Kibre sebeb olan ilmin ilâcı çok zordur. Çünki ilm, çok kıymetli bir şeydir. Bunun için, ilm sâhibi kendini üstün ve şerefli sanır. Böyle kimsenin ilmine cehl demek dahâ doğru olur. Hakîkî ilm, insana aczini, kusûrunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Hâlıkına karşı korkusunu ve mahlûklara karşı tevâdu’unu artdırır. Kul haklarına ehemmiyyet verir. Böyle ilmi öğretmek ve öğrenmek farzdır. Buna (İlm-i nâfi’) denir. İhlâs ile ibâdet etmeğe sebeb olur. Kibre sebeb olan ilmin ilâcı iki şeyi bilmekle olur. Birincisi, ilmin kıymetli, şerefli olması, sâlih niyyete bağlıdır. Cehâletden ve nefsinin hevâsından kurtulmak için öğrenmek lâzımdır. İmâm olmak, müftî olmak, din adamı tanınmak için öğrenmemek lâzımdır. İkincisi, ilmi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan ilm zararlıdır. Hadîs-i şerîfde, (Allah için olmayan ilmin sâhibi Cehennemde ateşler üzerine oturtulacakdır) buyuruldu. Mâl, mevkı’ ve şöhret için ilm sâhibi olmak böyledir. Dünyâlık ele geçirmek için ilm öğrenmek, ya’nî dîni dünyâya vesîle etmek, altın kaşıkla necâset yimeğe benzer. Dîni dünyâ kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfde, (Din bilgilerini dünyâlık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır) buyuruldu. Fen bilgilerini dünyâ menfe’ati için öğrenmek câizdir. Hattâ lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Bu ümmetin âlimleri iki dürlü olacakdır: Birincileri, ilmleri ile insanlara fâideli olacakdır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvânlar ve havadaki kuşlar düâ edeceklerdir. İlmi başkalarına fâideli olmayan, ilmini dünyâlık ele geçirmek için kullananlara kıyâmetde Cehennem ateşinden yular vurulacakdır) buyuruldu.
Yerde ve gökde bulunan mahlûkların hepsinin tesbîh etdiklerini Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfindeki âlim, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolunda olan, Onun yoluna uyan din âlimi demekdir. İslâmiyyete uyan âlim, etrâfına ziyâ saçan ışık kaynağı gibidir. (Kıyâmet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrâfına toplanıp, sen dünyâda Allahın emrlerini bildirirdin. Niçin bu azâba düşdün derler. Evet, günâhdır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını çekiyorum der) ve (Mi’râc gecesi göğe götürülürken insanlar gördüm. Ateşden makaslarla dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını Cebrâîle sordum. Ümmetinin hatîblerinden, vâizlerinden, kendilerinin yapmadıklarını yapınız diyenlerdir dedi) ve (Cehennem zebânîleri, günâh işliyen hâfızlara, puta tapanlardan dahâ önce azâb yapacaklardır. Çünki bilerek yapılan günâh, bilmiyerek yapılandan dahâ kötüdür) hadîs-i şerîfleri meşhûrdur. Eshâb-ı kirâm çok âlim oldukları için küçük günâhlardan da, büyük günâhlar gibi korkarlardı. Buradaki hâfızlar, Tevrât hâfızları olsa gerekdir. Çünki günâh işleyen müslimânlara kâfirlerden dahâ şiddetli azâb yapılmayacakdır. Yâhud, bu ümmetden olup da, günâhlardan, harâmlardan sakınmağa ehemmiyyet vermeyip, kâfir olan hâfızlardır.

Hadîs-i şerîfde, (Âlimler devlet adamlarına karışmadıkca ve dünyâlık toplamak peşinde olmadıkca, Peygamberlerin emînleridir. Dünyâlık toplamağa başlayınca ve hükûmet adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar) buyuruldu. Emânetcinin kendisine bırakılan mâlları muhâfaza etmekde emîn olması lâzım geldiği gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmakdan muhâfaza etmekde emîn olması lâzımdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kâ’beyi tavâf ediyorken, hangi insan dahâ kötüdür? diye soruldu. (Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür) buyurdu. Çünki âlimler, bilerek günâh işlemekdedir. Îsâ aleyhisselâm, (Kötü âlimler, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni’ olur) dedi. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşde, sağlam, san’at eseridir. İçi ise, pislik doludur. Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine fâideli olmıyan din adamınadır) buyuruldu. Bunun için, münâfıklar, ya’nî müslimân görünen kâfirler, Cehennemin dibine gideceklerdir. Çünki, bunlar işitdikleri, bildikleri hâlde, inâd ederek, kâfir olmuşlardır. İlm sâhibi, ya’nî din bilgilerini öğrenen kimse, yâ sonsuz se’âdete kavuşur, yâhud nihâyetsiz felâkete düçar olur. Hadîs-i şerîfde, (Cehennemde azâb çekenlerden ba’zıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşden dahâ fazla azâb verir. Sen ne günâh işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun denildikde, ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım der) buyuruldu.
Ebûdderdâ “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, (İlmi ile âmil olmıyan din adamına âlim denilmez.) İblîs, bütün dinleri biliyordu. Fekat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında on aded kılınç ve çeşidli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesûr olsa, kendisine hücûm eden arslana karşı kullanmadıkca, bu silâhların fâidesi olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mes’ele öğrense, bunları kullanmadıkca, fâidelerini görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en fâideli ilâcı bulunsa, kullanmadıkca, fâidesini görmez..

(Âhir zemânda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacakdır. Din adamlarının çoğu da fâsık olacakdır) hadîs-i şerîfinde bildirilen fâsık din adamları, dünyâlık ele geçirmek için, hükûmet adamları arasına karışacaklardır. Süfyân-ı Sevrî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, Cehennemde ateşden bir vâdî vardır. Bu vâdîde, hükûmet adamları arasına karışan riyâkâr hâfızlar azâb göreceklerdir. Yine Süfyân diyor ki, ilmde o kadar ilerledim ki, bir âyet-i kerîmeye otuzüç dürlü ma’nâ veriyordum. Sultânın ziyâfetine gitdim. Yidiğim lokmaların te’sîri ile bildiklerimin hepsini unutdum. Muhammed bin Seleme “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, dünyâ menfe’ati için hükûmet adamlarının kapısında bekliyen bir hâfızın hâli, pislik üzerine konmuş olan sineğin hâlinden dahâ kötüdür.

(Allahü teâlânın ihsân etdiği ilmi, insanlara öğretmiyen kimseye, kıyâmet günü ateşden yular bağlanacakdır) hadîs-i şerîfi, yukarıda bildirilmişdi. İlmi, ehlinden saklayan din adamları böyle olacakdır. Nisâ sûresinin, (Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!) meâlindeki beşinci âyet-i kerîmesi, alçaklara, münâfıklara ilm öğretmeyi men’ etmekdedir.
(İslâmiyyet her tarafa yayılacakdır. Hattâ, islâm tâcirleri, ticâret için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaklardır. Sonra, hâfızlar türeyecek, benden dahâ iyi okuyan var mı? Benden dahâ çok bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennemin odunları bunlardır) hadîs-i şerîfinden anlaşılıyor ki, riyâ ile okumaları ve tekebbür etmeleri kendilerini Cehenneme sürükleyecekdir.
Hadîs-i şerîfde, (Âlim olduğunu söyliyen kimse, câhildir) buyuruldu. Her sorulana cevâb veren, her gördüğünden ma’nâ çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, câhilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim olduğu anlaşılır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, en kıymetli yer neresidir, denildikde, (Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim) demişdir. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma sormuş, ondan da, aynı cevâbı almışdır. O da, Allahü teâlâya sormuş, (Mescidler)dir cevâbını almışdır. A’râf sûresinin (Afv et ve ma’rûfu emr et) meâlindeki yüzdoksansekizinci âyet-i kerîmesi gelince, Cebrâîl aleyhisselâmdan bunu açıklamasını istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmişdir. Tekrâr geldiğinde, Allahü teâlâ, (Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsân et! Sana zulm edenleri afv et!) emrini verdi dedi. Şa’bî “rahime-hullahü teâlâ”, kendisine sorulanlardan birini bilmiyorum deyince, sen Irak memleketinin müftîsisin. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsüf “rahime-hullahü teâlâ”, bir sü’âle bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-mâldan ma’âş alıyorsun, hem de cevâb vermiyorsun, dediler. (Beyt-ül-mâldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-mâlda bulunanların hepsi yetişmezdi) dedi. Nefsine uymayan câhil ile arkadaşlık etmek, nefsinin esîri olan din adamı ile arkadaşlık etmekden iyidir. Din adamı olduğu için tekebbür etmek, câhil olmanın alâmetidir. Çünki, ilm, tevâdu’a sebeb olur, kibrden men’ eder.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Tekebbür etmek harâmdır. Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibr ve Kibriyâ sıfatı, ona mahsûsdur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi artdıkca, Allahü teâlâdan korkması artar. Günâh işlemeğe cesâret edemez. Bunun için, Peygamberler “aleyhimüsselâm”, tevâdu’ sâhibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibr ve ucb gibi kötü huylar hiç yokdu.
Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibrli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine karşı tekebbür etmek lâzımdır. Bir âlim, câhili görünce, bu, bilmediği için günâh işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu benden dahâ çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim, demelidir. Kendinden dahâ yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden dahâ çok ibâdet etdi, demelidir. Gençleri görünce, bunların günâhı az, benim günâhlarım çok demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, günâhlarımı biliyorum, onun ne yapdığını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkîr etmek lâzımdır, demelidir. Bir bid’at sâhibini veyâ kâfiri görünce, insanın hâli son nefesde belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak, demeli, bunlara da tekebbür etmemelidir. Fekat, bunları sevmemelidir. Hele, küfrü, bid’ati yaymağa uğraşanlar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine düşmandırlar. Sünnetin nûrlarını söndürmeğe ve bid’ati, dalâleti yaymağa ve Ehl-i sünnet âlimlerini “rahime-hümullahü teâlâ” kötülemeğe ve âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar vererek, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışmakdadırlar.

[Şirketimizin bütün yayınları, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarından terceme edilmişdir. Kendi düşüncelerimiz değildir. Kitâblarımızın hepsinde, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” büyüklüklerini, üstünlüklerini gençlere duyurmağa çalışıyoruz. Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak için, tek çârenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitâblarında gösterilen yol olduğunu bildiriyoruz. Bu se’âdet, kurtuluş yolunu insanlığa tanıtmağa uğraşıyoruz. Buna karşılık, hiçbir dünyâ menfe’ati düşünmiyoruz. Kimseden birşey beklemiyoruz. Bid’at sâhibleri, mezhebsizler, her çeşid islâm düşmanları, kitâblarımızın okunmasını, yayılmasını istemiyebilir. Kitâblarımıza karşı şeytânca iftirâlar yapabilirler. İlm sâhibi olmadıkları için, ilmî bir kusûr bulamıyorlar. Kitâblardan para kazanıyor. Menfe’at sağlıyor da diyemezler. Bu kitâblar bozukdur. Bunları okumayınız diyenler oluyor. Neresi bozuk? Gösterin denildikde, öyle işitdik, öyle imiş diyorlar. Elhamdülillah! Uyanık gençler, bu bölücülere aldanmıyor. Okuyanlar, hep artıyor.]
Bu yıkıcıları, bölücüleri de sevmemelidir. Fekat, insanın kendi günâhlarını unutmaması ve ezelde kendi hakkında nasıl takdîr olunduğunu ve son nefesinin nasıl olacağını düşünmesi lâzımdır. Âhıretde kimin kimden üstün olacağı, dünyâda kesin olarak bilinemez. Çok din adamı, kâfir olarak can vermişdir. Çok kâfirlere de îmân ile can vermek nasîb olmuşdur. Şimdi, kâfire Cehennemlik, kendine Cennetlik diyen kimse, gaybı bildiğini iddiâ etmiş olur. Bu ise, küfrdür. Onun için, kimseye tekebbür etmek câiz değildir.
(Kâfire ve bid’at sâhibine nehy-i münker yapmak, nasîhat vermek lâzımdır. Kendini bunlardan aşağı gören kimse, onlara nasıl nasîhat verebilir? Bundan başka, âdet-i ilâhiyye şöyledir ki, insan nasıl yaşadı ise, öyle can verir. Bunun aksi olmuş ise de, nâdirdir. Hem de, Allahü teâlâ, mü’minleri medh etmekde, îmânsızlardan üstün olduklarını bildirmekdedir) denirse, buna cevâb olarak deriz ki, onları sevmemek lâzım olması, Allahü teâlâ (Sevmeyiniz!) dediği içindir. Onlardan dahâ üstün olduğumuz için değildir. Sultân, küçük oğlunu, hizmetçisi ile bir yere gönderirken, çocuk kabâhat yaparsa, darılmasını, hattâ dövmesini emr eder. Bu da, çocuk kabâhat yapınca, onu döver. Fekat döverken, kendisinin çocukdan dahâ kıymetli olmadığını bilmekdedir. Ona tekebbür edemez. Mü’minin kâfiri sevmemesi, buna benzemekdedir. Allahü teâlâ mü’minlerin, kendilerinin değil, îmânlarının üstün olduğunu bildirdi. Îmân kimde bulunursa, o üstün olur. Sonsuz üstünlük, son nefesde belli olur.
İbâdetin kıymetli olması da, şartlara bağlıdır. Müslimân, (mâ-lâ-ya’nî) ile, ya’nî fâidesiz şeyler ile vakt geçirmez. Hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki, biz, bir harâma düşmek korkusundan dolayı, yetmiş halâli işlemekden sakınırdık. Bunun için, kimse ibâdetine güvenmemelidir. Çok ibâdet yapdığı için tekebbür etmemelidir. İbâdetin kabûl olması için, niyyetin hâlis olması, ya’nî yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılması lâzımdır. Bu ihlâsı elde etmek kolay değildir. Nefsi temizlemek takvâ ile olur. Takvâ, harâmlardan sakınmak demekdir. Nefsi temizlenmeyen kimsenin ibâdetlerini ihlâs ile yapması çok güçdür.

Babaları ile, dedeleri ile övünmek ve tekebbür etmek, câhillik ve ahmaklıkdır. Kabil, Âdem aleyhisselâmın oğlu idi. Ken’an, ya’nî Yâm da, Nûh aleyhisselâmın oğlu idi. Babalarının Peygamber olması, bunları küfrden kurtarmadı. İnsanın övündüğü dedeleri, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların sâlih olmaları ile övünmemeli. Onlar gibi sâlih olmağa, onların yolunda bulunmağa çalışmalıdır.
Kadınların çoğu, güzellikleri ile tekebbür eder. Hâlbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyyet olan şeyle tekebbür etmek, ahmaklıkdır. Zâhirin güzelliği, kalbin güzelliği ile, ya’nî iyi huyla birlikde olunca kıymetlidir. Kalbin temizliği de, Resûlullahın sünnetine uymakla belli olur. İnsanın kalbine, rûhuna, ahlâkına kıymet verilmezse, insanın hayvândan farkı olmaz. Hattâ hayvânlardan aşağı olur. Pislikle dolu, bozulan, parçalanan bir makina olur. Her zemân beslenmesi, temizlenmesi, ta’mîr edilmesi lâzım gelen harâb bir makinaya benzer. Böyle kimseye tekebbür etmek yakışır mı? Bunun ancak tevâdu’ göstermesi lâzım olur.
Genç ve kuvvetli olmakla tekebbür etmek de, câhillikdir. Hayvânların mekanik ve his organlarındaki kuvvetleri, insanlardan katkat fazladır. Hayvânların insanlara tekebbür etmesi lâzım olur. Hep kuvvetli kalacağını, hastalığa, tehlükeye, kazâya yakalanmıyacağını kim iddiâ edebilir? Gençliğinden, gücünden, kuvvetinden, hattâ hareketinden, solumasından ayrılmayan kimse görülmüş müdür? Böyle geçici olan, devâmı çok kısa olan ve hayvânlarla ortaklaşa bulunan şeylerle tekebbür etmek akla uygun olur mu?
Mâl ile, evlâd ile, mevkı’ ile ve rütbe ile tekebbür etmek, insana hiç yakışmaz. Çünki bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmıyan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda dahâ çokdur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mâl, şeref vesîlesi olsaydı, hırsızların, az zemânda bile olsa, şerefli kimseler olmaları lâzım gelirdi.
(Hıkd) da, tekebbüre sebeb olmamalıdır. Hıkd, lügatda kin tutmak, kin beslemek demekdir. Kalbinden düşmanlık beslemekdir. Kendisi ile aynı derecede olan veyâ dahâ üstün olan kimseye kızar. Birşey yapmak elinden gelmediği için, ona tekebbür eder. Tevâdu’ gösterilmesi lâzım olan kimseye tevâdu’ edemez. Onun haklı sözlerini, nasîhatlerini kabûl etmez. Herkese karşı ondan dahâ üstün olduğunu göstermek ister. Ona eziyyet verirse, özr dilemez.
(Hased) de, tekebbüre sebeb olur. Onda bulunan ni’metlerin ondan ayrılarak kendisine gelmesini ister. Onun haklı olan sözlerini ve nasîhatlerini red eder. Ondan birşey sorup öğrenmek istemez. Kendinden yüksek olduğunu bildiği hâlde, ona tekebbür eder.
(Riyâ) da, tekebbür etmeğe sebeb olmakdadır. Riyâ ile, gösteriş yaparak, tanımadığı kimseye, başkalarının yanında tekebbür eder. Yalnız oldukları zemân etmez. Böyle kimselerin tekebbüründen kurtulmak için, âlimlerin vekar sâhibi olmaları, şereflerine uygun elbise giymeleri lâzımdır. Bunun için, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ”, sarığınız büyük olsun ve cübbenizin kol ağzı geniş olsun, buyururdu. İnsanlara va’z ve nasîhat edecek kimselerin yeni, temiz elbise giyerek kendilerine cemâl vermeleri ibâdet olur. Hurmet edilmezlerse, sözleri dinlenmez. Çünki, câhiller, insanın zâhirine bakar. İlminden, ahlâkından anlamazlar.
Çok kimse, kibrli olduğunun farkında değildir. Bunun için, kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır. İçeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını sever. Kendisine hurmet edildiğini anlıyarak, onlara nasîhat vermek istiyen âlimin, kendisi için ayağa kalkıldığını arzû etmesi kibr olmaz. Kendi oturup, başkalarının kendine karşı ayakda durmalarını istemek, tekebbürdür. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, buyurdu ki, (Cehennemlik bir kimse görmek isteyen, kendi oturup başkalarını ayakda durduran kimseye baksın!) Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” her şeyden çok severlerdi. Geldiği zemân ayağa kalkmazlardı. Çünki, ayağa kalkılmasını istemediğini bilirlerdi. Bununla berâber, âlimler gelince, ilmin şerefini göstermek için, ayağa kalkmak lâzımdır. Yahyâ bin Kattân “rahime-hullahü teâlâ”, ikindi nemâzını kıldıkdan sonra, câmi’in minâresine dayanarak oturmuşdu. Yanına zemânın meşhûr âlimlerinden birkaçı geldi. İçlerinde Ahmed bin Hanbel “rahime-hullahü teâlâ” de vardı. Hepsi, ayakda olarak hadîs ilminden sordular. Yahyâ, her birinin cevâbını verdi. Hiçbirine otur demedi. Hiç biri de, oturmağa cesâret edemedi. Konuşmaları akşam nemâzına kadar devâm etdi. Genç olan âlim, yaşlı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe, hocasından evvel söze başlamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Sokakda önünde yürümez. Bir kimse, kendisi için ayağa kalkılmasını sever, fekat bu sevgiden kurtulmak isterse, sevgisi (Meyl-i tabî’î), ya’nî tabî’at îcâbı olur. Yâhud şeytânın vesvesesinden olur. Her ikisi de, günâh değildir. Elinde değildir, irâdesinin dışındadırlar.

Yalnız olarak yürümeyip, arkasından başkalarının da gelmesini istemek, yâhud kendisi hayvân üstünde, talebelerinin yerde gitmelerini sevmek de kibr alâmetidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Medînenin Bakî’ kabristânına gidiyordu. Birkaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak öne geçmelerini emr buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebebi soruldukda, (Ayak sesini işitdim. Kalbime kibrden bir zerre gelmemesi için böyle yapdım) buyurdu. Kendisine kibr gelmez. Eshâbına ders vermek için böyle yapdı. Ebü’dderdâ “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, kibrli kimsenin arkasında yürüyenlerin sayısı artdıkca, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar.
Üzerinde hakkı bulunanları, ya’nî tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibr alâmetidir. Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek tevâdu’ alâmetidir.
Yanına başkasının oturmasını istememek ve hastalarla birlikte oturmamak, evinin işini yapmamak, evine lâzım olan şeyleri satın alıp evine getirmemek ve kullanılmış elbisesini tekrar giymek istememek, hep kibr alâmetidir. İş başında iş elbisesi giymek istememek de, böyledir. Fakîrlerin da’vetine gitmeyip, zenginlerin da’vetine gitmek de tekebbürdür. Akrabâsının ve çocuklarının muhtâc oldukları şeyleri te’mîn etmemek ve doğru sözü kabûl etmeyip münâkaşa etmek, kusûrunu, kabâhatini bildirenlere teşekkür etmemek, herkesin yanında olursa riyâ olur. Hem yalnız iken, hem de başkalarının yanında yaparsa, kibr olur.

Tevâdu’ sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamıyan, hareket edemiyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacakdır. Hayvânlara, böceklere gıdâ olacakdır. İ’dâm odasına sokulmuş olup, i’dâm olunacağı zemânı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çekdiği sıkıntılar gibi dünyâ zındanında, her an ne zemân azâba götürüleceğini beklemekdedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabr azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecekdir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşıyan kimseye tekebbür mü yakışır, tevâdu’ mu? İnsanların yaratıcısı, yetişdiricisi, her an tehlükelerden koruyucusu olan ve kıyâmetde hesâba çekecek, sonsuz azâb yapacak olan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ, (Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu’ edenleri severim) buyuruyor. Âciz, elinden hiçbir şey gelmiyen zevallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu’ üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Dârânî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Bütün insanlar, beni olduğumdan dahâ aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünki, herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden dahâ aşağı olduğumu biliyorum). İnsan, kendini herkesden, hattâ İblîsden, Fir’avndan dahâ aşağı düşünebilir mi? Çünki, bu ikisi [ve Stalin, Mao ve çömezleri gibi islâm ve insanlık düşmanı olan zâlimler] kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık da’vâsı eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkakdır. Allahü teâlâ, bunlara gadab etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüşdür. Bana ise, merhamet etmiş, îmân ve hidâyet ihsân etmişdir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah, yapmadı. Bununla berâber, bu yaşa gelinceye kadar, çok günâh işledim. Kimsenin yapmadığı kötülükleri yapdım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum, diyerek tevâdu’ yapması lâzım geldiğini, kendi kendine anlatmalıdır.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, tevâdu’ üzere olmağı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz!) Zimmî denilen gayr-ı müslim vatandaşlara ve izn ile [pasaport ile] gelmiş olan yabancı tüccârlara, ecnebî iş adamlarına ve turistlere de, tekebbür etmemek lâzım olduğu, bu hadîs-i şerîfden anlaşılmakdadır. Her insana tevâdu’ yapmak lâzım olunca, onlara hıyânet yapmak, incitmek hiç câiz değildir.
[Dâr-ül-harbde bulunan kâfirlerin mallarına, canlarına, ırzlarına, nâmûslarına saldırmak, orada da hırsızlık, çapulculuk yapmak, can yakmak, kâfirlerin de kanûnlarına karşı koymak, idârecilerine hakâret etmek, huzûrsuzluk, karışıklık çıkarmak, vergi kaçakçılığı yapmak, nakl vâsıtalarının ücretlerini ödememek ve islâmın şerefine ve güzel ahlâkına yakışmayan herhangi bir çirkin hareketde bulunmak câiz olmadığı, bu hadîs-i şerîfden ve yukarda yazılı açıklamasından da anlaşılmakdadır. Kâfir memleketlerindeki hıristiyan kanûnlarına karşı gelmemek, onları ülül-emr olarak tanımak demek değildir. Allahü teâlâya isyâna sebeb olacak emrlere karşı gelinmez. Ülül-emrin de, kâfirlerin de, böyle emrlerine karşı isyân edilmez. Hükümete, kanûnlara karşı gelmek, nerde olursa olsun, fitne çıkmasına sebeb olur. Fitneye sebeb olmak harâmdır. Fıkh kitâblarında, ikrâh kısmında ve Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi aleyh”in üçüncü cild, 55. ci mektûbunda, bunun açıklaması mevcûddur. Bir kimse, islâm memleketinde veyâ Dâr-ül-harbde, ya’nî kâfir memleketinde, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bu emrine uymıyarak, kâfirlere karşı da edebsizlik, taşkınlık yaparsa, onların idârelerine, karşı gelerek suç işlerse, günâh işlemiş olacağı gibi, islâmiyyeti ve müslimânları bütün dünyâya karşı barbar olarak tanıtmış olur. İslâmiyyete büyük hıyânet yapmış olur.
Cihâd, (Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker) demekdir. Birincisi, kâfirlere islâmiyyeti tanıtmak, onları küfr felâketinden kurtarmak demekdir. İkincisi, müslimânlara ilm-i hâllerini öğretmek, onların harâm işlemelerine mâni’ olmakdır. Bunların her ikisi de, üç dürlü yapılır. Birincisi, beden ile yapmakdır. Beden ile ya’nî her dürlü harb vâsıtaları ile cihâd yapmak, islâmiyyetden haberleri olmayarak, başkalarından görmekle veyâ zâlimlerin, sömürücülerin baskıları ve işkenceleri ve aldatmaları ile küfre sürüklenmiş olan zevallılara islâmiyyeti bildirmeğe engel olan diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harb vâsıtaları ile dövüşerek, bu zâlim diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok edilerek, bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zevallı milletler esâretden, kölelikden kurtarılır. Bunlara islâmiyyet öğretilerek, seve seve müslimân olmaları teklîf olunur. Kabûl etmezlerse, müslimânlarla birlikde islâm dîninin âdil, hürriyyetci ve eşitlik emr eden emrleri altında, müslimânlarla aynı haklara mâlik olarak ve kendi dinlerinin îcâblarını ve ibâdetlerini serbestce yapmak sûretiyle yaşamalarına izn verilir. Bu silâhlı cihâdı, muhârebeyi yalnız devlet yapar. Ya’nî devletin ordusu, savunma kuvvetleri yapar.
Devletin emri, bilgisi, izni olmadan hiçbir müslimânın kâfirlere saldırması, eşkiyâlık yapması câiz değildir. Devletin sulh yapdığı kâfirlerden birini öldüren müslimânı, islâm dîni en ağır cezâya çarpdırmakdadır. Görülüyor ki, islâm dîninde, cihâd demek, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara islâmiyyeti tanıtarak, kendiliklerinden seve seve müslimân olmalarına çalışmak demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve hakîkî müslimân olan islâm devletleri, meselâ Osmânlılar, hep böyle cihâd etdiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara islâmiyyetin ulaşdırılmasına, tanıtılmasına mâni’ olan, islâm düşmanı, kâfir diktatörlerle, emperyalistlerle ve müslimân ismini taşıyan bid’at sâhibi bölücülerle harb ederek, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok etdiler. Bu işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak hürriyyete kavuşdurdular. Onlara islâmiyyeti öğretip, kendiliklerinden seve seve hakîkî müslimân olmalarına, ebedî se’âdete kavuşmalarına sebeb oldular.
İslâm devletinin, islâm ordusunun, ikinci vazîfesi müslimânları ve islâm dînini yok etmek için, islâm memleketlerine saldıran kâfirlere ve sapık inançlı bölücülere karşı cihâd ederek, müslimânları ve islâm dînini korumakdır. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harb silâhlarını araşdırıp, öğrenip, bunların hepsini, sulh zemânında yapmalarını emr ediyor. [Bunları yapmıyan bir hükümet, şerî’ate uymamış olur. Düşmanların hücûmlarına cevâb veremeyip, milyonlarca müslimânın şehîd olmasına ve islâmiyyetin za’îflemesine sebeb olur.]
İslâm cihâdının ikinci şekli, her dürlü neşr vâsıtası ile islâmiyyeti insanlara yaymak, duyurmakdır. Bu cihâdı, islâm âlimleri yapar ve islâm devletinin yardımı ve kontrolü ile yapılır. Asrımızda islâm düşmanı olan kâfirler, misyonerler, masonlar, komünistler ve mezhebsizler, her dürlü neşr organları ile islâmiyyete saldırıyorlar. Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hattâ câhil müslimânları aldatarak, islâm dînini yok etmeğe çalışıyorlar. Şimdi, hıristiyanların, onbir süâl uydurarak, bütün islâm memleketlerine götürdüklerini 1992 senesinde haber aldık. Bengladeşdeki islâm âlimleri, bunlara cevâb yazarak, papazları rezîl etmişlerdir. İstanbuldaki (Hakîkat Kitâbevi), bu cevâbları, (El-Ekâzîb-ül-cedîde-tül-hıristiyaniyye) ismi altında, (Essırât-ul-müstekîm) kitâbına ilâve ederek, bütün dünyâya göndermekdedir.(Kâdiyânî), ya’nî ahmedîler ve (Behâîler) ve (Mevdûdîciler) ve (Teblîg-ı cemâ’atcılar) ve (Selefîciler), (Mezhebsizler) ve (Vehhâbîler), Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk ma’nâlar çıkararak, islâmın doğru yolundan ayrılıyorlar. Bu sapıkların taşkınlık yapanları kâfir oluyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile, kitâblar, mecmû’alar, risâleler çıkararak ve radyolarla bozuk inanışlarını yayıyorlar. Bunu yapmak için milyonlar sarf ediyorlar. Bir yandan, (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denilen hakîkî müslimânları aldatarak islâmiyyeti içerden yıkıyorlar. Diğer tarafdan da, islâmiyyeti bütün dünyâya yanlış olarak tanıtıyorlar. Müslimân olmak isteyen yabancılar, bu çeşidli propagandalar karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yâ, müslimân olmakdan vazgeçiyorlar, yâhud yanlış, bozuk bir yola girerek, müslimân olduklarını sanıyorlar.

İslâmın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakîkî müslimânlığı ya’nî Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yolunu, neşr vâsıtaları ile bütün dünyâya yaymaları, günümüzün en kıymetli cihâdıdır.
Cihâdın üçüncü kısmı, düâ ile yapılan cihâddır. Bütün müslimânların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihâdı yapmamak, büyük günâh olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci kısmlarını yapanlara düâ etmekle olur. Leşker-i gazâ, leşker-i düânın yardımına muhtâcdır. İhlâs ile yapılan düâ muhakkak kabûl olur.

Cihâdın yukarda yazılı üç kısmını da, Allahü teâlânın yardımına güvenerek ve dînine uyarak yapanlara, Allahü teâlâ muhakkak yardım eder. Cihâda hâzırlanmayıp, lâzım olan en yeni silâhları, kuvvetleri önceden te’mîn etmeyip, çalışmadan, birbirimizle sevişmeden oturduğumuz yerde yapılan düâları Allahü teâlâ kabûl etmez. Düânın kabûl olması için, önce sebeblerine yapışmak lâzımdır. Tevekkül de böyledir. Cihâdda muvaffak olmak için, islâmiyyete uymak lâzım olduğunu bildirdik. İslâmiyyet, cihâda önceden hâzırlanmağı emr ediyor. Cihâdın birinci kısmını yapabilmek için, en modern harb vâsıtalarının her çeşidini önceden hâzırlamak ve bunların kullanılmasını öğrenmek ve kumandana, hükümete tâbi’ olmak, bölücülük yapmamak lâzımdır. Kuvvet komutanlıklarının vakflarına her müslimânın elinden geldiği kadar çok para hediyye etmeleri lâzımdır. Cihâdın ikinci kısmını yapan Ehl-i sünnet âlimlerine ve bunları besleyen vakflara, kuruluşlara da yardım etmek, mal ile cihâd etmek olur. Beden ile ve mâl ile, para ile cihâd edenlere, Allahü teâlâ kıyâmetde Cenneti va’d ediyor. Alî Muhammed Belhî, h.1411 baskılı, fârisî (Müftiy-yi mücâhid) kitâbında cihâdı uzun anlatmakdadır.]
Hadîs-i şerîfde, (Ni’mete kavuşmuş olanlardan, tevâzu’ gösterenlere ve kendilerini kusûrlu bilenlere ve halâldan kazanıp, hayrlı yerde sarf edenlere ve fıkh bilgileri ile hikmeti ya’nî tesavvufu birleşdirenlere ve halâla harâma dikkat edenlere ve fakîrlere merhamet edenlere ve işlerini Allah rızâsı için yapanlara ve huyu güzel olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve ilmi ile amel edenlere ve mâlının fazlasını dağıtıp, lâfının fazlasını saklayanlara müjdeler olsun) buyuruldu.



Alay etmek için ve münâfıklık yaparak, riyâ yaparak, mâla, mevkı’e kavuşmak için yâhud korkduğu için yapılan tevâdu’ da, kötü huydur. Bu kötü huydan kurtulmak için, buna sebeb olan kötülüklerden kurtulmak lâzımdır. Böyle kötü sebeblerden kurtulan kimsenin tevâdu’u, güzel huy olur.
 
Üst Alt