Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kendi Elleriyle Yonttuklarına Tapanlar

Granma

New member
Katılım
31 Eki 2012
Mesajlar
41
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Saffât; 95: “ Dedi: Kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı ibadet ediyorsunuz?”( Gâle e ta’budûne mâ tenhitûn?)

Yazının başlığı görüldüğü Hz. İbrahim’in bu sorusundan alınma.

Ama ne soru?

“İbrahim’in soruları” arasında en sarsıcı olanlarından birisi daha…

Malum, Hz. İbrahim’e sağlığında üç beş kişi bile inanmamıştı. Ama öyle sorular sormuş, öyle sorgulamalar yapmıştı ki açtığı çığır imparatorlukları çatırdatmış, kâşaneleri yıkmıştı…

Ayette geçen “tenhît” bir şeyi yontmak, elleriyle içini oymak demek. Örneğin Arab heykeltıraşa bu kökten “tenhitu’l-temâsil” demiş… Yani resimleri/temsilleri elleriyle oyan, yontan, şekil veren…

***

Kur’an bu kelimeyi birkaç yerde daha kullanıyor, bakın nerelerde:

“Âd kavminin ardından yeryüzüne sizi yerleştirdi. Düzlüklerinde saraylar, dağlarında evler (köşkler) yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetine düşünün de yeryüzünü talan etmeyin.” (A’raf; 74).

“Siz burada rahat ve lüks içinde yaşayacağınızı mı sanıyorsunuz? Böyle bahçeler, çeşme başları, salkım, salkım hurmalar ve ekinler içinde? Dağları yontup saray yavrusu evler (köşkler) yapıyorsunuz. Allah’tan sakının ve sözümü dinleyin. Haddi aşanların, yeryüzünü talan edenlerin peşinden gitmeyin.” (Şuâra; 146-153).

Görüldüğü gibi, bu sözler, Âd kavminin ardından yeryüzünde (ortadoğuda) kök salan Semud kavminin “zenginlikten şımarmış ileri gelenlerine” Hz. Sâlih tarafından söylenmekte.

Onlar yeryüzünün ovalarında saraylar, dağlarında köşkler yapmış, rahat ve lüks içinde yaşayan, geniş bahçelerde, çeşme başlarında, salkım salkım hurmalar ve çiftlikler içinde, korunaklı saraylar/duvarlar (burç/burj/burjuvazi?) içinde yaşamaktaydılar. Allah’tan (halktan) bîhaberdiler. Dışarıda ne olup bittiğinden haberleri yoktu. Kendi elleriyle yontukları sarayların etrafına, yine kendi elleriyle yontukları korunaklı duvarlar örmüşlerdi. Gayet âsude bir hayat sürüyorlardı. Üstelik bütün bunları yeryüzünü talan etme pahasına yapıyorlardı.

Hz. Salih onlara “Allah’ın devesine (yeryüzüne/kamuya/ortak olana)dokunmayın!” dedi.(bkz. ‘Allah’ın devesine dokunmayın’ başlıkla makale).

Şuâra suresinde Sâlih’in dilinden Semud’un anlatıldığı bu bölümün hemen öncesinde de Hûd’un dilinden Âd kavmi anlatılır. Tema yine aynıdır:

“Ne kadar güçlü ve zengin olduğunuz görünsün diye dağa taşa binalar yaparak gönül mü eğlendiriyorsunuz? İçinde ebedi kalacakmış gibi villalar, kâşaneler dikiyorsunuz. Önünüze gelene merhametsiz zorbalar gibi saldırıyorsunuz. Allah’tan sakının ve sözümü dinleyin.” (Şuâra; 128-132).

Bundan önce de Nuh’un dilinden kavmin “bahçe, çiftlik, yontulmuş saray ve köşk sahipleri” şöyledemektedir: “Toplumun en aşağı tabakasının sana uyduğunu göre göre sana inanmamızı mı bekliyorsun?” (Şuâra; 111).

Bundan önce de İbrahim anlatılmakta ve o ünlü sorusu yer almakta: “Siz neye tapınıp duruyorsunuz?” (Şuâra; 70).

Buraya bir mim koyalım. Yontularak yapılan köşklerin, sarayların, bahçelerin, hurmalıkların, ekinlerin vs. “put” haline dönüştüğü yer burasıdır çünkü.

İnsanlar kendi elleriyle yontuklarını (saray, servet, köşk, bahçe, çiftlik, iktidar, güç, otorite vs.) yegâne amaç ve varlık gayesi haline getirince, bunlar üzerinden ve bunlara dayanarak sınıflaşma, tekelleşme, hiyerarşi ve hegemonya üretilmeye başlanınca ve her biri bir temâsil/heykel şeklinde ifade edilmeye başlanınca birer put oluyorlar.

İbrahim’in “Neye tapıyorsunuz, kendi yonttuklarınıza mı? sorusuna, “Putlara(esnâm) tapıyoruz, onların başında dikilmeye de devam edeceğiz.” (Şuâra; 71) şeklinde verilen cevapta geçen “putların” (esnâm) altında neyin yattığını anlamak istiyorsanız Şuâra suresinin İbrahim’den sonra gelen Nuh, Ad ve Semud bölümlerini (Şuara; 69-159) yeniden okuyun. Yukarıda özetleyerek verdim.

Surenin esas mesajı Mekke’nin “ovalarda saray, dağlarda köşk yontanlarına”yönelik. Türkçede “yazları sayfiyelerde, kışları köşklerde” dediğimiz şey. Tabi Mekke üzerinden günümüzün sayfiye, köşk ve kâşane sahiplerine yönelik…

Kur’an’ın konuları birbirine bağlayarak devam eden bilinçli akışını burada kesip, işi iyice tefsire dökmeden konuyu güncelleştirerek devam edelim…

***

“Kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapmak” ne demektir?

Ali Şeriatî “put”u şöyle tarif eder: Allah’a kendi koyduğun (yonttuğun) kurallarla ibadet edersen O’nu kendi putun yaparsın!

Demek “Allah” bizim için put olabilir.

Allah’a nasıl ibadet edileceğinin kurallarını sen kendin koyduğun zaman “Allah”adında bir puta tapmış olursun. O Kur’an’daki Allah olmaz.

Çünkü Allah ile diyaloğa girmiyorsun. Kuralları tek yanlı olarak sen koyuyorsun. Allah’ı “susan Tanrı” yapıyorsun. Kuralları sen kendin koyuyorsun (yontuyorsun), sonra dönüp kendi kurallarınla O’na tapınıyorsun, işte bu puttur.

Oysa Allah insanları zaten kendi uyduğu kurallara çağırıyor; gelin benim uyduğum, kendime farz kıldığım şeylere siz de uyun diyor.(bkz. ‘İlkeli Allah, ilkeli peygamber’başlıklı makale).

Keza “Kur’an” da bizim için put olabilir.

Kur’an’a hangi gözle bakacağının kuralını/ölçüsünü sen kendin koyduğun (yonttuğun) zaman onu da put yapmış olursun. Peki, bizim değil; onun bakmamızı istediği yerin ne olduğunu nereden bileceğiz?

Ben bunun, daha kapaktaki isimde verildiğini düşünüyorum: Kur’an-ı Kerim! (bk. ‘Kur’an’ı , kerim gözle oku’ başlıklı makale).

Şu halde Kur’an’a, “kerim” gözle bakmayan tüm okumalar, onu put haline getirebilir.

Kendine bir bakış/ölçü/göz belirlersin (yontarsın). Örneğin Kur’an’da ‘bilim’ ararsın, ‘şifre’ kovalarsın, ‘ezber’den başka bir şeyi ile ilgilenmezsin, ‘şifa’ niyetine okuyup üfürme aracı yaparsın vs.

Bunlar Kur’an’ı ‘kerim’ gözle okumalar olmayıp, Kur’an’ı okuyanın putu haline getirebilir.

Bu nedenle artık “Kur’an okuyalım, Kur’an’a dönelim” çağrılarının önemi kalmamıştır. Artık esas mesele “Kur’an’ı hangi gözle okuyacağımız” dır. Bunun, çok daha önemli olduğunu düşünmekteyim. (bkz. ‘Hangi Kur’an’ başlıklı makale).

Kerem, malum karşılıksız verme/cömertlik ve bundan kaynaklananasâlet/şeref/onur demektir. Paylaşımın, bölüşümün, diğergâmlığın, kardeşliğin, dostluğun, ötekiciliğin tüm kuralları buradan çıkar. Kur’an’ı bu gözle okumadığınız zaman, onun ayetlerinin derûnunda yatan ruhun ne olduğunu anlayamazsınız. Bu nedenle Kur’an’ı kendi ellerimizle yonttuğumuz kurallara göre değil; onun koyduğu kurallara göre okumalıyız. Bunun için de önce kapaktaki isme bakmalıyız; Kur’an-ı Kerim… Bu şu demek: Ey okuyucu! Eline aldığın bu Kitab’ı ‘Kerim’ gözle okursan derinliklerime girebilirsin! Aksi halde bardağı dışarıdan yalar ama suyumu içemezsin!

Keza “Peygamber” de put olabilir.

Peygambere “Kuru hurma yiyen bir kadının oğlu” olarak bakmaz, onu yiyen, içen, düşen, kalkan, evlenen, savaşan Allah’ın kulu ve elçisi, bir beşer olarak değil; sihirbaz, kâhin, mecnûn, şâir olarak görürsen ve çarşılarda değil; harikalar diyarında dolandırırsan, kendi ellerinle yonttuğun bir peygambere tapmış, kurgusal bir Muhammed yaratmış olursun.

Böylesi bir peygamber, Allah’ın kitabında özelliklerini anlattığı, ona nasıl, nereden ve“hangi gözle” bakmamız gerektiğini açıkça gösterdiği (Resûl-ü Ekrem/Kerim Elçi) değildir artık. Bilakis artık o, tarihte bu özellikleri ile yaşamış gerçek bir kişilik değil; senin kendi ellerinle yonttuğun, özelliklerini (nasıl birisi olduğunu) kendin kurguladığın muhayyel bir puttur. Ve sen artık “kerim elçiye” tabi olmuyor, kendi kurguna tapınıyorsundur. (bkz. ‘Hanginiz Muhammed’ başlıklı makale).

Kur’an kendine nasıl “kerim” demişse, elçisine de “kerim” diyor. Bunlar Kitab’a ve Peygamber’e “ne gözle” bakacağımızın göstergesidirler, boşuna söylenmiyor.

Bu durum (kurgulama/yontma) sadece peygamberler için geçerli değildir. Tarihin tüm geçmişte yaşamış simaları; liderler, bilgeler, filozoflar, ulusal kahramanlar vs. hepsi için geçerlidir.

***

Kendi ellerimizle yonttuklarımız, sadece Allah, Kitap ve Peygamber anlayışında olmaz.

Çevremiz kendi ellerimizle yonttuklarımızla doludur.

Hayatımız kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapmakla geçiyor.

İnsanoğlunun kendi elleriyle yontarak yaptığı en büyük icadı hiç şüphesiz “mamon”(para) dır. Yontulduğu günden beri kendisine perestij edilmekte ve gelmiş geçmiş en büyük “yonut” olma özelliğini sürdürmektedir. En parlak çağları hiç şüphesiz içinde yaşadığımız kapitalizm çağıdır.

Ruhlara öylesine nüfuz etmiş ki insanlar onsuz bir hayat düşünemiyor. Şu gök kubbe altında “Tanrı öldü” diye bile ses duyuluyor ve fakat “Mamon öldü” diye bir fısıltı bile duyulmuyor. İnsanlar önce ruhlarından esir alınmış, mamonun boyunduruğu altına girmiş durumda.

Oysa mamonsuz bir dünya mümkündür. Ruhları buna inanabilecek kadar özgür ve güçlü olmayanlar için söyleyelim, en azından, tanrı olmaktan; tapınma nesnesi bir yonut (put) olmaktan çıkacağı bir dünya mümkündür.

Kendi ellerimizle yonttuklarımız sadece mamon da değildir.

Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz “başarı”ya tapar. Öyle ki o noktaya “dişimizle tırnağımızla kazıyarak” (yontarak) gelmişizdir. Bu nedenle de tapınılmaya layıktır.

Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “bahçelere, saraylara, köşklere” tapar. Öyle ki onlar ne kadar güçlü olduğumuzun göstergesidirler ve “yıkılmayacak bir mülkün” abideleri olarak bize korkulardan emin, güven dolu bir gelecek vadederler. Onlara baktıkça içimiz huzurla dolar, ruhumuz secdelere kapanır.

Kendi ellerimizle yonttuğumuz evlerin mobilyasına, arabaların kaportasına rukû ile yaklaşır, başköşelere oturturuz. “Şehrin tapınaklarına” (AVM’ler) mabede gider gibi huşû içinde gideriz. Alışverişte aldıklarımızı eşyada ruh gören ilkel dinler gibi sever, okşarız. Bir tür modern animizmdir bizimki. Dünya malını çok sever, eşyaya tapınırız. Kendi ellerimizle yonttuklarımızdan haz alırız. Haz aldıkça da onun kölesi oluruz. Esaret bile değildir bizimki. Çünkü esaret bedende olur, asıl kölelik ruhtadır.

Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz “iktidara, devlete” tapar. Öyle ki yönetirken ve emrederken şehvet hazzı tadarız. Yaptığımız devrimler, kurduğumuz düzenler, çıkardığımız kanunlar bize hegemonya hazzı tattırdığı için, hem kimseyle paylaşmak istemez hem de sonuçta bunların insan için olduğunu, eskidiğini, zamanla değiştirilmesi gerektiğini söyleyenleri mahkum ederiz, asarız, öldürürüz.

Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz (edindiğimiz) “bilgiye” tapar. Öyle ki “Bu servet bana bendeki bilgi sayesinde verildi” deriz. Bilgi bize “yıkılmayacak bir mülkün” yolunu açtığı için onu elde eder ve kimseyle paylaşmak istemeyiz. Kulak hırsızlığı veya büyücülük yoluyla da olsa mutlak suretle onu ele geçirmek isteriz. İnsanlara “yılan” göstererek mutlak bilginin bizde olduğunu, karşı konulmaz bir gücün sahibi olduğumuzu hissettirir ve “itaat” isteriz. Bir Musa çıkıp dümenimizi bozunca onu asla affetmez, boğmak isteriz.

Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz “partilere, örgütlere, cemaatlere” tapar. Öyle ki örgütlenerek, örgütlenemeyenleri çaresiz bırakmak, esir almak isteriz. Bunları yüce amaçlar uğruna kendi ellerimizle yontarız (kurarız), sonra yonttuğumuzu amaç haline getirir, yontu (parti, örgüt, cemaat) zindanının müebbet mahkumu oluruz. Bunlarla asıl büyük cemaatten (halk, kitle, ma’şeri vicdan) kopar, ona tepeden bakarız.

Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz “kariyere ve konfora” tapar. Öyle ki oraya çok uzun yıllar bekleyerek gelmişizdir. Artık bizim için korku yoktur, tasa da geride kalmıştır. Asude fanusların içinde mutluyuzdur. Artık ne pahasına olursa olsun onu korumaya yönelir bütün eski fotoğrafları yakarız. Böylece bulunduğumuz yerin biçimini alır ve con-form oluruz. Artık her şekle girmeye hazırızdır yeter ki elimizden gitmesin.

Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz “eserlere” tapar. Öyle ki eserimizin esiri olur, onu aşamayız. Bu kimimiz için bir meslek, kimimiz için yazarlık, kimimiz için yönetmenlik, kimimiz için müzisyenlik, kimimiz için ressamlık, kimimiz için akademisyenlik, kimimiz için askerlik vs. olabilir. İnsanın eseri (rütbesi) de kendi yonttuğudur ve tapınç nesnesi haline gelebilir…

***

Demek ki Allah kulu, kul Allah’ı ile; peygamber ümmeti, ümmet peygamberi ile; kitap okuyucusu, okuyucu kitabı ile; iktidar halkı, halk iktidarı ile; karı kocası, koca karısı ile; öğretmen öğrencisi, öğrencisi öğretmeni ile; şeyh muridi, mürid şeyhi ile; teşkilat mensubu, mensubu teşkilatı ile velhasıl iki şeyden birisi diğeri ile tek yanlı, kuralını kendisi koyarak (kendi elleri ile yontarak), muhatabını hiç dinlemeden, dikkate almadan, gözetmeden ilişkiye giriyorsa, bu ilişki biçimi hegomoniktir.

Orada diyalog yok, monolog vardır. Konuşamayan, karşılık veremeyen, dilsiz bir put vardır orada. Zaten put da budur; diyaloğa girilemeyen…

Velhasıl, daha hangisini sayayım, ömrümüz kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapınmakla geçiyor.

Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “servete” tapınıyor.

Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “devlete” tapınıyor.

Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “şöhrete” tapınıyor.

Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “şehvete” tapınıyor.

Bütün bunlar ancak saf bir yürek temizliği (ihlâs) içindeki “özgür ve yüce ruhları”teslim alamaz. Sadece özgür ve yüce ruhlar kendi elleriyle yonttuklarına tapmazlar. Çünkü yalnızca onlar hayır () diyebilme cesaret, kabiliyet ve imanına sahiptirler…

En büyük eşitleyici ilke olarak ölüm, her daim bize, kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapmamamız gerektiğini öğretir durur. Çünkü mezara bunların hiç birisini götüremeyiz. Bilakis kendi ellerimizle yonttuğumuz mezarın içine konuluruz.

Ve orada bir ses şöyle der: Yâ Sin! (Ey İnsan!) Hayatın kendi ellerinle yonttuklarına tapmakla geçti. Ve şimdi onların hiçbirisini yanında getiremedin. Nerede yonttukların? Sana demedim mi eline geçenle (yonttuğunla) şımarma, eline geçmeyenle (yontamadığınla) üzülme diye. Bugün yonttuklarının seni kurtaramayacağı, yontmak isteyip de yontamadıklarının da sana hiçbir fayda vermeyeceği gündür!

O gün gelmeden önce kendi ellerinizle yonttuklarınıza tapmaktan vazgeçin.

Neye hayır () diyemiyorsanız o sizin ilâhınızdır.

Elinize geçenden (yonttuklarınızdan) dolayı şımarmayın, elinize geçmeyenden (yontamadıklarınızdan) dolayı da üzülmeyin.

Yontulara bağlı yaşamaktan kurtulun, özgür olun.

“İnsan” hiç kendi yonttuklarının önünde eğilir mi?

‘Kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz?’
 
Üst Alt