seyfullah putkýran
New member
- Katılım
- 30 Eyl 2005
- Mesajlar
- 5,807
- Tepkime puanı
- 205
- Puanları
- 0
- Yaş
- 40
- Konum
- Ruhlar Aleminden
- Web sitesi
- www.tevhidyolu.net
Kâlû-belâ ne demektir?
Bu sözler, Yaradanın yaratdıklarıyla; hususiyle insanla olan mukâvelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukâvelede: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorulur. Karşılığında da: "Evet, Rabbimizsin" cevabı alınır.
Bu meselenin iki yönü vardır: 1- Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur? 2- Ne zaman sorulmuştur?
Birinci şık itibariyle, birkaç mülâhaza arzedilebilir.
1- İnsan henüz hiçbir şey değilken "var olma" emrini alması ve onun da bu emre, "evet" demesi ki; tekvînî mâhiyetde bir soru-cevab ve bir mukâvele sayılır.
2- İnsan atomlar âleminde, hattâ bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibâret iken, herşeyi bir kemâle doğru sevkedip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikâmetde onlardan bir söz ve mîsâk almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatının çok üstünde, Kaf dağından ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin "varetme" teklifine "evet" demesinden ibâret sayılabilir.
Bu iki şekilde cereyan eden "soru-cevap" veya "teklif ve kabûl" söz ve beyânla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukâveleye istiâre-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukâvele nazariyle bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevab verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabûl edilmiş; yoksa, beyânla ve yazışma ile yapılmış bir akid değildir.
Aslında, binbir çeşit hitab ve binbir çeşit cevab sahibi Rabbin, "hitab ve cevab" indeksini (fihristini) nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüfden sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.
3. Bu türlü bir ikrar isteği ve şehâdetde bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka birşey olmadığını anlamasından ibâret, bir nefis ma'rifeti, bir "Nefsini bilen Rabbini bilir" hakîkatını temsil; bir mâhiyet âyinesiiıi seyre koyulma ve bu yolla şuûruna akseden rengârenk hakîkatların petekleşmesine şâhid olma ve bu şehâdeti ilân etmekdir. Ne var ki, bu îcâb ve kabûl; Bu söz verip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok îkaz ve tenbihlerte duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşâdın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.
İnsana emânet edilen nefis veya benlik "ego", Yaratıcı'nın yüce varlığını bilmek ve îtiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gâyesi de bu bilme ve îtirafdan ibarettir. Binâenaleyh, insan, varlığıyla O'nun varlığını, sıfatıyla O'nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O'nun kemâlini, ihtiyaçlarıyla O'nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O'nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüb eden idrâk ve irfan ise, her varlıkda onun varlığını; her ziyâda O'nun nurunu hissetiği yüce Yaratıcı'yı, ilân ve i'tiraftır. Bu ise "elestü" ve "belâ" mukâvelesi demekdir.
Bu sözleşme, kudret ve irâdenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisat satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir "icâb ve kabûl" gibidir.
4. Bu sözleşme ve sözleşme içindeki suâl-cevab, cismâniyâta göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (C.C) bütün varlıklara, kendi mâhiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkatdan yükselen sesleri, sadâları dinler.. anlar ve yerine göre onları is'âf eder, yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehcelerle merâmını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (C.C), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehcelerle, onlara emirler verir, hrkikatları anlatır; insan ve kâinatı şerheder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukâvelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi "kelâm-ı lâfzi ' cümlesindendir. Bir de. bize göre kelâm ve beyân olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitab tarzına kadar, Hakk'ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, "Kelâm-ı nefsi" nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.
Allah'ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dâirede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dâirenin "alma-verme" keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dâirelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka dâireye göre ne duymak, ne de tesbit etmek mümkün değildir.
Aslında bizlerin, herşeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira, bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda bir kaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nisbeten hiç hükmündedir.
Bu îtibarla, Cenab-ı Hakk'ın zerrelerle konuşması; sistemlere emirler vermesi; terkibler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tesbit edilmesi mümkün olmayacaktır.
Allah (C.C) zerrelerle mukâvele yapacak, moleküllerle mukâvele yapacak, hücrelerle mukâvele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukâvele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tesbit edemeyeceğiz.
Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhda bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa...
İnsan ruhu, müstakil bir varlıkdır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vüzûha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzûu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı... Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzû teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzûumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.
Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zamanüstü mâhiyete sahib bulunduğundan, mîsâkla alâkalı icâb ve kabûl onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız katiyyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekiIde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhâbere te'min edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, Sovyetler Birliği'nde dahi -materyalist bir dünya olması itibariyle çok ma'nidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabûl ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitâbetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev'i şahsına mahsus (orijinal) tedâileriyle (çağrışım) ortaya çıkacaktır.
Binâenaleyh, "elest" bezminde de ruhlar Rab'le mukâveleye çağrıldılar. Cismâniyet berzâhı arada olmadığı için, herşeyi ayan beyan gördüler ve "evet" diyerek böyle bir mukâveleye imza attılar. Ancak günümüzde çokca bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmamıştı. Aslında, Kant'ın; yaratıcıyı tarif istikametinde yazılan bütün kitabları arkaya atarak, Bergson'un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitab da işte bu idi... Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama laboratuarları tesis edilecek ve şuûra akseden indeksde hakikat'ın çehresi görülmeye çalışılacak...
Bu kitab başlı başına yüce hakikatın en yanılmaz şâhidi ve mukaveleye imza atan âkiddir ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.
Şayet kafalar şartlanmışlıkdan arınabilseydi, insan, vicdanının bu ilk mîsâka "evet" dediğini duyacak ve görecekdi. Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksad da budur: Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacak... Bu yolla kalbin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç-müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridatı, hiçbir kitabda görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitabların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen ve kendini aşamayanlar ise, bundan hiçbir zaman, hiç bir şey anlayamayacaklardır.
Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne. Acaba bu mukâvele ne zaman yapıldı? Hemen arzedeyim ki; bu mevzûda, âyet ve hadis olarak birşeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bir kısım tefsirciler'in, bir kısım beyanlarından bahsetmek mümkündür.
Bu îcâb ve kabûl, spermin dölyatağına seyahâtı esnasında olmuşdur. Ceninin insan şeklini iktisab ettiği zaman olmuşdur. Veyahud, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur... ilh.
Bütün mütâlâaların kendilerine göre müdâfaa yol ve usûlleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususu râcih kılacak ciddi bir sebep göstermek de bir hayli zordur.
Bu misâk ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münâsebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen her hangi bir devrede de olabilir...
Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (C.C) bütün bu devrelerin hepsinde de, bu misâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehâdetine muttali bulunmaktayız.
Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücud, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sâdık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor, duyduğu acı ve ıstırablar için inliyor;verdiği sözde sâdık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mes'ud ve tâlihli sayıyor; hâ(ini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.
En yüce hakikata pırıl pırıl bir ayna olan gönül, ne zengin bir kütübhâne, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âlî bir mahfazadır ama; ondan anlayan mütâlâacının nazarında!..
Bu sözler, Yaradanın yaratdıklarıyla; hususiyle insanla olan mukâvelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukâvelede: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorulur. Karşılığında da: "Evet, Rabbimizsin" cevabı alınır.
Bu meselenin iki yönü vardır: 1- Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur? 2- Ne zaman sorulmuştur?
Birinci şık itibariyle, birkaç mülâhaza arzedilebilir.
1- İnsan henüz hiçbir şey değilken "var olma" emrini alması ve onun da bu emre, "evet" demesi ki; tekvînî mâhiyetde bir soru-cevab ve bir mukâvele sayılır.
2- İnsan atomlar âleminde, hattâ bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibâret iken, herşeyi bir kemâle doğru sevkedip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikâmetde onlardan bir söz ve mîsâk almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatının çok üstünde, Kaf dağından ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin "varetme" teklifine "evet" demesinden ibâret sayılabilir.
Bu iki şekilde cereyan eden "soru-cevap" veya "teklif ve kabûl" söz ve beyânla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukâveleye istiâre-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukâvele nazariyle bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevab verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabûl edilmiş; yoksa, beyânla ve yazışma ile yapılmış bir akid değildir.
Aslında, binbir çeşit hitab ve binbir çeşit cevab sahibi Rabbin, "hitab ve cevab" indeksini (fihristini) nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüfden sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.
3. Bu türlü bir ikrar isteği ve şehâdetde bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka birşey olmadığını anlamasından ibâret, bir nefis ma'rifeti, bir "Nefsini bilen Rabbini bilir" hakîkatını temsil; bir mâhiyet âyinesiiıi seyre koyulma ve bu yolla şuûruna akseden rengârenk hakîkatların petekleşmesine şâhid olma ve bu şehâdeti ilân etmekdir. Ne var ki, bu îcâb ve kabûl; Bu söz verip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok îkaz ve tenbihlerte duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşâdın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.
İnsana emânet edilen nefis veya benlik "ego", Yaratıcı'nın yüce varlığını bilmek ve îtiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gâyesi de bu bilme ve îtirafdan ibarettir. Binâenaleyh, insan, varlığıyla O'nun varlığını, sıfatıyla O'nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O'nun kemâlini, ihtiyaçlarıyla O'nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O'nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüb eden idrâk ve irfan ise, her varlıkda onun varlığını; her ziyâda O'nun nurunu hissetiği yüce Yaratıcı'yı, ilân ve i'tiraftır. Bu ise "elestü" ve "belâ" mukâvelesi demekdir.
Bu sözleşme, kudret ve irâdenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisat satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir "icâb ve kabûl" gibidir.
4. Bu sözleşme ve sözleşme içindeki suâl-cevab, cismâniyâta göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (C.C) bütün varlıklara, kendi mâhiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkatdan yükselen sesleri, sadâları dinler.. anlar ve yerine göre onları is'âf eder, yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehcelerle merâmını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (C.C), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehcelerle, onlara emirler verir, hrkikatları anlatır; insan ve kâinatı şerheder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukâvelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi "kelâm-ı lâfzi ' cümlesindendir. Bir de. bize göre kelâm ve beyân olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitab tarzına kadar, Hakk'ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, "Kelâm-ı nefsi" nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.
Allah'ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dâirede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dâirenin "alma-verme" keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dâirelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka dâireye göre ne duymak, ne de tesbit etmek mümkün değildir.
Aslında bizlerin, herşeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira, bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda bir kaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nisbeten hiç hükmündedir.
Bu îtibarla, Cenab-ı Hakk'ın zerrelerle konuşması; sistemlere emirler vermesi; terkibler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tesbit edilmesi mümkün olmayacaktır.
Allah (C.C) zerrelerle mukâvele yapacak, moleküllerle mukâvele yapacak, hücrelerle mukâvele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukâvele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tesbit edemeyeceğiz.
Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhda bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa...
İnsan ruhu, müstakil bir varlıkdır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vüzûha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzûu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı... Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzû teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzûumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.
Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zamanüstü mâhiyete sahib bulunduğundan, mîsâkla alâkalı icâb ve kabûl onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız katiyyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekiIde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhâbere te'min edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, Sovyetler Birliği'nde dahi -materyalist bir dünya olması itibariyle çok ma'nidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabûl ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitâbetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev'i şahsına mahsus (orijinal) tedâileriyle (çağrışım) ortaya çıkacaktır.
Binâenaleyh, "elest" bezminde de ruhlar Rab'le mukâveleye çağrıldılar. Cismâniyet berzâhı arada olmadığı için, herşeyi ayan beyan gördüler ve "evet" diyerek böyle bir mukâveleye imza attılar. Ancak günümüzde çokca bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmamıştı. Aslında, Kant'ın; yaratıcıyı tarif istikametinde yazılan bütün kitabları arkaya atarak, Bergson'un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitab da işte bu idi... Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama laboratuarları tesis edilecek ve şuûra akseden indeksde hakikat'ın çehresi görülmeye çalışılacak...
Bu kitab başlı başına yüce hakikatın en yanılmaz şâhidi ve mukaveleye imza atan âkiddir ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.
Şayet kafalar şartlanmışlıkdan arınabilseydi, insan, vicdanının bu ilk mîsâka "evet" dediğini duyacak ve görecekdi. Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksad da budur: Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacak... Bu yolla kalbin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç-müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridatı, hiçbir kitabda görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitabların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen ve kendini aşamayanlar ise, bundan hiçbir zaman, hiç bir şey anlayamayacaklardır.
Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne. Acaba bu mukâvele ne zaman yapıldı? Hemen arzedeyim ki; bu mevzûda, âyet ve hadis olarak birşeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bir kısım tefsirciler'in, bir kısım beyanlarından bahsetmek mümkündür.
Bu îcâb ve kabûl, spermin dölyatağına seyahâtı esnasında olmuşdur. Ceninin insan şeklini iktisab ettiği zaman olmuşdur. Veyahud, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur... ilh.
Bütün mütâlâaların kendilerine göre müdâfaa yol ve usûlleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususu râcih kılacak ciddi bir sebep göstermek de bir hayli zordur.
Bu misâk ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münâsebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen her hangi bir devrede de olabilir...
Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (C.C) bütün bu devrelerin hepsinde de, bu misâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehâdetine muttali bulunmaktayız.
Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücud, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sâdık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor, duyduğu acı ve ıstırablar için inliyor;verdiği sözde sâdık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mes'ud ve tâlihli sayıyor; hâ(ini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.
En yüce hakikata pırıl pırıl bir ayna olan gönül, ne zengin bir kütübhâne, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âlî bir mahfazadır ama; ondan anlayan mütâlâacının nazarında!..