Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kader...

blue_mania

New member
Katılım
8 Eyl 2007
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Herkes kaderi ömürlük zannediyor…
Hayır öyle değil…
Kader, bir ömürlük değil…
Kader, bir senelik…
Başladığı gibi bitmiyor, kader işleyişi
her senenin başında yeni baştan yazılarak yürüyor.
Levh-i mahfuz; Herşeyin kaydedildiği kitap.
Yıllık kader bilançolarının toplamı…
Mut-suzluk, u-mutsuzluk had safhada bugünlerde…
Doğum sancıları bunlar…
Sancılı olanlar…
Yepyeni bir kader onları bekliyor.
Yeni hayatlarına hazırlanıyorlar onlar…
Gözünüz aydın olsun ki;
Kadir gecesi geliyor küçüğüm…
KaDeR ve KaDiR…
Aynı kökün iki farklı tekamül hali,
bu kelimelerde gizli…
Kadir gecesi;
Kendi kaderine kadir olmanın gecesi…
Varlığının dizginlerini eline aldığın o gece…
Kendi dizginlerini bir geceliğine, tümüyle eline tutuşturduğumuz o gece…
Varoluşun karanlık günlerinde,
henüz güneş yeryüzünü aydınlatmamışken sizden o sözü aldığımız o gece…
Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” onlar: “Evet, şahid olduk” demişlerdi. Kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.
Kur’an-ı Kerim Araf Suresi 172. Ayet
Ruhun tekamül etme macerasına kendi hür iradesiyle karar verdiği o gün, varoluşun mutlak miladı olarak kabul edilir Rahman’ın katında. Fani zamanların değil, sonsuz zaman kipinin “gecesi”dir o. İnsanlar Kadir suresinin 2. ayetinin üslubunu yadırgarlar. “Terslendiklerini” düşünürler. Diyanet tercümesini okursan, bu duyguyu daha yakından hissedersin. Hayır öyle değil… O Ayet, Kadir’in bildiğin-bilebildiğin gecelerden biri olmadığını anlatmak istediği için “tersliyordu” gerçekte seni…
Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!
Kur’an-ı Kerim Kadir Suresi 2. Ayet (Diyanet Çevirisi)
İslam alemi, Kur’an’ın Kadir gecesi indirildiğini bilir. Bunda şaşırtıcı bir durum yoktur. Tevrat, Zebur ve İncil… Kadim bilgilendirmelerin tümü, insanlığa o gecede sunulmuştur. Kur’an’ın vahyedildiği gece de bu yüzden Kadir’dir. Tanrı katında isim verilmiş tek gecedir. Müslümanlar, Kur’an’ın Kadir gecesi indirildiğini bilirler.
Oysa o kutlu gecede “indirilen” sadece Kur’an değildir.
Tercümanın kendi fikrini temsil eden o parantezi kaldır.
Kaldırdığın anda, yeni bir bilginin “indirilmekte” olduğunu göreceksin…
İşte şimdi sıkı dur…
Gerçek şu ki, Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.
Kur’an-ı Kerim Kadir Suresi 1. Ayet
Kadir gecesinde “indirilen” gerçekte sendin küçüğüm…
Melekler ve ruh, onda Rablerinin izniyle her bir iş için inerler.
Kur’an-ı Kerim Kadir Suresi 4. Ayet
Kadir gecesi, Tanrı’nın insana ruhundan üflediği kutlu gecedir.
Ademin, yani ruhun varolduğu gündür.
İnsan kelimesinin sonsuz zaman kipindeki halidir;
Kadir gecesi, “bin aydan” daha hayırlıdır.
Kur’an-ı Kerim Kadir Suresi 3. Ayet
Şimdi sureyi baştan sona okuyabilirsin;
Kur’an-ı Kerim Kadir Suresi
1- Gerçek şu ki, Biz onu kadir gecesinde indirdik.
2- Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren nedir?
3- Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.
4- Melekler ve ruh, onda Rablerinin izniyle her bir iş için inerler.
5- Fecrin çıkışına kadar bir esenliktir o.

Fecr “şafak” demektir. Fecr, gece “karanlığından” sonra gözler aydınlığı sabahın başlamasıdır.
Kadir, varoluşun varolmaya başladığı ilk gecedir, sabaha kadar geçen vakit ise ruhun tekamül macerasıdır.
İnsan şafak sayan tezkere askeri gibidir.
Gündoğumu ise…
Gündoğumu cennettir…
Geceden sabaha geçen vakit nefes alarak, çırpınarak varolmaktır…
Güneş, Rahman’ın katında Kadir’in adı “gece” olarak konduğu için bu kadar aydınlıktır küçüğüm;
Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.
Kur’an-ı Kerim Nahl Suresi 12. Ayet
Oruç’un gizemi de burada gizlidir.
Kur’an’daki Ramazan, tekamül macerasının simgesel anlatımıdır.
Yeryüzüne inen ruh, artık fizikselleşmiştir.
Cennetinden feragat etmesidir bu.
Yuvadan ayrılması, varoluş gurbetine doğru yola koyulmasıdır.
Artık Rahmanın sonsuz rahmetinden, sınırlı ölçüde yararlanıyor olmasıdır.
Varoluş küçüğüm, gıdasız kalmaktır…
Varoluş, tüm bu yokluğun içinden herşeye karşın güçlenerek çıkmaktır.
Ramazan bir aydır ve “bin aylık” tekamül yolculuğunun kodlanmış anlatımıdır.

Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır…

İnsanoğlu, Ramazan boyunca, kendi ruhsal macerasıyla yüzleştirilir.
Açtır, susuzdur. “Karnı tok” olduğu günlerin özlemiyle doludur.
Ta ki Kadir gecesine kadar…
Kur’an’ın Ramazan’ı o gün biter. Devam eden kültürel Ramazandır.
Aç susuz geçen bu debdebeli ayın ardından kişiyi bekleyen tek bir şey vardır;
Bayram…
Bayram yani Cennet…
Kur’an, Müslümanlara oruç tutun der, diğer yanda da hiçbir biçimde “bayram kutlayın” demez.
Bunu Kur’an emretmemiştir, buna bir kişinin, bir halifenin “yetki kullanarak” karar vermesi istenmiştir.
İnsanlığı temsil eden o yetki sahibinin adı Muhammed’dir…
Allah’ın kulunun oğlu Muhammed…
Kadir gecesi itibariyle kendi kaderine kadir olan ruh,
bayramı kutlamaya kendi inisiyatifiyle karar vermiştir.
Kaderine kadir olanın cennetidir bayram…
Oruç bitip de, tekamül tamamlanınca yetişkin bir halifedir artık ve her halife gibi
kendi kararlarını buyruk almadan, kendi yetkisiyle hayata geçirir olmuştur.
Bayram,
varoluşun sıkıntı dolu yoksun günlerinden, özgürlüğe geçiştir.
Bunu haketmiştir.
“Oruçla geçen bir ayın” ardından…
Ruh “yaşamış” yani kendi orucunu tutmuştur…
Kadir gecesini nasıl değerlendirmek istediklerini soruyorlar.
Onlara söyle…
O günü kendilerine ayırsınlar…
İmkanlarını sonuna kadar zorlasınlar…
Çalışan, işinden izin alsın…
İmkanı olan o gün çalışmasın…
İmkanı olmayan ise imkan dilesin…
Korkmasın…
Ne pahasına olursa olsun, o günü kendilerine ayırsınlar…
Oruç kelimesinin ikinci anlamını yaşasınlar doyasıya…
“Sussunlar”…
O günü, o mübarek geceye hazırlanarak beklesinler.
Geçmişlerinde kalan herkesle ve herşeyle barış imzalasınlar.
Zihnen tüm geçmişleriyle helalleşsinler…
Gelecekleriyle buluşabilmek için bu gerekli…
Yaradanla yaradılanın b1r olacağı,
Rahman’la Rahim olanın arasındaki sınırların iptal edileceği
o gece için sorularını hazırlasınlar…
Evlenmeli miyim?
Boşanmalı mıyım?
Çalışmalı mıyım?
Bırakmalı mıyım?
Tanrı’nın doğum günü…
Okumalı mıyım?
İnanmalı mıyım?
Güvenmeli miyim?
Yükümden arınmak için neler yapmalıyım?
Kederden arınmanın,
Kaderine kadir olmanın tüm sırrı,
dileyen herkesle paylaşılacak o gece…
Kutlu kararların gecesi o ve bil ki,
bu yıl yaşamana yada ölmene kararın verileceği gecedir.
İşte bu yüzden;
Rahman’a olan tüm sorularını hazırlasınlar.
Ve en önemlisi;
CEVAP ALMAYA HAZIR OLSUNLAR
Doğrudan O’na
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
İnsan iradesini reddeden ve insanı rüzgârın önündeki yaprak gibi kadere mahkûm sayan görüş.


Cebriye, kader konusundaki mezheplerden biri olup, insanın hür iradesini reddeder. Mu’tezile mezhebi, “insan kendi fiilinin yaratıcısıdır” diyerek ifrat bir görüşü savunurken, Cebriye mezhebi de “İnsan tamamen kaderin mahkûmudur” diyerek tefrite düşer.

Cenab-ı Hak, “Biz insana yolu gösterdik. İster şükreder, ister inkâr eder” “De ki: Rabbinizden size hak gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun” gibi ayetleriyle insanın hür irade sahibi olduğunu bildirmiştir. (İnsan, 3 ve Kehf, 29)

Cebriyeciler, “Sizi de, amellerinizi de Allah yarattı”, “Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz” gibi ayetleri yanlış yorumlayarak iddialarına delil gösterirler. (Saffat, 96 ve İnsan, 30; Tekvir, 29)

Halbuki bu gibi ayetler insan iradesinin yokluğunu değil, yetersizliğini ders verirler. İnsanın bir işi yapmak için iradesini kullanması o şeyin varlığı için kâfi değildir. Trafik kazaları bunun en açık örneğidir. Kaza öncesi, insanlar bir şehre gitmeyi istemişler, iradeleriyle otobüse binmişler, ama o şehre ulaşamamışlardır. Dilediğimiz şehre ulaşmamız ancak Allah’ın dilemesiyle mümkündür. İsteklerimizin gerçekleşmesi için sadece bizim dilememiz kâfi değildir. Yani Allah külli iradesiyle bir şeyi dilemişse kulun iradesi bunu engelleyemez. Dünyamızın ve bizim başımıza gelen nice olaylar bunu açıkça gösterir. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Hayır ve şer olan, yani insanın cennet yahut cehenneme girmesine sebep olacak olaylarda Cenab-ı Hak, seçme hakkını kula bırakmıştır. O, hayrı tercih ederse, Allah hayrı yaratır, şerri dilerse şerri yaratır. Örnek: Yürümeyi yaratan Allah’tır. Kul dilerse camiye gider, dilerse meyhaneye gider. Bu noktada serbest bırakılmıştır.


Kader ilim nevindendir. Ezelden ebede olmuş ve olacak her şey Allah’ın ilmindedir. Kaderin cüz’i ihtiyariyi teyid etmesi iki türlü anlaşılabilir.
Birisi, insan kendi iradesini nasıl kullanacaksa Allah onu öylece bilmekte, öylece takdir etmektedir. Kader risalesinde ikinci mebhasta geçen yedi vecihten dördüncüsü bu manayı ders vermektedir.

Bu teyidi şöyle de anlamak mümkündür: Allah, ilm-i ezelisiyle taşları cansız, bitkileri yarı canlı, hayvanları canlı, melekleri masum yaratmayı dilediği gibi insanı da cüzi-i irade sahibi yaratmayı dilemiş, o neyi dilerse onu yaratıp insanı böylece bir imtihana tabi tutmayı irade etmiştir. Kaderin ihtiyarı teyid etmesi insana ihtiyar verilmesinin de bir takdir olduğu şeklinde anlaşılabilir. Böyle anlaşıldığı taktirde yedi vecihten üçüncü ile dördüncü farklılık arz etmiş olur. Birinci açıklamamıza göre üçüncü ile dördüncü vecih aynı gibi görünüyor.


Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilmiştir:
“Kader, Hak Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”

Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır.

Cenab-ı Hak, her şeyi bir kaderle yarattığını bildirir. (Kamer, 49) Her şeyin hazinesi Allah katındadır. Ancak Allah her şeyi belli kaderle, belli bir miktarla gönderir. (Hicr, 21) Bu cihetten bakıldığında, kadere "İlahi program" denilebilir.

Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösterir. Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan eder. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber verir. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması hep kader ile olmuştur.

Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması kader ile plânlanmıştır.
Cennet ve cehennemin yaratılması, İlâhî ilim ile takdir edilmiştir. O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, her şeyin vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldiğinde ve vücuttan gittikten sonra yazıldığını bildirir. (Bkz. Yasin, 12; En'am, 59; Sebe, 21; Kaf, 4) Tohumlar, çekirdekler, meyveler ve insandaki hafıza, bu gerçeği ispat ederler.

İnsan, bir cihetle kaderin mahkumudur, bir başka cihetle ise, hür ve serbesttir. Yaratılması, erkek veya dişi olması, saçının rengi, boyu... gibi hususlarda her insan tamamen kaderin mahkumudur. Fakat fiilleri noktasında ise, hür ve serbesttir, dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz. İşte, insanın sorumlu olduğu cihet burasıdır. Yoksa hiçbir insan boyundan, renginden hesaba çekilmeyecektir.

İnsan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükelleftir. Çünkü ölçüden, tartıdan anlamaktadır. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir etmekte, yarını hakkında planlar kurmakta, hedefler tespit etmektedir.

Cüz’i İrade:“Bir anda ancak bir şeye yönelebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen irade. İnsan iradesi”

İnsan bir anda ancak bir şey irade edebilir. İki kelimeyi birlikte söyleyemez, iki yöne aynı anda bakamaz, iki manayı birlikte düşünemez. Bu hale “teakubi” denilir. Yani, önce bir iş görülüyor, onu müteakiben bir başka iş görülmeye başlanıyor. İkisi bir anda ve birlikte icra edilemiyor. İnsan, kendi iradesine bırakılan işleri sırayla yaparken, bedenindeki yüz trilyon kadar hücrede sayısız faaliyetler birlikte görülüyorlar. Demek ki, insan bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare edilmektedir.

İnsan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak İlâhî iradesiyle çizmiş, (“İman edilecek” “ibadet yapılacak” “zekât verilecek” “haram yenmeyecek” “kumar oynanmayacak” “yalan söylenmeyecek” “istikametten sapılmayacak” gibi.) fakat insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim Kuran-ı Kerimde “Dinde zorlama yoktur.” buyrulması İlâhî iradenin bu noktadaki en açık ve net bir ifadesidir.

Cüz-İ İhtiyarî
İhtiyar etme seçme manasına gelir. İnsan iki şeyden birisine meylederek onu yapmayı ihtiyar eder ve diğerinden vazgeçer. Yani, cüz-i ihtiyarinin esası, meyillerdir. İnsanın fiilleri, meyillerinden doğar.

İhtiyar ve irade kelimeleri birbiri yerinde kullanılmakla birlikte aralarında az bir fark da vardır. İrade insan ruhuna takılan sıfatlardan biridir. İnsan gözüyle gördüğü, kulağıyla işittiği gibi, bu irade sıfatıyla da bir şeyi seçer ve ihtiyar eder. Yani esas olan iradedir, bu irade ile “ihtiyar etme, seçme” olayı gerçekleşir.

İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır.

Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun’da ise daha ileri giderek onu Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür.

İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:

Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir.

Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.
Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur.

Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Zira:
“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hak’tandır.”

Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Burada ibâdet sual, sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hak’tandır.

Kendi kemâliyle gururlanan insan, yaptığı fenalıklara sahip çıkmak istemez. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister.

Halbuki, aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tövbe ile Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu kabul etmeme hastalığı ilerledikçe sonunda insanı, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme sapıklığına düşürür.

İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile, günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul eder; gafletten uyandığında tövbe kapısına yönelir.

İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.

Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. "Kaderin her şeyi güzeldir" diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah’ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur!.Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara ‘ah!’ etmez. ‘Şöyle olsaydı böyle olmazdı!’ yahut, ‘böyle olmasaydı şöyle olurdu!’ gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah’a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!

Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı Ondan bilir, huzur bulur!.

Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?
Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı? Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?..

Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?!.Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile, şu aciz insanı nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!?Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi var?

Cenâb-ı Hak bu âlemde hikmetiyle, her müsebbebi bir sebebe bağlamıştır. Bu hakikat, kaderin sebeple müsebbebe bir taallûk ettiği, şeklinde ifâde edilmiştir. Meselâ, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebeptir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

İşte Cebriye, sebeple müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yâni ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için, mademki onun kaderi dünyaya gelmektir. Ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi, gibi hatâlı bir fikre sapmaktadır. Mûtezile ise sebeplere tesir vererek, ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeple müsebbebe bir baktığını ve sebeplerin yokluğu farzedildiğinde müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifâde etmişlerdir. Yâni, yukarıdaki misâl için, “eğer söz konusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?” sorusuna Ehl-i Sünnet âlimlerinin cevabı, “Ne olacağı bizce meçhûldür” şeklindedir. Zira, ortada bir vak’a vardır. Söz konusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farz edilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk’ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

Diğer bir misâl: Birisi Erzurum’dan, diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farzediniz. Bunlardan birisi, Mûtezile görüşüne uygun olarak, “Buraya gelmeseydik görüşemezdik,” diğeri ise Cebriye görüşü istikametinde, “Kaderde, görüşmemiz yazılmıştır. Buraya gelmeseydik de görüşürdük,” dese, her iki ifâde de hatalı ve bâtıldır. Ortada bir buluşma vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden, Cenâb-ı Hakk’ın malûmudur. O halde kader, söz konusu iki kişinin o mekân ve zamanda buluşmalarıdır. Onların Ankara’ya gitmemeleri farzedildiğinde, bir başka yerde buluşup buluşamayacakları hususunda hiçbir şey söylenemez.

İşte, bu iki misâl gibi, bir adamın ateş etmesiyle diğerinin ölmesi hâdisesinde de kader sebeple müsebbebe bir bakmaktadır. Ortada bir öldürme hâdisesi vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, kader, “birinin ateş etmesiyle diğerinin ölmesi”, şeklindedir. Adamın ateş etmediği farz edilince, mevcut hâdisenin bir tarafı, yâni sebep yönü, yok kabul edilmektedir. Bu durumda karşı taraf hakkında hiçbir şey söylenemez.

Öldürme olayında katilin kabahati Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebep olmasıdır.
Bu dünyada ahiret namına bir imtihan geçiren insanoğluna, bir cüz’î irade ve hürriyet verilmiştir. Bu iradenin serbest bırakılması sayesinde, insan dilediği şeyi tercih eder, arzu ettiği yoldan gider, istediği inanca bağlanır, beğendiği mesleği seçer.

Bütün bunlarda, “insan fail-i muhtardır” Yani, ihtiyar ettiği, seçtiği şeyi yapma, istediği fiili icra etme imkânına sahiptir. Zaten böyle olmasa, insanın imtihan olması nasıl gerçekleşecektir?

Bununla birlikte, insanın her dilediği şeyin tahakkuk etmediği de ayrı bir gerçektir. Her gün üzülerek dinlediğimiz trafik kazaları bunun en açık göstergesidir. Kaza yapan bir otobüsteki bütün yolcular, otobüse kendi iradeleriyle binmişler ve birtakım işler görmek üzere bir şehre doğru yönelmişlerdir. Lakin, ayet-i kerimenin hükmü kendini göstermiş ve Allah dilemediği için o işlerin hiçbiri yapılamamış ve o yolcular kendi diledikleri şehre değil, Allah’ın dilediği kabir âlemine göçmüşlerdir.

Yaptığımız bir ticarette, dileğimiz kazancı elde edemeyişimizden, bir öğrencinin dilediği fakülteye kayıt yaptıramayışına kadar günlük hayatımızda o kadar çok olay cereyan eder ki, bunların tamamında kullar kendi iradelerini kullanmışlar ve bir sonuca yönelmişlerdir; ancak İlâhî irade başka türlü tecelli etmiş, Üstadın ifadesiyle “Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri vermiştir.” Bu İlâhî hakikat, kulun cüz’î iradesinin, olayların gerçekleşmesinde tek ve yeterli sebep olmadığına dikkat çeker ve insanları daima Allah’ı sığınmaya, O’ndan yardım dilemeye sevk eder.

Bu gerçeği yanlış değerlendirerek, kulun hidayete erme konusunda hiçbir rolü olmadığını sanmak ve bu ayeti, Cebriyecilerin anladığı mânâda, iman ve hidayeti engelleyici bir unsur olarak kabul etmek çok yanlış olur.

Tercih bilâ müreccih, itibarî emirlerde câiz, sabit emirlerde muhaldir. İtibarî emirler için kullanılan, tercih bilâ müreccih câizdir, ifâdesindeki müreccih kelimesi, tercih ettiren sebep, vasıf, özellik, kısaca üstün sıfat mânâsında kullanılmıştır. Meselâ altından yapılmış bir kalemin gümüş kalemden üstün ciheti, râcih sıfatı varsa da, altından yapılmış aynı marka ve özellikteki diğer bir kalemden hiçbir üstünlüğü yoktur.

Eğer tercih bilâ müreccih muhal olsa, bizim bu iki altın kalemden birini tercih edemememiz gerekir. Hâlbuki aynı değer ve özellikteki bu iki kalemden birisini cüz’î irademizle seçebiliyor ve alabiliyoruz. O halde, müreccihsiz tercih câizdir ve daima tatbik edilmektedir.

Sabit emirlerde, yâni yapılmış, meydana gelmiş şeylerde, tercih bilâ müreccih muhaldir. Buradaki müreccih kelimesi, tercih edici sebep veya zât, mânâsındadır. Mevcut bir eser, kendisinin var olmasını yoklukta kalmasına tercih eden bir müreccihi gösterir. O müreccih olmaksızın eserin meydana gelmesi muhaldir.

İşte ilm-i kelâmdaki: Tercih bilâ müreccih muhaldir, ifâdesi bu kısım içindir. Bu hâl, Tereccüh bilâ müreccih muhaldir, şeklinde de ifâde edilmektedir.Bir şeyin veya şıkkın diğerine tercih edilmesi hâlinde, tercih edilen şeyin veya şıkkın tereccüh ettiğinden, meydana geldiğinden söz edilir. İşte bu tereccüh, müreccihsiz, yâni tercih edici bir sebep veya zât olmaksızın olamaz.

Herhangi bir şey yapıp yapmama hususunda bir karara varmamızdan önce, söz konusu şeyin yapılması ile yapılmaması müsavidir. Yapmayı tercih ettiğimizde, işin yapılması tereccüh etmiş olur. Meselâ, bir cümleyi yazdığımız takdirde cümlenin yazılması yazılmamasına tereccüh etmiştir. İşte bu tereccüh, bir müreccihe yâni tercih yapan bir kâtibe delâlet eder ve onsuz olamaz.

Aynen öyle de, bu kâinatın varlığı gösteriyor ki, onun yaratılması, yoklukta kalmasına tereccüh etmiştir. Bu tereccühün müreccihsiz olması muhaldir. Kâinatın yaratılmasını tercih eden müreccih ise ancak ve ancak Kadîr-i Mürîd olan Allahü Azîmüşşân’dır

CENAB-I HAKK’IN atâ, kaza ve kader namında üç kanunu var. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar hakikatinin izahı:

Atâ, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Atâ denilince, O Rahîm-i Kerîm’in ve Gafûru’r-Rahîm’in af ve ihsanı anlaşılır.Atânın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve atâ kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu atâ kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur.

Meselâ, bir şakînin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Atâ kanunuyla bu cezanın afvedilmesi hâlinde artık ceza infaz edilmez ve atâ, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır. İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanunuyla, yâni O’nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece atâ kanunu, kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Diğer taraftan, atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza küllî bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllîdir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi hâlinde, günahının affedilmesi ile kaza kanununun şümûlünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununun külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu noktada şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî’nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler Levh-i Mahv ve isbat’ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile affedilmekte, Levh-i Mahv ve isbat’tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

“Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfûz vardır.” (Ra’d 39)

Mânen terakki etmeyen avam denilince bunun aksi zihnimizde canlanır: Manen terakki eden havas zümresi, ermiş insanlar, evliya, asfiya.

Bu Hak dostlarının kader anlayışları bir başkadır. Onlar tam bir teslimiyet içindedirler. Çoğu işlerini İlâhî ilhamla görürler. Lütuf ve kahrı Allah’ın iki ayrı isminin tecellileri bilir, ikisini de hoş karşılarlar.

Bu özel bir durumdur. Biz genele dönelim. Yani, “geniş halk kitlelerinin kadere bakışı nasıl olmalı,” konusu üzerinde duralım.

Nur Müellifi, bu insanların musibetlerde ve maziye gömülmüş olaylarda kaderi hatırlamalarını tavsiye eder ve bunun faydasını da “ümitsizliğe düşmemek ve gereksiz yere üzülmemek” şeklinde belirler.

Mazide kaçırdığı fırsatlar için bir ömür boyu üzülüp dövünmenin insana hiç faydası yoktur, ama zararı kesindir. Böyle bir insan, maziyi kadere havale etmeli, “Bunda da bir hayır vardır.” diyerek hayatını çileden, azaptan kurtarmalıdır.

Bir kazaya uğramış ve yaralanmış kişi, “şöyle olmasaydı böyle olurdu, yahut keşke falan firmanın otobüsüne binseydim,” gibi sözler sarf etmek yerine, bunu kaderin bir tecellisi bilmeli ve tedavi çarelerine bakarak sabretmelidir. Çünkü, olay onun iradesi dışında meydana gelmiştir ve geri dönüş de imkânsızdır.

Ama insan, yaptığı “isyanlar ve istikbâle ait olaylar” hakkında bu şekilde düşünemez. Çünkü, işlediği günah için tövbe etme imkânına sahiptir. Öncelikle bu yola girmelidir. Aksi halde, isyana ve sefahate devam eder gider.

Öte yandan, bu günahlar kul hakkına tecavüz şeklinde ortaya çıkmışsa, o insanın hakkının ödenmesi gerekir. İşi kadere yükleyip muhatabını mağdur edemez. “İstikbâle” gelince, insan, kaderinin ne olduğunu bilmediğine göre, cüz’i iradesini kullanmak mecburiyetindedir. “Kaderimde ne varsa o olur.” diyerek tembelce oturamaz.



Müslümanlık dogruluk dinidir...Sadece Kur ana bakalım diyenler yanlış insanlardır....Bunların yazılarını ve kitaplarını okumak kufure götürür ve iman dan cıkarır.... selam ve dua ile...
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
"Aguyu sunarlar altın tas içinde, bal da onun suç ortağı."

Bu yazı baştan sona itikadı zedeleyecek ve ciddi hasarlar verecek niteliktedir. Şeytan bir hilesini kabul ettirmek için 100 kelime kullanır, bunun % 99'u haktır % 1'i yalandır. O yalan ki; inanıldığı takdirde diğer 99 kelimeyi helak edecek niteliktedir.



"Her gördüğün sakallıyı deden sanma!" (Anonim)
 
Üst Alt