G
GEL
Guest
İSLÂMIN ŞARTLARI
Bütün âlemleri, her ân varlıkda durduran ve her ân hâzır ve nâzır olan ve bütün iyiliklerin ve ni’metlerin vericisi olan Allahü teâlânın yardımı ile şimdi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek sözünü açıklamağa başlıyoruz.
Müslimânların kahraman imâmı, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz, Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” buyuruyor ki:
(Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk). O gün, o sâat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullahın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıdâ olan, canlara zevk ve safâ veren mübârek cemâlini görmek nasîb olmuşdu. Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için, (Öyle birgün idi ki...) buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtâc olduğu bilgiyi, gâyet güzel ve açık olarak, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakt bulunabilir mi?
(O vakt, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyâz, saçları da pek siyâh idi. Üzerinde toz toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaşdırdı). Bu gelen, Cebrâîl ismindeki melek idi. İnsan şekline girmişdi. Cebrâîl aleyhisselâmın böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim birşeyi bildirmekdedir. Ya’nî, din bilgisi öğrenmek için utanmak doğru olmadığını ve üstâda gurûr, kibr yakışmıyacağını göstermekdedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, mu’allimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini Cebrâîl aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bu hâli ile, anlatmakdadır. Çünki, din öğrenmekde utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekde ve öğretmekde ve öğrenmekde sıkılmak doğru olmaz.
(O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha sorarak, yâ Resûlallah! Bana islâmiyyeti, müslimânlığı anlat dedi).
(İslâm) demek, lügatda, boyun bükerek teslîm olmak demekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm kelimesinin, islâmiyyetde beş temel direğin ismi olduğunu şöyle beyân buyurdu:
Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki:
1 - İslâmın şartlarından birincisi (Kelime-i şehâdet getirmekdir). Kelime-i şehâdet getirmek demek, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) söylemekdir. Ya’nî, âkıl ve bâlig olan ve konuşabilen kimsenin, (Yerde ve gökde, Ondan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yokdur. Hakîkî ma’bûd ancak, Allahü teâlâdır). O, vâcib-ül-vücûddür. Her üstünlük Ondadır. Onda hiçbir kusûr yokdur. Onun ismi (Allah)dır, demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine, O gül renkli, beyâz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistânda Mekkede doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından (Abdüllahın oğlu Muhammed adındaki zât-i âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, ya’nî Peygamberidir). Vehebin kızı olan hazret-i Âminenin oğludur. [Mîlâdın 571. ci senesi, Nisan ayının 20. ci pazartesi sabâhı, fecr ağarırken] Mekke şehrinde dünyâya teşrîf etdi. 611 de, kırk yaşında iken Peygamber olduğu kendisine bildirildi. Bu seneye (Bi’set senesi) denir. Bundan sonra, onüç sene Mekkede, insanları İslâm dînine da’vet etdi. Allahü teâlânın emri ile, Medîne şehrine hicret eyledi. Burada islâmiyyeti her tarafa yaydı. Hicretden on sene sonra, ya’nî mîlâdın 632 senesi Hazîranında, Rebî’ul-evvelin on ikinci pazartesi günü Medînede vefât eyledi. [Târîhcilere göre, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvere şehrine hicretinde, mîlâdın 622. ci senesinde, Safer ayının yirmiyedinci Perşembe günü akşama yakın Sevr dağındaki mağaraya girdi.Pazartesi gecesi mağaradan çıkıp, efrencî Eylül ayının yirminci ve rûmî Eylül ayının yedinci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne şehrinin Kubâ köyüne ayak basdı. Bu mes’ûd gün, müslimânların (Hicrî şemsî) sene başı oldu. Şî’îlerin hicrî şemsî sene başlangıcı, bundan altı ay evveldir.Ya’nî, ateşe tapan mecûsî kâfirlerin Nevruz bayramları olan Martın 20. ci günü başlamakdadır. Gece ile gündüzün müsâvî olduğu perşembe günü de Kubâda kalıp, Cum’a günü ayrıldı. O gün Medîneye girdi. O senenin Muharrem ayının birinci günü de, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi.Bu kamerî sene başı, Temmuz ayının onaltıncı Cum’a günü idi. Herhangi bir mîlâdî sene başının rastladığı hicrî şemsî sene, bu mîlâdî yeni seneden 622 noksandır. Herhangi bir hicrî şemsî sene başının rastladığı mîlâdî sene, bu yeni şemsî seneden 621 fazladır.]
2 - İslâmın beş şartından ikincisi, şartlarına ve farzlarına uygun olarak, hergün beş kerre (Vakti gelince, nemâz kılmakdır). Her müslimânın, her gün, vaktleri gelince, beş kerre nemâz kılması ve herbirisini vaktinde kıldığını bilmesi farzdır. Câhillerin, mezhebsizlerin hâzırladıkları yanlış takvîmlere uyarak, vaktinden evvel kılmak büyük günâh olur ve bu nemâz sahîh olmaz. Hem de, öğlenin ilk sünnetinin ve akşamın farzının kerâhet vaktinde kılınmasına sebeb olmakdadır. [Nemâz vaktinin geldiği, müezzinin ezân okuması ile anlaşılır. Kâfirlerin, bid’at ehlinin okuduğu ve ho-parlör gibi çalgıların seslerine (Ezân-ı Muhammedî) denmez.] Nemâzları; farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Allahü teâlâya vererek, vaktleri geçmeden kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, nemâza (Salât) buyuruluyor. Salât; lügatde insanın düâ etmesi, meleklerin istigfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demekdir. İslâmiyyetde (Salât) demek; ilmihâl kitâblarında bildirildiği şeklde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demekdir. Nemâz kılmağa (İftitâh tekbîri) ile başlanır. Ya’nî erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına ve kadınların ellerini omuz hizâsına kaldırıp, göğüs üstüne indirirken, (Allahü ekber) demeleri ile başlanır.Son oturuşda, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm verilerek bitirilir.
3 - İslâmın beş şartından üçüncüsü, (Malının zekâtını vermekdir). Zekâtın lügat ma’nâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demekdir. İslâmiyyetde zekât demek; ihtiyâcından fazla ve (Nisâb) denilen belli bir sınır mikdârında (Zekât malı) olan kimsenin, malının belli mikdârını ayırıp, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen müslimânlara, başa kakmadan vermesi demekdir.Zekât, yedi sınıf insana verilir. Dört mezhebde de, dört dürlü zekât malı vardır:Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlıyan dört ayaklı kasab hayvanları zekâtı ve toprak mahsûlleri zekâtıdır.Bu dördüncü zekâta (Uşr) denir.Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra verilir.
4 - İslâmın beş şartından dördüncüsü, (Ramezân-ı şerîf ayında, hergün oruc tutmakdır). Oruc tutmağa (Savm) denir. Savm, lügatde, birşeyi birşeyden korumak demekdir. İslâmiyyetde, şartlarını gözeterek, Ramezân ayında, Allahü teâlâ emr etdiği için, hergün üç şeyden kendini korumak demekdir.Bu üç şey; yimek, içmek ve cimâ’dır. Ramezân ayı, gökde hilâli [yeni ayı] görmekle başlar.Takvîmle önceden hesâb etmekle başlamaz.
5 - İslâmın beş şartından beşincisi, (Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir). Yol emîn ve beden sağlam olarak, Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bırakdığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kerre,Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf etmesi ve Arafât meydânında durması farzdır.
O zât Resûlullahdan bu cevâbları işitince, (Doğru söyledin yâ Resûlallah) dedi. Eshâb-ı kirâmdan, orada bulunanların, o zâtın bu hâline şaşdıklarını, Ömer “radıyallahü anh” haber veriyor. Çünki, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdîk ediyor.Birşeyi sormak, bilmediğini öğrenmeği istemek demekdir.Doğru söyledin demek ise, bunları bildiğini gösterir.
Yukarıda bildirilen, islâmın beş şartından en üstünü, (Kelime-i şehâdet) söylemek ve ma’nâsına inanmakdır.Bundan sonra üstünü, nemâz kılmakdır. Dahâ sonra, oruc tutmak, dahâ sonra, hac etmekdir. En sonra, zekât vermekdir.Kelime-i şehâdetin en üstün olduğu, sözbirliği ile bellidir. Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun sözü, yukarıda bildirdiğimiz gibidir. Kelime-i şehâdet, müslimânlığın başlangıcında ve ilk olarak farz oldu. Beş vakt nemâz, bi’setin onikinci senesinde ve hicretden bir sene ve birkaç ay önce mi’râc gecesinde farz oldu. Ramezân-ı şerîf orucu, hicretin ikinci senesinde, Şa’bân ayında farz oldu.Zekât vermek, orucun farz olduğu sene, Ramezân ayı içinde farz oldu.Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde farz oldu.
Bir kimse, islâmın bu beş şartından birini inkâr ederse, ya’nî inanmaz, kabûl etmezse, yâhud alay eder, saygı göstermezse, ne’ûzübillah, kâfir olur. Bunlar gibi, halâl ve harâm olduğu, açık olarak ve sözbirliği ile bildirilmiş olan başka şeylerden birini de kabûl etmiyen, ya’nî halâle harâm diyen veyâ harâma halâl diyen de kâfir olur.Dinde zarûrî ma’lûm olan, ya’nî, islâm memleketinde yaşıyan câhillerin bile işitdiği, bildiği, din bilgilerinden birini inkâr eden, beğenmiyen, kâfir olur.
[Meselâ, domuz eti yimek, alkollü içki içmek, kumar oynamak ve kadınların, kızların başları, saçları, kolları, bacakları açık, erkeklerin de dizleri ile göbek arası açık olarak başkasının yanına çıkmaları harâmdır.Ya’nî, Allahü teâlâ, bunları yasak etmişdir. Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını bildiren dört hak mezheb, erkeklerin avret yerlerini, ya’nî bakması ve başkasına göstermesi yasak edilmiş olan uzvlarını farklı olarak bildirmişlerdir.Her müslimânın, bulunduğu mezhebin bildirdiği avret yerini örtmesi farzdır. Buraları açık olanlara, başkalarının bakmaları harâmdır. (Kimyâ-i se’âdet)de diyor ki, (Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile çıkmaları da harâmdır.Böyle çıkmalarına izn veren, râzı olan, beğenen anası, babası, zevci ve kardeşi de, onun günâhına ve azâbına ortak olurlar). Ya’nî, Cehennemde birlikde yanacaklardır. Eğer, tevbe ederlerse, afv olunur, yakılmazlar. Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever. Âkıl, bâlig olan kızların ve kadınların, yabancı erkeklere görünmemeleri, hicretin üçüncü senesinde emr olundu. İngiliz câsûslarının ve bunların tuzaklarına düşmüş olan câhillerin, hicâb âyeti gelmeden evvel olan örtünmemeği ileri sürerek, örtünmeği sonradan fıkhcılar uydurdu demelerine aldanmamalıdır.
Müslimân olduğunu söyliyen bir kimsenin, yapacağı her işin, islâmiyyete uygun olup olmadığını bilmesi lâzımdır. Bilmiyorsa, bir Ehl-i sünnet âliminden sorarak veyâ bu âlimlerin kitâblarından okuyarak öğrenmesi lâzımdır. İş, islâmiyyete uygun değil ise, günâh veyâ küfrden kurtulamaz. Hergün hakîkî tevbe etmesi lâzımdır. Tevbe edilen günâh ve küfr, muhakkak afv olur. Tevbe etmezse, dünyâda ve Cehennemde, azâbını, ya’nî cezâsını çeker. Bu cezâlar, kitâbımızın muhtelif yerlerinde yazılıdır. Büyük günâh işliyen müslimân, günâhı kadar yandıkdan sonra, Cehennemden çıkarılacakdır. Allahü teâlâya inanmıyan ve islâmiyyetin yok olması için çalışan kâfir, zındık, Cehennemde sonsuz yanacakdır.
Erkeklerin ve kadınların nemâzda ve heryerde örtmesi lâzım olan yerlerine (Avret mahalli) denir. Avret mahallini açmak ve başkasının avret mahalline bakmak harâmdır. İslâmiyyetde avret mahalli yokdur diyen, kâfir olur. İcmâ’ ile, ya’nî dört mezhebde de avret olan bir yerini açmağa ve başkalarının böyle avret mahalline bakmağa halâl diyen, ehemmiyyet vermiyen, ya’nî azâbından korkmıyan kâfir olur. Kadınların avret yerini açmaları ve erkekler yanında şarkı söylemeleri ve mevlid okumaları böyledir. Erkeklerin diz ile kasıkları arası, Hanbelî mezhebinde avret değildir.
(Ben müslimânım) diyen kimsenin, îmânın ve islâmın şartlarını ve dört mezhebin icmâ’ı, ya’nî söz birliği ile bildirdiği farzları ve harâmları öğrenmesi ve ehemmiyyet vermesi lâzımdır. Bilmemesi özr değildir. Ya’nî, bilip de inanmamak gibidir. Kadınların yüzlerinden ve ellerinden başka yerleri, dört mezhebde de avretdir. İcmâ’ ile olmıyan, ya’nî diğer üç mezhebden birine göre avret olmıyan bir yerini, ehemmiyyet vermiyerek açan kâfir olmaz ise de, kendi mezhebine göre, büyük günâh olur. Erkeklerin diz ile kasık arasını, ya’nî uyluğunu açmaları böyledir. Bilmediğini öğrenmesi farzdır. Öğrenince hemen tevbe etmeli ve örtmelidir.
Yalan söylemek, dedikodu, gîbet, iftirâ, hırsızlık, hiyle, hiyânet, kalb kırmak, fitne çıkarmak, başkasının malını ondan iznsiz kullanmak, işçinin, taşıyıcının ücretlerini vermemek, devlete isyân etmek, ya’nî kanûnlarına, hükûmetin emrlerine karşı gelmek, vergileri ödememek de günâhdır.Bunları kâfirlere karşı da, kâfir memleketlerinde de yapmak harâmdır. Câhillerin bilemiyeceği kadar meşhûr ve zarûrî olmıyan şeyleri câhillerin bilmemesi küfr olmaz. Fısk, ya’nî günâh olur.] 475. ci sahîfeye bakınız!
kaynak kitap..herkese lazım olan iman
ÎMÂNIN ŞARTLARI
(Bu zât yine sorarak, yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! (Îmânın ne olduğunu da bana bildir)dedi). İslâmın ne olduğunu sordukdan ve cevâb verildikden sonra, Cebrâîl “aleyhisselâm”, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizden, îmânın hakîkatini ve mâhiyyetini açıklamasını sordu. Îmân, lügatda bir kimseyi tâm doğru sözlü bilmek, ona inanmak demekdir. İslâmiyyetde îmân demek; Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu ve Onun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek ve inanarak söylemek ve Onun Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak ve geniş bildirdiklerine etraflıca inanmak ve gücü yetdikçe, kelime-i şehâdeti dil ile de söylemekdir.Kuvvetli îmân şöyledir ki, ateşin yakdığına, yılanın zehrleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçdığı gibi, gönlünden tâm olarak, Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek inanmak, Onun rızâsına ve cemâline koşmak ve gazabından, azâbından kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleşdirmekdir.
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği îmân ile islâm birdir. Kelime-i şehâdetin ma’nâsına inanmak, her ikisinde de vardır. Ba’zı umûm ve husûs ayrılıkları var ise de, lügat ma’nâları ayrı olmakla berâber, islâmiyyetde ayrılıkları yokdur.
Îmân tek birşey midir, birkaç parçanın birleşiği midir?Birleşik ise, kaç parçadan yapılmışdır?Ameller, ibâdetler, îmândan mıdır, değil midir?Îmânım var derken, inşâallah demek câiz midir, değil midir?Îmânda azlık çokluk olur mu? Îmân mahlûk mudur? Îmân etmek, insanın elinde midir?Yoksa mü’minler zorla mı îmân etmişdir? Eğer îmânda zor, cebr varsa, herkesin îmân etmesi neden emr olunmuşdur?Bunları ayrı ayrı bildirmek çok uzun sürer.Bunun için herbirinin cevâbını burada ayrı ayrı bildirmiyeceğim.Şu kadar bilmelidir ki, Eş’arî ve Mu’tezile mezheblerine göre, mümkin olmıyan bir şeyin yapılmasını, Allahü teâlânın emr etmesi câiz değildir.Kendisi mümkin ise de, insanların gücü yetmediği şeyleri emr etmesi de, Mu’tezileye göre câiz değildir. Eş’arîye göre ise, bu câizdir. Fekat, emr etmemişdir. İnsanın havada uçmasını emr etmek böyledir. Îmân, ibâdetler ve amellerde, Allahü teâlâ, kullarından gücü yetmediği şeyleri istememişdir.Bunun için, müslimân iken deli olan, gâfil olan, uyuyan, ölen kimse, bu hâlinde tasdîk etmekde değil ise de, müslimânlıkları devâm etmekdedir.
Bu hadîs-i şerîfde, îmânın lügat ma’nâsını düşünmemelidir. Çünki lügat ma’nâsı, tasdîk ve inanmak demek olduğundan, arab câhillerinden, bu ma’nâyı bilmiyen kimse yokdur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bilmemiş olsunlar. Cebrâîl aleyhisselâm, îmânın ma’nâsını Eshâb-ı kirâma öğretmek istiyordu. Bunun için, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” islâmiyyetde neye îmân denildiğini sormakdadır. (Îmân demek), keşf ile bularak veyâ vicdânla bularak, yâhud bir delîl ile aklın anlaması yolundan veyâ seçilmiş, beğenilmiş bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye cân ve gönülden inanmak ve dil ile de söylemekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:
1 - Bu altı şeyden birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmakdır. Dünyâ âleminde ve âhiret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zemânsız ve benzersiz olarak yokdan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmakdır. [Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cismleri, hücreleri, hayâtı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşid kuvveti, enerji nev’lerini, hareketleri, kanûnları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı, yokdan var eden ve hepsini, her ân varlıkda bulunduran, yalnız Odur.] Âlemlerde olan herşeyi, [hiçbiri yok iken, bir anda] yaratdığı gibi, [her zemân, birbirlerinden de var etmekdedir.Kıyâmet zemânı gelince, herşeyi bir ânda] yine yok edecekdir.Her varlığın hâlıkı, yaratanı, sâhibi, hâkimi Odur. Onun hâkimi, âmiri, üstünü yokdur diye inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, Onundur. Onda, hiçbir kusûr, hiçbir noksan sıfat yokdur.Dilediğini yapabilir.Yapdıkları, kendine veyâ başkasına fâideli olmak için değildir.Bir karşılık için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, fâideler, lutflar ve ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, fâideli olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsîlerin, günâh işliyenlerin hepsini Cennete koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâ’at, ibâdet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adâletine uygun olur. Fekat müslimânları ve ibâdet edenleri Cennete sokacağını, bunlara sonsuz ni’metler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmişdir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâ’at etse, Ona hiçbir fâidesi olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, Ona hiçbir zarar vermez.Kul, birşey yapmak dileyince, O da isterse, o şeyi yaratır. Kullarının her hareketini ve her şeyi yaratan Odur. O dilemezse, yaratmazsa, hiçbir şey hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyan edemez. Küfrü, günâhları diler ise de, bunlardan râzı değildir. Onun işine, kimse karışamaz. Niçin böyle yapdı. Şöyle yapsaydı demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yokdur.Şirkden, küfrden başka, herhangi büyük günâhı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi, dilerse afv eder.Küçük bir günâh için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç afv etmiyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmişdir.
Müslimân olan, ya’nî (Ehl-i kıble) olup, ibâdet eden, fekat, i’tikâdı (Ehl-i sünnet) i’tikâdına uymıyan ve tevbe etmeden ölen kimseye, Cehennemde azâb edecek ise de, böyle (Bid’at sâhibi) müslimânlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacakdır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fekat, kimse görmemişdir. [Allahü teâlâ dünyâda kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmetdir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye sebeb olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürlerdi. İyiler, şehîd olurlar ise de, dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.]Kıyâmet günü, mahşer yerinde, kâfirlere ve günâhı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lutf ve cemâl ile görünecekdir.Mü’minler, Cennetde, cemâl sıfatı ile görecekdir.Melekler ve kadınlar da görecekdir.Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre, (Mü’minlerin makbûl olanları, her sabâh ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cum’a günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi, yılda birkaç kerre, tecellî-i cemâl ile ve rü’yet ile müşerref olacaklardır).
[Şeyh Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri [1], fârisî (Tekmîl-ül-îmân) kitâbında buyuruyor ki: Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz!). Allahü teâlâ dünyâda anlaşılamadan bilineceği gibi, âhiretde de anlaşılamadan görülecekdir. Ebül Hasen-i Eş’arî ve imâm-ı Süyûtî ve imâm-ı Beyhekî gibi büyük âlimler, meleklerin de Cennetde Allahü teâlâyı göreceklerini bildirmişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve başka âlimler, cinnin sevâb kazanmıyacaklarını ve Cennete girmiyeceklerini, ancak mü’min olanlarının Cehennemden kurtulacaklarını bildirdiler. Kadınlar, dünyâdaki bayram günleri gibi senede birkaç kerre göreceklerdir. Mü’minlerin kâmil olanları, her sabâh ve akşam, diğerleri ise Cum’a günleri göreceklerdir.Bu fakîre göre, mü’min kadınlar ve melekler ve cin de bu müjdeye dâhildirler. Fâtımat-üz-zehrâ ve Hadîcet-ül-kübrâ ve Âişe-i sıddîka ve diğer ezvâc-i tâhirât ve Meryem ve Âsiye “radıyallahü teâlâ anhünne ecma’în” gibi kâmil ve ârif hâtûnların diğer kadınlardan müstesnâ tutulmaları uygun olur. İmâm-ı Süyûtî de buna işâret etmekdedir.]
Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünki, Allahü teâlânın işleri akl ile anlaşılmaz. Dünyâ işlerine benzemez. [Fizik ve kimyâ bilgileri ile ölçülemez.] Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yokdur. Allahü teâlâ, madde değildir. Cism değildir. [Element değildir. Karışım, bileşik değildir.] Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesâb edilmez. Onda değişiklik olmaz.Mekânlı değildir. Bir yerde değildir.Zemânlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yokdur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, Onun hiçbir şeyini anlıyamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrıyamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâ için câiz olmıyan kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve bildiğimiz, bugün kullanılan ma’nâlarda değildir.Böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere (Müteşâbihât) denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamağa kalkışmamalıdır. Yâhud, bunlar, kısaca veyâ uzun olarak, (Te’vîl) olunur. Ya’nî, Allahü teâlâya yakışacak başka ma’nâ verilir. Meselâ, el kelimesi, kudret, enerji demek olur.
Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlâyı, mi’râcda gördü. Bu görmesi, dünyâdaki baş gözü ile görmek gibi değildi. Bir kimse, Allahü teâlâyı dünyâda gördüm dese, o zındıkdır. Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehüm ecma’în” görmesi, dünyâ ve âhiret görmeleri gibi değildir.Ya’nî (Rü’yet) değildir. Onlara (Şühûd) hâsıl olmakdadır. [Ya’nî kalb gözü ile, misâlini görürler.] Evliyâ-i kirâmdan, gördüm diyenler oldu ise de, sekr hâlinde iken, ya’nî aklları başlarında değil iken, şühûdü, rü’yet sanmışlardır. Yâhud, te’vîl ederek anlaşılabilecek sözlerden biridir.
Süâl: Allahü teâlânın dünyâda baş gözü ile görülmesinin câiz olduğu yukarıda bildirilmişdi. Câiz olan bir şeyin hâsıl olduğunu söyliyen kimse, niçin zındık olsun?Vâkı’ olduğunu söyliyen kâfir olursa, o şeye câiz denilebilir mi?
Cevâb: Lügatde, câiz demek, olması da, olmaması da uygundur demekdir. Fekat, Eş’arî[1] mezhebinde, rü’yetin câiz olması demek; Allahü teâlâ, bu dünyâda yakın olmanın, karşısında olmanın ve dünyâda yaratmış olduğu fizik kanûnları ile görmenin dışında olarak, insanda bambaşka bir görmek kuvveti yaratmağa kâdirdir demekdir.Meselâ, Çinde bulunan kör bir kimseye, Endülüsdeki sivri sineği göstermeğe veyâ dünyâdaki insana, ayda ve yıldızda bulunanı göstermeğe kâdirdir ve câizdir. Böyle kuvvet, Allahü teâlâya mahsûsdur. İkinci olarak, dünyâda gördüm demek, âyet-i kerîmeye ve âlimlerin söz birliğine uygun değildir. Bunun için, böyle birşeyi söyliyen kimse (Mülhid) veyâ (Zındık) dır. Üçüncü cevâb olarak deriz ki, dünyâda rü’yetin câiz olması, Onu dünyâda, fizik kanûnları ile olan görmek câiz olur demek değildir.Hâlbuki, Allahü teâlâyı gördüm diyen kimse, başka şeyleri gördüğü gibi gördüm demekdedir.Bu ise, câiz olmıyan bir görmekdir.Bunun gibi, küfre sebeb olan şeyleri söyliyen kimseye mülhid veyâ zındık denir. [Mevlânâ Hâlid hazretleri], bu cevâblardan sonra (Dikkat ediniz!) buyuruyor. Bununla, ikinci cevâbın dahâ sağlam olduğuna işâret ediyor. [(Mülhid) ve (Zındık), kendisinin müslimân olduğunu söyler. (Mülhid) bu sözünde samîmîdir. Kendisinin müslimân olduğuna, doğru yolda bulunduğuna inanmakdadır. (Zındık) ise, İslâm düşmanıdır. İslâmiyyeti içerden yıkmak, müslimânları aldatmak için müslimân görünmekdedir.]
Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz ve zemân geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişde, gelecekde şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. [Şî’îlerin, hazret-i Alîye hulûl etmişdir diyen (Nusayrî) ismindeki fırkaları kâfir olmakdadır.] Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yokdur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yokdur. Her zemân, herkes ile hâzır ve herşeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından dahâ yakındır. Fekat, hâzır olması, ihâta etmesi, berâber ve yakın olması, bizim anladığımız gibi değildir. Onun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehüm ecma’în” keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrıyamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiçbirinde değişiklik, başkalaşmak olmaz. Tefekkerû fî âlâillâhi ve lâ tetefekkerû fî zâtillâhi. Birinci cild, 46.cı mektûbu okuyunuz!
Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfî)dir. Ya’nî, islâmiyyetde bildirilen ismleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. [Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fekat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünki, islâmiyyet, Allahü teâlâya fakîh dememişdir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünki tanrı, ilah, ma’bûd demekdir. Meselâ, hindlilerin tanrıları inekdir, denilmekdedir. (Birdir Allah, Ondan başka tanrı yok) denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilah, ma’bûd ma’nâsına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz.]
Allahü teâlânın ismleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhûrdur. Ya’nî, ismlerinden binbir dânesini insanlara bildirmişdir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmişdir. Bunlara (Esmâ-i hüsnâ) denir.
Allahü teâlânın (Sıfât-ı zâtiyye)si altıdır. [Bunları yukarıda bildirmişdik.] (Sıfât-ı sübûtiyye)si, (Mâtürîdiyye) mezhebinde sekizdir. (Eş’ariyye) mezhebinde ise yedidir. Bu sıfatları da, zâtı gibi, ezelîdir, ebedîdir. Ya’nî sonsuz olarak vardırlar. Mukaddesdirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer örnek, insanlara ihsân buyurmuşdur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlıyamıyacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak câiz değildir. Allahü teâlânın sekiz sıfât-ı sübûtiyyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir.Ya’nî sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir.Bu sekiz sıfat:
Bütün âlemleri, her ân varlıkda durduran ve her ân hâzır ve nâzır olan ve bütün iyiliklerin ve ni’metlerin vericisi olan Allahü teâlânın yardımı ile şimdi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek sözünü açıklamağa başlıyoruz.
Müslimânların kahraman imâmı, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz, Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” buyuruyor ki:
(Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk). O gün, o sâat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullahın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıdâ olan, canlara zevk ve safâ veren mübârek cemâlini görmek nasîb olmuşdu. Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için, (Öyle birgün idi ki...) buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtâc olduğu bilgiyi, gâyet güzel ve açık olarak, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakt bulunabilir mi?
(O vakt, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyâz, saçları da pek siyâh idi. Üzerinde toz toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaşdırdı). Bu gelen, Cebrâîl ismindeki melek idi. İnsan şekline girmişdi. Cebrâîl aleyhisselâmın böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim birşeyi bildirmekdedir. Ya’nî, din bilgisi öğrenmek için utanmak doğru olmadığını ve üstâda gurûr, kibr yakışmıyacağını göstermekdedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, mu’allimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini Cebrâîl aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bu hâli ile, anlatmakdadır. Çünki, din öğrenmekde utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekde ve öğretmekde ve öğrenmekde sıkılmak doğru olmaz.
(O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha sorarak, yâ Resûlallah! Bana islâmiyyeti, müslimânlığı anlat dedi).
(İslâm) demek, lügatda, boyun bükerek teslîm olmak demekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm kelimesinin, islâmiyyetde beş temel direğin ismi olduğunu şöyle beyân buyurdu:
Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki:
1 - İslâmın şartlarından birincisi (Kelime-i şehâdet getirmekdir). Kelime-i şehâdet getirmek demek, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) söylemekdir. Ya’nî, âkıl ve bâlig olan ve konuşabilen kimsenin, (Yerde ve gökde, Ondan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yokdur. Hakîkî ma’bûd ancak, Allahü teâlâdır). O, vâcib-ül-vücûddür. Her üstünlük Ondadır. Onda hiçbir kusûr yokdur. Onun ismi (Allah)dır, demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine, O gül renkli, beyâz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistânda Mekkede doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından (Abdüllahın oğlu Muhammed adındaki zât-i âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, ya’nî Peygamberidir). Vehebin kızı olan hazret-i Âminenin oğludur. [Mîlâdın 571. ci senesi, Nisan ayının 20. ci pazartesi sabâhı, fecr ağarırken] Mekke şehrinde dünyâya teşrîf etdi. 611 de, kırk yaşında iken Peygamber olduğu kendisine bildirildi. Bu seneye (Bi’set senesi) denir. Bundan sonra, onüç sene Mekkede, insanları İslâm dînine da’vet etdi. Allahü teâlânın emri ile, Medîne şehrine hicret eyledi. Burada islâmiyyeti her tarafa yaydı. Hicretden on sene sonra, ya’nî mîlâdın 632 senesi Hazîranında, Rebî’ul-evvelin on ikinci pazartesi günü Medînede vefât eyledi. [Târîhcilere göre, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvere şehrine hicretinde, mîlâdın 622. ci senesinde, Safer ayının yirmiyedinci Perşembe günü akşama yakın Sevr dağındaki mağaraya girdi.Pazartesi gecesi mağaradan çıkıp, efrencî Eylül ayının yirminci ve rûmî Eylül ayının yedinci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne şehrinin Kubâ köyüne ayak basdı. Bu mes’ûd gün, müslimânların (Hicrî şemsî) sene başı oldu. Şî’îlerin hicrî şemsî sene başlangıcı, bundan altı ay evveldir.Ya’nî, ateşe tapan mecûsî kâfirlerin Nevruz bayramları olan Martın 20. ci günü başlamakdadır. Gece ile gündüzün müsâvî olduğu perşembe günü de Kubâda kalıp, Cum’a günü ayrıldı. O gün Medîneye girdi. O senenin Muharrem ayının birinci günü de, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi.Bu kamerî sene başı, Temmuz ayının onaltıncı Cum’a günü idi. Herhangi bir mîlâdî sene başının rastladığı hicrî şemsî sene, bu mîlâdî yeni seneden 622 noksandır. Herhangi bir hicrî şemsî sene başının rastladığı mîlâdî sene, bu yeni şemsî seneden 621 fazladır.]
2 - İslâmın beş şartından ikincisi, şartlarına ve farzlarına uygun olarak, hergün beş kerre (Vakti gelince, nemâz kılmakdır). Her müslimânın, her gün, vaktleri gelince, beş kerre nemâz kılması ve herbirisini vaktinde kıldığını bilmesi farzdır. Câhillerin, mezhebsizlerin hâzırladıkları yanlış takvîmlere uyarak, vaktinden evvel kılmak büyük günâh olur ve bu nemâz sahîh olmaz. Hem de, öğlenin ilk sünnetinin ve akşamın farzının kerâhet vaktinde kılınmasına sebeb olmakdadır. [Nemâz vaktinin geldiği, müezzinin ezân okuması ile anlaşılır. Kâfirlerin, bid’at ehlinin okuduğu ve ho-parlör gibi çalgıların seslerine (Ezân-ı Muhammedî) denmez.] Nemâzları; farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Allahü teâlâya vererek, vaktleri geçmeden kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, nemâza (Salât) buyuruluyor. Salât; lügatde insanın düâ etmesi, meleklerin istigfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demekdir. İslâmiyyetde (Salât) demek; ilmihâl kitâblarında bildirildiği şeklde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demekdir. Nemâz kılmağa (İftitâh tekbîri) ile başlanır. Ya’nî erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına ve kadınların ellerini omuz hizâsına kaldırıp, göğüs üstüne indirirken, (Allahü ekber) demeleri ile başlanır.Son oturuşda, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm verilerek bitirilir.
3 - İslâmın beş şartından üçüncüsü, (Malının zekâtını vermekdir). Zekâtın lügat ma’nâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demekdir. İslâmiyyetde zekât demek; ihtiyâcından fazla ve (Nisâb) denilen belli bir sınır mikdârında (Zekât malı) olan kimsenin, malının belli mikdârını ayırıp, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen müslimânlara, başa kakmadan vermesi demekdir.Zekât, yedi sınıf insana verilir. Dört mezhebde de, dört dürlü zekât malı vardır:Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlıyan dört ayaklı kasab hayvanları zekâtı ve toprak mahsûlleri zekâtıdır.Bu dördüncü zekâta (Uşr) denir.Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra verilir.
4 - İslâmın beş şartından dördüncüsü, (Ramezân-ı şerîf ayında, hergün oruc tutmakdır). Oruc tutmağa (Savm) denir. Savm, lügatde, birşeyi birşeyden korumak demekdir. İslâmiyyetde, şartlarını gözeterek, Ramezân ayında, Allahü teâlâ emr etdiği için, hergün üç şeyden kendini korumak demekdir.Bu üç şey; yimek, içmek ve cimâ’dır. Ramezân ayı, gökde hilâli [yeni ayı] görmekle başlar.Takvîmle önceden hesâb etmekle başlamaz.
5 - İslâmın beş şartından beşincisi, (Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir). Yol emîn ve beden sağlam olarak, Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bırakdığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kerre,Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf etmesi ve Arafât meydânında durması farzdır.
O zât Resûlullahdan bu cevâbları işitince, (Doğru söyledin yâ Resûlallah) dedi. Eshâb-ı kirâmdan, orada bulunanların, o zâtın bu hâline şaşdıklarını, Ömer “radıyallahü anh” haber veriyor. Çünki, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdîk ediyor.Birşeyi sormak, bilmediğini öğrenmeği istemek demekdir.Doğru söyledin demek ise, bunları bildiğini gösterir.
Yukarıda bildirilen, islâmın beş şartından en üstünü, (Kelime-i şehâdet) söylemek ve ma’nâsına inanmakdır.Bundan sonra üstünü, nemâz kılmakdır. Dahâ sonra, oruc tutmak, dahâ sonra, hac etmekdir. En sonra, zekât vermekdir.Kelime-i şehâdetin en üstün olduğu, sözbirliği ile bellidir. Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun sözü, yukarıda bildirdiğimiz gibidir. Kelime-i şehâdet, müslimânlığın başlangıcında ve ilk olarak farz oldu. Beş vakt nemâz, bi’setin onikinci senesinde ve hicretden bir sene ve birkaç ay önce mi’râc gecesinde farz oldu. Ramezân-ı şerîf orucu, hicretin ikinci senesinde, Şa’bân ayında farz oldu.Zekât vermek, orucun farz olduğu sene, Ramezân ayı içinde farz oldu.Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde farz oldu.
Bir kimse, islâmın bu beş şartından birini inkâr ederse, ya’nî inanmaz, kabûl etmezse, yâhud alay eder, saygı göstermezse, ne’ûzübillah, kâfir olur. Bunlar gibi, halâl ve harâm olduğu, açık olarak ve sözbirliği ile bildirilmiş olan başka şeylerden birini de kabûl etmiyen, ya’nî halâle harâm diyen veyâ harâma halâl diyen de kâfir olur.Dinde zarûrî ma’lûm olan, ya’nî, islâm memleketinde yaşıyan câhillerin bile işitdiği, bildiği, din bilgilerinden birini inkâr eden, beğenmiyen, kâfir olur.
[Meselâ, domuz eti yimek, alkollü içki içmek, kumar oynamak ve kadınların, kızların başları, saçları, kolları, bacakları açık, erkeklerin de dizleri ile göbek arası açık olarak başkasının yanına çıkmaları harâmdır.Ya’nî, Allahü teâlâ, bunları yasak etmişdir. Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını bildiren dört hak mezheb, erkeklerin avret yerlerini, ya’nî bakması ve başkasına göstermesi yasak edilmiş olan uzvlarını farklı olarak bildirmişlerdir.Her müslimânın, bulunduğu mezhebin bildirdiği avret yerini örtmesi farzdır. Buraları açık olanlara, başkalarının bakmaları harâmdır. (Kimyâ-i se’âdet)de diyor ki, (Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile çıkmaları da harâmdır.Böyle çıkmalarına izn veren, râzı olan, beğenen anası, babası, zevci ve kardeşi de, onun günâhına ve azâbına ortak olurlar). Ya’nî, Cehennemde birlikde yanacaklardır. Eğer, tevbe ederlerse, afv olunur, yakılmazlar. Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever. Âkıl, bâlig olan kızların ve kadınların, yabancı erkeklere görünmemeleri, hicretin üçüncü senesinde emr olundu. İngiliz câsûslarının ve bunların tuzaklarına düşmüş olan câhillerin, hicâb âyeti gelmeden evvel olan örtünmemeği ileri sürerek, örtünmeği sonradan fıkhcılar uydurdu demelerine aldanmamalıdır.
Müslimân olduğunu söyliyen bir kimsenin, yapacağı her işin, islâmiyyete uygun olup olmadığını bilmesi lâzımdır. Bilmiyorsa, bir Ehl-i sünnet âliminden sorarak veyâ bu âlimlerin kitâblarından okuyarak öğrenmesi lâzımdır. İş, islâmiyyete uygun değil ise, günâh veyâ küfrden kurtulamaz. Hergün hakîkî tevbe etmesi lâzımdır. Tevbe edilen günâh ve küfr, muhakkak afv olur. Tevbe etmezse, dünyâda ve Cehennemde, azâbını, ya’nî cezâsını çeker. Bu cezâlar, kitâbımızın muhtelif yerlerinde yazılıdır. Büyük günâh işliyen müslimân, günâhı kadar yandıkdan sonra, Cehennemden çıkarılacakdır. Allahü teâlâya inanmıyan ve islâmiyyetin yok olması için çalışan kâfir, zındık, Cehennemde sonsuz yanacakdır.
Erkeklerin ve kadınların nemâzda ve heryerde örtmesi lâzım olan yerlerine (Avret mahalli) denir. Avret mahallini açmak ve başkasının avret mahalline bakmak harâmdır. İslâmiyyetde avret mahalli yokdur diyen, kâfir olur. İcmâ’ ile, ya’nî dört mezhebde de avret olan bir yerini açmağa ve başkalarının böyle avret mahalline bakmağa halâl diyen, ehemmiyyet vermiyen, ya’nî azâbından korkmıyan kâfir olur. Kadınların avret yerini açmaları ve erkekler yanında şarkı söylemeleri ve mevlid okumaları böyledir. Erkeklerin diz ile kasıkları arası, Hanbelî mezhebinde avret değildir.
(Ben müslimânım) diyen kimsenin, îmânın ve islâmın şartlarını ve dört mezhebin icmâ’ı, ya’nî söz birliği ile bildirdiği farzları ve harâmları öğrenmesi ve ehemmiyyet vermesi lâzımdır. Bilmemesi özr değildir. Ya’nî, bilip de inanmamak gibidir. Kadınların yüzlerinden ve ellerinden başka yerleri, dört mezhebde de avretdir. İcmâ’ ile olmıyan, ya’nî diğer üç mezhebden birine göre avret olmıyan bir yerini, ehemmiyyet vermiyerek açan kâfir olmaz ise de, kendi mezhebine göre, büyük günâh olur. Erkeklerin diz ile kasık arasını, ya’nî uyluğunu açmaları böyledir. Bilmediğini öğrenmesi farzdır. Öğrenince hemen tevbe etmeli ve örtmelidir.
Yalan söylemek, dedikodu, gîbet, iftirâ, hırsızlık, hiyle, hiyânet, kalb kırmak, fitne çıkarmak, başkasının malını ondan iznsiz kullanmak, işçinin, taşıyıcının ücretlerini vermemek, devlete isyân etmek, ya’nî kanûnlarına, hükûmetin emrlerine karşı gelmek, vergileri ödememek de günâhdır.Bunları kâfirlere karşı da, kâfir memleketlerinde de yapmak harâmdır. Câhillerin bilemiyeceği kadar meşhûr ve zarûrî olmıyan şeyleri câhillerin bilmemesi küfr olmaz. Fısk, ya’nî günâh olur.] 475. ci sahîfeye bakınız!
kaynak kitap..herkese lazım olan iman
ÎMÂNIN ŞARTLARI
(Bu zât yine sorarak, yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! (Îmânın ne olduğunu da bana bildir)dedi). İslâmın ne olduğunu sordukdan ve cevâb verildikden sonra, Cebrâîl “aleyhisselâm”, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizden, îmânın hakîkatini ve mâhiyyetini açıklamasını sordu. Îmân, lügatda bir kimseyi tâm doğru sözlü bilmek, ona inanmak demekdir. İslâmiyyetde îmân demek; Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu ve Onun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek ve inanarak söylemek ve Onun Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak ve geniş bildirdiklerine etraflıca inanmak ve gücü yetdikçe, kelime-i şehâdeti dil ile de söylemekdir.Kuvvetli îmân şöyledir ki, ateşin yakdığına, yılanın zehrleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçdığı gibi, gönlünden tâm olarak, Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek inanmak, Onun rızâsına ve cemâline koşmak ve gazabından, azâbından kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleşdirmekdir.
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği îmân ile islâm birdir. Kelime-i şehâdetin ma’nâsına inanmak, her ikisinde de vardır. Ba’zı umûm ve husûs ayrılıkları var ise de, lügat ma’nâları ayrı olmakla berâber, islâmiyyetde ayrılıkları yokdur.
Îmân tek birşey midir, birkaç parçanın birleşiği midir?Birleşik ise, kaç parçadan yapılmışdır?Ameller, ibâdetler, îmândan mıdır, değil midir?Îmânım var derken, inşâallah demek câiz midir, değil midir?Îmânda azlık çokluk olur mu? Îmân mahlûk mudur? Îmân etmek, insanın elinde midir?Yoksa mü’minler zorla mı îmân etmişdir? Eğer îmânda zor, cebr varsa, herkesin îmân etmesi neden emr olunmuşdur?Bunları ayrı ayrı bildirmek çok uzun sürer.Bunun için herbirinin cevâbını burada ayrı ayrı bildirmiyeceğim.Şu kadar bilmelidir ki, Eş’arî ve Mu’tezile mezheblerine göre, mümkin olmıyan bir şeyin yapılmasını, Allahü teâlânın emr etmesi câiz değildir.Kendisi mümkin ise de, insanların gücü yetmediği şeyleri emr etmesi de, Mu’tezileye göre câiz değildir. Eş’arîye göre ise, bu câizdir. Fekat, emr etmemişdir. İnsanın havada uçmasını emr etmek böyledir. Îmân, ibâdetler ve amellerde, Allahü teâlâ, kullarından gücü yetmediği şeyleri istememişdir.Bunun için, müslimân iken deli olan, gâfil olan, uyuyan, ölen kimse, bu hâlinde tasdîk etmekde değil ise de, müslimânlıkları devâm etmekdedir.
Bu hadîs-i şerîfde, îmânın lügat ma’nâsını düşünmemelidir. Çünki lügat ma’nâsı, tasdîk ve inanmak demek olduğundan, arab câhillerinden, bu ma’nâyı bilmiyen kimse yokdur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bilmemiş olsunlar. Cebrâîl aleyhisselâm, îmânın ma’nâsını Eshâb-ı kirâma öğretmek istiyordu. Bunun için, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” islâmiyyetde neye îmân denildiğini sormakdadır. (Îmân demek), keşf ile bularak veyâ vicdânla bularak, yâhud bir delîl ile aklın anlaması yolundan veyâ seçilmiş, beğenilmiş bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye cân ve gönülden inanmak ve dil ile de söylemekdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:
1 - Bu altı şeyden birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmakdır. Dünyâ âleminde ve âhiret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zemânsız ve benzersiz olarak yokdan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmakdır. [Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cismleri, hücreleri, hayâtı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşid kuvveti, enerji nev’lerini, hareketleri, kanûnları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı, yokdan var eden ve hepsini, her ân varlıkda bulunduran, yalnız Odur.] Âlemlerde olan herşeyi, [hiçbiri yok iken, bir anda] yaratdığı gibi, [her zemân, birbirlerinden de var etmekdedir.Kıyâmet zemânı gelince, herşeyi bir ânda] yine yok edecekdir.Her varlığın hâlıkı, yaratanı, sâhibi, hâkimi Odur. Onun hâkimi, âmiri, üstünü yokdur diye inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, Onundur. Onda, hiçbir kusûr, hiçbir noksan sıfat yokdur.Dilediğini yapabilir.Yapdıkları, kendine veyâ başkasına fâideli olmak için değildir.Bir karşılık için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, fâideler, lutflar ve ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, fâideli olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsîlerin, günâh işliyenlerin hepsini Cennete koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâ’at, ibâdet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adâletine uygun olur. Fekat müslimânları ve ibâdet edenleri Cennete sokacağını, bunlara sonsuz ni’metler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmişdir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâ’at etse, Ona hiçbir fâidesi olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, Ona hiçbir zarar vermez.Kul, birşey yapmak dileyince, O da isterse, o şeyi yaratır. Kullarının her hareketini ve her şeyi yaratan Odur. O dilemezse, yaratmazsa, hiçbir şey hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyan edemez. Küfrü, günâhları diler ise de, bunlardan râzı değildir. Onun işine, kimse karışamaz. Niçin böyle yapdı. Şöyle yapsaydı demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yokdur.Şirkden, küfrden başka, herhangi büyük günâhı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi, dilerse afv eder.Küçük bir günâh için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç afv etmiyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmişdir.
Müslimân olan, ya’nî (Ehl-i kıble) olup, ibâdet eden, fekat, i’tikâdı (Ehl-i sünnet) i’tikâdına uymıyan ve tevbe etmeden ölen kimseye, Cehennemde azâb edecek ise de, böyle (Bid’at sâhibi) müslimânlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacakdır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fekat, kimse görmemişdir. [Allahü teâlâ dünyâda kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmetdir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye sebeb olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürlerdi. İyiler, şehîd olurlar ise de, dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.]Kıyâmet günü, mahşer yerinde, kâfirlere ve günâhı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lutf ve cemâl ile görünecekdir.Mü’minler, Cennetde, cemâl sıfatı ile görecekdir.Melekler ve kadınlar da görecekdir.Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre, (Mü’minlerin makbûl olanları, her sabâh ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cum’a günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi, yılda birkaç kerre, tecellî-i cemâl ile ve rü’yet ile müşerref olacaklardır).
[Şeyh Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri [1], fârisî (Tekmîl-ül-îmân) kitâbında buyuruyor ki: Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz!). Allahü teâlâ dünyâda anlaşılamadan bilineceği gibi, âhiretde de anlaşılamadan görülecekdir. Ebül Hasen-i Eş’arî ve imâm-ı Süyûtî ve imâm-ı Beyhekî gibi büyük âlimler, meleklerin de Cennetde Allahü teâlâyı göreceklerini bildirmişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve başka âlimler, cinnin sevâb kazanmıyacaklarını ve Cennete girmiyeceklerini, ancak mü’min olanlarının Cehennemden kurtulacaklarını bildirdiler. Kadınlar, dünyâdaki bayram günleri gibi senede birkaç kerre göreceklerdir. Mü’minlerin kâmil olanları, her sabâh ve akşam, diğerleri ise Cum’a günleri göreceklerdir.Bu fakîre göre, mü’min kadınlar ve melekler ve cin de bu müjdeye dâhildirler. Fâtımat-üz-zehrâ ve Hadîcet-ül-kübrâ ve Âişe-i sıddîka ve diğer ezvâc-i tâhirât ve Meryem ve Âsiye “radıyallahü teâlâ anhünne ecma’în” gibi kâmil ve ârif hâtûnların diğer kadınlardan müstesnâ tutulmaları uygun olur. İmâm-ı Süyûtî de buna işâret etmekdedir.]
Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünki, Allahü teâlânın işleri akl ile anlaşılmaz. Dünyâ işlerine benzemez. [Fizik ve kimyâ bilgileri ile ölçülemez.] Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yokdur. Allahü teâlâ, madde değildir. Cism değildir. [Element değildir. Karışım, bileşik değildir.] Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesâb edilmez. Onda değişiklik olmaz.Mekânlı değildir. Bir yerde değildir.Zemânlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yokdur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, Onun hiçbir şeyini anlıyamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrıyamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâ için câiz olmıyan kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve bildiğimiz, bugün kullanılan ma’nâlarda değildir.Böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere (Müteşâbihât) denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamağa kalkışmamalıdır. Yâhud, bunlar, kısaca veyâ uzun olarak, (Te’vîl) olunur. Ya’nî, Allahü teâlâya yakışacak başka ma’nâ verilir. Meselâ, el kelimesi, kudret, enerji demek olur.
Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlâyı, mi’râcda gördü. Bu görmesi, dünyâdaki baş gözü ile görmek gibi değildi. Bir kimse, Allahü teâlâyı dünyâda gördüm dese, o zındıkdır. Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehüm ecma’în” görmesi, dünyâ ve âhiret görmeleri gibi değildir.Ya’nî (Rü’yet) değildir. Onlara (Şühûd) hâsıl olmakdadır. [Ya’nî kalb gözü ile, misâlini görürler.] Evliyâ-i kirâmdan, gördüm diyenler oldu ise de, sekr hâlinde iken, ya’nî aklları başlarında değil iken, şühûdü, rü’yet sanmışlardır. Yâhud, te’vîl ederek anlaşılabilecek sözlerden biridir.
Süâl: Allahü teâlânın dünyâda baş gözü ile görülmesinin câiz olduğu yukarıda bildirilmişdi. Câiz olan bir şeyin hâsıl olduğunu söyliyen kimse, niçin zındık olsun?Vâkı’ olduğunu söyliyen kâfir olursa, o şeye câiz denilebilir mi?
Cevâb: Lügatde, câiz demek, olması da, olmaması da uygundur demekdir. Fekat, Eş’arî[1] mezhebinde, rü’yetin câiz olması demek; Allahü teâlâ, bu dünyâda yakın olmanın, karşısında olmanın ve dünyâda yaratmış olduğu fizik kanûnları ile görmenin dışında olarak, insanda bambaşka bir görmek kuvveti yaratmağa kâdirdir demekdir.Meselâ, Çinde bulunan kör bir kimseye, Endülüsdeki sivri sineği göstermeğe veyâ dünyâdaki insana, ayda ve yıldızda bulunanı göstermeğe kâdirdir ve câizdir. Böyle kuvvet, Allahü teâlâya mahsûsdur. İkinci olarak, dünyâda gördüm demek, âyet-i kerîmeye ve âlimlerin söz birliğine uygun değildir. Bunun için, böyle birşeyi söyliyen kimse (Mülhid) veyâ (Zındık) dır. Üçüncü cevâb olarak deriz ki, dünyâda rü’yetin câiz olması, Onu dünyâda, fizik kanûnları ile olan görmek câiz olur demek değildir.Hâlbuki, Allahü teâlâyı gördüm diyen kimse, başka şeyleri gördüğü gibi gördüm demekdedir.Bu ise, câiz olmıyan bir görmekdir.Bunun gibi, küfre sebeb olan şeyleri söyliyen kimseye mülhid veyâ zındık denir. [Mevlânâ Hâlid hazretleri], bu cevâblardan sonra (Dikkat ediniz!) buyuruyor. Bununla, ikinci cevâbın dahâ sağlam olduğuna işâret ediyor. [(Mülhid) ve (Zındık), kendisinin müslimân olduğunu söyler. (Mülhid) bu sözünde samîmîdir. Kendisinin müslimân olduğuna, doğru yolda bulunduğuna inanmakdadır. (Zındık) ise, İslâm düşmanıdır. İslâmiyyeti içerden yıkmak, müslimânları aldatmak için müslimân görünmekdedir.]
Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz ve zemân geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişde, gelecekde şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. [Şî’îlerin, hazret-i Alîye hulûl etmişdir diyen (Nusayrî) ismindeki fırkaları kâfir olmakdadır.] Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yokdur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yokdur. Her zemân, herkes ile hâzır ve herşeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından dahâ yakındır. Fekat, hâzır olması, ihâta etmesi, berâber ve yakın olması, bizim anladığımız gibi değildir. Onun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehüm ecma’în” keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrıyamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiçbirinde değişiklik, başkalaşmak olmaz. Tefekkerû fî âlâillâhi ve lâ tetefekkerû fî zâtillâhi. Birinci cild, 46.cı mektûbu okuyunuz!
Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfî)dir. Ya’nî, islâmiyyetde bildirilen ismleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. [Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fekat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünki, islâmiyyet, Allahü teâlâya fakîh dememişdir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünki tanrı, ilah, ma’bûd demekdir. Meselâ, hindlilerin tanrıları inekdir, denilmekdedir. (Birdir Allah, Ondan başka tanrı yok) denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilah, ma’bûd ma’nâsına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz.]
Allahü teâlânın ismleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhûrdur. Ya’nî, ismlerinden binbir dânesini insanlara bildirmişdir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmişdir. Bunlara (Esmâ-i hüsnâ) denir.
Allahü teâlânın (Sıfât-ı zâtiyye)si altıdır. [Bunları yukarıda bildirmişdik.] (Sıfât-ı sübûtiyye)si, (Mâtürîdiyye) mezhebinde sekizdir. (Eş’ariyye) mezhebinde ise yedidir. Bu sıfatları da, zâtı gibi, ezelîdir, ebedîdir. Ya’nî sonsuz olarak vardırlar. Mukaddesdirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer örnek, insanlara ihsân buyurmuşdur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlıyamıyacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak câiz değildir. Allahü teâlânın sekiz sıfât-ı sübûtiyyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir.Ya’nî sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir.Bu sekiz sıfat: