Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslamda yönetim düzeni

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İSLÂM’DA HÜKÜM (YÖNETİM)

Şeriatın Müslümanlara ikamesini farz kıldığı, haksızlıkların giderilmesini ve anlaşmazlıkların çözüme ulaştırılmasını sağlayan otorite (sultan) anlamındaki emirlik makamıdır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İSLÂM’DA HÜKÜM (YÖNETİM)

Hüküm
kavramının sözlük anlamı yargı (kaza)dır.
Hakim
hükmü uygulayan anlamına gelir.
Istılahi anlamları açısından "hüküm", "mülk" ve "sultan" kavramları ile aynı anlamı taşır.
Bu açıdan, "hakim", hükümleri uygulayan otorite (sultan)dir. Aynı zamanda, şeriatın Müslümanlara ikamesini farz kıldığı, haksızlıkların giderilmesini ve anlaşmazlıkların çözüme ulaştırılmasını sağlayan otorite (sultan) anlamındaki emirlik makamıdır. Diğer bir ifade ile "hüküm", Allahu Teâla’nın şu ayetlerinde geçen Velayetü'l Emir’dir:

"Allah'a itaat edin, Rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." Nisa: 59

"Onu, Rasul’e ve onlardan olan ulu'l emre götürselerdi." Nisa: 83

Ayetlerde geçen "Velayetü'l Emr”, doğrudan doğruya ve fiilen yönetim işini gerçekleştirmektir.

Devlet, toplum ve hayat için düşünce ve metod bütünlüğüne sahip olması yönüyle İslâm, devlet ve yönetim kavramlarını kendisinin ayrılmaz bir parçası kılmıştır. Bu nedenle İslâm, Müslümanlara İslâm Devletini ve İslâm yönetimini ikame edip İslâm’ın hükümleri ile hükmetmelerini emretmiştir. Bu çerçevede, Kuran-ı Kerim'de, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmelerini emreden "Hüküm" ve "Sultan"a ilişkin onlarca ayet yer almaktadır.

Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

"Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Haktan sana gelenden sapıp da onların hevalarına uyma." Maide: 48

"Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet. Onların hevalarına (arzularına) uyma. Seni, Allah'ın sana indirdiğinin bazısından saptırmalarından sakın." Maide: 49

"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir." Maide: 44

"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir." Maide: 45

"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasıklardır." Maide: 47

"Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça, sonra senin verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan ona tam teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar." Nisa: 65

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." Nisa: 59

İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin." Nisa: 58

Bu ayetler dışında yönetim ve otorite, kavramlarına işaret eden hükümle ilgili daha bir çok ayeti kerime mevcuttur. Hüküm (yönetim)'e ilişkin uygulamaların ayrıntılarını açıklayan bir çok ayeti kerimeye ilaveten, savaş hukuku, siyasi hukuk, ceza hukuku, sosyal hukuk, medeni hukuk v.b. hukukî kavramlara ilişkin tafsilat da verilmiştir.

Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Kafirlerden size yakın olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir sertlik bulsunlar." Tevbe: 123

"Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlarla arkalarında bulunan kimseleri de dağıt. Bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onların üzerine at." Enfal: 57-58

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et." Enfal: 61

"Ey iman edenler! Akitleri (sözleşmeleri) yerine getirin." Maide: 1

"Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını yalan yemin ve şehadet ile yemeniz için o malları hakimlere (yöneticilere ya da kadılara) vermeyin."

"Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri." Bakara: 179 "Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza olarak, Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin." Maide: 38 "Sizin çocuğunuzu emzirirlerse onlara ücretlerini verin." Talak: 6 "İmkanı geniş olan nafakayı imkanlarına göre versin. Rızkı daralmış olan da nafakayı Allah'ın kendisine verdiğinden ayırsın." Talak: 7

"Onların mallarından sadaka al ki bununla onları temizleyesin." Tevbe: 103

Bu ayetler incelendiğinde İslâm’ın medeni hukuk, siyasi hukuk, ceza hukuku, askeri hukuk ve muamelat (şahıs ve aile hukuku, aynı haklar, miras, ticaret, borçlar ve iş hukuku) ile ilgili konuların ana hatlarıyla yüzlerce ayeti kerimede açıkça ortaya konulduğunu görürüz. Bu konularla ilgili ayrıntılı bilgi ihtiva eden yüzlerce sahih hadis de gerçeğin bir diğer yönüdür. Söz konusu tüm ayet ve hadis-i şer'ifler, Allah'ın emirleri ile hükmetmeyi (yönetmeyi) ve bu alana yönelik emirleri uygulamayı öngörmektedir. Allah Rasulu(s.a.v.)'in sağlığında ve sonrasında Raşid Halifeler döneminde, İslâm hükümleri gerçek hayatta fiilen uygulandığı gibi, takip eden Müslüman idareciler tarafından da uygulanmıştır. Bu tarihî gerçekler de İslâm’ın; yönetim, devlet, toplum, hayat, ümmet ve fert için nizam olma vasfına açıkça işaret eden delillerdir. Buradan bir sonuç daha çıkarabiliriz: Devletin hükmetme yetkisi ancak İslâm nizamına uygun hareket ettiği sürece meşrudur. İslâm’ın varlığından bahsedebilmek ancak İslâm hükümlerinin bir devletçe fiilen uygulanması ile mümkündür. İslâm bir din ve düşünce ve metod bütünlüğüne haiz bir nizam olduğundan devlet ve hüküm İslâm’ın birer parçasıdır. Devlet, İslâm’ın hükümlerini tüm hayata uygulamak için ortaya koyduğu tek meşrû’ yoldur. Her hâl ve şartta hükümlerini uygulayan bir devleti olmadan İslâm canlı bir şekilde ayakta kalamaz. İslâm Devleti, siyasî ve beşerî bir devlettir, ilahî ve ruhanî temelli teokratik bir devlet değildir. Bu nedenle, İslâm Devletinin kutsallık, yöneticinin de masumiyet gibi bir sıfatı yoktur.

İslâm’da yönetim sistemi, devletin şeklini, vasıflarını, ilke ve temellerini, yönetim organlarını devletin üzerine bina edildiği esasları açıkça ortaya koyduğu gibi, tüm problemlerin çözümünün üretildiği düşünce, kavram ve ölçülerle uygulanacak anayasa ve yasaları da açıkça ortaya koyan bir sistemdir.

İslâm’ın yönetim nizamı ve devlet şekli tam anlamı ile özgün bir sistemdir.
Bu nizam, dünya üzerindeki tüm sistemlerden gerek esas ve kurumları açısından ve gerekse sorunların halledildiği fikir, kavram ve ölçüler açısından farklılık arzeder.
Yönetimin temsil ettiği şekiller, uygulanan anayasa ve kanunlar açısından da farklılıklar söz konusudur.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Evet, bu soruya da muhatabının cevap vereceği belli olmakla ben de kısa bir iki cümle ile bir fikir aktarmak istiyorum.

İslam'ın nass'ları vardır ve bunlarda ihtilaf yoktur. Mesela faize, zinaya helal diyen hiç bir mezhep ya da meşrep yoktur. Ayrılığa düşülen konularda çoğunluğun reyi meseleyi çözer.

Bir Müslüman'ın, nass'ların da bir farklılığın olmadığı ve sadece ayrıntılarda bir takım ayrılıkların vuku bulduğu İslamı, bu ayrıntılarda ki ihtilafları bahane edip de, İslami nass'ları hiçe sayan diğer sistemleri kabullenip, razı olması, tercih etmesi mümkün olabilir mi?
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Duha, bekir,
Kardeşlerim,
Öncelikle şunu bir kayıt altına alalım.
Şeriat devleti kavramı insanların belli öngörülerini sağlamak için İslam dinine etiketlenmiş bir kavramdır. Bunda bir anlaşalım Şeriatsız şu anda dünya üzerinde bir devlet biliyormusunuz.
Çünkü devlet
Yasama,
Yürütme
ve yargıdan oluşur
Hangi devlet modelini alırsanız alın bu kavram devlet olmanını temel ilkesidir.
Şeriat demek Anayasa demektir. Bu kısmı anladıktan sonra yasanın neye göre tanzim edileceği söz konusu olabilir. Temel budur, bundan sonrsı ise teferruattır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İSLÂM DEVLETİ

İslâm Devleti, şeriatın uygulayıcısı olan Halifet’ten ibarettir. Devlet, İslâm’ın hükümlerinin uygulanması noktasında yürütmeyi sağlayan, İslâm mesajını bir risalet olarak tüm insanlığa davet ve cihat yolu ile taşıyan fiili ve siyasi bir varlıktır. Devlet, toplumsal hayatta İslâm’ın hayata ilişkin hükümlerinin uygulanması ve yürürlükte kalabilmesi için, İslâm’ın öngördüğü tek ve alternatifsiz metoddur. Kısaca devlet, İslâmi hayatın temel direğidir. Devletsiz İslâm, toplumsal hayat için bir düşünce ve metod bütünlüğü özelliğinden ve yönetim nizamı olmaktan çıkar, sadece ruhanî bir kutsiyet, kuru ayinler ve ahlaki düsturlar haline gelir. Bu sebeple, İslâm Devleti her hangi bir zaman dilimine hitap eden bir kurum değil, sonsuza kadar geçerli bir kurumdur.

İslâm Devleti ancak temelini oluşturan İslâm akidesi üzerine kurulur, hiç bir şekilde bu akideden ayrılması da caiz değildir. Allah Rasulu Medine'de otoriteyi ele alıp, yönetimi bizzat yüklendiğinde, ilk günden itibaren devletin temellerini İslâm akidesine dayandırdı. Halbuki, o anda hüküm ayetleri henüz inmeye başlamamıştı. Rasul;”Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.v.) Allah’ın elçisidir” kelime-i şehadetini (akidesini) Müslümanların aralarındaki ilişkilerinin, haksızlıklarla mücadelenin, anlaşmazlıkları çözmenin, kısacası tüm hayatın ve yönetimin esası ilan etti. Bununla da yetinmeyip, bu akideyi insanlara ulaştırmaları için cihadı Müslümanlara farz kıldı. Müslim ve Buhari, Abdullah b. Ömer'den, Rasulullah 'in şu hadisini rivayet etmektedirler: "Ben insanlarla "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Eğer, bunu yerine getirirlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak onun hakkı (yani şer’î bir gerekçe ile bunlara el uzatma gereği hali) ile olması müstesnadır. Hesapları da Allah’a aittir.” Buhari, 33; Müslim, 24

Rasul, İslâm akidesinin devlet için temel bir esas olarak korunmasını da Müslümanlara farz kıldı. Rasul, İslâm akidesi yönetim ve otoritenin esası olmaktan çıkıp, açık küfür hakim olduğunda idareciye kılıç çekmeyi ve onunla savaşmayı da emretti. Nitekim, Rasulullah 'e zalim yöneticilerle ilgili olarak onlara karşı kılıçla savaşalım mı? diye sorulduğunda buyurdu ki: "Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe hayır.” Ahmed b. Hanbel, 10792, 10801 Yine, Rasul (s.a.v.) açık bir küfür görmedikleri müddetçe Müslümanlara yöneticiye (ulu'l emre) karşı çıkılmamasını biat şartı olarak koymuştur. Müslim’in, Avf b. Malik'den imamların şerlileri ile ilgili olarak rivayet ettiği hadiste: "Onlara karşı kılıçla savaşmayalım mı, ya Rasulullah? diye sorulduğunda Rasul şu cevabı verdi: “Aranızda namazı ikame ettikleri sürece hayır.” Müslim, 2447

Buhari’nin, Ubade b. es-Samit'ten rivayet ettiği Biatla ilgili hadis ise şöyledir: "Yanınızda, yöneticinin açık küfrüne dair Allah katında delil olarak göstereceğiniz bir delil olmadıkça yöneticiyle çekişmeyeceğimize...” Buhari, 6532 Aynı rivayeti İmam et-Taberani de "açık küfür" ibaresi ile nakletmiştir. Tüm aktarılanlar, İslâm Devletinin temelinde İslâm akidesinin bulunduğuna delil oluşturur. İşte Allah Rasulü (s.a.v.)'de bu sebeple yönetimi İslâm akidesi üzerine kurmuş ve bu esas üzere yönetimin devamı için güç kullanmayı ve İslâm akidesi uğrunda Cihadı emretmiştir.

Bu noktadan sonra, İslâm Devletinde İslâm akidesinden çıkmayan herhangi bir fikir, kavram, yönetim şekli ya da ölçünün bulunması caiz değildir. Devletin ismen yahut sözde İslâm Akidesi üzerine kurulması birşey ifade etmez. Bilakis İslâm akidesi temelinin İslâm Devleti ile ilgili her alanda, büyük küçük denmeksizin her işte uygulanması mutlak anlamda bir gerekliliktir. Yönetim ve toplumsal hayata ilişkin konularda devlet bünyesinde İslâm akidesinden kaynaklanmayan hiçbir kavramın bulunmaması gerekir. Özü itibari ile İslâm akidesinden kaynaklanmayan hatta İslâmi kavramlara ters düşen "demokrasi" kavramının İslâmi yönetim anlayışını etkilemesine asla müsamaha gösterilmemesi de bu hassasiyetin bir sonucudur. İslâm Devleti'nde "milliyetçilik" kavramının da bir değeri yoktur. Zira, bu kavram esasta İslâm akidesinden kaynaklanmadığı gibi, bu kavram ve açılımı olan inançlar İslâmca yerilmiş, yasaklanmış ve tehlikeleri beyan edilmiştir.

İslâm, "Vatancılık" kavramını da aynı yaklaşımla algılamış ve İslâm Devletinin bünyesini bu düşüncenin sakıncalarından korumuştur. İslâm Devletinde demokratik literatürdeki bakanlıklara yer verilmemesi de aynı sebepledir. Kendi özgülüğünden kaynaklanarak İslâmi yönetim sistemi, İslâm akidesinden çıkmayan hatta onunla ters düşen, imparatorluk, Krallık ve Cumhuriyetçilik kavramlarını da reddeder. Yine İslâm Devletinde, fert, kitle ve belli hareketlerce Devletin muhasebe edilmesi fiilinin, İslâmi olmayan yöntemlerle gerçekleştirilmesi de yasaklanmıştır.

İslâm Devleti bünyesinde İslâm akidesini temel almayan hiç bir hareket, kitle ya da partiye izin verilmez. Tüm bu verdiğimiz örneklerin gerekçesi, İslâm akidesinin devletin özünü teşkil etmesinden kaynaklanır. Bütün bunlar devletin İslâm akidesi üzerine kurulmasının gereğidir ve bu nedenle yöneticilere ve devletin yönettiği tebaya ayrıca farz kılınmıştır.

İslâm Akidesinin İslâm Devleti’nin özünü oluşturması beraberinde devletin anayasasının ve diğer kanunlarının Allah'ın Kitabı ve Rasulünün Sünnetinden alınmasını zorunlu kılar.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Allah, sulta sahibi yöneticiye Allah tarafından Rasule indirilen hükümlerle hükmetmesini emretmiştir.

Allah'ın indirdiğinin dışındaki hükümlere inanarak hükmedenler ise kafir sayılmıştır. Eğer, yönetici, Allah'ın indirdiğinin dışındaki hükümlerle onlara inanmadığı halde yönetiyorsa ona da zalim ve fasık denmiştir. Allah'ın sulta sahibi yöneticiye Allah'ın indirdiği hükümler ile hükmetmesi (yönetmesi) emri Kur'an ve Sünnet ile sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: "Rabbine andolsun ki aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça iman etmiş sayılmazlar." Nisa: 65

"Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet..." Maide: 49

Allahu Teâla bu ve benzeri ayetlerle devletin yasama yetkisini kendi indirdiği ile sınırlandırmış ve yöneticileri Allah'ın indirmedikleri ile yani küfür hükümleri ile, hükmetmemesi noktasında uyarmıştır. Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar; kafirlerdir." Maide: 44

Allah Rasulü (s.a.v.) de şöyle demiştir: "Bizim işimizin dayandığı esasa uymayan her iş reddedilir.” Müslim, 3243; Ahmed b. Hanbel, 23975, 24298, 24995

Tüm bu deliller İslâm Devletinin tüm kanunları ve anayasasının sadece İslâm Akidesinden kaynaklanan şer'i hükümlerden alınması gerektiğine işaret ediyor. Yönetime ilişkin hükümleri, Allah'ın Rasulüne indirdiği Kitap ve Sünnetten, Kitap ve Sünnetin meşru kabul ettiği kıyastan ve sahabenin icmaındaki hükümlerden alınması Müslümanlardan istenmektedir.

Ayrıca, Şari’in (hüküm koyucunun) hitabı, kulların fiilleri ile alakalıdır ve tüm insanların fiillerinde kendisine uyması için gönderilmiştir. İslâm şeriatı, Allahu Teâla’dan insan fiillerinin ve insan ilişkilerinin tümü -bu ilişkiler ister Allah ile ilişkisi, ister kendi nefsi ile ilişkisi, isterse diğer insanlarla olan ilişkileri olsun- ile alakalı olarak gelmiştir. İslâm’ın bu kuşatıcılığından dolayı insanların ilişkilerinin düzenlenmesi için, kanunların insan tarafından belirlenmesinin İslâm’da yeri yoktur. Zira, bu noktada, tüm insanlık şer'i hüküme tabi olmakla kayıtlanmışlardır. Allahu Teâla bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Rasul size neyi getirdiyse onu alın, sizi neden yasakladıysa onu terk edin." Haşr: 7 "Allah ve Rasulü bir hususta hükmettiği zaman mü'min erkek ve kadın için işlerinde serbestiyet yoktur." Ahzab: 36

Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır: "Allah size bir takım şeyleri farz kıldı, Allah'ın farzlarını iptal etmeyiniz. Allah'ın size çizdiği sınırları da aşmayınız. Bazı şeylerden de sizi men etti, onları da çiğnemeyiniz. Bazı hususlarda ise birşey söylemedi. Bunu unuttuğu için değil, sizin için bir ruhsat olması için yaptı. Dolayısıyla bunları araştırmayınız.”

Müslim, Aişe (r.anha)'dan şu hadisi rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi: "Kim bizim işimizden olmayan birşeyi ortaya koyarsa O reddedilmiştir.”
Buhari, 2499; Müslim, 3242; Ebu Davud, 3990; İbni Mace, 14; Ahmed b. Hanbel, 25124
Özetle hükümleri koyan Allah’tır, yönetici değil. İlişkilerinde ve davranışlarında insanları ve yöneticileri bu hükümlere uymaya mecbur kılan ve bu hükümlerden başkasına tabi olmayı yasaklayan da Allahu Teâla’dır.

Bu sebeple İslâm Devleti’nde insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek için hükümler koymakta, anayasa ve kanunlar koyma noktasında insanın yetkisi yoktur. Ayrıca, İslâm Devleti'nde insanlar arasındaki ilişkileri tanzim noktasında, beşer tarafından koyulmuş hükümlere uyulması için, otorite sahibinin insanları zorlama ya da serbest bırakma yetkisi de yoktur.

Rasul (s.a.v.), Medine-i Münevvere'de kendine has esasları, kuralları, kurumları, yönetim organları, ordusu, iç ve dış ilişkileriyle Allah'ın şeriatına bağlı kalarak İslâm Devletini kurdu. Peygamber (s.a.v.), Medine’ye gittikten sonra Müslümanları yönetmeye başlamış, onların işlerini idare etmiş, problemlerini çözmüş, İslâmî bir toplum oluşturmuş, Yahudilerle ardından Beni Damra ve Beni Müdlec ile, sonra Kureyş, Eyle, Cerba ve Ezrah kabileleri ile anlaşmalar imzalamış ve haccetmek için gelecek kimseleri Kabe'yi haccetmekten mahrum etmeyeceğine, haram aylarda kimse ile savaşmayacağına dair insanlara garantiler vermişti. Aynı zamanda, Kureyş’le savaşmak için Hamza b. Abdulmuttalib, Ubeyde b. el Haris ve Saad b. Ebi Vakkas gibi komutanların komutasında çeşitli seriyyeler göndermiştir. Öte yandan Zeyd b. Harise'yi, Cafer b. Ebi Talib'i ve Abdullah b. Revaha'yı Rumlara, Dümet-ül Cendel'e de Halid b. Velid'i savaşa göndermişti. Bizzat Peygamber (s.a.v.), ordu komutanı olarak birçok çetin savaşa komuta etmişti. Yine, yönetimin başında iken bölgelere vali, beldelere de yöneticiler tayin etmişti. Mesela, Mekke'nin fethinden sonra, oraya Attâb b. Esid'i vali olarak atamış, Müslüman olunca Bazan b. Sasan'ı Yemene, Hazrec'ten Muaz b. Cebel'i Cened'e, Halid b. Said b. el-As'ı idareci olarak San'a'ya, Ziyad b. Lebid b. Salebe el-Ensari'yi Hadramevt'e, Ebu Musa el-Eş'ari'yi Zebid ve Aden'e, Amr b. el-As'ı Umman'a vali olarak atamıştı. Ebu Dücane de kendisinin Medine'deki vekili idi. Valilerin tayininde, adayların kabiliyet ve becerilerine bakıyor, insanları imana sokacak olanları seçiyor ve aynı zamanda Allah'a olan bağlılıklarını da araştırıyordu. ilaveten adaylara, hükmederken hangi yolu izleyeceklerini soruyordu. Nitekim, Hazrecli Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken, ona “Ne ile hükmedeceksin?” dedi, Muaz: “Allah'ın Kitabıyla” dedi. “Eğer kitapta bulunmazsan?” “Allah Rasulü’nün Sünnetiyle.” “Eğer onda da bulamazsan?” Hiç durmam, reyimle içtihad ederim" dedi. Bunun üzerine, Rasul (s.a.v.), şöyle buyurdu: “Allah ve Rasulü’nün hoşnut oldukları şeye, Peygamberin elçisini muvaffak kılan Allah'a hamd olsun.” Ebu Davud, 3119; Ahmed b. Hanbel, 21084; Beyhaki


İbni Sa’d, Amr b. Avf yoluyla şu hadisi rivayet eder: “Rasulullah (s.a.v.) Eban b. Said'i Bahreyn'e tayin ederken de şöyle dedi:” "Abdi Kays kabilesine hayrı tavsiye et ve ileri gelenlerine ikramda bulun."

Rasulullah (s.a.v.), İslâm’a girenlerin en seçkin olanlarını vali tayin ediyor, görevi kabul edenlere de halka dini telkin etmelerini ve zekâtı almalarını emrediyordu. Bir çok yerde zekâtı alma işini valilere havale ediyor, halka hayrı müjdelemelerini, onlara Kur'an ve fıkıh öğretmelerini emrediyordu. Hak konusunda halka yumuşak davranmayı ve zulme engel olmalarını tembih ediyordu. Bir kargaşa çıktığında insanları kabile ve aşiretlerine çağırmaktan alıkoyup sadece tek ve ortağı olmayan Allah'a çağırmayı emretmelerini tavsiye ediyordu. Ganimetlerin beşte birini ve Müslümanlara farz olan zekâtı almalarını emrediyordu. Yahudi ve Hıristiyanlardan, kendiliğinden ihlasla İslâm’a girenleri, İslâm dinini din olarak kabul edenlerin mümin olacaklarını ve diğer Müslümanların sahip olduğu sorumluluk ve haklara sahip olacaklarını bildiriyordu. Hıristiyan ya da Yahudi olarak kalmak isteyenleri ise zorlamamalarını emrediyordu.

Müslim ve Buhari, İbni Abbas'tan şu hadisi rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.) Yemen'e Muaz b. Cebel'i gönderirken ona söyle dedi: “Sen kitap ehli olan bir topluma gidiyorsun, kendilerini ilk davet ettiğin şey Allah'a ibadet olsun. Allah'ı tanıdıkları takdirde, Allah'ın onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını onlara bildir. Bunu yaparlarsa, Allah'ın zenginlerden alınıp, fakirlere verilmek üzere zekâtı farz kıldığını onlara bildir. Eğer kabul ve itaat ederlerse onlardan al, en iyi mallarını almaktan kaçın.” Buhari, 1365, 6824; Müslim, 28

İkinci bir rivayette, bu iki uyarıya ilave olarak şu ifade yer almaktadır: "Mazlumun duasından kaçın! Çünkü onun duası ile Allah arasında herhangi bir perde yoktur.” Müslim, 27; Tirmizi, 567; Ebu Davud, 1351; İbni Mace, 1773

Bazı durumlarda ise vali yerine sadece mali işleri yürütmek üzere bazı kişileri görevlendirirdi. Her yıl meyvelerin sayımını yapmak ve İslâm Devleti’nin hakkı olanı toplamak üzere, Abdullah b. Revaha'yı Hayber Yahudilerine gönderirdi. Bu konuda Muvatta'da şu rivayet yer almaktadır: "Rasulullah (s.a.v.) Abdullah b. Revaha'yı meyvelerin tahminini yapmak üzere gönderirdi. Abdullah meyvelerin tahminini yapar ve şöyle derdi: (Bunlar) dilerseniz sizin olsun, dilerseniz benim olsun, derdi. Onlar da (ayrılanı) alırlardı.”

“Süleyman b. Yesar'dan: Yahudiler bir kadının altın kolyesini ıüşvet olarak Abdullah'a teklif ettiler ve “Bu senin olsun, buna karşılık yükümüzü biraz hafiflet, payımızı artır” dediler. Abdullah; “Ey Yahudiler! Bana göre yeryüzünün buğz edilmeye en layık insanlarısınız. Ancak, bu beni size zulmetmeye götürmez. Sizin bana teklif ettiğiniz ıüşvet haramdır ve biz rüşvet almayız” dedi. Bunun üzerine, Yahudiler: “İşte gökyüzü ve yeryüzü bununla (adaletle) ayakta duruyor, dediler.”

Rasulullah, atadığı vali ve idarecilerin durumlarını teftiş ediyor ve onlarla ilgili gelen haberleri dinliyordu. Bahreyn'e idareci olarak tayin ettiği Ala b. el-Hadrami'yi, Abdi Kays kabilesinin şikayeti üzerine görevinden azletmişti. İbni Sa'd şöyle dedi: “Muhammed b. Ömer bize haber verdi ve şöyle dedi: “Bize.... den, Âmir b. Lüey’lilerin antlaşmalısı Amr b. Avf anlattı: Halif Beni Amir Lüey'den: Rasulullah (s.a.v.) Ala b. el-Hadrami'yi Bahreyn'e gönderdi, daha sonra da onu azletti. Onun yerine Ebban b. Saîd'i idareci olarak gönderdi. Muhammed b. Ömer şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v.) Âla b. el-Hadrami'ye bir mektup yazarak Kays kabilesinden yirmi kişiyi göndermesini istedi. Başlarında Abdullah b. Avf el-Eşec olmak üzere yirmi kişilik bir grup Medine'ye geldi.... Gelen heyet Âla b. el-Hadrami'den şikayetçi oldu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) onu azlederek, yerine Ebban b. Saîd'i idareci olarak görevlendirdi ve ona şöyle dedi: "Abdi Kays kabilesine hayrı tavsiye et ve ileri gelenlerine ikramda bulun." Mali işlerle ilgili atadığı idarecilerden hesapları tam olarak alır, gelir-gider hesabı yapardı.

Buhari ve Müslim, Ebu Humeyd es-Sâidî'den şunu rivayet eder: "Nebî (s.a.v.), İbn el-Lütbiyye'yi Süleym oğullarının zekâtlarını toplamak üzere görevlendirmişti. İbn el-Lütbiyye, Rasulullah (s.a.v.)'e geldiğinde onu denetledi. Bunun üzerine adam: Bu sizin, bu da bana hediye edilendir deyince, Rasulullah (s.a.v.): “Annenin ve babanın evinde otursaydın hediyen sana gelir miydi?” Daha sonra ayağa kalkıp Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi: “Ben sizden birini, Allah'ın bana tevdî ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o gelir: Bu size aittir, şu da bana hediye edilendir! der. Bu adam babasının veya anasının evinde otursaydı da eğer doğru sözlüyse hediyesi ayağına gelseydi ya! Vallahi sizden kim haksız bir şey alırsa mutlaka onu boynunda taşır olduğu halde kıyamet günü Allah'a gelecektir. Dikkat edin! Kim böyle yaparsa Allah'a, böğüren bir deve, meleyen bir sığır veya meleyen bir koyun ile (onu yüklenmiş) olarak gelecek. Sonra ellerini kaldırdı, o kadar ki koltuk altındaki beyazlık gözüktü. Allah'ım tebliğ ettim mi?” Buhari, 6658; Müslim, 3414

Ebu Davud, Büreyde aracılığı ile Nebî (s.a.v.)'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ücretini vererek bir işe bir kimseyi tayin edersek, onun fazla olarak aldığı şeyler hıyanettir.” Ebu Davud, 2554

Yemen halkı Muaz'ın namazı uzun tuttuğunu Rasulullah'a şikayet edince, Rasulullah Muaz'ı azarladı. Buhari ve Müslim, İbni Mes'ud el-Ensari'den şu hadisi rivayet eder: "Bir adam Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek; “Ya Rasulullah! Falan kişinin namazı çok uzatmasından dolayı neredeyse namazı yarıda bırakmak zorunda kalıyorum.” Rasulullah (s.a.v.)'in bu konuşmasından daha sert konuşmasını görmemiştim. Şöyle dedi: “Ey insanlar! Şüphesiz ki nefret ettiriyorsunuz. İnsanlara imamlık yapan kimse namazı hafif kıldırsın. Zira içlerinde hasta, zayıf ve ihtiyacı olanlar vardır.” Buhari, 88; Müslim, 713; Daremi, 1231

Müslim’in, Cabir yoluyla yaptığı rivayette ise şu ifade geçmektedir: “...Ey Muaz! Sen fitneci misin? Sen fitneci misin?..” Buhari, 664, 5641; Müslim, 709; Nesei, 826; Ebu Davud, 671; Ahmed b. Hanbel, 13675, 13787

Rasulullah (s.a.v.), halk arasındaki anlaşmazlıkları gidermek için kâdılar da tayin ediyordu. Kâdı olarak Ali'yi Yemen'e, Abdullah b. Nevfel'i Medine'ye, Muaz b. Cebel ile Ebu Musa el-Eşari'yi Yemen'e Kâdı olarak atarken onlara şöyle demişti: "Siz ne ile hükmedeceksiniz? Onlar: “Eğer Kitap ve Sünnette hükmü bulamazsak bir konuyu bir başka konu ile kıyas ederiz. Böylelikle hakka hangisi daha yakınsa onunla amel ederiz” dediler. Rasulullah (s.a.v.)'de onların bu sözlerini tasdik etti.” Bu olay bize Rasulullah'ın kaza (yargı) ve hüküm konusunda kâdıları serbest bıraktığına ve yargıda uygulayacakları metodu tespit ettiğine delildir.

Rasulullah (s.a.v.), aynı zamanda halkın idaresini de yüklenmişti. Bu işlerin takibinde idarî katipler tayin ediyordu. Bunlar daire müdürleri konumundaydılar. Ali b. Ebi Talib anlaşma yapıldığı zaman anlaşmaları, barış yapıldığı zaman da barış şartlarını yazmakla görevli iken Muaykıb b. Ebi Fatıma ganimet mallarını yazmaya, Huzeyfe b. el-Yemen Hicaz bölgesinde yetişip toplanan mahsulü yazmaya, Zubeyr b. el-Avvam zekât ve sadaka mallarını yazmaya, Muğire b. Şube borç ve mali kayıtları yazmaya memur edilmişti. Şürahbil b. Hasene ise Krallara mektup yazıp gönderme işini üstlenmişti. Rasulullah (s.a.v.), görüldüğü üzere devletle alakalı her iş için bir kâtip, yani maslahatlar için müdürler tayin ediyordu. Rasulullah (s.a.v.), ashabı ile çokça müşavere ederdi. Rey ve basiret ehli ile müşaverede bulunmaktan hiç bir zaman kaçınmazdı. Akıl ve fazilet sahibi ve İslâm Devletinin işlemesi noktasında büyük yardımlarını gördüğü Ensardan yedi, Muhacirlerden de yedi kişiyle müşavere etmekten hiç bir zaman geri kalmazdı. Bu kişiler: Hamza, Ebu Bekir, Cafer, Ömer Ali, İbni Mesud, Selman, Ammar, Huzeyfe, Ebu Zer, Mikdad, Bilal gibi sahabelerdi. Ahmed b. Hanbel, Ali (r.a.)'den şunu rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.)'i şöyle derken işittim "Benden önceki her Nebî'nin seçkin kişilerden oluşan yedi nakibi ve yardımcısı vardı. Bana ise yedi tanesi Kureyş’ten, yedi tanesi de Muhacirlerden olmak üzere on dört kişi nakib ve yardımcı olarak verildi.” Ahmed b. Hanbel, 629

Yine, Ahmed b. Hanbel'in Ali'den yaptığı bir başka rivayette şu isimler belirtilmektedir: "...Hamza, Cafer, Ali, Hasan, Hüseyin, Ebu Bekir, Ömer, Mikdad, Abdullah b. Mes'ud, Ebu Zerr, Huzeyfe, Selman, Ammar ve Bilal.” Ahmed b. Hanbel
Bunlar dışındaki kimselerle de istişare ettiği olurdu. Ancak, daha çok bu sayılan kimseleri tercih ederdi. Zaten bu kişiler bir nevi şûra meclisi üyeleri vasfında idiler.

Rasulullah (s.a.v.), Müslüman ve Müslüman olmayanların arazi, meyve ve hayvanlarına yönelik bir takım mali yükümlülükler belirlemişti. Bu yükümlülükler zekât, öşür, fey (savaşsız ganimet) harac ve cizyeden ibaretti. Ganimet gelirleri Beytülmale aitti. Zekât, Kur'an’da belirtilen sekiz sınıfa dağıtılırdı. Bunların dışındakilere verilmezdi ve zekât geliri ile herhangi bir devlet işi görülmezdi. Halkın işi söz konusu olduğunda haraç, cizye ve fey türü gelirlerden harcama yapılırdı. Bu kaynaklar devlet idaresi ile ordunun teçhizatlanmasına yetiyordu. Devlet, bu gelirler dışında her hangi bir mali kaynağa gerek hissetmiyordu.

Anlatıldığı üzere, İslâm Devletinin teşkilat yapısını bizzat Rasulullah (s.a.v.) kurup, hayatta iken onu tamamlamıştır. Rasulullah (s.a.v.)'in kurduğu devlet; bir başkan, ona ait yardımcılar, valiler, kâdılar, ordu, daire ve daire müdürleri, şûra meclisi gibi organlardan oluşmuştu. Devletin bu şekilde kurulup yönetilmesi (işletilmesi) icmâli olarak tevatürle sabit olduğundan uyulması vacip hususlardandır. Rasulullah (s.a.v.), Medine’ye geldiği günden vefatına kadar devlet işlerini bizzat kendisi idare etti. Ebu Bekir ve Ömer onun yardımcıları idiler. Peygamberin vefatından sonra risalet ve nübüvvette değil, yalnız devletin idaresi noktasında Peygambere Halife olarak bir devlet başkanının varlığı noktasında sahabe icma etmiştir. Zira, risalet ve nübüvvet onunla son bulmuştur. Kısacası Rasulullah (s.a.v.) hayatta iken devlet teşkilatını tam anlamı ile kurmuş, hükmetme şekli ile devlet teşkilatının biçimini açık ve anlaşılır bir durumda kendinden sonrakilere teslim etmiştir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İSLÂM'DA YÖNETİM ŞEKLİ

İslâmi yönetim nizamı yeryüzündeki diğer tüm yönetim nizamlarından;

a- Üzerine kurulduğu esaslar açısından,

b- İşlerin yürütülmesi sırasında benimsediği fikir, mefhum, ölçü ve hükümler açısından ve

c- Uyguladığı anayasa ve kanunlar ile devlet yapısı açısından belirgin farklılıklar taşır.

İslâm'da Yönetim Şekli Krallık Değildir

İslâm’ın yönetim nizamı krallıkla uzaktan yakından ilgili değildir. Bilakis, İslâm krallık sistemini ne tasvip eder, ne de en ufak bir benzerlik taşır.

Krallık sisteminde yönetim verasetle el değiştirir. Her hususta olduğu gibi yönetimde de oğullar babalarının varisi konumundadırlar.
Ancak, İslâm’ın yönetim nizamında veraset yoktur. Aksine, yönetim ümmetin isteği ve rızası ile kendisine biat ettiği kişiye verilir.

Krallık sisteminde kralın tebadan hiç bir kimsenin sahip olmadığı özel hak ve imtiyazları söz konusudur.
Krallık sisteminde kralın dokunulmazlığı ve kanunlar üstü bir konumu vardır.
Krallık sisteminde kral ya Avrupa'da olduğu gibi sembolik bir yönetici konumundadır ya da Suud, Fas ve Ürdün krallıklarında olduğu gibi kralın fiili bir yönetim yetkisi söz konusudur.
Bu krallar, yönetimin kaynağı oldukları gibi, ülkelerine ve halklarına diledikleri gibi heva ve heveslerine göre tasarrufta bulunmaktadırlar

Halbuki İslâm nizamı Halife ya da imama hiçbir zaman ayrıcalıklar ve özel haklar tanımaz.
Ümmetten herhangi bir ferdin ne gibi hakları varsa Halifeninki de o kadardır. Halife ne Avrupa kralları gibi yönetimde yer alıp ta yönetime karışmayan bir semboldür, ne de ülke ve halklar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunarak yönetim haklarını kullanan bir yöneticidir.
Aksine Halife yönetim ve yönetim yetkisini kullanma noktasında ümmetin vekilidir. O, ümmet tarafından rızaya dayalı olarak seçilmiş ve Allah'ın şeriatını tatbik etmesi için kendine biat edilmiş bir yöneticidir.
Halife her işinde ve ümmetin çıkarlarını ilgilendiren her meselede şer'i hükümlerle kayıtlıdır.

Ayrıca, İslâmi yönetim sisteminde veliahtlık da yoktur. Veliahtlık İslâm tarafından kesinlikle reddedildiği gibi, yönetimin veraset yolu ile devredilmesi de şiddetle yasaklanmıştır. İslâm’a göre, yönetim haklarının kazanılmasının tek meşru yolu, Halife ya da imamın ümmetin rızası ile alacakları biattır.

İslam’da Yönetim Şekli Cumhuriyet Değildir

İslâm’da yönetim nizamı kesinlikle cumhuriyet değildir. Zira Cumhuriyet düzeninde sistem, egemenliğin halka ait olduğu demokrasi fikri üzerine kurulmuştur. Buna göre, halkın bizzat kendisi yasama ve yönetim hakkının sahibidir. Halk, yöneticiyi seçme, azletme, anayasa ve kanun yapma ya da mevcut anayasa ve kanunları değiştirip kaldırma hakkına sahiptir.

Halbuki İslâmi yönetim nizamında İslâm akidesi ve şer'i hükümler nizamın temelini oluştururlar. Bu nedenle İslâmi yönetim sisteminde egemenlik halkın değil, şeriatındır. Ümmet ve Halife, yasama (kanun koyma) hakkına sahip değildir. Şeriat (kanun) koyan Allahu Teâla’dır. Halife'nin görevi ise ancak ve ancak Allah'ın Kitabından ve Rasulünün sünnetinden anayasa ve kanunlar için hüküm benimsemekten ibarettir. İslâmi yönetim sisteminde ümmet Halife'yi istediği zaman keyfi olarak azletme hakkına sahip değildir. Halifenin azlinin şartlarını koyan ve azleden şeriatın bizzat kendisidir. Ümmet ancak Halifeyi seçme hakkına sahiptir. Zira, İslâm yönetim ve yönetme yetkisini ümmete vermiştir.

Cumhuriyet rejimi, başkanlık sistemi ile de temsil edilir. Bu yönetim şeklinde devlet başkanlığı ve başbakanlık yetkileri tek elde (Cumhurbaşkanında) toplanır, ayrıca bir başbakan bulunmaz. Tıpkı bugün Amerika'da olduğu gibi yönetim işi için Cumhurbaşkanına bağlı bakanlar bulunur. Cumhuriyet düzeni, parlamenter sistemle de temsil edilebilir. Bu tarz Cumhuriyetlerde ise bir Cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulunu yöneten bir başbakan bulunur. Yönetim yetkisi başbakan ve bakanlar kurulundadır. Cumhurbaşkanını bu noktada bir yetkisi yoktur. Bugün Almanya ve Fransa’da uygulandığı gibi.

Hilafet nizamında ise bakanlık kurumu yoktur. Yani, Halifenin yanında, kendilerine ait bazı uzmanlık alanları ve yetkilerinin devredildiği demokratik anlamdaki bakanlıklar söz konusu değildir. Hilafet sisteminde halifenin yardımcıları vardır. Bunlar, Hilafet işlerinin ve sorumluluklarının yerine getirilmesinde halifeye yardımcı olan vezirlerdir. Bunlar, "Tefviz vezirleri" ve "Tenfiz vezirleri" olmak üzere iki grup yardımcılardan oluşurlar. Halife yardımcıları ile ilişkilerini başbakan ya da yürütme organının başı sıfatıyla değil, bizzat devlet başkanı sıfatı çerçevesinde yürütür. Zira, Halifenin yanında kendilerine yetki devredilmiş bakanlar kurulu adı altında bir yönetim organı söz konusu değildir. Tüm yetkiler halifenin elindedir. Yardımcılar, şeriat çerçevesinde Halifeye verilen yetkilerin uygulanmasında yardımcı olurlar.

Cumhuriyet sistemi, ister başkanlık sistemi, ister parlamenter sistem şeklinde uygulansın cumhurbaşkanı halk ve halkın temsilcileri karşısında sorumludur. Dolayısı ile, her iki durumda da halk ve temsilcilerinin Cumhurbaşkanını görevden alma yetkisi vardır. Zira, Cumhuriyet sisteminde egemenlik bizzat halkın kendisine aittir.

Bu durum ise müminlerin hilafet sisteminden oldukça farklıdır. Her ne kadar Emirü'l mü'min, ümmet ve onun temsilcileri önünde sorumlu olsa ve onlarca muhasebe edilse de ümmet ve temsilcilerinin Halifeyi azletme yetkisi yoktur. Halife ancak görevden alınmasını gerektiren şeriata ters bir durum karşısında "Mezalim Mahkemesi"nin kararıyla azledilebilir.

Cumhuriyet sisteminde ister başkanlık ister parlamenter demokrasi şeklinde tezahür etsin başkanlık görevi belli bir süre ile sınırlıdır ve bu süre aşılamaz.

Halbuki Hilafet sisteminde halife için belli bir süre tahdit edilmez. Halife şeriatı uyguladığı sürece yönetici vasfına sahiptir. Yani, Halife yönetim işinde Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünnetinden benimsediği hükümleri uyguladığı sürece -ki bu süre ne kadar uzun olursa olsun- Halifelik vasfına sahiptir. Ne zaman ki Halife şeriata karşı tavır alır, İslâm’ın hükümlerini uygulamaktan uzak düşerse Halifelik vasfı sona erer. Şeriata karşı tavrın süresi ister bir gün isterse bir ay olsun fark etmez hemen azli gerekir.

Buraya kadar anlatılanlarla Hilafet sistemi ile Cumhuriyet sistemi, cumhurbaşkanı ile Halife arasındaki fark açıkça ortaya konulmuştur.
Bu nedenle "İslâm nizamı, cumhuriyet nizamıdır" veya "İslâm cumhuriyeti" demek asla caiz değildir. Zira, gerek yönetim şekilleri gerekse öz itibari ile söz konusu farklılıklardan ve üzerine bina edildikleri fikri esaslar bakımından iki sistem arasındaki büyük farklılıklar çok açıktır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İslam’da Yönetim Şekli İmparatorluk Değildir

İmparatorluk da İslâmi bir yönetim şekli değildir. Bilakis imparatorluk sistemi İslâm’ın tamamen dışında bir sistemdir. İslâm’ın hakim olduğu bölgeler her ne kadar çeşitli ırktan ve coğrafyadan insanları içerse de tek bir idari merkeze bağlıdırlar. İslâm bu farklı bölgeleri imparatorluk sistemi gibi kendisi ile çelişen bir sistemle yönetmez. İmparatorluk sistemi, İmparatorluğun farklı coğrafyalarında yaşayan ırklar arasında yönetimde eşitlik ilkesini gözetmez. Aksine yönetimde sosyal ve ekonomik açıdan imparatorluk merkezinin belirgin bir ayrıcalığı vardır.

Yönetim noktasında İslâm Devleti ülkenin her tarafında ve her uygulamasında yönetilenler arasında tam bir eşitlik gözetir. İslâm bu çerçevede her türlü ırki tutuculuğu reddettiği gibi İslâm Devletinin tebası olan gayri müslimlere tebalık hakkını ve sorumluluklarını verir. Müslümanlar için söz konusu olan görev ve sorumluluklar onlar için de geçerlidir. Daha da önemlisi İslâm tebaanın herhangi bir ferdine mezhebi ne olursa olsun öyle haklar verir ki Müslüman da olsa tebaadan olmayan başka birisi bu haklara sahip olmaz. İşte bu temel farklar dolayısı ile İslâm’ın yönetim nizamı imparatorluk sisteminden tamamen farklılaşır. İslâm yönetimi egemen olduğu bölgeleri ne sömürür ne de o bölgeleri merkezin çıkarları doğrultusunda her türlü kaynakları merkeze aktarılan yerler olarak görür. Aksine İslâm yönetim sisteminde, merkeze uzaklıkları ve ırkları ne olursa olsun tüm bölgeleri devletin asli bir unsuru olarak görür ve bölge halkına tüm haklarını teslim eder. İslâm yönetiminde yönetim otoritesi, düzeni ve tüm yasaları devletin her bölgesinde bir farklılık arz etmeksizin aynıdır.

İslâm’da Yönetim Şekli Federal Sistem de Değildir

İslâm’da yönetim nizamı her bir vilayetin yerel yönetiminin özerk olduğu, genel idare sisteminin ise federal vilayetlerin birleşmesi ile oluştuğu Federal sistemle de benzerlik göstermez. Tam tersi İslâm’da yönetim nizamı vahdet nizamıdır. İslâm Devleti için batıda Merakeş ne ise doğuda Horasan da odur. Bir an Hilafet merkezinin Kahire'de olduğunu varsayarsak Feyyum kenti ne ise tüm diyar kentler de aynı mesafededir. İslâm Devletinde tüm bölgelerin maliyesi ve bütçesi tek bir bütçe ve maliyedir. Bu bütçe, tüm tebaanın faydası esas alınarak harcanır. Vilayetlerin bu uygulamada birbirine herhangi bir imtiyazı yoktur. Örneğin bir vilayetin ihtiyacı olanın birkaç katı vergi toplanmış olduğunu varsayalım, bu durumda o vilayete toplananın tamamı kadar değil ihtiyaçları büyüklüğünde bir harcama yapılır. Bir diğer vilayette toplanan vergi ise kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde genel bütçeden desteklenir. Değerlendirmedeki esas vilayetin ihtiyacını karşılaması ya da karşılayamaması değil tebaanın ihtiyaçlarını karşılamasıdır.

Bu yönü ile İslâm’ın yönetim nizamı federal sistemden tamamen ayrılan vahdet esaslı bir nizamdır. Ortaya koyduğumuz temel farklılıklardan dolayı İslâm’ın yönetim sistemi günümüz sistemlerinden hem esasları hem de uygulamaları açısından tamamen farklı kendine özgü bir sistemdir. Her ne kadar İslâm yönetim sisteminin dışa yansıyan bazı özellikleri bu sistemlerle benzerlik gösteriyor gibi görülse de bunlar özden kaynaklanan farklılıkları görmek için bir sebep teşkil etmez. İslâmi yönetim sistemi her şeyin ötesinde merkezi bir yönetimdir ve otoriteyi merkezden küçük ya da büyük olsun devletin her bir parçasına egemen kılar. Devletin herhangi bir parçasının merkezden bağımsız olmasına izin verilmeyerek devletin bütünlüğü garanti altına alınır, valileri, yöneticileri, maliye ve ekonomi sorumlularını, komutanları, kadıları özetle işi yönetim olan her görevliyi atayan da yine merkezi otoritedir. Tüm ülkeye yönetimle ilgili her hususlarda egemen olan, yönetimle ilgili tüm uygulamaları doğrudan yerine getiren yine merkezi otoritedir.

Özetleyecek olursak, İslâm’da yönetim sistemi Hilafettir. Hilafet makamının tekliği ve devletin birliği üzerinde biatın ancak Halifeye yapılabileceği hususlarında açık bir icma söz konusudur. Müctehit imamlar ve fakihler bu konuda ittifak etmişlerdir. Bir Halife varken, bir Halifeye biat edilmişken bir başka Halifeye biat edilirse onunla ilk Halifeye biat edesiye ya da öldürülesiye kadar savaşılır. Çünkü biat, şer'an ilk kendisine biat edilen kimse için sahih bir biat olarak sabit olmuştur.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İSLÂM’DA YÖNETİM NİZAMI HİLÂFET

Hilâfet:
İslâm şeriatının hükümlerini hakim kılması ve İslâm davetinin tüm dünyaya taşınması için tüm Müslümanların yöneticiliğidir. İmametle aynı anlamı taşır. "İmamet" ve "Hilâfet" kavramlarının anlamları birdir.
Zira sahih hadislerde bu iki kelime aynı anlamlarda kullanılmıştır. Hiç bir şer’î nassta yani Kur'an ve sünnette bu iki kelimeden birinin anlamı diğerine muhalif olarak kullanılmamıştır. Bu yüzden bu kavramları kullanırken "İmamet" ya da "Hilâfet" kelimelerini birbirine tercih için zorlamaya gerek yoktur. Asıl gerekli olan bu kelimelerin ihtiva ettiği içeriktir.

Hilâfet’in yeniden kurulması dünyanın dört bir köşesindeki Müslümanlar için farzdır. Tıpkı Allahu Teâla’nın Müslümanlara farz kıldığı diğer farzlar gibi kesin bir emirdir. Müslümanların Hilâfet’in ikamesi konusunda seçme ve ruhsat kullanma hakkı da yoktur. Bu nedenle Hilâfet’in kurulması noktasında gösterilecek ihmal büyük bir günah ve isyandır. Allah bu isyanı işleyenleri şiddetli bir şekilde cezalandıracaktır.

Tüm Müslümanların Hilâfet’in ikamesi için çalışmalarının farziyetinin delili sünnet ve icma-ı sahabedir. Sünnetteki delillerden biri Nafi'den rivayet edilmiştir. Rivayet şöyledir: "Abdullah b. Ömer bana dedi ki: Rasulullah (s.a.v.)'i şöyle derken işittim: " Kim itaatten elini çekerse, kıyamet gününde lehine hiç bir delil bulunmaksızın Allahu Teâla’nın karşısına çıkacaktır. Kim de boynunda biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür.”
(Müslim, 3441)

Bu rivayetle Rasulullah (s.a.v.) Bütün Müslümanlara bir Halife’ye biat etmesini (boynunda biat halkası bulunmasını) farz kılmış, boynunda biat halkası olmadan ölenin ölümünü "Cahiliye Ölümü" ile vasıflandırmıştır. Biat bir başkasına değil ancak devlet otoritesinin başı olan Halife’ye yapılır. Rasulullah bu sözü ile her Müslümanın boynunda bir halifeye biatın bulunmasını farz kılmıştır. Her Müslümanın Halife’ye biat etmesini değil. İfadeyi biraz daha açacak olursak burada farz olan, varlığı ile her Müslümanın boynunda biatın bulunmasını sağlayacak bir Halife’nin var olmasıdır. Halife’nin bulunması ister bilfiil biat etsin isterse etmesin her Müslümanın boynunda biatın bulunduğu anlamına gelir. Bu nedenle bu hadis bir Halife’nin nasbının farziyetine delildir yoksa biatın farziyetine değil. Zira Rasulullah'ın yerdiği şey ölünceye dek bir Müslümanın boynunda biatın bulunmayışıdır. Dolayısı ile Rasulullah hadiste Müslümanların biat etmemesini değil, boynunda biatın (Allah’ın hükümleri ile hükmedecek bir Halife’nin) bulunmamasını yermiştir. Müslim’in rivayetine göre A’rac, Ebu Hüreyre'den şu hadisi rivayet eder: “Nebî (s.a.v.) şöyle dedi: "İmam bir kalkandır. onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur.”
(Buhari, 2737; Müslim, 3428; Nesei, 4125; Ahmed b. Hanbel, 10359)

Yine Müslim, Ebu Hazim'den şu hadisi rivayet eder: "Hişam b. Urve ve Ebu Salih, Ebu Hureyre'den o da Rasulullah'tan şunu rivayet etmiştir: "Ebu Hüreyre ile beş sene beraber bulundum. Bana Rasulullah (s.a.v.)'den şunu işittiğini söyledi: "İsrail oğulları Nebîler tarafından siyaset (idare) edilirdi. Bir Nebî öldüğünde onu bir diğeri takip ederdi. Benden sonra artık Nebî yoktur. Ancak bir çok Halifeler olacaktır.” Oradakiler dediler ki: “Bu durumda bize ne emredersin?” Dedi ki: “İlk biat edilene vefakar olun ve ona karşı olan görevlerinizi yerine getirin. Muhakkak ki Allah size karşı görevlerini yerine getirip getirmediklerini onlardan soracaktır.”
(Buhari, 3196; Müslim, 3429; Ahmed b. Hanbel, 7619)

İbni Abbas Rasulullah (s.a.v.)'den şu hadisi rivayet eder: "Emirinden hoşlanmadığı bir şeyi gören kimse sabretsin. Zira insanlardan, kim otoriteden bir karış ayrılırsa cahiliye ölümü üzere ölür.” (Buhari, 6531; Müslim, 3439)

Bu hadislerde, Rasulullah (s.a.v.) Müslümanların bir takım idarecilerinin olacağını haber verdiği gibi Halife’nin "kalkan" yani ümmet için koruyucu vasfını da beyan etmiştir. Rasulullah’ın imamı "kalkan" olarak tanımlaması, bir imamın bulunmasının faydalarına işaret eden bir taleptir. Zira Allah ve Rasulünün bir şeyi bildirişi yerme ifadesi içeriyorsa o şeyi terk etmeyi (nehyi) gerektiren bir talep demektir. Eğer bildirim bir övgü ifadesi taşıyorsa o fiilin yapılmasını gerektiren. bir talep demektir. Eğer Allah ve Rasulünce talep edilen fiilin yapılması şer’î bir hükmün yerine getirilmesini gerektiriyorsa ya da söz konusu fiilin terki herhangi bir şer’î hükmün uygulanmamasına sebep oluyorsa bu talep kesinlik ifade eder. Rasulullah'ın yukarıdaki hadislerinde; hem Müslümanları idare edecek kişilerin Halifeler olduğuna hem Müslümanların başında her zaman için bir halifenin bulunmasının farz olduğuna hem de Müslümanların sultadan, yönetim otoritesinden, dışarı çıkmalarının haram olduğuna dair bir bildirim vardır. Bu da Müslümanların yönetilmeleri için bir otorite tesis etmelerinin farziyetine işaret eder. Ayrıca Rasul (s.a.v.) Müslümanlara, Halife’ye itaatı ve Halife’yle mücadele edenlerle savaşmayı da emretti. Bu talep, bir Halife seçmek ve onunla mücadele eden herkesle savaşıp Hilâfet müessesini korumakla ilgili bir emirdir. Nitekim Müslim'in Rivayetine göre Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kim bir imama biat edip elini sıkarsa ve kalbinin meyvesini ona verirse (rıza gösterirse) gücü yettiğince itaatte bulunsun. Eğer (yönetimi ele geçirmek için) onunla savaşacak birisi ortaya çıkarsa o kişinin boynunu vurun.” ( Müslim, 3431 )
İmama itaatle ilgili emir, aynı zamanda bir Halife’nin seçilmesi ile de ilgili bir emirdir. İlaveten Halife ile çekişen kişi ile savaşmaya dair emir tek bir Halife’nin bulunması ilgili kesin bir emrin varlığına işarettir.

Sahabenin icmaına gelince: Sahabeler (r.anhum) Rasulullah (s.a.v.)'in vefatından hemen sonra bir Halife seçilmesinin gerekliliği hususunda icma etmişlerdir. Sahabelerin (r. anhum); Ebu Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) Osman (r.a.) ve Ali (r.a.)’yi Halife seçip onlara bizzat biat etmeleri ile de bu icma tekerrür etmiştir Sahabelerin bir Halife’nin seçimi ve ona biat noktasındaki icmalarını daha açık olarak ortaya koyan asıl olay şudur: Sahabeler Rasulullah (s.a.v.)'ın vefatından sonra onun gömülmesi işini erteleyerek Halife seçilmesi işi ile ilgilenmişlerdir. Halbuki ölünün en kısa zamanda defnedilmesi farz olduğu gibi ölünün defnedilmesinin kendilerine farz olduğu kişilerin bir başka işle meşgul olmaları ve defni ertelemeleri de haramdır. Rasulullah'ın cenazesinin techizi ve defni üzerlerine farz olan bir kısım sahabenin Halife’nin seçimi ile uğraştığı sırada diğer sahabelerin itiraz hakları olduğu halde sükut ederek defnin iki gece ertelenmesine taraftar olmaları icmaya en iyi delildir. Peygamber'in cenazesinin defni ile değil de Halife’nin seçilmesi işi ile meşgul olmak üzerinde gerçekleşen bu icma, Halife seçiminin cenaze defninden (bu cenaze insanların en hayırlısına ait olsa da) daha önemli bir farz olduğunu göstermektedir.

Bu konudaki icma sahabelerin hayatları boyu süren bir icma olmuştur. Sahabeler yeri geldiğinde hangi şahsın Halife olacağı konusunda ihtilaf etmelerine rağmen ne Rasulullah (s.a.v.)'in ne de Raşit Halifelerin vefatlarından sonra bir Halife’nin seçilmesi gerekliliğinde kesinlikle ihtilaf etmemişlerdir. Dolayısıyla sahabelerin halife nasbetmenin farziyeti meselesindeki icmaları, kuvvetli, açık ve net bir delildir.

Dinin hakim kılınması, dünya ve ahiretle ilgili şeriat hükümlerinin tümünün uygulanması subutu ve delaleti kesin delille Müslümanlara farz kılınmıştır. Bu hedefin gerçekleşmesi de ancak sulta sahibi bir idareci ile yani Halife’nin varlığı ile mümkündür. Bu konu ile alakalı şer’î kaide şudur: “Bir farzı yerine getirmek için gerekenler de farzdır." Bu kaide gereği dinin tüm hükümlerinin uygulanabilmesinin şartı olan Halife’nin seçilmesi de farzdır.

Allahu Teâla Müslümanlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmetmesini kesin ve açık bir dille Rasul (s.a.v.)'e emretti. Allahu Teâla Rasulüne hitaben şöyle buyurdu:

“Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet. Haktan sana gelenin dışında onların hevalarına (arzularına) uyma." Maide: 48

“Onların arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet. Onların heva ve heveslerine uyma ve seni Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından saptırırlar diye onlardan sakın." Maide: 49

Allah'ın hitabının sadece Rasulüne has olduğuna dair bir delil bulunmadıkça Rasule hitap, ümmetine hitaptır. Burada da ayetlerin Rasulullah (s.a.v.)'e has olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Bu sebeple bu hitap Müslümanların da Allah'ın indirdikleri ile hükmedilmesini sağlamaları ile ilgili bir hitaptır. Hilâfet’in kurulması yönetimin ve sultanın (otoritenin) ikame edilmesinden başka bir anlama gelmez. Nitekim Allahu Teâla kendilerinden olan ulu'l emre (yöneticiye) itaatı, tüm Müslümanlara farz kıldı. O halde ayet, bir idarecinin yani "veliyyu’l emrin" varlığının farziyiet"ne işaret etmektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." Nisa: 59

Allahu Teâla, olmayan bir şeye itaatı emretmeyeceğine göre veliyyu’l emrin varlığı farziyet kazanır. Yani Allahu Teâla veliyyu’l emre itaati emrederken aynı zamanda veliyyu’l emrin var olması gerekliliğini de emretmiş demektir. Zira ancak veliyyu’l emrin varlığı durumunda şer’î hükümler uygulanabilecektir. Yokluğu durumunda ise şer’î hükümlerin uygulanmaması anlamına gelir. Bu da veliyyu’l emrin varlığının farzlığına delalet eder. Veliyyu’l emrin yokluğu ve ikamesi için çalışılmaması şer’î hükümlerin hayattan uzaklaşması gibi büyük bir haramın işlenmesine sebep olur.

Tüm bu deliller Müslümanların yönetilmeleri için bir yönetim ve otorite tesis etmelerinin farziyetine açık bir delildir. Aynı deliller otoritenin başında bulunacak ve İslâm’ın hükümlerini uygulayacak bir Halife’nin seçilmesinin farziyetinin de delilleridir. Burada bahsi geçen sulta ya da idare soyut bir idare değil aksine şeriatı uygulamak için var olan bir sultadır. Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözüne kulak verelim: "Sizin hayırlı yöneticileriniz (imamlarınız) şunlardır: Siz onları seversiniz onlar da sizi severler, onlar sizin için dua ederler, siz de onlar için dua edersiniz. Şerli imamlarınızdan nefret edersiniz, onlar da sizden nefret ederler. Siz onlara lanet edersiniz onlar da size lanet ederler.” Denildi ki: “Ya Rasulullah onlara kılıçla karşı çıkmayalım mi?" Dedi ki; “İçinizde namazı ikame ettikleri sürece hayır.”
(Müslim, 3447, 3448; Daremi, 2677; Avf b. Malik yoluyla) Bu hadis hayırlı ve şerli imamların bulunacağını açıkça bildirmektedir. Hadis dini tam anlamı ile tatbik ettikleri sürece Halifelere kılıçla karşı çıkmanın haramlığına da açık bir delildir. Hadisteki "namazı ikame etmek" ifadesi bir dolaylı anlatımdır ve bu ifadeden kastedilen "dini uygulamak" tır. Bu sebeple İslâm’ın hükümlerini uygulamak ve onun davetini yüklenmek için bir Halife’nin seçilmesinin tüm Müslümanlar üzerindeki farziyeti sahih şer’î nasslarla açıktır.

Bu delillere ilaveten Halife nasbının bütün Müslümanlar üzerine farziyeti şu açıdan da açıklanabilir: Allahu Teâla İslâm hükümlerini ve yönetimini kurmayı ve Müslümanların varlıklarını korumayı Müslümanlara farz kılmıştır. Bu farzın bir yansıması olarak bir Halife’nin nasbedilmesi farz-ı kifaye olarak karşımıza çıkar. Yani bir kısım Müslüman bu farzı yerine getirirse farz diğerlerinden kalkar. Ancak bu farzla uğraşan kişiler farzı yerine getirmekte zorlanıyor ama yine de yerine getirmeye çalışıyorlarsa bu durumda farz diğer Müslümanlardan kalkmaz, Müslümanlar Halifesiz kaldıkları müddetçe bu farz hiç bir Müslümandan kalkmaz.

Müslümanların bir Halife nasbetmek için çalışmaması, bu hususta gayret göstermeyip geride oturması en büyük günahlardan birisidir. Zira bu farzdan geri kalmak, İslâm’ın gerçekten en önemli fazlarından geri kalmak anlamına gelir. Gerçekte dinin hükümlerinin uygulanabilmesi ancak bu farzın yerine gelmesi ile mümkündür. Hayatta İslâm’ın mevcudiyeti ancak bu farzın yerine getirilmesiyle mümkündür. Bu öneme binaen Müslümanların kendileri için bir Halife nasbetmekten geri kalmaları ve bu uğurda çalışmamaları hepsini günahkar kılar. Dünyanın hangi coğrafyasında yaşıyor olursa olsunlar bu farz için çalışmayıp geri kalmakta birleşirlerse Müslüman olan herkes fert fert günahkar olur.

Eğer Müslümanların bir kısmı Halife’nin nasbı ve İslâm’ın hükümlerinin tatbiki için çalışır diğer kısmı çalışmazsa günah sadece çalışanlar üzerinden kalkar çalışmayanlardan düşmez. Bu farziyet Halife nasbedilinceye kadar herkes üzerinde bakidir. Farzın yerine gelmesi için çalışmak sadece vaktinde uygulanmasından ya da farzı işlememekten doğacak günahı kaldırır. Çünkü İslâm’ı hakim kılmaya çalışanlar karşılarındaki kahredici ve engelleyici sebeplerden dolayı başaramamaktadırlar. Ancak diğerleri yardımcı olsaydı bu sebepler ortadan kalkabilecekti. Farzı yerine getirmeye çalışmayanlar, Halife’nin ölüm veya bir başka nedenle gitmesinden üç gün sonrasından Halife’nin seçildiği güne kadar doğacak günahtan mesul olurlar. Zira Allahu Teâla kendilerine İslâm’ı hakim kılmayı farz kıldığı halde onlar üzerlerine düşenleri yapmadılar. Bu sebeple bu kişiler Allah'ın azabına müstahak oldukları gibi dünya ve ahirette de rezil ve zelil olmaya müstahaktırlar. Bu günaha muhatap olmalarının sebebi bu farza karşı ilgisiz tutumları yüzündendir. Açıktır ki Allah'ın kendine farz kıldığı bir farzı terketmek Müslümanı azaba muhatap kılar. Kaldı ki bu farz (bir Halife’nin atanması) İslâm’ın en önemli farzlarından birisidir. Çünkü diğer bir çok farzın uygulanabilmesinin temel şartı bu farzdır. Bu farz gerçekleştiğinde dinin hükümleri tam olarak uygulanır ve İslâm’ın şanı yükselir. Allah'ın Kelimesi İslâm beldelerinde ve dünyanın sair bölgelerinde yücelir.

Tam tersine yeryüzü Hilâfet’ten mahrum olunca Allah'ın Müslümanlara farz kıldığı dinin hakim kılınması ve bunun için bir Halife’nin seçilmesi doğrultusunda çalışmaktan geri durulmasının hiçbir özür ve mazereti olamaz. Yeryüzünde Allah'ın koyduğu sınırları korumak için cezaları uygulayan, dinin hükümlerini yerine getiren ya da "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" sancağı altında Müslümanları birleştiren bir otorite olmayınca, yeniden Hilâfet’i kurmak ve Halife’yi seçmek için geri kalmalarının hiç bir mazereti olmaz. Bu farzın yerine getirilmemesi noktasında İslâm’ın ortaya koyduğu hiç bir ruhsat da yoktur.
 

MOLLA

New member
Katılım
24 Haz 2008
Mesajlar
111
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Yaş
46
Allah razı olsun kardeşim.

Peki, devletimiz içindeki Şia "Allah'ın hükmü" dediğimiz çok kanuna veya uygulamaya sapık veya küfür dese ve o sapıklığı ve küfrü o sünni esasında giden devletten kaldırmak için savaş açsa,

kafasını keseceksin.böyle bir sual olur mu.?

veyahut biz Şia devletinde yaşayan sünni olsak vee şu batıl gördüğümüz uygulamaları için savaş açsak hüküm nedir? Ordan akcak kan kardeş kanı mıdır, caiz midir?

Muhabbetle

imdi iranın munafık liderleri ordaki ehli sünneti kesiyorlar..sence onlar ne yapıyor..??

Humeyni ye göre zaten onların dini şii dinidir..

ne iran ne de vahabi modelleri bize ölçü değildir..
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İSLÂM’DA YÖNETİMİN ESASLARI

İslâm’da yönetim nizamı şu dört esas üzerine kuruludur:

1- Hakimiyet (egemenlik) halka değil şeriata aittir

2- Sulta (otorite) ümmete aittir

3- Tek bir Halife’nin tayini Müslümanlara farzdır.

4- Şer'i hükümleri benimsemek (hükümleri yürürlüğe koyup kanun yapmak) yalnız Halife’nin hakkıdır. Yani anayasa ve kanunları belirleyen Halifedir.

Bunlar, İslâm’daki yönetim temel kurallarıdır. Bu kurallar, şer'i delillerin titizlikle incelenmesi ile çıkartılmış kurallardır.
 
Üst Alt