sunnetehli
New member
- Katılım
- 31 Tem 2006
- Mesajlar
- 33
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
İSLAM VE ŞİA
Bismillahirrahmanirrahim
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir kavme (topluluğa) olan kininiz / düşmanlığınız, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun! Zira bu, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun! Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. ” (Mâide 5/8)
İslam dininin doğuşu, insanlık tarihi boyunca zuhur eden hâdiselerin en büyüğüdür. İslâm, tecelli etmiş ve edecek olan Hakkı ayakta tutmak için gelmiştir. İnsanların anlaşma ve ihtilaf etmelerinde, muamelelerinde, hüküm vermelerinde, düşünce, araştırma, ilim tahsili ve teşkilatlarında; iyilik ve maslahatlarının bulunduğu konularda birbirlerine yardım etmelerinde, karşılaştıkları bütün haklar, İslâmdan kaynaklanır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Rasulünü hidayetle ve hak din ile, bütün dinlere üstün kılmak için gönderen O'dur; müşrikler hoş görmeseler bile.” (Tevbe 9/33)
İslâm, inananları adalete uygun olan her şeyi yaşamaya, doğru bildiklerini dile getirmeğe, adalet saltanatının çerçevesi içinde hareket ederek onun bayrağını İslâm diyarının her tarafına ve güçleri yettiği kadar dünyanın diğer kesimlerine yaymağa; kendileri, babaları ve çocukları aleyhinde de olsa bu adalet ölçüsünden ayrılmamağa davet eder.
Hak ve adaleti ayakta tutmak, onlara göre şehâdette bulunmak İslâmın ilk unsuru, önde gelen ahlakı ve ona inananı başkasından ayıran en belirgin özelliğidir. Bu özellik hoşgörü, sadelik, temiz kalblilik, Allah'ın razı ve halkın da mutmain olduğu şeyleri tercih etmekle belli olur.
Takva ise, insanlar arasındaki derecelendirmede esastır. Takva ehlini ve ondan sapanları bilen Allah (c.c.) dır. Onların durumundan Allah'a karşı hiçbir şey gizlenemez.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını; bütün insanlığı bu yüce dine davet etmek üzere İslam'ın üstün değerleriyle eğiterek hazırlamıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Âişe'nin (r.a.) mescid-i nebeviye'ye bakan hücresinin perdesi arkasında, Yüce dosta teslim olmak üzere iken, mübarek gözlerini yumarken, seçkin ve saf ashabını taşları birbirini kenetleyen bir bina gibi, ibadet ve taatta kalblerini ihlasla Allah'a teslim etmiş kimseler olarak Ebu Bekr 'in (r.a.) arkasında saf tuttuklarını görmekle, Allah (c.c.) kendisini hoşnut kılmıştır.
Ebu Bekir (r.a.) ki O'nun ve öz kardeşi gibi olan Ömer (r.a.) hakkında, kardeşleri Ali (r.a.), Küfe'de mimberden halka hitab ederken:
“Bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir sonra Ömer'dir.” demiştir.
İslam ve müslümanların Allah katında mahlukatın en yücesi olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in dünyadan ayrılmasıyla vuku bulan faciaların akabinde bir göz kırpması gibi bir zamanda bu itaatkâr ashab-ı kiram, mübarek yarımadadaki dağınıklıklarını toparlayarak cihad için saflarını birleştirdiler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyaya veda etmek üzere iken de, namaz için saflarını bütünleştiren ashab. Ebu Bekir'in (r.a.) bayrağı altında Şam ve Irak'a doğru Risalet-i Muhammediyyenin emanetini bütün dünya milletlerine taşımışlardır.
Cihaddaki sadakatlarından dolayı Allah (c.c.) zafer va'diyle mükafatlarını çok çabuk vermiştir. Öyle ki, bu ilk halifenin Ebu Ubey'de, Halid, Amr b. As ve Yezid b. Ebi Süfyan namındaki komutanlarının, bayraklarıyla yayıldıkları dünya âleminden “Kurtuluşa geliniz” sedaları inlemeye başlamıştır. Bu komutanlar, kıymetlerini takdir ettikleri için, memleketlere ve vatandaşlarına irfan almak üzere kalp kapılarını açmışlar, Allah ve Resulünün mesajını tebliğ ederek kendilerine muallimlik etmişlerdir. Ebu Bekir (r.a.) Şam'ın bereketli topraklarında ve râfizîlerin memleketlerinde Allah'ın verdiği zaferle hoşnut olduktan sonra, Allah (c.c.) dünyada olduğu gibi, ahirette de onu Rasulullah'a komşu olarak seçmiştir.
Ebu Bekir'den sonra İslam gemisinin kaptanlığını halife Ömer ele aldı ki, Ömer (r.a.), Ebu Bekir'den sonra kardeşleri Ebu'l-Hasan Ali'nin (r.a.) şehâdetiyle de bu ümmetin en hayırlısıdır.
Uyku bilmeyen Allah'ın gözetiminde İslâm kafilesi yoluna devam etti. Da'vet-i Muhammediyyenin kahraman orduları Nil vadisine, oradan kuzey Afrika'ya seyrederken diğer kahraman kardeşleri de Kisra imparatorluğu'nun en ücra köşesine kadar yarıp gidiyordu. Bu durum, yahudi ve mecusilerin Ömer'in (r.a.) temiz kanını dökmelerine kadar devam etmiştir.
Allah (c.c.) Ömer'e (r.a.) adaletle hükmetmenin en güzel misalini nasip ettikten sonra onu mübarek iki arkadaşına komşu kıldı. Ondan sonra müslümanlar ahlaken en güzel, kalben en yumuşak, Kur'an'ı en güzel bir şekilde ezberleyen, zamanın belâlarına karşı en çok sabreden ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in iki kızlarını-üçünçüsü olsaydı onu da verecekti- almakla ona damad olma şerefine nail olan Osman'ı (r.a.) halife olarak seçtiler. Allah cümlesinden razı olsun.
Osman (r.a.), bu seçkin ashab cemaatına samimi bir kardeş, çocuklarına şefkatli bir baba olmuştur. Onun halifeliği müddetince, Ümmet-i İslam en rahat ve en saadeti bir hayat yaşamıştır. Tabiînden iki büyük âlim Hasan Basri ve İbn-i Sîrîn bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Çünkü Osman'ın (r.a.) cihad bayrağı kahraman mücahidlerin elinde Kafkasya'nın ötesini yararak gidiyordu. Öyle ki, Kisranın askerleri onlara yanaşmaktan bile çekmiyorlardı. İşte doğulu ve batılı milletler ashab-ı kiramın adaletlerini, yumuşaklıklarını, şefkatlerini, istikametlerini ve yeryüzünde teessüs ettikleri hakka uygun gidişatını bu şekilde tanımışlardır. Bundan dolayı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashab-ı kiram hakkında şöyle buyurdu:
“Nesillerin en hayırlısı zamanımda yaşayanlardır. Sonra -iman ederek- onları takib edenler ve onları da takib edenlerdir” (Ahmed b. Hanbel Müsned No: 3594 K 26, B:1).
Yukardaki hadis peygamberliğin mucizelerindendir. Zira İslam tarihi asrı saadet gibi saadetli, izzetli ve hakkın istikametine doğru yürüyen bir neslin yaşadığı başka bir zaman daha görmüş değildir Bu şekildeki hayatın sınırı Emevi Devleti'nin sonu ile Abbasî Devleti'nin ilk halifeleri zamanına kadar uzanır.
El-Hafız İbn-i Hacer, İslâm ümmeti, tabiîne uyan ve sözleri kabûl edilenlerin hicri ikiyüz-yirmiye kadar yaşamış idareciler olduğu üzerine ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra da bidatların zuhur ederek hâl ve gidişin süratli bir şekilde değiştiğini söylemektedir. (Fethu’l-Bârî, 7/4)
Rasulullah'ın asr-ı saadette yaşayanları “Ümmetin en hayırlısı” olarak nitelendirmesi peygamberliğin mucizelerindendir.
Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve doğru, Allah yoluna yapılan da'veti yer yüzünün her köşesine yaymış bir asır daha görmemiştir.
Saadet asırlarında hafızlar her tarafa yayılmış, tabiîn gençleri sahabilerin bulunduğu yerlere giderek, sünneti ölümden (kaybolmaktan) kurtarmak için hadisler ezberlemiş, onları takip eden diğer gençler de Tabiî'nin Ashab'tan hadis nakledenlerine giderek onlardan hadis alıp ezberlemişlerdir. Böylece sünet emaneti Mâlik, Ahmed ve diğer tedvin ehli olan zatlara ulaştırılmıştır. (Tedvin: 2.asırda hadislerin devlet emriyle bir araya toplanması)
Peygamberliğin mübarek kokusunu aksettiren bu nakiller, emin hafızlardan diğer emin hafızlara tevdi edilmiş (aktarılmış) tir. Böylece Allah'ın kitabından sonra müslümanların en değerli ve kıymetli kültürleri sünnet oldu.
Mirasçıların miraslarını aldıklarında kuvvet ve makam sahibi oldukları gibi, Sünnet’te Müslümanların gücünü arttıran önemli bir miras olmuştur. Ashab ve tabiînden miras olarak Devraldığımız İslâmın bu şerefli mirasına benzer bir mirası hiçbir ümmette görmüş değiliz. Bu mübarek ve kudsî mirasın en değerli olanı Ebu Bekir, Ömer ve Osman (R. Anhum)ın onunla son derece ilgilenerek Kur'ân ayetlerini cem'edip, kiraatı tesbit ile onları mushaflarda muhafaza etmeleri olmuştur. Allah (c.c.) onlara en iyi mükafatı versin. Âmin!
Bu büyük mirasın hazinelerinden birisi de, her sahabinin Rasulullah'ın hadis, hutbe, emir, yasak ve ikrarı gibi teşriî hayatla son derece ilgili olan mevzuları ezberleyip, tabiînden kardeşleri ve çocukları olan zatlara ve kendilerine iyilikle tâbi olanlara aktarmalarıdır. Bu durum hiçbir peygamber ve sahabileri için bu şekilde olmamıştır. Beşeriyetin ahlâk ve teşri' alanında en büyük mirasları olan bu miras, tabaka, cins, renk demeden ümmetleri iman ile bir araya getirmiştir.
Ashab-ı kiramın insanlık yararına yapmış oldukları hizmetleri ancak zâlim, hakkı kabul etmeyen ğayr-i müslim veya İslamın zahir (açık hükümleriyle) değil, batınîliğini iddia ederek ona göre hükmeden zındıklar küçümseyebilir.
Bu asîl neslin bize bıraktığı mirasın diğer bir yanı da, İslâmı mümtaz ahlâk ve müşfik hareketleriyle ümmetlere arzetmeleridir. İslâmı yaşamakla O'nu başkalarına sevdirmişler, güzel karekterleriyle misal olmuşlar, böylece İslâmı başkalarına öğretebilmişlerdir. Onların bu durumu, asırlarında bilinen ve en ücra köşelerde yaşayan milletlerin İslama girmelerine vesile olmuştur.
Hulafâ-i Râşidînin valileri ve onlardan sonra gelen ve Kureyş'ten olan halifelerin bayrağı altında cihad eden tabiîn de ashab-ı kiramın bu faziletlerine iştirak etmiştir. Kureyş'in o halifeleridir ki, varlıklarıyla ilgili olarak peygamberliğin işareti vardır. Sahihaynde yüceliklerine dair hadisler vârid olmuştur. Diğer işaretler ise, Rasulullah'ın Küba'da rüyasında Muaviye'nin denizde sefere çıkacağını, bir başka rüyasında da İstanbul surlarının Muaviye'nin oğlu tarafından muhasara edileceğini görmesidir.
Cabir b. Semure'den Sahihayn'da haklarında hadis rivayet edilen Kureyş'în bu halifeleri ve onlarla beraber olanlar, dünyanın her tarafına sefere çıkarak cihad etmişler ve İslâm davetini Asya, Afrika ve Avrupa gibi dünyanın muhtelif kıtalarına götürmüşlerdir. Cihad bayraklarını dünyanın her tarafına ulaştırdıkları için onları ne kadar översek yine de gerekenin onda birini bile ifa etmiş sayılmayız.
Ne yazık ki, İbnül Mutahhar lakabıyla anılan bir zındık ortaya çıkarak “Minhacül Kerâme” isminde bir kitabı kaleme almış, onunla bu asîl ve şerefli ashab ve tabiîn nesline hücum ederek cihadlarını yermiş, iyiliklerini çirkinleştirmiş, yüce ahlâklarından dolayı kesbettikleri faziletlerini inkar etmiş, öyle ki, onlarla savaşanları -Mecusi, Rum, Müslüman olmayan Türk ve Tatar- dahi hayrete düşürecek şekilde iyiliklerini kötülüğe çevirmiştir. Bu şaşkın hareket o kadar ileriye gitmiştir ki, müslümanlar İspanyanın idaresini ellerinde tuttukları sırada, papazlar İbn-i Hazm ile münakaşa ederlerken râfizilerin bu hareketlerini ileri sürerek Kur'ân'ın tahrif edildiğini iddia etmeye kalkışmışlardır. Bunun içindir ki, İbn-i Hazm onlara şu cevabı veriyordu:
“Papazların; Râfiziler Kur'ânı değiştirmişlerdir, şeklindeki iddialarına gelince, zaten râfizîler müslüman değildirler.” (El-Fisal C. 2/78)
Hıristiyan papazların, râfizî El-Küleynî'nin “Kitabül-Kâfî” adlı eserindeki yalanlarla müslümanlara karşı hüccet getirmeğe kalkıştıklarını yine mezkûr eserde açıkça görülmektedir. Kitabül Kâfide şöyle deniliyor:
“Câbir el-Ca'fi'den Ebu Ca'fer'in şöyle dediğini işittim; Kur'an'ın indirildiği gibi cem' edildiğini iddia eden ancak yalancıdır. Kur'ân'ın dirildiği gibi cem' eden ve onu ezberleyen yalnız Ali (r.a.) ve ondan sonra gelen imamlardır.” (Kitabül Kâfî s. 45 H. 1278 de basılmıştır.)”...
Ebu Abdullah'ın yanına gittim. Ebu Abdullah; yanımızda Fâtima'nın (r.a.) mushafı vardır, deyince; Fâtima'nın mushafı hangisidir? dedim. Ebu Abdullah şöyle dedi:
“Öyle bir mushaftır ki, sizin şu mushafınızin üç katı kadardır. Allah'a yemin ederim ki, içinde mushafınızdan bir tek harf yoktur.” (a.g.e. S: 57)
Küleynî'nin bu tip küfür ve iftira ile dolu olan “Kitab'ul-Kâfi” adlı eserine, şîîlerin hadis literatüründe, müslümanların nezdindeki Sahih-i Buhari'si gibi itibar edilir.
Biz şâri'in bir, ma'sumun bir olduğuna inanıyoruz, O da Rasulullah'dır. Ondan başka ne şâri' ne de ma'sum vardır. Rafiziler ise on iki imamın ma'sum olduklarını iddia ediyorlar. Biz de diyoruz ki, onların ma'sum (!) olan onbirinci imamları zürriyetsiz olarak ölmüştür. Kardeşi Ca'fer, abisinin çocuğu olmadığı için malına ve iddet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip çıkmıştır. Hatta kardeşi Ca'fer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde onbirinci imam olan Hasan el-Askerinin çocuğu olmadığı sabit olmuştur. Râfizîler ise, tarihin inadına giderek, Hasan el-Askerî'nin bir çocuğu olduğunu, bunun da onbeş asırdan beri bir sirdapta (mağara) saklandığını ,halen de hayatta olduğunu, İslâmdaki şârî' halifenin bu çocuk olup, o günden bu güne kadar gelip geçen bütün idarecilerin zülmen idareci olduklarını, velayetlerine hakları olmadığı halde müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar.
Yine onlar Rasulullah'ın vefatından bu yana gelip geçen bütün devlet başkanları, imamlar -idareciler- ve Halifeler'in zorba, zâlim ve gayr-i meşru idareci olduklarını söyledikten sonra, on ikinci imamlarının bir müddet sonra geleceğini, Allah da ona, Ebu Bekir, Ömer ve bütün müslüman halifelerini dirilteceğini, o da onları sorguya çekeceğini, (haşa!) zulmettikleri, gasbettikleri, zorba davrandıkları ve haksızlık ettikleri için onlara kesin cezalar uygulayacağını iddia ediyorlar.
Bizim Ebu Bekir Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabiler hakkındaki hükmümüz; insanlık âleminin bildiği gibi, onların tam bir istikamet ve sadakatle hak yolda yürüyen tek rehber ve tek nesil olduklarına inanmaktır. İnşaallah okuyucu bu durumu kitabın son bölümünde açıkça görecektir.
Biraz önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Asırların en hayırlısı asrımdır. -asrımda yaşayanlardır.- Sonra sırasıyla onları takib edenler ve onları da takib edenlerdir.” buyurduğunu rivayet etmiştik. (Buhari Şehadet:9, Ebu Davut Sünnet:8, Tirmizi Fiten:48, Ahmed:5/44,50,404)
Ashab, Kur'ân-ı Kerim'i bize nakleden mümtaz zatlardır. Şeriatımızın temeli olan sahih hadisleri rivayet eden mübarek şahsiyetlerdir. Hadiste belirtildiği üzre, Ashab bu ümmetin en hayırlısıdır. Ali'nin (r.a.) Kûfe'de ve mimberin üzerinde dediği gibi, Ebu Bekir ve Ömer de ashabın en yüceleri olunca, biz müslümanların bu zatlar hakkındaki inancımız da Allah'ın kitabına, Rasulullah'ın sahih hadislerine ve tahrif edilmemiş tarihî hâdiselere muvafık olarak onları tanımak ve tanıtmak olacaktır.
Fakat, İbnul Mutahhar ve Zeyd b. Ali b. Hüseyn'in “Râfizî” diye isimlendirdiği İmamiyye şiilerinin hükmü bizim hükmümüzle farklılık arzeder
Bismillahirrahmanirrahim
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir kavme (topluluğa) olan kininiz / düşmanlığınız, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun! Zira bu, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun! Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. ” (Mâide 5/8)
İslam dininin doğuşu, insanlık tarihi boyunca zuhur eden hâdiselerin en büyüğüdür. İslâm, tecelli etmiş ve edecek olan Hakkı ayakta tutmak için gelmiştir. İnsanların anlaşma ve ihtilaf etmelerinde, muamelelerinde, hüküm vermelerinde, düşünce, araştırma, ilim tahsili ve teşkilatlarında; iyilik ve maslahatlarının bulunduğu konularda birbirlerine yardım etmelerinde, karşılaştıkları bütün haklar, İslâmdan kaynaklanır.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Rasulünü hidayetle ve hak din ile, bütün dinlere üstün kılmak için gönderen O'dur; müşrikler hoş görmeseler bile.” (Tevbe 9/33)
İslâm, inananları adalete uygun olan her şeyi yaşamaya, doğru bildiklerini dile getirmeğe, adalet saltanatının çerçevesi içinde hareket ederek onun bayrağını İslâm diyarının her tarafına ve güçleri yettiği kadar dünyanın diğer kesimlerine yaymağa; kendileri, babaları ve çocukları aleyhinde de olsa bu adalet ölçüsünden ayrılmamağa davet eder.
Hak ve adaleti ayakta tutmak, onlara göre şehâdette bulunmak İslâmın ilk unsuru, önde gelen ahlakı ve ona inananı başkasından ayıran en belirgin özelliğidir. Bu özellik hoşgörü, sadelik, temiz kalblilik, Allah'ın razı ve halkın da mutmain olduğu şeyleri tercih etmekle belli olur.
Takva ise, insanlar arasındaki derecelendirmede esastır. Takva ehlini ve ondan sapanları bilen Allah (c.c.) dır. Onların durumundan Allah'a karşı hiçbir şey gizlenemez.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını; bütün insanlığı bu yüce dine davet etmek üzere İslam'ın üstün değerleriyle eğiterek hazırlamıştır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Âişe'nin (r.a.) mescid-i nebeviye'ye bakan hücresinin perdesi arkasında, Yüce dosta teslim olmak üzere iken, mübarek gözlerini yumarken, seçkin ve saf ashabını taşları birbirini kenetleyen bir bina gibi, ibadet ve taatta kalblerini ihlasla Allah'a teslim etmiş kimseler olarak Ebu Bekr 'in (r.a.) arkasında saf tuttuklarını görmekle, Allah (c.c.) kendisini hoşnut kılmıştır.
Ebu Bekir (r.a.) ki O'nun ve öz kardeşi gibi olan Ömer (r.a.) hakkında, kardeşleri Ali (r.a.), Küfe'de mimberden halka hitab ederken:
“Bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir sonra Ömer'dir.” demiştir.
İslam ve müslümanların Allah katında mahlukatın en yücesi olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in dünyadan ayrılmasıyla vuku bulan faciaların akabinde bir göz kırpması gibi bir zamanda bu itaatkâr ashab-ı kiram, mübarek yarımadadaki dağınıklıklarını toparlayarak cihad için saflarını birleştirdiler.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyaya veda etmek üzere iken de, namaz için saflarını bütünleştiren ashab. Ebu Bekir'in (r.a.) bayrağı altında Şam ve Irak'a doğru Risalet-i Muhammediyyenin emanetini bütün dünya milletlerine taşımışlardır.
Cihaddaki sadakatlarından dolayı Allah (c.c.) zafer va'diyle mükafatlarını çok çabuk vermiştir. Öyle ki, bu ilk halifenin Ebu Ubey'de, Halid, Amr b. As ve Yezid b. Ebi Süfyan namındaki komutanlarının, bayraklarıyla yayıldıkları dünya âleminden “Kurtuluşa geliniz” sedaları inlemeye başlamıştır. Bu komutanlar, kıymetlerini takdir ettikleri için, memleketlere ve vatandaşlarına irfan almak üzere kalp kapılarını açmışlar, Allah ve Resulünün mesajını tebliğ ederek kendilerine muallimlik etmişlerdir. Ebu Bekir (r.a.) Şam'ın bereketli topraklarında ve râfizîlerin memleketlerinde Allah'ın verdiği zaferle hoşnut olduktan sonra, Allah (c.c.) dünyada olduğu gibi, ahirette de onu Rasulullah'a komşu olarak seçmiştir.
Ebu Bekir'den sonra İslam gemisinin kaptanlığını halife Ömer ele aldı ki, Ömer (r.a.), Ebu Bekir'den sonra kardeşleri Ebu'l-Hasan Ali'nin (r.a.) şehâdetiyle de bu ümmetin en hayırlısıdır.
Uyku bilmeyen Allah'ın gözetiminde İslâm kafilesi yoluna devam etti. Da'vet-i Muhammediyyenin kahraman orduları Nil vadisine, oradan kuzey Afrika'ya seyrederken diğer kahraman kardeşleri de Kisra imparatorluğu'nun en ücra köşesine kadar yarıp gidiyordu. Bu durum, yahudi ve mecusilerin Ömer'in (r.a.) temiz kanını dökmelerine kadar devam etmiştir.
Allah (c.c.) Ömer'e (r.a.) adaletle hükmetmenin en güzel misalini nasip ettikten sonra onu mübarek iki arkadaşına komşu kıldı. Ondan sonra müslümanlar ahlaken en güzel, kalben en yumuşak, Kur'an'ı en güzel bir şekilde ezberleyen, zamanın belâlarına karşı en çok sabreden ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in iki kızlarını-üçünçüsü olsaydı onu da verecekti- almakla ona damad olma şerefine nail olan Osman'ı (r.a.) halife olarak seçtiler. Allah cümlesinden razı olsun.
Osman (r.a.), bu seçkin ashab cemaatına samimi bir kardeş, çocuklarına şefkatli bir baba olmuştur. Onun halifeliği müddetince, Ümmet-i İslam en rahat ve en saadeti bir hayat yaşamıştır. Tabiînden iki büyük âlim Hasan Basri ve İbn-i Sîrîn bunun doğruluğuna şahitlik etmişlerdir. Çünkü Osman'ın (r.a.) cihad bayrağı kahraman mücahidlerin elinde Kafkasya'nın ötesini yararak gidiyordu. Öyle ki, Kisranın askerleri onlara yanaşmaktan bile çekmiyorlardı. İşte doğulu ve batılı milletler ashab-ı kiramın adaletlerini, yumuşaklıklarını, şefkatlerini, istikametlerini ve yeryüzünde teessüs ettikleri hakka uygun gidişatını bu şekilde tanımışlardır. Bundan dolayı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashab-ı kiram hakkında şöyle buyurdu:
“Nesillerin en hayırlısı zamanımda yaşayanlardır. Sonra -iman ederek- onları takib edenler ve onları da takib edenlerdir” (Ahmed b. Hanbel Müsned No: 3594 K 26, B:1).
Yukardaki hadis peygamberliğin mucizelerindendir. Zira İslam tarihi asrı saadet gibi saadetli, izzetli ve hakkın istikametine doğru yürüyen bir neslin yaşadığı başka bir zaman daha görmüş değildir Bu şekildeki hayatın sınırı Emevi Devleti'nin sonu ile Abbasî Devleti'nin ilk halifeleri zamanına kadar uzanır.
El-Hafız İbn-i Hacer, İslâm ümmeti, tabiîne uyan ve sözleri kabûl edilenlerin hicri ikiyüz-yirmiye kadar yaşamış idareciler olduğu üzerine ittifak ettiğini, bu tarihlerden sonra da bidatların zuhur ederek hâl ve gidişin süratli bir şekilde değiştiğini söylemektedir. (Fethu’l-Bârî, 7/4)
Rasulullah'ın asr-ı saadette yaşayanları “Ümmetin en hayırlısı” olarak nitelendirmesi peygamberliğin mucizelerindendir.
Asr-ı saadet İslam tarihinin altın asrıdır. İslam tarihi o asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve doğru, Allah yoluna yapılan da'veti yer yüzünün her köşesine yaymış bir asır daha görmemiştir.
Saadet asırlarında hafızlar her tarafa yayılmış, tabiîn gençleri sahabilerin bulunduğu yerlere giderek, sünneti ölümden (kaybolmaktan) kurtarmak için hadisler ezberlemiş, onları takip eden diğer gençler de Tabiî'nin Ashab'tan hadis nakledenlerine giderek onlardan hadis alıp ezberlemişlerdir. Böylece sünet emaneti Mâlik, Ahmed ve diğer tedvin ehli olan zatlara ulaştırılmıştır. (Tedvin: 2.asırda hadislerin devlet emriyle bir araya toplanması)
Peygamberliğin mübarek kokusunu aksettiren bu nakiller, emin hafızlardan diğer emin hafızlara tevdi edilmiş (aktarılmış) tir. Böylece Allah'ın kitabından sonra müslümanların en değerli ve kıymetli kültürleri sünnet oldu.
Mirasçıların miraslarını aldıklarında kuvvet ve makam sahibi oldukları gibi, Sünnet’te Müslümanların gücünü arttıran önemli bir miras olmuştur. Ashab ve tabiînden miras olarak Devraldığımız İslâmın bu şerefli mirasına benzer bir mirası hiçbir ümmette görmüş değiliz. Bu mübarek ve kudsî mirasın en değerli olanı Ebu Bekir, Ömer ve Osman (R. Anhum)ın onunla son derece ilgilenerek Kur'ân ayetlerini cem'edip, kiraatı tesbit ile onları mushaflarda muhafaza etmeleri olmuştur. Allah (c.c.) onlara en iyi mükafatı versin. Âmin!
Bu büyük mirasın hazinelerinden birisi de, her sahabinin Rasulullah'ın hadis, hutbe, emir, yasak ve ikrarı gibi teşriî hayatla son derece ilgili olan mevzuları ezberleyip, tabiînden kardeşleri ve çocukları olan zatlara ve kendilerine iyilikle tâbi olanlara aktarmalarıdır. Bu durum hiçbir peygamber ve sahabileri için bu şekilde olmamıştır. Beşeriyetin ahlâk ve teşri' alanında en büyük mirasları olan bu miras, tabaka, cins, renk demeden ümmetleri iman ile bir araya getirmiştir.
Ashab-ı kiramın insanlık yararına yapmış oldukları hizmetleri ancak zâlim, hakkı kabul etmeyen ğayr-i müslim veya İslamın zahir (açık hükümleriyle) değil, batınîliğini iddia ederek ona göre hükmeden zındıklar küçümseyebilir.
Bu asîl neslin bize bıraktığı mirasın diğer bir yanı da, İslâmı mümtaz ahlâk ve müşfik hareketleriyle ümmetlere arzetmeleridir. İslâmı yaşamakla O'nu başkalarına sevdirmişler, güzel karekterleriyle misal olmuşlar, böylece İslâmı başkalarına öğretebilmişlerdir. Onların bu durumu, asırlarında bilinen ve en ücra köşelerde yaşayan milletlerin İslama girmelerine vesile olmuştur.
Hulafâ-i Râşidînin valileri ve onlardan sonra gelen ve Kureyş'ten olan halifelerin bayrağı altında cihad eden tabiîn de ashab-ı kiramın bu faziletlerine iştirak etmiştir. Kureyş'in o halifeleridir ki, varlıklarıyla ilgili olarak peygamberliğin işareti vardır. Sahihaynde yüceliklerine dair hadisler vârid olmuştur. Diğer işaretler ise, Rasulullah'ın Küba'da rüyasında Muaviye'nin denizde sefere çıkacağını, bir başka rüyasında da İstanbul surlarının Muaviye'nin oğlu tarafından muhasara edileceğini görmesidir.
Cabir b. Semure'den Sahihayn'da haklarında hadis rivayet edilen Kureyş'în bu halifeleri ve onlarla beraber olanlar, dünyanın her tarafına sefere çıkarak cihad etmişler ve İslâm davetini Asya, Afrika ve Avrupa gibi dünyanın muhtelif kıtalarına götürmüşlerdir. Cihad bayraklarını dünyanın her tarafına ulaştırdıkları için onları ne kadar översek yine de gerekenin onda birini bile ifa etmiş sayılmayız.
Ne yazık ki, İbnül Mutahhar lakabıyla anılan bir zındık ortaya çıkarak “Minhacül Kerâme” isminde bir kitabı kaleme almış, onunla bu asîl ve şerefli ashab ve tabiîn nesline hücum ederek cihadlarını yermiş, iyiliklerini çirkinleştirmiş, yüce ahlâklarından dolayı kesbettikleri faziletlerini inkar etmiş, öyle ki, onlarla savaşanları -Mecusi, Rum, Müslüman olmayan Türk ve Tatar- dahi hayrete düşürecek şekilde iyiliklerini kötülüğe çevirmiştir. Bu şaşkın hareket o kadar ileriye gitmiştir ki, müslümanlar İspanyanın idaresini ellerinde tuttukları sırada, papazlar İbn-i Hazm ile münakaşa ederlerken râfizilerin bu hareketlerini ileri sürerek Kur'ân'ın tahrif edildiğini iddia etmeye kalkışmışlardır. Bunun içindir ki, İbn-i Hazm onlara şu cevabı veriyordu:
“Papazların; Râfiziler Kur'ânı değiştirmişlerdir, şeklindeki iddialarına gelince, zaten râfizîler müslüman değildirler.” (El-Fisal C. 2/78)
Hıristiyan papazların, râfizî El-Küleynî'nin “Kitabül-Kâfî” adlı eserindeki yalanlarla müslümanlara karşı hüccet getirmeğe kalkıştıklarını yine mezkûr eserde açıkça görülmektedir. Kitabül Kâfide şöyle deniliyor:
“Câbir el-Ca'fi'den Ebu Ca'fer'in şöyle dediğini işittim; Kur'an'ın indirildiği gibi cem' edildiğini iddia eden ancak yalancıdır. Kur'ân'ın dirildiği gibi cem' eden ve onu ezberleyen yalnız Ali (r.a.) ve ondan sonra gelen imamlardır.” (Kitabül Kâfî s. 45 H. 1278 de basılmıştır.)”...
Ebu Abdullah'ın yanına gittim. Ebu Abdullah; yanımızda Fâtima'nın (r.a.) mushafı vardır, deyince; Fâtima'nın mushafı hangisidir? dedim. Ebu Abdullah şöyle dedi:
“Öyle bir mushaftır ki, sizin şu mushafınızin üç katı kadardır. Allah'a yemin ederim ki, içinde mushafınızdan bir tek harf yoktur.” (a.g.e. S: 57)
Küleynî'nin bu tip küfür ve iftira ile dolu olan “Kitab'ul-Kâfi” adlı eserine, şîîlerin hadis literatüründe, müslümanların nezdindeki Sahih-i Buhari'si gibi itibar edilir.
Biz şâri'in bir, ma'sumun bir olduğuna inanıyoruz, O da Rasulullah'dır. Ondan başka ne şâri' ne de ma'sum vardır. Rafiziler ise on iki imamın ma'sum olduklarını iddia ediyorlar. Biz de diyoruz ki, onların ma'sum (!) olan onbirinci imamları zürriyetsiz olarak ölmüştür. Kardeşi Ca'fer, abisinin çocuğu olmadığı için malına ve iddet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip çıkmıştır. Hatta kardeşi Ca'fer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde onbirinci imam olan Hasan el-Askerinin çocuğu olmadığı sabit olmuştur. Râfizîler ise, tarihin inadına giderek, Hasan el-Askerî'nin bir çocuğu olduğunu, bunun da onbeş asırdan beri bir sirdapta (mağara) saklandığını ,halen de hayatta olduğunu, İslâmdaki şârî' halifenin bu çocuk olup, o günden bu güne kadar gelip geçen bütün idarecilerin zülmen idareci olduklarını, velayetlerine hakları olmadığı halde müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar.
Yine onlar Rasulullah'ın vefatından bu yana gelip geçen bütün devlet başkanları, imamlar -idareciler- ve Halifeler'in zorba, zâlim ve gayr-i meşru idareci olduklarını söyledikten sonra, on ikinci imamlarının bir müddet sonra geleceğini, Allah da ona, Ebu Bekir, Ömer ve bütün müslüman halifelerini dirilteceğini, o da onları sorguya çekeceğini, (haşa!) zulmettikleri, gasbettikleri, zorba davrandıkları ve haksızlık ettikleri için onlara kesin cezalar uygulayacağını iddia ediyorlar.
Bizim Ebu Bekir Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabiler hakkındaki hükmümüz; insanlık âleminin bildiği gibi, onların tam bir istikamet ve sadakatle hak yolda yürüyen tek rehber ve tek nesil olduklarına inanmaktır. İnşaallah okuyucu bu durumu kitabın son bölümünde açıkça görecektir.
Biraz önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Asırların en hayırlısı asrımdır. -asrımda yaşayanlardır.- Sonra sırasıyla onları takib edenler ve onları da takib edenlerdir.” buyurduğunu rivayet etmiştik. (Buhari Şehadet:9, Ebu Davut Sünnet:8, Tirmizi Fiten:48, Ahmed:5/44,50,404)
Ashab, Kur'ân-ı Kerim'i bize nakleden mümtaz zatlardır. Şeriatımızın temeli olan sahih hadisleri rivayet eden mübarek şahsiyetlerdir. Hadiste belirtildiği üzre, Ashab bu ümmetin en hayırlısıdır. Ali'nin (r.a.) Kûfe'de ve mimberin üzerinde dediği gibi, Ebu Bekir ve Ömer de ashabın en yüceleri olunca, biz müslümanların bu zatlar hakkındaki inancımız da Allah'ın kitabına, Rasulullah'ın sahih hadislerine ve tahrif edilmemiş tarihî hâdiselere muvafık olarak onları tanımak ve tanıtmak olacaktır.
Fakat, İbnul Mutahhar ve Zeyd b. Ali b. Hüseyn'in “Râfizî” diye isimlendirdiği İmamiyye şiilerinin hükmü bizim hükmümüzle farklılık arzeder